Arama

Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler - Sayfa 31

Güncelleme: 20 Ocak 2015 Gösterim: 613.691 Cevap: 719
Kreacher - avatarı
Kreacher
Ziyaretçi
16 Ocak 2007       Mesaj #301
Kreacher - avatarı
Ziyaretçi
Hepatit A son derece bulaşıcı bir virüs hastalığıdır. Halk arasında sarılık adıyla bilinir. Virüsünün vücuda girdikten sonraki 2-6 hafta kuluçka süresidir. Ülkemizde önemli bir sağlık sorunudur.Belirtilerin hepsi aynı anda olabileceği gibi hiçbiri de görülmeden sessiz olarak hastalık ortaya çıkabilir. Hastanın yaşı arttıkça hastalık daha ağır seyreder. Küçük çocuklarda hiçbir belirti görülmeyebilir.Hepatit A genellikle 3-6 hafta sürer, ancak bazı olgularda altı aya kadar devam eden uzun süreli ya da kötüleşerek tekrarlayan semptomlar olabilir.Hastalık süresince çok uzun süre yatakta kalınması ve buna bağlı olarak işgücü kaybında artış söz konusudur. Tam düzelme 6 ay kadar sürebilir.Hepatit A için kesin tanı kan testiyle konmaktadır.

Sponsorlu Bağlantılar
Belirtileri Nelerdir ?
Grip benzeri belirtiler(ateş, titreme, bazen diyare, halsizlik gibi)
İştahsızlık
Bulantı
Sarılık (gözlerin ve derinin sararması)
İdrarın renginin koyulaşması (demli çay rengi)
Dışkı renginin açılması
Karın ağrısı
Yorgunluk

Hepatit A Nasıl Bulaşır ?
Kan yoluyla ve yakın temasla (kan dışındaki vücut sıvıları: tükürük, ter, cinsel organ sıvıları) bulaşır. Derideki bir çatlak yada açık yara ile temas eden bir damla kan yada tükürük bile hastalığın bulaşması için yeterli olabilmektedir. Taşıyıcı anneden bebeğine de doğum esnasında bulaşabilir.
En önemli ve yaygın bulaşma yolu korumalı da olsa cinsel ilişkidir, çünkü ter ve tükürük gibi vücut sıvılarıyla dahi geçişleri olabilmektedir.
Korunma Yolları Nelerdir?
Tam olarak temizliğinden emin olunmayan suyu içmeyin ve bu sudan oluşan buzu kullanmayın. Aynı tehlike bu su ile diş fırçalarken de söz konusu olabilir.
Soyulmamış meyvelerin, salataların, haşlanmamış sebzelerin yıkanmadan yenmemesi ve çiğ deniz mahsüllerinden sakınılması gerekir.
Sokaklarda temizlik kurallarına dikkat edilmeden hazırlanmış yiyecek ve içeceklerin yenilmemesi gerekir.
Tüm bu önlemlere rağmen Hepatit A riski altında olabilirsiniz. Korunmanın en kesin ve güvenli yolu aşılanmaktır.

bebeto40 - avatarı
bebeto40
Ziyaretçi
16 Ocak 2007       Mesaj #302
bebeto40 - avatarı
Ziyaretçi
Tiroit testleri hangi amaçla kullanılır?
Tiroit testleri, tiroit hastalıklarının tanısında kullanılır. Bu testler ile tiroidin fonksiyon ve yapısal bozuklukları kolaylıkla ortaya çıkarılır.
Sponsorlu Bağlantılar

Kaç çeşit tiroit testi mevcuttur?
İki çeşit tiroit testi mevcuttur.
· Tiroit fonksiyonlarını ölçen testler
· Tiroit yapısal bozukluklarını gösteren testler.

Tiroit fonksiyonlarını ölçen testler nelerdir? Bu testler ile tiroit fonksiyonları nasıl değerlendirilir?
Tiroit fonksiyonlarını ölçen testler:
· Kandaki tiroit hormonlarının (T-3 ve T-4) ölçümü.
· TSH ölçümü
· TRH testi
· I-131 uptake testi (radyoiyot uptake testi)
· Antitiroit antikorları ölçümü ( anti tg, anti TPO, TRab)
Bu testler kullanılarak tiroidin normalden fazla (hipertiroidi), az (hipotiroidi) veya normal (ötiroit) çalışıp çalışmadığı ortaya çıkarılabilir.

Kaç çeşit tiroit hormon ölçümü mevcuttur?
İki türlü tiroit hormonu ölçümü mevcuttur.
· Total (TT-3 ve TT4)
· Serbest (free) (FT3 ve FT-4)
Total T-4 ve T-3 hormonları ölçümünde, serbest ve taşıyıcı proteine bağlı hormonlar birlikte ölçülür. Bazı durumlarda, örneğin doğum kontrol hapı kullanan veya östrojen içeren ilaç alan kadınlarda tiroit hormonlarını bağlayan taşıyıcı proteinlerde artış olur. Bu durumda, tiroit hastalığı olmadan total tiroit hormonlarında artış görülür. Gerçek hastalığı ortaya çıkarmak için serbest T-3 ve T-4 hormonlarının ölçülmesi gerekir.
Bu hormonların ölçümü için açlık gerekmez.


Tiroidi uyaran (stimüle) eden hormon (TSH) ölçümünün teşhisteki değeri nedir?
TSH beynin alt kısmında bulunan hipofiz glandında salgılanan bir hormondur. TSH vücudun ihtiyacı durumunda salgılanır ve tiroidi uyararak tiroit hormonlarının yapımını sağlar. TSH ölçümü aşağıdaki durumlarda bize bilgi verir.
· Hipotiroidi'nin tanısında. Bu durumda kandaki TSH düzeyi yükselir
· Hipotiroidi tedavisinin takibinde. Hipotiroidi tedavisinin yeterli olup olmadığı TSH ölçümleri ile anlaşılır. Tedavinin yeterli olduğu durumlarda TSH düzeyi normal sınırlara iner.
· Subklinik hipertiroidi tanısında. TSH düzeyi normal değerinden düşüktür.

TRH testi nedir? Ne zaman kullanılır?
TRH (Thyroid Releasing Hormon) beyindeki hipotalamus bölgesinde salgılanır. TSH salgısını kontrol eden bir hormondur. Normal şahıslarda TRH enjeksiyonundan sonra hipofizden normal miktarda TSH salgılanır. Hipertiroidide TSH baskı altında (normal değerin altında) olduğundan TRH enjeksiyonundan sonra kandaki TSH düzeylerinde değişiklik olmaz yani TSH baskısı devam eder. Test açlık durumunda uygulanır. Önce TSH ölçümü için kan alınır. Daha sonra TRH ampulü damardan enjekte edilir. Enjeksiyondan 20 ve 60 dakika sonra tekrar kan alınarak TSH ölçülür.
TRH testi aşağıdaki durumlarda kullanılır.
· Genelde erken veya gelişmekte olan ve henüz tam olarak tanısı konamayan hipertiroidi hastalığının ayırıcı tanısında
· Tiroit kanserlerinde supresyon tedavisinin yeterli olup olmadığının araştırılmasında
· Hipofiz yetersizliğinin teyidinde
· Hafif hipotiroidinin tanısında

I-131 uptake testi nedir? Nasıl uygulanır? Ne zaman kullanılır?
I-131 bir radyoaktif maddedir. Bu madde radyoiyot olarak da bilinir. Tiroit hastalıklarının tanısında ve tedavisinde kullanılır. Tiroit hastalıklarının tanısı için I-131 uptake testi uygulanır. Bu test, tiroit glandının iyot tutma yeteneğini gösterir. Test, hasta aç durumda iken uygulanır. Bunun için çok küçük dozlarda I-131 su içinde içirilir. 2 ve 24 saat sonra verilen miktarın yüzde kaçının tiroit glandına gittiği, dışarıdan boyun bölgesine yerleştirilen uptake cihazı ile ölçülerek belirlenir.Normal değerler 2. Saatte 5-10, 24. saatte ise 10-30 arasında değişir.
Hipertiroidide ve iyot açlığında bu miktarlarda artış olur.
Hipotiroidi, fazla miktarda iyot kullananlarda (öksürük şurubu, iyotlu tuz, tentürdiyot ve kontrast madde) ve tiroiditlerde ise bu miktarlarda azalma görülür.
I-131 uptake testi:
· Radyoiyot tedavisinde (halk tarafından atom tedavisi olarak bilinir)
· Hipertiroidi
· Tiroit kanseri
· Hipertiroidi ve tiroiditlerin ayırıcı tanısında kullanılır.

Perklorat kovma testi nedir? Hangi durumlarda uygulanır?
Normalde hastaya I-131 verildiği zaman tiroit hücrelerinde (follikül hücreleri) tutularak tiroglobulinin tyrosyl moleküllerine bağlanır. Serbest I-131 follikül hücrelerinde bulunmaz. I-131'in serbest halde bulunması bazı klinik bozukluklarda ortaya çıkar. Bunlar:
· Hashimoto tiroitidi
· Kalıtımsal peroksidaz enzim bozukluğu (Pendred sendromu)
Perklorat iyonları I-131 ile yarışarak follikül hücrelerinde tutulur. Şayet perklorat farmakolojik dozlarda verilirse I-131'in follikül hücrelerinde tutulmasını önler. Böylece tiroit glandında serbest halde bulunan iyot dolaşıma geçerek tiroitten ayrılır. Bu yüzden bu teste perklorat kovma testi denmiştir.
Bu test de hasta aç iken uygulanır. Bunun için önce hastaya çok küçük dozda su içerisinde I-131 verilir ve 2-3 saat sonra tiroitte tutulan yüzde miktarı boyuna yerleştirilen uptake cihazı ile ölçülür. Daha sonra hastaya 400mg potasyum perklorat verilerek ölçüm 2-3 saat sonra tekrarlanır. I-131 uptake'inde %15'lik bir düşüş anormal olarak kabul edilir.

Antitiroit antikorlar (anti tg, anti TPO) nedir?
Bilinmeyen nedenlerle, vücut kendi dokusuna, mikroplara karşı olduğu gibi savunma maddeleri, yani antikorlar üretmeye başlar. Haşimoto (Hashimoto) tiroiditinde de tiroit dokusuna karşı antikor üretir. Bu antikorlar müzmin enflamasyona neden olarak tiroidin fonksiyonlarını önler. Tiroide karşı gelişen bu antikorların ölçümü tam olarak bir fonksiyon testi olmamasına rağmen yüksek dozdaki antikorların tiroidin fonksiyonları azaltacağının bir göstergesi olarak kabul edilir.

Tiroidin görüntülenmesinde kullanılan yöntemler nelerdir?
Tiroidin görüntülenmesinde kullanılan yöntemler çok değişiktir. Bunlar:
· Tiroit sintigrafisi:
Tc-99m perteknetat
I-131
· Tüm vücut sintigrafileri:
I-131
Tc-99m MIBI veya Tc-99m tetrofosmin
Tc-99m DMSA
Tl-201
· Tiroit ultrasonografisi
· Bilgisayarlı tomografi
· Magnetik rezonans
Bunlar içinde en sık olarak kullanılan Tc-99m perteknetat ile yapılan tiroit sintigrafisi ve tiroit ultrasonografisidir. Diğer sintigrafilerden ve tetkiklerden Tiroit tümörleri bölümünde bahsedilecektir.

Tiroit sintigrafisi nedir? Nasıl yapılır? Hangi amaçlarda kullanılır?
Tiroit sintigrafisi, tiroidin büyüklüğünü, şeklini ve bölgesel fonksiyonlarını gösteren tiroit glandının bir imajıdır. Sintigrafi, hastaya tiroit dokusunda birikim gösteren bazı radyoaktif maddelerin verilmesinden sonra uygulanır. Bunun için hastanın aç olmasına gerek yoktur. En sık uygulanan Tc-99m perteknetat sintigrafisidir. Bu sintigrafi, hastaya 2-5mCi Tc-99m perteknetat damar yolundan verildikten en az 20 dakika sonra uygulanır. Sintigrafik çekim için gamma kamera kullanılır.
Radyoaktif maddenin tiroit içerisindeki tutulum ve dağılımına göre tiroit sintigrafisi değerlendirilir. Tiroitteki Tc-99m perteknetat tutulumu normal iyot alımında (iyotlu tuz, öksürük şurubu, kontrast madde) azalır. Bu gibi durumlarda sintigrafi 2-3 ay sonra tekrar edilir. Bazı durumlarda ise radyoaktif madde tutulumu artar. Bu durum sıklıkla Basedow-Graves hastalığında ve iyot açlığı (iyodu az olan su ve gıdalarla beslenenlerde) olanlarda görülür. Sintigrafide nodüllerin aktivite tutulumu oldukça önemlidir. Nodüllerdeki aktivite tutulumu nodülün etrafındaki dokuya göre değerlendirilir:
· Normoaktif nodül (etraf doku ile eş değerde tutulum)
· Hipoaktif (soğuk) nodül (etraf dokudan daha az tutulum)
· Nonfonksiyonel (soğuk ) nodül (nodülde hiç tutulum yok)
· Hiperaktif (sıcak ) nodül (etraf dokudan daha fazla tutulum var)

Tiroit sintigrafisi aşağıda belirtilen amaçlar için kullanılır:
· Guatrın değerlendirilmesi
· Tiroit nodüllerinin değerlendirilmesi
· Hipertiroidinin değerlendirilmesi
· Tiroit glandının yerinin saptanması
· Boyun kitlelerinin değerlendirilmesi
· Göğsün üst kısmındaki kitlelerin değerlendirilmesi
· Tiroiditlerin değerlendirilmesi
· Tiroit operasyonlarından sonra geri kalan dokunun değerlendirilmesi
· Operasyondan sonra fonksiyon gösteren metastazların araştırılması



Normal tiroit sintigrafisi

Sol lobda büyük hipoaktif (soğuk) nodül
Sol lobda hiperaktif (sıcak) nodül


Tiroit sintigrafisi ile tiroit kanseri tanısı konabilir mi?

Sadece tiroit sintigrafisine bakarak tiroit kanseri tanısı koymak mümkün değildir. Tiroit kanserleri tiroit sintigrafisinde hipoaktif (soğuk) nodül olarak görülür. Ancak bu nodüllerin çoğunu selim tabiatta olan nodüller teşkil eder.

Tiroit sintigrafisi hangi durumlarda gereksizdir?
· Tiroit glandının büyümediği
· Ele nodül gelmeyen durumlarda ve
· Tiroit fonksiyonlarını ortaya çıkarmak için tiroit sintigrafisine
gerek yoktur.

Tiroit sintigrafisi kimlere uygulanmaz?
Tiroit sintigrafisi sadece hamilelere uygulanmaz.

Tiroit ultrasonografisi nedir? Hangi amaçla uygulanır?
Ultrasonografi organların anatomik yapısının araştırılmasında kullanılan bir alettir. Tiroit ultrasonografisi için geliştirilmiş özel problar mevcuttur. Hastaya herhangi bir zararı yoktur.Açlık veya tokluk durumunda uygulanabilir. Tiroit hastalıklarının tanısında çok önemli yeri olan ultrasonografinin deneyimli doktorlar tarafından uygulanması gerekir.
Tiroit ultrasonografisi aşağıdaki amaçlara yönelik olarak kullanılır.
· Boyun kitlelerinin değerlendirilmesi
· Tiroit nodüllerinin değerlendirilmesi
· Kistik nodüllerin diğer nodüllerden ayrılması.
· Tiroit boyutlarının ölçülmesi. Böylece hastada guatr olup olmadığı kolaylıkla saptanabilir.
· Guatr ve tiroit nodüllerinin (ilaç veya radyoiyot) tedavisi sırasında tiroit ve nodül boyutlarının küçülüp küçülmediği kolaylıkla tespit edilebilir.
· Cerrahi den sonra nüks nodüllerinin araştırılmasında
· Normal tiroit yapısının tiroidit ve hipertiroidi yapısından ayırıcı tanısında.


Tiroit ultrasonografisi ile tiroit kanseri tanısı konabilir mi?
Sadece tiroit ultasonografisi ile kanser tanısı konması mümkün değildir. Ancak bazı ultrasonografik bulgular kanser şüphesi uyandırabilir. Bunun için ''Tiroit tümörleri'' bölümüne bakabilirsiniz.

İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB) nedir? Hangi amaçla kullanılır? Nasıl yapılır?
İİAB, tiroit nodüllerinin ayırıcı tanısında çok sık kullanılan bir yöntemdir. Tiroit nodüllerinin yaklaşık yüzde 5''i habis, yüzde 95''i ise selimdir. Başka bir deyimle tiroit nodülü olan her hasta operasyona gönderildiği takdirde bu nodüllerin yüzde 95 selim olarak gelecek ve hasta boşuna operasyon riski altına girecektir. İİAB yöntemi ile selim nodüller habis nodüllerden yüzde 75 duyarlılıkla ayrılabilir. Geri kalan yüzde 25 vakada ise tanı koymada güçlük çekilmekte veya yetersiz hücre alınmaktadır. Böylece İİAB''si:
Operasyona gönderilen hasta sayısını yüzde 40 azaltır
Operasyon yönteminin nasıl uygulanacağını önceden belirler. Örneğin, İİAB''de habis hücre görülmesi tiroit glandının tamamen çıkartılmasını (total tiroidektomi), selim hücre görülmesi ise sadece nodülün çıkartılmasını (subtotal tiroidektomi) gerektirir. İİAB yapılamayan hastalarda veya İİAB yanlış sonuç alınan hastalarda operasyondan sonra kanser tanısı konmuşsa, bu hastaların çok defa ikinci bir operasyonla geri kalan tiroit dokusunun çıkarılması gerekir.

İİAB, tecrübeli ellerde muayenehane şartlarında bile çok kolaylıkla yapılan ve hemen hemen hiçbir riski olmayan bir yöntemdir. Bu yöntemde, herhangibir hazırlığa veya açlığa gerek yoktur. Koldan kan alınırken nasıl ki lokal anesteziye gerek yoktur burda da işlem çok kısa (birkaç saniye) süreceğinden lokal anestezi yapılmaz. Hasta sırt üstü ve boynu gerilmiş vaziyette yatarken doktor biyopsi yapacağı nodülü sol elinin parmakları ile tespit eder. Daha sonra enjektörün iğnesini nodül içerisine batırır ve enjeksiyon pistonu ile uyguladığı negatif basınç ile nodül içinden bir miktar hücre veya sıvıyı enjektör içerisine çeker. Bu işlem birkaç saniye sürer.Ancak hastadan kist sıvısı boşaltılacaksa 5-10 saniye sürebilir. İşlem sırasında hasta normal nefes alıp verir, ancak konuşmamalı ve yutkunmamalıdır. Bu sırada hasta çok az bir acı hissedebilir. Enjektör içine çekilen bu materyal küçük bir cam üzerine yayıldıktan sonra kurutulur ve incelenmesi için bu hususta eğitim görmüş tecrübeli bir patoloğa gönderilir.
Birden fazla nodül mevcutsa veya yeterli materyal alınmadığı durumlarda işlem birden fazla uygulanabilir.
Nodül küçükse ve derinde olup ele gelmiyorsa biopsi ultrasonografi yardımı ile yapılıır.
Biyopsi kelimesi kötü bir çağrışım yaptığından bazı hastalar gereksiz yere bu yöntemden korkmaktadır. Halbuki duyulan acı çok defa kalçaya yapılan bir enjeksiyondan veya bir çimdikten çok daha azdır.
İnce iğne aspirasyon biopsisinin yorumu ve tiroit tümörlerindeki değerini öğrenmek için ''Tiroit tümörleri'' bölümüne bakabilirsiniz.


İİAB''si kimlere uygulanamaz?
Bu yöntem kanama bozukluğu olan hastalarda, coumadin veya aspirin gibi kan sulandırıcı alanlarda uygulanmaz. Bu nedenle kanamaya meyilli hastalar daha önceden bunu doktoruna bildirmeleri gerekir
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:05
bebeto40 - avatarı
bebeto40
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #303
bebeto40 - avatarı
Ziyaretçi
BEYİN DAHA FAZLA NASIL ÇALIŞTIRILIR? İnsan beyni, günlük yaşamda basit yöntemlerle kalıplardan kurtarılarak daha verimli çalıştırılabilir.Her gün gittiğiniz yolu, sabah uyandığınız müziği, oda ve büronuzun düzenini değiştirerek beyninizi şaşırtın.

Çalışmayan beyin hücrelerini çalışır hale getirirsek 60 yaşında bile bir gencin beyni kadar aktiviteye sahip olabiliriz.

Prof. Dr. Nurselen Toygar, beynin emir vermeden çalışmadığını, sürekli aynı yönde yapılan şeylerin beyni tembelleştirdiğini söyledi. Beyinden daha fazla yararlanmak için bir takım pratik yöntemlerin uygulanması gerektiğini belirten Toygar, şu bilgiyi verdi: “Hayal gücüyle beyni çalıştırmaya sevk edebiliriz. Bir amaç ve hedefimiz varsa, beynimizde bu amaç ve hedefe adım adım ulaşma yollarını hayal ederek ve daima pozitif düşünerek ulaşabiliriz.

Hayal kurmak beynin çalışmasına katkı sağlıyor. (En büyük mucitler en çok hayal kuranlardır) sözü bu anlamda söylenmiştir. Bilgi ve belleğin oluşumu, gelişmesi ve olgunlaşması için hayal kurulmalı. Her gün gittiğimiz yolu, sabahları müzikle uyanıyorsak onu, oda ve büromuzun düzenini, izlediğimiz televizyonun yerini, çocuklarımızla yemek yediğimiz masadaki yerimizi arada bir değiştirebiliriz. Bu, beynimizi kalıplardan kurtarır. Beyinler paraşüt gibidir, açılmadıkça çalışmaz.”

BEYİN HÜCRELERİ ARTAR MI?

Son 4-5 yıla kadar ölen beyin hücrelerinin yerine yeni hücrelerin oluşmadığının savunulduğunu ifade eden Prof. Dr. Toygar, bu görüşün değiştiğini ve beyin hücrelerinin artabileceğinin ortaya konduğunu söyledi.

Beyin hücrelerinin artmasının, beynin daha verimli kullanılmasını sağladığını bildiren Toygar, her insanda milyarlarca adet bulunan beyin hücrelerinin, her gün ortalama 10 bininin öldüğünü kaydetti. Toygar, şöyle devam etti: “Beyin fonksiyonları 18-23 yaşlarında artar, 40 yaşından sonraysa hızla azalır. Günde 10 bin hücre ölüyor.

Ama 65-70 yaşına kadar ölen hücrelerin sayısı toplam hücrelerin ancak yüzde 5’ine ulaşabiliyor. Demek ki beyne hücre takviyesi oluyor. Ama takviye olurken o hücreler, (ben beyin hücresi olayım) demiyor. Bizim (kök hücreler) dediğimiz hücreler var. Bunlar beyin hücresine dönüşebiliyor. Her beyin hücresi öldüğünde, bellek depolama, yeni bilgileri alma ve öğrenmede zayıflama oluşuyor. Eğer beyin hücrelerimizi çalıştırırsak, 60 yaşında, bir gencin beyni kadar aktiviteye sahip olabiliriz.”

STRES BEYİN HÜCRELERİNİ ÖLDÜRÜYOR

Her insanda beyin hücre ölümünün aynı oranda olmadığını, kişinin biyolojik yapısı, stres, sigara, alkol, yüksek tansiyon, kolesterol ve çevre koşullarının bunda etkili olduğunu bildirdi. Stresin en önemli etken olduğuna işaret eden Toygar, stresin bir takım zararlı kimyasal elektronlar oluşturduğunu, bunların beyin hücrelerine yapışarak, zehirlediğini sözlerine ekledi.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:05
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
19 Ocak 2007       Mesaj #304
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
KONTROLSÜZ DİYET "OSTEOPOROZU" TETİKLİYOR

ADANA - Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tunay Sarpel, kontrolsüz diyetin osteoporoz (kemik erimesi) hastalığı riskini artırdığını söyledi.
Prof. Dr. Sarpel, dünyada 4 ila 6 milyon kişinin kemik erimesi hastası olduğunu, 13-17 milyon arası kişinin ise risk altında bulunduğunu belirtti.
Kemik erimesinin genellikle kadın hastalığı olarak görüldüğünü belirten Sarpel, ''21 ilde erkekler arasında yaptığımız bir ankette erkeklerin de yüzde 8,6 oranında hastalığa yakalandıklarını gördük'' dedi.
Osteoporozun ciddi ve sinsi bir hastalık olduğunu vurgulayan Sarpel, Türkiye'de 31-89 yaş grubu arasında bin 597 kişiyle yapılan ankette 50 yaş üzerindeki kişilerin yüzde 45 üzerinde kemik erimesi görüldüğünü ifade etti.
Kemiklerin korunmasında ve güçlü olmasında en önemli adımın beslenme olduğuna dikkati çeken Sarpel, özellikle gelişme çağındaki çocuklarda, ailelerin dikkatli olması gerektiğini söyledi.
Kemik erimesinin kalsiyum ve D vitamini eksikliğine bağlı olarak ortaya çıktığını vurgulayan Sarpel, gün içerisinde yapılacak fiziksel aktivitelerin kemikleri güçlendireceğini, yemek sonrası içilen sigaranın ise kemiği tamir eden hücreleri tembelleştireceğini söyledi.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:06
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ocak 2007       Mesaj #305
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sağlık ve gıda konusuyla az çok ilgilenenler bilir, antioksidan özelliği yüksek gıdalar 'süper şifalı' dediğimiz gruba girer. Yani ne kadar tüketilirse o kadar faydalı denen türden...

Sağlık ve gıda konusuyla az çok ilgilenenler bilir, antioksidan özelliği yüksek gıdalar 'süper şifalı' dediğimiz gruba girer. Yani ne kadar tüketilirse o kadar faydalı denen türden... Uzmanlar gazetelere, televizyonlara çıkar ve uzun uzun anlatır, neyi ne kadar tüketeceğimizi söylerler. Üzümün çok faydalı olduğunu bilmeyen var mıdır ya da portakal suyunun C vitamini deposu olduğunu... Adını söylerken bile yüzünüzü buruşturacağınız brokoli ya da Brüksel lahanasını... Bilmediğimiz onların niçin faydalı olduğudur; ve bu gıdalar vücudumuza ne yapar da bizi kanserden korur, gençleştirir, güzelleştirir?

Uzmanlara göre antioksidanlar, hücrelere zarar veren serbest radikalleri etkisiz hale getirerek, kanser dahil pek çok hastalığa ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincir reaksiyonları önleyen moleküllerdir. Bu moleküllerin vücutta gerekli seviyelerde bulunabilmesi için, yüksek oranda antioksidan içeren yiyecek ve içeceklerin alınmasına dikkat edilmelidir.

Vücudumuzun kendini tahrip etme özelliği olduğu gibi, kendini savunma mekanizmasından ileri gelen tedavi özelliği de bulunur. İçeriğinde antioksidan bulunduran besinler de bu mekanizmayı tetikleyerek serbest radikallerin ve toksinlerin oluşumunu engeller ve hatta yaşlanma etkilerini azaltırlar.


İHTİYACIMIZ OLAN HER ŞEY DOĞADA VAR

Gerçekten de vücudumuzun ihtiyaç duydukları, yaşadığımız bereketli topraklarda yetişiyor. İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü öğretim görevlisi Uzman Dr. Yavuz Dizdar'a göre, sağlıklı beslenmenin temel şartlarından biri doğal besin ağırlıklı bir yaşam tarzını benimsemek... Dizdar; sağlıklı beslenmede üzüm suyu, nar ve portakalın önemini vurguluyor...

'Üzüm suyu etkinliği kesin olarak kanıtlanmış antioksidanlar içerir ve bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar kalp hastalıklarından korunmada çok önemli bir işleve sahip olduğunu kanıtlamıştır. Narın içerdiği pek çok madde halen preklinik araştırma sürecindedir ve umut verici sonuçlar alınmaktadır.'

Dizdar, doğanın bize sunduğu olanakların gün geçtikçe ve bilim ilerledikçe daha iyi anlaşıldığını vurguluyor ve şöyle diyor:

'Her meyvenin en faydalı olduğu dönem, doğal olgunluğuna ulaştığı aşamadır. Buna karşılık günümüzde modern gıda teknolojisi doğanın olanaklarını katkısız olarak ve yılın dört mevsimi bize sunabilmektedir.'


HANGİSİ NEYE FAYDALI?

Peki hangi meyve suyu neye iyi gelir biliyor musunuz? İşte birkaçı:

Gençlik kaynağı üzüm suyu:Üzüm suyu, içerdiği zengin vitamin ve mineraller nedeniyle vücudun günlük ihtiyacını karşılayabilecek özelliktedir. Üzüm suyunda bol miktarda A ve C vitaminleri, mineraller, demir ve potasyum var. Antioksidan özellikli olduğu için cildin yaşlanmasını da geciktirir. Kan yapıcı özelliğinin yanı sıra romatizma ve mafsal ağrılarına iyi gelen üzüm suyu, kalp sistemini düzenleyip bedensel ve zihinsel yorgunlukları giderir.

Ayrıca içerdiği diyet lifleri sayesinde bağırsakları yumuşatıcı ve idrar söktürücü özelliğiyle organizmayı toksinlerden arındırır.


Kansere karşı portakal suyu: C vitamini ve folik asit sayesinde soğuk algınlığına karşı korur, öksürüğü azaltır.

Bağışıklık sistemini güçlendirerek bizleri soğuk algınlığı ve gripten koruyan meyvelerin başında portakal geliyor. İçerdiği C vitamini ve folik asit sayesinde öksürüğü azaltır. Portakal suyundaki bir antioksidan olan bioflavin damarları ve kılcal damarları güçlendirerek kalbin zarar görmesini engeller. Portakal suyunda bulunan yüksek miktardaki potasyum tansiyonun dengelenmesine yardımcı olur, aynı zamanda cildin kuruyup kırışıklıkların oluşmasını da önler. Ayrıca, içerdiği vitaminler ve antioksidanlar sayesinde portakal, kanın pıhtılaşmasını, mide ve pankreas kanserini önler ve ezik ve çürüklerin daha çabuk iyileşmesini sağlar.


Ateş düşürücü vişne suyu: Ateşli hastalıklara karşı güçlü bir silah olan vişnede A vitamini ve potasyum bulunur. Ateşi düşürüp susuzluğu gideren vişne suyu, ateşli hastalıklardan sonra kanı temizlemeye de yardımcı olur. Vücutta biriken fazla suyun dışarı atılmasını, mide ve karaciğerin düzenli olarak çalışmasını sağlar. Ayrıca, ishali keser, idrar söktürücü özelliği vardır.

Huzur kaynağı kayısı suyu: A, B3 (Niasin) vitamini, kalsiyum, magnezyum, potasyum ve fosfor sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirir kansızlığa iyi gelir, kan yapımına yardımcı olur ve sinirleri gevşetip uyku getirir. İçerdiği kalsiyum ve magnezyum sayesinde kemik erimesine karşı faydalıdır. Lifli bir meyve olduğundan bağırsakları korur ve pekliğe iyi gelir. Kayısıda bulunan betakaroten ise kanserin, özellikle akciğer kanserinin, kalp hastalıklarının ve kataraktın önlenmesine yardımcıdır.

Tansiyon düşüren elma suyu: Elma, bağışıklık sistemini güçlendirici özelliği olan B3 (Niasin) ve E vitamini, potasyum ve bol miktarda pektin içerir. Kan şekerini kontrol altında tutan elma suyu baş ağrısına da iyi gelir. Ayrıca böbrekleri temizler ve kolesterolü düşürür. Bağırsak parazitlerinin dökülmesini sağlar, bedensel ve zihinsel yorgunlukların giderilmesinde ise etkin rol oynar. Ayrıca romatizma, gut ve mide rahatsızlıklarının (gastrit, ülser) panzehiridir. Elma suyunun içindeki bitki besinleri, kalp ve akciğer kanseri rahatsızlıklarına yakalanma riskini azaltır. Damar sertliğini önler, kan basıncını düşürerek tansiyonun yükselmesine engel olur.

Uykusuzluğa karşı şeftali suyu: Şeftali, içerdiği A, B3 (Niasin) ve C vitaminleriyle, folik asit, betakaroten, potasyum ile gribe karşı vücudun savunma mekanizmasını güçlendirir. Vücutta A vitamini oluşturan temel madde olan betakaroten, şeftalide çok miktarda bulunur. Antioksidan özelliğiyle toksinlerin vücuda vereceği zararları önler. Uykusuzluğu giderir. Hazmı kolaylaştıran şeftali aynı zamanda böbreklerin ve safra kesesinin düzenli çalışmasını sağlar ve iyi bir idrar sökücüdür.

Yıllardır geniş ürün yelpazesiyle sofralarımızda yer alan ve 2005 yılında Türk gıda sektöründeki 50. yılını kutlayan Tamek, doğanın en faydalı meyvelerinden üzüm, kan portakalı ve nar meyvelerini, özenle seçerek sofralarımıza taşıyor. Tamek, iki yeni ürünü yüzde 100 üzüm suyu ve kan portakalı-nar karışık içeceğini tüketicileriyle buluşturuyor.


MUCİZEVİ MEYVE KAN PORTAKALI

Son dönemde özellikle vücutta yaşlanmayı geciktirici etkisi olan doğal antioksidan içerikleriyle ilgi toplayan bu içecek, zengin besin öğeleriyle de vücudun günlük vitamin ve mineral ihtiyacını karşılıyor. Nar ve kan portakalı meyvelerinde bol miktarda bulunan C vitamini (ki kan portakalı normal portakala oranla dört kat fazla C vitamini içeriyor) ve üzümde bulunan A, B1, B2 ve C vitaminleri bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek vücudun direncini arttırıyor.

Meyveyi dalından yiyemeyen, pazara gidip taptaze meyve alamayanlar için daha iyi bir seçenek var mı?


MEYVE SUYU HAKKINDA BİLMENİZ GEREKEN 6 ŞEY

1) Meyve suyu, nektar ve meyveli içecek farklı şeylerdir. Meyve suyu yüzde 100, meyve nektarı yüzde 25-99 ve meyveli içecek yüzde 10-49 meyveden oluşur.

2) Meyve suyu şişmanlatmaz çünkü kalori düzeyi düşüktür. 100 gram meyvenin sağladığı enerji 44-52 kcal arasındadır.

3) Meyve suyu diş çürütmez. Diş çürüklerine yol açan ana etken flor yetersizliğidir. Ancak meyve suyu tüketenlerin ağız ve diş temizliğine dikkat etmesi gerekir. Son yıllardaki araştırmalara göre; eğer yeterli flor alınıyorsa ve ağız temizliğine özen gösteriliyorsa gıdanın diş çürüklerine etkisi oldukça kısıtlıdır.

4) Kanser vakalarının gelişmekte olan ülkelerde yüzde 30'u, gelişmiş ülkelerde ise yüzde 20'sinin diyete bağlı oluştuğu belirtiliyor. Antioksidan etkinlik gösteren sebze ve meyve suları ise bazı kanser türlerine karşı koruyucu etkide bulunuyor.

5) Günde 1 porsiyon sebze ve meyve tüketiminin artması akciğer kanseri riskini yüzde 6 oranında düşürüyor.

6) Türkiye'de, 80'li yıllardan bu yana meyve suyu ve türevlerine koruyucu madde katılmasına izin verilmiyor. Uygulanan koruma teknolojisi koruyucu kullanılmasını gerektirmiyor. Ambalaj açılmadıkça koruma etkisi sürer. Koruyucu içerseydi, ambalaj açıldıktan sonra da meyve suyu bozulmazdı.


ANTİOKSİDANLARIN SIRRI NE?
  • Bağışıklık sistemini güçlendirir.
  • Yaşlanma etkilerinin azaltılmasına (anti-aging) yardımcı olur.
  • Bağ dokusunu güçlendirerek cilt sarkmasına engel olur.
  • Kırışıklıklarla daha başlamadan savaşmak için oral kozmetik olarak kullanılır. Cildin elastik, yumuşak ve daha kırışıksız olmasına yardım eder.
  • Kalp ve damar sistemindeki dokulara esneklik sağlar ve kalp sağlığının korunmasına yardımcı olur.
  • Eklemlerde bükülme zorluğuna karşı hareketi kolaylaştırır.
  • Özellikle sigara içenler, alkol alanlar ve doğum kontrol hapı kullananlar için çok değerlidir.
  • Kan dolaşımının düzenlenmesine yardım eder.
  • Varise karşı koruyucudur.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:06
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ocak 2007       Mesaj #306
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Günümüzde sağlığımızı nasıl korumamız gerektiği ve daha sağlıklı nasıl olunabileceği konusunda birçok bilgi var. Sağlıklı beslenmek, düzenli egzersiz yapmak, yaşam tarzımızı düzenlemek, vitamin ve mineraller kullanmak gibi yaşam kalitemizi yükseltmek üzere çeşitli önerilerle karşılaşıyoruz. Burada göz ardı edilen en önemli unsur her insanın kendine özgü bir genetik yapısı olduğu ve ihtiyaçların buna göre farklılık göstermesi. Nutrizone Kurumsal Sağlıklı Yaşam Danışmalığı’ndan Selen Tamer konuyu şöyle açıkladı;

Şu bir gerçek ki beslenme bazı kişilerde kalp - damar rahatsızlıkları, kanser, diyabet, osteoporoz, obezite ve bazı metabolik bozukluklar gibi belirli hastalıklar açısından ciddi bir risk faktörüdür. Bundan hareketle yola çıkan nutri - genetik, yani beslenme genetiği, beslenme ile kişinin genetik yapısı arasındaki ilişkiyi moleküler seviyede araştıran ve ortaya koyan bir bilim dalı.

Nutri - genetik aslında daha çok yeni bir buluş. İnsan genomu projesinin tamamlanması ile ortaya çıkmış ve bu hastalıkların asıl sorumlularının gen dizilimindeki ufak değişimler (varyasyonlar) olduğunu ispatlayan verileri temel almıştır.

Hayatınızda sadece bir kez yaptıracağınız Nutri-genetik analizi vücudunuzun bazı besinleri nasıl kullandığı, zararlı toksinleri nasıl etkisiz hale getirdiği ve bu zararlı toksinlerin oluşumunu nasıl önlediği ile ilgili genlerinizi ve bu genlerdeki değişimleri (varyasyonları) tespit etmektedir. Genlerinizdeki varyasyonu öğrendiğinizde genetik yapınıza uygun, tamamen sizin için tasarlanmış ve sağlığınız açısından en uygun beslenme ve yaşam tarzını seçerek daha sağlıklı ve daha kalite bir hayat yaşayabilir, yaşam sürenizi uzatabilmeniz mümkün.

Örneğin bildiğiniz gibi oksijen hayat için vazgeçilmez bir unsur, ama oksijen aynı zamanda çok reaktif ve tehlike olan “serbest radikalleri” oluştururlar. Serbest radikallerin fazlası DNA’ya, proteinlere ve hücrelere zarar verebilirler. Bu doğrultuda gendeki bir değişim nedeniyle vücut, oksidatif hasara karşı bir defans sistemi geliştiremiyorsa veya yeterli detoksifikasyon sağlayamıyorsa kanser, kronik inflamasyon, kalp rahatsızlıkları gibi hastalıklara yakalanma riskiniz artabilir. Nutri-genetik analizi ile gen diziliminizde de böyle bir varyasyonun olup olmadığını öğrenebilir, eğer varsa size özel hazırlanan beslenme programınız ve hayat tarzı önerileriniz ile hastalık riskinizi azaltmanız mümkün olur. Ancak şunu unutmamak gerekir ki gendeki dizilimi değiştirmek mümkün değildir.

Türkiye’de Nisan ayı itibarıyla uygulanmaya başlanan Cellf Nutri - genetik testi ile hastalıklara karşı yatkınlığınızı ve direncinizi etkileyecek genetik özelliklerinizi öğrenebilmeniz mümkün.

Cellf testi,


Kalp sağlığı (yağ, kolesterol metabolizması)
B vitamini kullanımı (kalp sağlığı, hücre sağlığı, cilt sağlığı metabolizması)
Detoksifikasyon özellikleri (vücudun temizlenmesi ve kanser)
İnflamasyona karşı korunma (kalp, eklem hastalıkları)
Kemik sağlığı (osteoporoz ve sağlıklı yaşlılık)
Antioksidan mekanizma (yaşlanma ve kanser)
İnsülin duyarlılığı (metabolik sendrom ve şeker hastalığı) gibi temel alanları kapsamaktadır.
Lütfen şunu unutmayın, Cellf kesinlikle bir tanı testi değildir. Bir hastalığı veya başka bir tıbbi durumu ortaya koymamaktadır. Bu testte sizin davranışlarınızdan etkilenmeyecek olan genetik hastalıklar kapsanmamakta, tanı amaçlı bir medikal rapor sunulmamaktadır. Analiz raporunuzda aşağıdaki beslenme, çevresel faktörler ve yaşam tarzı aktiviteleri hakkında genetik yapınız paralelinde, sizin için pratik olacak önerilerde bulunacaktır:

Folatlar
Kalsiyum
B6 vitamini
D vitamini
B12 vitamini
Kafein
Mevye ve sebzeler
Rafine karbonhidratlar
Kök sebzeler
Doymuş yağlar
Soğangiller
Kolesterol
Antioksidanlar
Omega-3 yağ asitleri
Tütün
Vücut Ağırlığı
Fiziksel aktivite
Beden kitle endeksi (BKI)
Lütfen vücudunuza iyi bakın ve kendinize yapacağınız en önemli ve en kazançlı yatırımın bu olduğunu unutmayın.
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
3 Şubat 2007       Mesaj #307
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
YARIN DÜNYA KANSER GÜNÜ
ANKARA - Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu (TKAK) Başkanı Prof. Dr. Tezer Kutluk, tütün kullanılmaması, sağlıkla beslenilmesi ve egzersiz yapılması, bazı kronik enfeksiyonlara yakalanmamaya dikkat edilmesi ve ultraviyole ışınlardan uzak durulması halinde ''katil kanser'' türlerinin yüzde 43'ünden korunmanın mümkün olduğunu söyledi.

4 Şubatın tüm dünyada Dünya Kanser Günü olarak anıldığını vurgulayan Kutluk, bu günde kansere karşı herkesi bilinçlenmeye çağırdıklarını ifade etti.
Bu yıl Kanser Günü'nün konusunu ''Kanserden Korunma'' olarak belirlediklerini anlatan Kutluk, ''Bu seneki Kanser Günü'nde 'Yarın için Bugün Hemen Harekete Geçin' sloganıyla çocuk, yetişkin herkesi kanserden korunmaya çağırıyoruz'' diye konuştu.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:07
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
5 Şubat 2007       Mesaj #308
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
KIŞ ÖKSÜRÜĞÜNE DİKKAT

TRABZON - Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tevfik Özlü, kış mevsiminde ortaya çıkan öksürüğün, kronik bronşit hastalığının bulgusu olabileceğini söyledi.
Özlü, kronik bronşitli hastalarda, özellikle kış aylarında ortaya çıkan, 3-4 ay süren, her yıl tekrarlayan öksürükler olduğunu belirterek, ''Bu hastalar, özellikle kış mevsiminde, ayın çoğu günlerinde ve günün değişik zamanlarında ara ara öksürdükleri gibi, bazı geceler uykudan uyandıran öksürükten yakınırlar'' dedi.
Kronik öksürüğün altında astım, reflü, sinüzit, KOAH ve kanser gibi hastalıkların yatabileceğini ifade eden Özlü, ''Eğer öksürük ciddiye alınıp gereken muayene ve tetkikler yapılmazsa, bu hastalıkların teşhisinde gecikilmiş olur. Bu nedenle, 3-4 haftadır devam eden öksürük, rastgele öksürük şurupları veya haplarıyla tedavi etmeye kalkışılmamalıdır. Doğru olan öksürüğü değil, öksürüğe neden olan hastalığı tedavi etmektir'' diye konuştu.

a.a.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:07
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Şubat 2007       Mesaj #309
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sağlıklı beslenmenin 8 kuralı

Sağlıklı yaşamanın en temel kurallarından biri sağlıklı beslenmek.Beslenme deyince her ne kadar akla yemek yemek gelse de, sağlık için sadece diyet yapmak yeterli olmuyor. Ruhsal ve zihinsel sağlığımız da en az bedensel sağlığımız kadar önemli. Beden, ruh ve zihin için sağlıklı beslenmenin kuralları şunlar:

"Birinci kural: Temiz hava
Haftalarca yiyeceksiz, günlerce susuz yaşayabiliriz ama havasız sadece birkaç dakika yaşamak mümkün. Vücudumuzun dayanıklılığı soluduğumuz havanın miktarına bağlı. Hücre düzeyinde oksijen eksikliği, damar sertliği, şeker, kanser, kas iltihabı, yüksek tansiyon gibi bozukluklara yol açar. Derin temiz hava soluyarak hücrelerdeki oksijen oranını artırabilir, böylece vücut fonksiyonlarını düzenleyebiliriz.
Temiz hava, enfeksiyonlara karşı hücresel direnci artırır. Öğrenmeye yardımcı olur. Bazı alerjik durumları azaltır. Sakinleşmek ve dinlenmek için beyin fonksiyonlarını düzenler. Kan basıncını düşürür.

İkinci kural: Güneş ışığı
Doğanın en çok şifa veren araçlarından bir tanesi olan güneş ışığı günümüz tedavi yöntemlerinde hem çok az anlaşılmış, hem de çok az kullanılmıştır.
Güneş ışığı, deri altındaki kolesterolü D vitaminine dönüştürür. Bakteri ve virüsleri yok eder. Akyuvarların sayısını artırır. Tansiyonu düşürür. Güneşlenme sayesinde kandaki kolesterol ve trigliserit (yağ) düzeyi düşer. Ultraviyole ışınlar derinin altında kızıla dönüşür ve tedavi edici etkisi yok olur. Bu yüzden güneş ışınlarının fazlası sağlığı tehdit edebilir.

Üçüncü kural: Ölçülü olmak
Ölçülü ve kendi kendine hakim olmak her yönden sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürmektir. Bunun içine; çalışmak, dinlenmek, oyun oynamaktan aile ve dostlarla geçireceğiniz zamana, kendinize ayıracağınız vakte, ibadete, doğru düşünme ve beslenmeye kadar her şey girer.
Beslenmede ölçülü olmak için size zarar verecek hiçbir şeyi yemeyin ve sağlıklı besinlerle beslenin. Kahvaltınızı ve öğle yemeğinizi sıkı, akşam yemeğinizi de hafif yiyin. Yemek aralarında atıştırmayın. Farklı ama rafine edilmemiş besinler yiyin. Bir öğünde fazla çeşit yemeyin. Düzenli zamanlarda ve rahat ortamlarda yemek yiyin. Yediğinizden zevk alın.

Dördüncü kural: Dinlenmek
Dinlenmek insan için en iyi tedavi yöntemidir. Hasta olduğunuzda yapmanız gereken ilk şey yatmak olmalıdır. Dinlenmenin iyileştirici gücü, diğer tedavi yöntemlerin başarısına da yardımcı olur. Yeterince dinlenmemek ise insanı hasta eder. Dinlenmek için sadece uyumak gerekmez. Bazen ortam değişikliği bile vücudu ve zihni dinlendirir. Farklı kasları kullanmak, farklı şeyler düşünmek gevşemeye yardımcı olur. Birçok insanda görülen sinirsel bozukluklar kendini aşma çabası ve aşırı yorgunluktan meydana gelir. Dinlenmek için zaman ayırın. Dışarı çıkın, bir iskemleye oturun ve hiçbir şey yapmayın. Bu öneri size uygun gelmiyorsa, yeterince dinlenmek için davranışlarınızı değiştirmeniz gerekiyor demektir. İyi bir uyku için midenizin boş olması gerektiğini unutmayın. Uyurken odanıza temiz hava girdiğinden emin olun. Eğer uyurken temiz hava alamazsanız, yorgun ve gergin uyanırsınız. Unutmayın ki, gün boyunca kaslarını kullananlar, gece iyi bir uyku uyurlar.

Beşinci kural: Diyet
Beslenmenin hedefi rafine yiyeceklerden uzak durmaktır. Yeterince aminoasit, vitamin, mineral ve eser elementler alacağınız doğal besinleri seçin. Kahvaltı: Tahıl, iki meyve, tam tahıl ekmeği (rafine edilmemiş undan yapılan ekmek), ceviz veya fındık, tahıl ya da soya sütü, kahvaltıdan bir süre sonra bir-iki bardak su.
Öğle: Yüksek proteinli sebzeler, salata, tam ekmek, akşamüzeri bir ya da iki bardak su.
Akşam: Taze meyve, tahıl, kraker, tam ekmek, salata veya çorba.
En iyi sindirim için öğünler arasında 5-6 saat olmalı ve yemek saatleri düzenli olmalı. Hafif bir akşam yemeği iyi uyumanızı ve zinde uyanmanızı sağlar.

Altıncı kural: Su
Su beslenmenin en önemli parçasıdır. Vücudunuzun her fonksiyonu sıvıyla sağlanır ve vücudunuzdaki suyun yüzde 10'unu kaybetmek ciddi sorunlar doğurur. Yüzde 90'ı su olan kan, besinleri hücrelere taşır ve buradaki atıkları alır. Normal bir insan için günde 6-8 bardak su yeterlidir. Eğer idrarınız renksiz ve kokusuzsa yeterince su alıyorsunuz demektir. Yemekle birlikte su içmeyin, çünkü bu su sindirim sıvılarına karışır ve etkilerini azaltır. En iyi sonucu almak için, yemekten en az yarım saat önce veya sonra su için. Uykudan önce bir ya da iki bardak su içilmeli. Birçok kez, sadece yeterince su içmek bile, kabızlık, baş ve sırt ağrısı gibi rahatsızlıkların giderilmesini sağlar.

Yedinci kural: Egzersiz
İnsan vücudu hareket için tasarlanmıştır. Egzersizin birçok yararı vardır: Nabzı ve tansiyonu düzenler. Kandaki kolesterol ve lipid (yağ) oranını düşürür. Solunum yollarını açarak vücuda daha fazla hava girmesini sağlar.
Eklemlerdeki esnekliği artırır. Beyindeki "iştah" merkezi daha etkili çalıştığı için iştahı kontrol eder.
Oksijen sirkülasyonunu ve alımını artırır, bu da sinirlerin ve dokuların beslenmesini sağlar. Kasları ve damarları güçlendirir. Haftada beş altı kez 20 dakika boyunca yapabileceğiniz bir egzersiz türü seçin.
Unutmayın; egzersiz yapacak zaman bulamayanlar, hastalık için zaman ayırmak zorunda kalırlar.


Sekizinci kural: Doğadaki güce inanın
Yaşam tarzımızda değişiklikler yaparken bazen cesaretimiz kırılır. Ancak bunu tek başına yapmak zorunda olmadığımızı bilmek cesaret vericidir. Doğadaki güce inanın. Cesaretiniz kırıldığında doğayı izlemek yeterli olacaktır.

Zatüre hakkındaki yanlış bilgiler


İşte zatürre hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar...
1) Zatürree sadece sıkıntı veren bir hastalıktır!
Yanlış! Sık görülen, solunum yolu ile bulaşan ve ciddi seyreden bir hastalık olan zatürree, enfeksiyon hastalıklarına bağlı ölümlerin ilk sıralarda görülen etkenlerinden birisidir. Dünyada her yıl 5 yaşın altında 10-12 milyon çocuk zatürree nedeniyle hayatını kaybediyor. Ülkemizde ise zatürree ölüm nedenleri arasında 5. sırayı alıyor. (Türk Toraks Derneği verileri)

2) Zatürreenin nedeni üşütmedir!
Yanlış! Tek başına üşütmek zatürreeye yol açmaz. Ancak solunum yoluyla mikrobu alan veya hastalanmadan boğazında taşıyor olan bir kişide, vücudun bağışıklık sistemini zayıflatan herhangi bir durumda (örneğin soğuğa maruz kalmak gibi), bakteri boğazda çoğalmaya başlar ve bakterinin ulaştığı bölgeye göre hastalığa neden olur.

3) Zatürree günümüzde kolaylıkla tedavi edilebilir!
Yanlış! Bakterilerin yanlış ilaç kullanımı sonucu antibiyotiklere karşı geliştirdiği direnç nedeniyle zatürreenin tedavisi her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Ayrıca ztürreye bağlı ölümlerin ilk 48 saatte meydana gelmesi tedaviyi iyice zorlaştırmaktadır.

4) Zatürree aşısı %100 koruma sağlamadığından, aşı olmamak daha iyidir!
Yanlış! Zatürree aşısı, pnömokok bakterisinden kaynaklanan zatürreeye karşı yüksek koruyuculuğa sahiptir. Bu bakteri çocuklar ve erişkinlerde görülen zatürreelerin yaklaşık yarısından sorumludur. Hastaneye yatma gerektiren zatürreelerin yine yaklaşık %50’sine de pnömokoklar neden olur.

5) Sadece hastalık belirtileri mevcut iken etrafa zatürree bulaştırırım!
Yanlış! Zatürreeye en sık neden olan etken olan pnömokokları taşıyıcı olarak üst solunum yollarında taşımak mümkündür. Taşıyıcılık oranı yaşa, yaşanılan çevreye ve üst solunum yolu enfeksiyonlarının varlığına göre değişir. Taşıyıcılık süresi çocuklarda daha uzundur.

6) Yalnızca bebekler ve küçük çocuklar zatürree aşısı olabilir!
Yanlış! Zatürree aşısını 2 yaşın üzerinde olmak üzere her yaştan kişi yaptırabilir. Uzmanlar, özellikle risk grubunda yer alan herkese mutlaka zatürree aşısı yaptırmalarını tavsiye ediyor. Bu kişiler:
Bu kişiler; 65 yaş üzerindeki kişiler
Kalp hastaları
Akciğer hastaları
Şeker hastaları (Diabet)
Siroz gibi karaciğer hastaları
Alkol kullananlar
Beyin omurilik sıvısı kaçağı olanlar
Dalağı olmayan veya fonksiyon görmeyenler
Bağışıklık sistemi zayıflatan hastalığı olanlar (kanser hastaları, böbrek yetmezliği olan veya organ nakli yaptıran kişiler vs.)
2 yaşın üzerinde olan ve toplu ortamlarda bulunması nedeniyle hastalığın bulaşması açısından daha yüksek risk altında olan ve zatürreeden korunmak isteyen herkes aşılanabilmektedir.

7) Sürekli korunabilmek için zatürree aşısını sık sık yinelemem gerekir!
Yanlış! Çoğu kişi için zatürree aşısını bir kez yaptırmak, pnömokok kaynaklı zatürreeden ömür boyu korur. Bağışıklık sistemi iyi çalışmayan kişilerde ise aşıyı 5 yılda bir yenilemek gerekmektedir.

AĞIZ KANSERLERİ

Ağız kanserlerinin sıklığı ve ciddiyeti Ağız kanserlerinin çoğunluğu 45 yaşın üzerinde ortaya çıkar ve erkeklerde oluşma olasılığı kadınlara oranla 2 kat fazladır.
Ağız kanserlerinin oluştuğu bölgeler sıklıkla; dil, ağız tabanı, dil köküne yakın yumuşak damak alanları, dudaklar ve dişetleridir. Ağız kanserleri erken dönemde teşhis edilerek tedavi sağlanmazsa yayılarak sürekli ağrı, fonksiyon kaybı, tedavi sonrası düzeltilmesi mümkün olmayan yüz ve ağız deformiteleri, hatta ölümlere neden olabilir. Dişhekimine düzenli aralıklarla gidilmesi ağız kanserlerinin erken dönemde yakalanması açısından da önemlidir.

Ağız kanserlerinin nedenleri nelerdir?
Ağız kanserlerinin kesin nedeni tam olarak bilinmez. Bununla beraber, tütün ürünleri, alkol ve bazı besinlerdeki karsinojen maddeler ve fazla güneş ışığına maruz kalınması gibi faktörlerin ağız kanseri riskini arttırdığı bulunmuştur. Genetik yatkınlık ta ağız kanserleri için risk faktörleri arasındadır.

Ağız kanserlerinin muhtemel belirtileri;

Ağız içinde veya etrafında beyaz veya kırmızı renkli alanlar
Ağız içinde hassas, tahriş olmuş, kabarık veya kalınlaşmış alanların olması
Ağızda veya boğazda tekrarlayan kanamalar
Seste boğukluk veya boğazda yutulamayan cisim hissi
Çiğneme ve yutma güçlüğü
Dil ve çene hareketlerinde zorlanma
Dil veya ağızın diğer bölgelerinde his kaybı, uyuşukluk
Alt veya üst çenede meydana gelen şişlikler ve bunun sonucu mevcut protez uyumunun bozulması
Ağız kanseri lezyonları başlangıç döneminde ağrısızdır, kanser ilerleyerek sağlıklı ağız dokularında harabiyet oluşturdukça ağrı şikayeti de başlar. Kişinin kendinin ağız kanserini farketmesi güç olabilir. Bu nedenle düzenli dişhekimine gidilmesi son derece önemlidir.

Ağız kanseri riskinin azaltılması;

Sigara, sigar, pipo gibi tütün ürünlerinin kullanmayınız, tütün çiğnemeyiniz
Alkol kullanıyorsanız, aşırıya kaçmayınız
Hem alkol hem de tütün ürünlerini kullanan kişilerde ağız kanseri riski alkol ve tütün ürünlerini kullanmayan kişilere göre 15 kat artmıştır
Meyva ve sebzeden zengin diyetle besleniniz (araştırmalar bu tür diyetin ağız kanseri riskini azaltabileceğini ileri sürmektedir)
Düzenli olarak dişhekimine gitmeyi ihmal etmeyiniz

Kaynak: ato.org.tr

DİŞ BEYAZLATMA (BLEACHING)

Modern toplumlarda bireyler dişlerinin görünümünü önemserler, hatta dişlerdeki şekil ve renk bozuklukları kişide psikolojik rahatsızlıklara kadar varan problemlere sebep olabilir. Dişhekimliğinde estetik ve restoratif maddelerin gelişmesiyle pek çok renk, şekil, konum bozuklukları kolaylıkla çözümlenebilmektedir. Renklenmiş dişlerin beyazlatılması (bleaching), diğer restoratif metotlara kıyasla daha ucuz, pratik ve zararsızdır.

Beyazlatma (bleaching) işlemi nedir ve nasıl yapılır?

Beyazlatma dişlerin yapısında (mine ve dentin tabakasında) oluşan renklenmeleri giderme işlemidir. Şu anda bilinen iki değişik beyazlatma yöntemi vardır. Bunlardan ilki hastanın kendi başına uygulayabileceği bir yöntemdir, aşamaları şöyledir:

Hekimin ağızdan ölçü alıp, dişlerinizin üzerine takabileceğiniz ince lastik kalıpları hazırlatması,
Hastanın kendisi için hazırlanmış özel kalıbın içerisine ilaç yerleştirerek bu kalıbı beyazlatılacak dişlerin üstüne günde en az 6 - 8 saat takması (tercihen uykuda),
Tedavinin ortalama 1 - 4 hafta içinde sonlandırılması.

İkinci yöntem ise klinikte bir hekim tarafından yapılan beyazlatmadır ki aşağıdaki şekilde uygulanır:

Ağartıcı ilaç bu işlem hakkında deneyimi olan bir hekim tarafından diş üzerine yerleştirilir.
İlgili dişin üzerine beyaz renkli ışık kaynağı belli bir süre tutulur.
İşlem bittiğinde sonuç hemen gözlenir.

Her iki yöntemde etkin olmasına rağmen tercih, renklenmenin derecesine, tedavinin ne kadar çabuk sonlandırılmak istendiğine ve hekimin görüşüne bağlıdır.

Dişlerde istenmeyen lekeler neden oluşur?

Bunun bir çok sebebi olabilir. En yaygın olanları; yaşlılık, dişleri boyayan maddelerin (kahve, çay, kola, sigara vb.) tüketimi, travmalar, eski protezler, kaplamalar, dolgulardır. Dişlerin oluşumu boyunca kullanılan antibiyotik (tetracycline) veya aşırı florit tüketimi de dişlerde renklenmelere yol açabilir.

Bu durum dişin yapısından ileri gelebileceği gibi diş etkenlerin boyaması ile, gelişim çağında alınan antibiyotik ya da florür nedeni ile, yaşlılıkla, dişe gelen bir darbe nedeni ile de olabilir.

Beyazlatma işlemi kimlere uygulanabilir?

Hemen hemen herkese! Ancak, tedavinin etkili olamayacağı bazı durumlar vardır. Dişhekiminiz tam bir ağız içi kontrol ve teşhisi ile dişlerin bu işlem için uygun olup olmadığını belirleyecektir. Dişleriniz sağlıklıysa daha beyaz ve doğal gülümseme için ideal bir çözümdür.

Beyazlatma işlemi zor ve zahmetli midir?

Hayır! Ağız sağlığı teknolojisindeki ilerlemeler sayesinde dişleriniz çok kısa bir sürede, güvenli ve etkin olarak beyazlatılabilmektedir.

Güvenli midir?

Evet! Yapılan araştırmalara göre, dişlerin beyazlatılması dişhekiminizin gözetimi altında yapılırsa son derece etkin ve güvenlidir. Dişler ve dişetleri hiçbir şekilde zarar görmez.

Uygulama süresi ne kadardır?

Genelde, ilk uygulamada beyazlama başlar. Ancak, ideal görüntüye ulaşmak için, uygulamanın 10 – 14 gün devam etmesi gerekir.

Dişler beyazladıktan sonra eski haline döner mi?

Dişler her zaman için eskisinden daha beyaz olacaktır. Ancak, hastaların alışkanlık ve ağız bakımına bağlı olarak yılda bir – iki kez pekiştirme tedavisi gerekebilir.

Özetle bu tedavinin başarılı olabilmesi için neler önemlidir?

Kullanılan ilacın markası ve içerği
Bu konuda deneyimli bir hekimin tedavisi altında olmanız
İlacın kullanılma şekli ve tedavi süresi

Tedavi sırasında nelere katlanmak zorunda kalacağım?

Eğer sigara içiyorsanız lastik kalıp ağzınızda iken sigara içmemeniz (ev ağartması için geçerli). Tedavi'nin bitmesi ile ortadan kalkacak hafif soğuk sıcak hassasiyeti.




KARIN AĞRISI

Karın ağrısı, insan hayatında sık karşılaşılan, çoğu zaman kendiliğinden geçen ve ek tedavi gerektirmeyen bir durumdur. Ancak şiddetli, ani başlayan, bulantı - kusma, gaz ve gayta çıkartamama, ateş gibi ek yakınmalarla birlikte olan karın ağrısı önemli bazı hastalıkların habercisi olabilir ve mutlaka hekim tarafından değerlendirilmelidir. Acil tanı ve tedavi gerektiren bu duruma tıp dilinde “akut karın” denmektedir.

KARIN AĞRISI NEDENLERİ ?
Karın ağrısı tek başına bir hastalığı tanımlamaz. Ancak birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bazı hastalıklar karın içindeki organlardan kaynaklanmasa bile karın ağrısına neden olabilir. Buna en tipik örnek akciğerlerin alt kısımlarını ilgilendiren enfeksiyonlardır. Zatürre (pnömoni) olarak tanımlayabileceğimiz bu gibi durumlarda öksürük ve benzeri bulgular yanında karın ağrısı da tabloya eklenebilir. Bir diğer örnek kalp krizidir (miyokard enfarktüsü). Kalp krizi genellikle sol omuz ve kola yansıyan göğüs ağrısına neden olurken seyrek olarak karın ağrısı ile de belirti verebilir.
Karın ağrısının şiddeti ile hastalığın şiddeti ile genellikle paralel seyretmez. Örneğin gaz sıkıştırması veya gastroenterit gibi kendiliğinden geçen veya basit bir tedavi ile düzelebilecek durumlar şiddetli, kıvarandırıcı tarzda, şiddetli karın ağrısına neden olabilir. Buna karşın kalın barsak kanseri veya erken dönemde bir apandisit çok daha önemli hastalıklarken daha az şiddetde karın ağrısına neden olur.
Karın ağrısı toksinlere, infeksiyona, safra yolları, böbrek, hastalıklarına, idrar yolu infeksiyonlarına, kadınlarda adet dönemine, ovülasyona, damar hastalıklarına, mide, karaciğer, pancreas, barsak sistemindeki ülser, kanser ve infeksiyonlara bağlı olarak gelişebilir. Burada sayılması mümkün olamayacak daha birçok nedene bağlı olarak da gelişebilir.

NE YAPMALI ?
Yukarıda da bahsedildiği gibi karın ağrısı çok sık karşılaşılan bir durumdur. Ancak aşağıdaki durumlarda mutlaka hekime başvurmak gerekir.
  • Şiddetli karın ağrısı
  • Son 2 – 3 gün içerisnde karın bölgesini ilgilendiren bir yaralanma olmuşsa
  • Gebe iseniz (veya gebelik şüphesi varsa)
  • Ağrı uzun sürerse
  • Ağrıya ateş, bulantı, gaz ve gayta çıkaramama eşlik ediyorsa
  • Basmakla karnınızda hassasiyet veya sertlik varsa
  • Gaytada kan varsa
Bazı durumlarda tek başına karın ağrısı varlığı bile hekime başvurmak için yeterli olabilir.
Genellikle ilk başvurulacak hekim aile hekiminiz veya hastanelerin acil poliklinikleridir. Karın ağrısı tek başına bir hastalığın belirtisi olmadığı için doktorunuz size ek sorular soracaki gerektiğinde bazı tetkikler yaparak tanıya ulaşmaya çalışacaktır. Karın ağrısının başlangıcı, süresi, zaman içerisinde ağrı karakterinde ve yerinde değişim gibi sorular ilk başta cevaplanması gereken sorulardır. Ağrıya eşlik eden yakınmalar da önemlidir. Geçmişteki tedaviler, geçirilmiş ameliyat/ameliyatlar, halen kullanılan ilaçlar gibi kişinin tıbbi özgeçmişi sorgulanır.
Özellikle bayan hastalarda adet düzeni, vajinal akıntı, kullanılan doğum control yöntemi gibi kadın hastalıkları ile ilgili yakınmalar detaylı olarak sorgulanır.
Ağrının karın bölgesindeki yeri tanıya ulaşmada oldukça yardımcıdır. Doktorunuzun yapacağı muayene sırasında ağrının yeri, belli bir bölgede sınırlı olması veya yaygın olması gibi bulgular ortaya çıkacaktır. Eğer karın içinde yaygın bir iltihabi süreç varsa ağrı yaygın olarak hissedilir. Muayenede de karının her bölgesinde hassasiyet tespit edilir. Karın ağrısı nedeniyle muayene edilen bir hastada karın bölgesinin yanında tüm vücut detaylı olarak gözden geçirilir.
Yeni doğan da ve bebeklerde uzun süreli ağlama karın ağrısına bağlı olabilir. Genellikle gaz sancısına bağlı olan bu durum gaz ve/veya gayta çıkarma ile kendiliğinden düzelir. Kramp tarzındaki bu ağrılar genellikle akşam saatlerinde daha fazla olur.

AĞRI KESİCİ ALMALI MIYIM ?
Karın ağrısı olan bir hastanın doctor tavsiyesi dışında her türlü ağrı kesici alması son derece sakıncalıdır.

KARIN AĞRISI NEDENLERİ
Aşağıda karın ağrısına neden olabilecek hastalıklar sıralanmıştır.
Sık görülen nedenler:
  • İdrar yolu infeksiyonları
  • Safra kesesi taşı, safra kesesinin taşa bağlı iltehabı
  • Bebeklerde ilk 4 ayda görülen gaz ağrıları
  • Gaz sıkıştırması
  • Endometriozis
  • Gıda allerjisi
  • Besin zehirlenmesi (salmonella, şigella)
  • Fıtık
  • Hazımsızlık
  • Böbrek taşı
  • Laktoz intoleransı (süt allerjisi)
  • Adet kanamaları
  • Over kisti
  • Pelvik inflamatuar hastalık
  • Zatürre (genellikle çocuklarda)
  • Üst solunum yolu infeksiyonlarından sonra
  • Peptik ülser
  • Gastroenterit
Çocuklarda sık görülen nedenler
  • Gastroözofagial reflü
  • Kronik kabızlık
  • Parazitler
  • Aşırı meyve şekeri alımı
  • Kan hastalıkları

Daha az görülen ancak önemli nedenler
  • Over kanseri
  • Kalın barsak kanseri ve diğer karın içi organlara ait kanserler
Acil tedavi gerektirebilecek durumlar
  • Bulantı kusma
  • Ateş
  • Gaz ve gayta çıkaramama
  • Ağır yemekelrden sonra ortaya çıkan şiddetli karın ağrısı
  • Terleme, baş dönmesi, bilinç kaybı

YANIK YARALANMASI


1. Yanık Nedir?

Yanık hemen herzaman deri ve deri katlarını içeren, bazen de vücudun dışarı açılan organlarını hasara uğratan bir yaralanma türüdür. Yanık nedeni ne olursa olsun deri bütünlüğü bozulduktan sonra ortaya çıkan değişiklikler ve tedavi yöntemleri bazı farklılıklar dışında benzerlik gösterir.

2. Hangi nedenlerle yanık oluşur?
Sıcak sıvılarla haşlanma ensık karşılaşılan nedendir. Sıcak su, süt, sıcak yemek (sulu yemek veya çorbalar), çay ve kızgın yağ gibi akıcı sıvılarla oluşan yanıklar bu gruba girer.
Ev ve işyerlerinde olan yangınlarda genellikle alev yanıkları görülür. Ek olarak, özellikle kapalı alanlarda olan yanıklarda solunum sistemi de doğrudan veya dolaylı olarak yanık yaralanmasına maruz kalabilir.
Elektrik akımına bağlı yanıklar iş yerlerinde, fabrikalarda, yüksek gerilimle ortaya çıkan yanıklardır. Evlerde düşük voltajla olan yanıklar genellikle ufak yaralanmalar oluşturur ve hayati tehlike taşımazlar. Ancak yüksek enerjili elektrik yanıkları bazen ölümcül olabilecek yanık yaralanmalarına neden olabilir.
Kimyasal yanıklar da tıpkı elektrik yanıkları gibi genellikle iş yerlerinde olan yanık yaralanma türleridir. Asit, baz, fosfor, sönmüş kireç gibi birçok kimyasal ajan yanık yaralanmasına neden olabilir.

3. Kimler Risk Altında?
Kendini ya da bir başkasını kasıtlı olarak yakma gibi ne yazıkki kanıksadığımız birtakım olayları bir yana bırakırsak, yanık oluşum riskini belirleyen en önemli faktör yaştır. On beş yaş altı ve özellikle dört yaş ve bu yaşın altındaki çocuklarla bedensel engelli çocuklarda daha yüksek bir yanık tehlike riski söz konusudur. Bu yaş grubunda tehlikeyi sezme ve gerekli önlemleri alma, kaçınma gibi yetiler henüz gelişmemiştir. Dolayısıyla yanığa maruz kalma olasılığı artmaktadır. Bu duruma bir de ailenin bilinçsizliği ve ilgisizliği de eklenirse yanık riski daha da yükselir. Kalabalık evlerde, geçimsiz ailelerde, eğitim ve gelir düzeyinin yetersiz olduğu durumlarda bilinçsizlik ve ilgisizliğe daha çok rastlanılmaktadır.
Aktif çalışma yaş grubu olarak niteleyebileceğimiz 18-45 yaş grubunda iş kazalarına bağlı yanıklar daha sık görülmektedir. Çocuklarda görülen yanıklar daha çok evlerde meydana gelirken, bu yaş grubunda yanıklar iş yerlerinde ve açık alanlarda ortaya çıkmaktadır. Bu yaş grubunda ortaya çıkan yanıklar daha ölümcül ya da sakat bırakıcı nitelikte olmaktadır.
Yaşlı insanlar diğer bir risk grubunu oluşturmaktadır. Çünkü bu insanlar herhangi bir kaza veya yangın sırasında, hareket yetenekleri kısıtlı olduğundan, kaçıp kurtulma şansları daha azdır.
Özetle yangınlarda çocuklar, bedensel engelliler ve yaşlılar daha fazla yanık yaralanmasına maruz kalmaktadırlar.

4. Derinin görevleri nelerdir, yanıktan nasıl etkilenir?
Deri, bir organ olarak kabul edilmese de birçok fonksiyonuyla normal yaşamın sağlanması ve devam ettirilmesinde önemli bir rol oynar. Deriye özgü ve yaşamsal öneme sahip fonksiyonlar şu şekilde özetlenebilir:
• Koruyucu - belli bir eşik değere kadar sıcak, soğuk, radyasyon, basınç gibi dış etklenlere karşı koruma.
• İmmünolojik - mikroorganizmaların vücuda girişini engelleme, deriden girenlere karşı bağışıklı reaksiyonu.
• Sıvı, protein ve elektrolit dengesi - sıvı, protein ve elektrolit kaybını önlemenin yanında atılımında düzenleyici fonksiyon.
• Termoregülasyon - ortamın ısısına göre ısı kaybını önleme veya artırma.
• Duysal - sinir uçları ile uyarıları alma ve gerekli yanıtı verme.
• Sosyal - çekicilik, güzellik gibi etkilerle sosyal hayatta kişilerin dış görünümünü belirleme.
• Metabolizma - D vitamini sentezlenmesi.
Yanık yaralanmaları ile bu fonksiyonlar kısmen veya tamamen ortadan kalkar.

5. Her yanık yarası aynımıdır?
Yanık yaraları derinin etkilenme derinliğine göre başlıca dört derecede değerlendirilir. Bu derecelendirme hem ortak dil kullanma hem de tıbbi ve cerrahi tedavinin belirlenmesinde son derece önemlidir.
Yanık derinlikleri şu şekilde tanımlanabilir;
Birinci derece yanıklar: Sadece derinin yüzeyel kısmını ilgilendirir. Ağrıya neden olması dışında klinik bir önemi yoktur. Etkilenen bölge başlangıçta kırmızı görünümdedir. Daha sonra soyulma (deskuamasyon) olur ve 7 gün içerisinde herhangi bir iz bırakmadan iyileşir.
İkinci derece yanıklar:Birinci derece yanıklara göre daha derin yanıklardır. Bu tip yanıklar da ağrılıdır. Birinci derece yanıklardan en önemli farkı bül denilen içi sıvı dolu kesecikler içermesidir. Kıl kökleri ve ter bezlerinden başlayarak epidermisin yeniden oluşması ile hızlı ve tam iyileşme olur. Iyileşme genellikle iki hafta içerisinde tamalanır. Bu tür yanıklarda yara infkesiyonu gelişirse yara derinleşebilir ve hem tedavisi zorlaşır hem de ciltte kalıcı iz bırakabilir. Bu nedenle yara bakımında çok dikkatli olmak gerekir.
Üçüncü derece yanıklar: Derinin tüm katlarını içerir. Yara kenarlarında sınırlı bir büzülme ve epitelizasyon dışında kendiliğinden iyileşme olmaz. Mutlaka yanık yarası çıkartılmalı ve vücudun başka bir yerinden alınan deri ile örtülmelidir.
Dördüncü derece yanıklar : Derinin tüm katları yanında altında bulunan ciltaltı yağ dokusu, kas, tendon, kemik gibi yapıları içine alır. Geniş cerrahi girişmlerle yanıklı deri çıkartılmalıdır. Bazen ilgili bölgenin çıkartılması gerekebilir. Bu tür girişimler geride mutlaka kalıcı iz bırakır.

6. Yanıklarda ilk yardım nasıl yapılmalıdır?
Yanmakta olan bir kişiye ilkyardım, yanmanın durdurulmasıyla başlar. Eğer kişi koşuyorsa onu durdurup üzerine halı, battaniye gibi örtüler kapatılarak yanmayı destekleyen hava teması kesilmelidir. Eğer kişi elektrik çarpmasına uğramışsa, hızla elektrik temasından uzaklaştırılmalıdır. Bunun en güvenli ve kesin yolu elektrik akımının şebekeden derhal kesilmesidir. Tüm bunları yaparken en önemli konu kurtarıcının bir kazazede haline gelmemesidir.
Eğer yanan kişide kimyasal yanık varsa yanık yerler bol suyla yıkanmalı, kimyasal ajan olabildiğince seyreltilmelidir.
Yanmış kişinin üzerindekiler ve yüzük, bilezik gibi takılar mutlaka çıkarılmalıdır. Duruma göre hasta hızla bir ilkyardım merkezine yetiştirilmelidir. Bilinmelidir ki 45 derecenin altında önemli bir yanık yarası oluşmaz. 45-50 derece arasında deri ve vücut doku hücrelerinde hafif yıkımlar görülür. 65 derecenin üzerinde hücre proteinlerinde denatürasyon ve koaglasyon olur. 70 derecede deride nekroz oluşarak deri ve doku damarlarında geçirgenlik artar ve vücut su toplar.
Genellikle olduğu gibi vücudun çok az bir kısmını ilgilendiren yanıklarda (çay dökülmesi, ütüyle temas gibi) yapılması gereken en önemli şey ılık su ile yanık bölgenin yıkanmasıdır. Böylece ağrı daha az olacak, yanık derinliğinin artması ve ödem azaltılacak veya önlenecektir. Dikkat edilmesi gereken bir konu bu işlemin ilk 10 dakika içinde yapılması gerekliliğidir. Bu sure uzarya su ile yıkamadan beklenen yarar görülmeyecektir. Yaraya antibiyotik veya benzeri pomat türü ilaçların kullanımı gereksizdir. Yarayı nemli tutmak ve kurumasını önlemek için krem kullanılabilir. Ağrıyı kesmek için ağızdan ağrı kesici ilaçlar alınabilir.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:08
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
7 Şubat 2007       Mesaj #310
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
PROTEİNİ ET YERİNE MANTARDAN ALIN

ADANA -
Barış Gündoğan -
Kanser ilaçlarının üretiminde de kullanılan mantarın, en iyi bitkisel protein kaynağı olduğu ve bünyesinde yağ bulunmadığı bildirildi.
Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Saadet Büyükalaca, mantarın çok sayıda faydasının bilinmesine rağmen, tüketiminin yeterli düzeyde olmadığını söyledi.
Mantarın bilinen en iyi bitkisel protein kaynağı olduğunu belirten Büyükalaca, ''Vücut, hayvansal gıdalarla, protein kadar da yağ alıyor, ancak mantarda yağ oranı neredeyse sıfır. Mantarla vücut, saf protein alır'' dedi.
Mantarın vücudun ihtiyacı olan C, B1, B2, B6 ve D vitaminleri açısından da oldukça zengin olduğunu belirten Büyükalaca, mantarın bünyesinde bol miktarda amino asit bulundurduğunu ve kansızlığa da iyi geldiğini ifade etti.
Doğadan toplanan bazı türlerin kanser tedavisinde de kullanıldığını hatırlatan Büyükalaca, bu türlerin tamamen ihraç edildiğini söyledi.

a.a.

Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 18:09

Benzer Konular

7 Mart 2016 / WaRrioR Sağlıklı Yaşam
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / prenses ayşe Cevaplanmış