Arama

Sosyoloji (Genel Bilgi) - Sayfa 2

Güncelleme: 4 Nisan 2013 Gösterim: 123.955 Cevap: 53
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #11
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
EĞİTİM SOSYOLOJİSİ

Sponsorlu Bağlantılar
Eğitim kurumlarını ve okullaşma ile modern endüstri toplumlarında okullaşma sistemlerini, ‘okul ile toplumsal yapı arasındaki ilişkileri konu alan, eğitim kurumunun toplumun diğer büyük kurumsal düzenleriyle, yani iktisat, politika, din, vb. ile olan ilişkilerini sosyolojinin yöntemleri ve bakış açısıyla araştıran sosyoloji dalı.
Eğitim sosyolojisinin günümüzdeki araş­tırmaları, eğitimin öncelikle, yeniden üreti­lecek bir kültürü, bir bilgi ve beceriyi aktar­mak, sonra da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya katkıda bulunmak gibi iki ayrı ve birbiriyle çelişen işlevi olduğunu ortaya koyar. Son zamanlarda, özellikle eğitimin söz konusu iki işlevi bağlamında yapılan eleştirel çalışmaların temel tezi, okul eğiti­minin egemen sınıflar tarafından saptanmış olan toplumsal ve kültürel koşulların yeni­den üretilmesine yardımcı olduğu, ve yine eğitimin hakim kültürün kurumsallaşmasına ve toplumsal tabakalaşmanın pekişmesinde önemli bir rol oynadığıdır.
Klasik sosyolojik kavram ve yaklaşımların karşılıklarının eğitim alanında aranmasının yanında eğitim sosyolojisi, alanda çeşitleri süreçleri, rejimleri, teorileri kendi içerisinde inceler ve analiz eder.yapısalcı model gibi. Bir eğitim bilimcinin işi uygulamaya yönelik bir sistem ve proje ortaya koymaktır. Eğitim sosyolojisinin verileri eğitim bilimciye kaynak sağlarken aynı eğitimcinin ortaya koyduğu çalışmayı da inceleyen eğitim sosyolojisi bu çalışmanın sonuçlarını eğitimbilim tecrübesi içerisindeki konumunu ortaya koyar. Eğitimbilim'in öncesinde de analizinde de eğitim sosyolojisi vardır.


Hukuk Sosyolojisi:

Boyutuyla hukuk eksenli araştırmalar yapan bir bilim dalıdır.
Hukuk çok boyutlu bir olgu, bir kurumdur. Hukukun bir norm düzeni olarak pozitif hukuk niteliğinde uygulama boyutu, etik değer içermesi bakımından felsefi boyutu, toplumsal bir olgu olması bakımından da sosyolojik boyutu vardır. Birincisi hukuk bilimini, ikincisi hukuk felsefesini, üçüncüsü hukuk sosyolojisini ilgilendirmektedir.



Çalışma sosyolojisi

Sosyolojinin temel olarak çalışma yaşamına ve endüstri ilişkilerine odaklanmış alt disiplinidir. Endüstrileşmeyle birlikte ortaya çıkan sosyal dönüşümlerin çalışma yaşamındaki yansımalarıyla ilgilenir. Çalışma sosyolojisi, özellikle günümüzde, sosyolojinin en dinamik alt disiplinlerinden birini teşkil etmektedir. Emek süreci, sınıf tartışmaları, ayrımcılık, insan kaynakları yönetimi, dışlanma, yabancılaşma gibi tartışma başlıkları üzerine bir çok önemli sosyolog eserler vermekte ve çağdaş kapitalist toplumların irdelenmesi açısından bu tartışmaların her biri önem arz etmektedir. İnsan yaşamının önemli bir parçasını oluşturan çalışma kavramının sosyolojik çalışmalara konu edilmesi, toplumların geçmişleri kadar geleceklerine de ışık tutacaktır.
Son düzenleyen GusinapsE; 17 Nisan 2006 00:30
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Materyalizm yalnızca maddenin gerçek olduğunu, madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şeyin varolmadığını, varlığın madde cinsinden ol­duğunu öne süren görüş; yer kaplayan, giril­mez, yaratılmamış ve yok edilemez, kendin­den kaim olan, harekete yetili maddenin, evrenin biricik ya da temel bileşeni olduğu­nu savunan varlık anlayışdırı.
Evrendeki tek tözün madde olduğunu, varlığın fiziki bir nitelik taşıdığını ve evrende tinsel bir tözün bulunmadığını öne süren görüş, ve indirgemeci bir öğreti olarak ma­teryalizm yalnızca maddeye varlık yükler, zihin ya da ruba bağımlı bir gerçeklik ya da ikinci dereceden bir varlık verir veya ruhun hiçbir şekilde varolmadığını öne sürer. Ger­çek dünyanın, halleri ve ilişkileri itibariyle değişen maddi şeylerden meydana geldiğini savunan maddecilik, maddi bir şey ya da nesneyi ise, sadece mekan ve zaman içinde olma, şekil, büyüklük, kütle, katılık, sıcak­lık türünden fiziki özellikler sergileyen bir şey olarak tanımlar.
Sponsorlu Bağlantılar

Materyalizm, buna göre, fiziki bilimlerin belli fenomen öbeklerini yalnızca fiziki ko­şullara yönelerek açıklama çabasında olan materyalist metodolojisinden de yararlana­rak, realist bir bakış açısıyla, İnsan varlıkları­na duyu deneyinde sunulan dünyanın, rasyo­nel bir biliş tarzının kendilerine erişemediği şeyleri gizleyen fenomenal bir fantezi olma­yıp, temel gerçeklik olduğunu savunan, do­ğadan ayrı bir kendinde şeyler dünyasının, doğanın ötesinde, dinin, önsezilerimize ve duygularımıza müracaat eden, ama akıldan destek bulmayan geleneksel batıl inançlara başvurmak suretiyle varlığını bildirdiği tür­den doğaüstü bir dünyanın varolmadığını öne süren görüşe karşılık gelir.

Vahye ve vahye dayanan dine, geleneksel olarak kutsanan batıl inançlara, ciddi araştır­ma ve argümanlardan çok arzuların sonucu olan kanaatlere karşı olumsuz bir tavır takınan ve tinsel bir gerçeklik olarak Tanrı’nın hiçbir şekilde varolmadığını savunan bakış açısını ifade eden materyalizm, daha özel olarak da, 2- Değerler alanında maddi zengin­lik ve refahın, bedensel tatminlerin ve du­yumsal hazların İnsanın elde etmesi ya da ulaşması gereken en temel değerler olduğu­nu savunur. Söz konusu popüler anlamı için­de materyalizm, İnsan varlığında, kendisini hazcı bir kişisel çıkar ve madde duygusuyla harekete geçiren doğuştan bir psikolojik me­kanizmanın bulunduğunu ifade eder.

3- Materyalizm, zihin-beden ilişkisi konu­sunda ise, genel olarak zihinsel ya da tinsel olan her şeyin, geçerli bir felsefi analizle maddeye indirgenebileceği görüşüne karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, üç tür materyalizm­den söz edilebilir: Bunlardan birincisi 3-a) zihni maddenin bir sıfatı, niteliği yapan sıfat­sal materyalizm; 3-b) ikincisi, zihni ve zi­hinsel olanı maddenin ve maddi olanın bir et­kisi ya da sonucu ,olarak yorumlayan nedensel materyalizm ve üçüncüsü de, 3-c) zihinsel süreçlerle olayları, özü itibariyle maddi süreç ve olaylar olarak gören eşitleyi­ci materyalizmdir.

4- Kültürel alanda ise materyalizm, kültü­rün tarih içindeki üretim ve alımlanma ko­şullarından ayrılmaz olduğunu; politik anla­mı bulunmayan hiçbir kültürel pratik bulunmadığını ve dolayısıyla kültürün bütü­nüyle politik olduğunu savunan görüşü ta­nımlar.

Felsefe tarihindeki farklı materyalist fel­sefelere öncelikle atomculuk örnek verilebilir. Buna göre İlkçağ felsefesinde sırasıyla Leukippos, Demokritos, Epiküros ve Lukre­tius tarafından savunulmuş olan atomculuk, evrenin bileşik cisimlerden, bu bileşik cisim­lerin ise, maddenin en küçük bölünemez par­çasına karşılık gelen atomlardan oluştuğunu, her şeyin atomların boşluk içindeki hareket­leri sonucunda ortaya çıktığını öne süren, evrende mutlak bir nedenselliğin hüküm sürdüğünü kabul eden, İnsan ruhunun ince atomlardan meydana geldiğini, tanrıların bile cisimsel olduklarını söyleyen materyalist bir görüştür. Atomculuğu 17. yüzyılda yeniden canlandıran ve bilimsel bir teori olarak öne süren Gassendi, atomların, Demokritos gibi, büyüklük ve şekilleri, Epiküros gibi de, ağır­lıkları olduklarını savunmuş ve buna ek ola­rak atomların katılık özelliğine sahip bulun­duklarını söylemiştir. Gerçekliğin maddi bir yapıda olduğunu öne süren Gassendi, bir yandan da, atomların ezeli olmayıp, Tanrı ta­rafından yaratılmış olduklarını iddia etmiştir. Atomlar bir kez yaratıldıktan sonra, dünyayı meydana getirecek şekilde hareket içinde ol­muşlardır.

Yalnızca mekanik değil, fakat aynı za­manda determinist bir materyalizmin savu­nucusu olan İngiliz filozofu Hobbes’un maddeciliğinin temel kategorileri zaman, mekan, hareket, nedensellik, cisim, nicelik, güç ve eylemdir. Maddenin atomlardan oluştuğunu öne süren Hobbes, 1- Yeryüzü ve yıldızlar türünden gözle görülebilir cisimler, 2- Yeryüzü ile yıldızlar arasındaki bütün mekana yayılan küçük atomlar türünden gözle görülemez cisimler ve 3- Evrenin geri kalanını dolduran ve hiç boş mekan bırak­mayan akışkan eter türünden cisim olmak üzere, üç tür cisim olduğunu belirtmiştir.

Söz konusu İngiliz materyalizmine karşı Fransız maddeciliğinin en önemli temsilcisi olan P. B. Henri d’Holbach’ın materyalist sisteminin temel kategorileri ise, 1- madde, 2- hareket ve 3- nedenselliktir. Varolan her şeyin hareket halindeki maddeden meydana geldiğini belirten Holbach, maddenin özünün hareket ve eylem olduğunu öne sürmüş-tür. Maddenin sürekli hareketini açıklaya­bilmek için de, filozof, Yunanlıların eski dört öğe görüşünü canlandırmıştır. Cisimsel olmayan bir varlık düşüncesi Holbach’a göre anlamsız olduğundan, ruhun ve Tanrı’nın varoluşundan söz edilemez.

Alman materyalistlerine gelince... Diya­lektik materyalizmi çok yoğun bir biçimde etkilemiş ve epistemolojik idealizme mut­lak bir biçimde karşı çıkarak materyalist bir gerçeklik anlayışı benimsemiş olan L. A. Feuerbach ‘in mekanik materyalizminin temel tezleri şunlardır: 1 Bilginin nesneleri, bilen İnsan varlığından bağımsız bir varolu­şa sahiptir. 2 Gerçekten varolan, buna göre, yalnızca hareket halindeki maddedir. 3 Bilgi duyularla başlar ve duyuların sonucudur. 4 Tinsel varlıkların ya da maddi olma­yan varlıkların varoluşundan söz edilemez. 5 İdea ya da ideallerin varoluşundan söz edilemeyeceği gibi, bunların İnsanlık tari­hinde belirleyici bir rolleri de yoktur.

Diğer bir materyalist Alman filozofu. olan L. Büchner, maddesiz güç, ve güçten yoksun madde olamayacağını iddia etmiştir. Enerjinin maddenin ayrılmaz, özsel bir özelliği olduğunu öne süren ve böylelikle elektromanyetik madde teorisinin doğuşuna katkı yapan Büchner, maddenin yaratılamaz ve yok edilemez olduğunu savunmuştur. Madde, geçirdiği tüm değişimlere karşın, Büchner’e göre, aynı kalır. Madde, zamanı ve mekan bakımından sınırsızdır; onun başı ve sonu yoktur. Öte yandan, bir biyolog­ filozof olan E. Haeckel’in birci ya da do­ğalcı maddeciliğinin temel kategorileri de töz, madde ve güç ya da enerjidir. Bunlar­dan töz ilk, madde de ikincil kategoridir. Buna göre, yer kaplayan madde ile hareket ettirici güç olan enerji, bir ve aynı tözün iki ayrı sıfatıdır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Demokrasi Alm. Demokratie (f), Fr. Demokratie (f), İng. Democracy. Halkın kendi kendini yönetmesi. Eski Yunancada “demos” halk ve “kratos” otorite demektir. İkisinin birleşmesinden “demokratia” sözü meydana gelir. Buna göre, demokrasi, “halk idaresi”anlamındadır. Ancak, bu söz, çok çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bunlardan başlıcaları şunlardırMsn Grinoğrudan doğruya demokrasi: Siyasi kararların, çoğunluk esasına göre, yurttaşların oy çokluğu ile, doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alındığı yönetim şekline, doğrudan doğruya demokrasi denir.

Temsili demokrasi: Yurttaşların siyasi haklarını doğrudan doğruya değil de, kendi seçtikleri ve kendilerine karşı sorumlu olan temsilciler yoluyla kullandıkları yönetim şekline temsili demokrasi denir.

Yarı doğrudan demokrasi: Temsili demokrasinin bazı mahzurlarından kurtulmak ve doğrudan demokrasiye yaklaşmak için yarı doğrudan demokrasi sistemine gidilmiştir. Bu demokrasi türü referandum, halkın kanun teklifi ve halkın vetosu gibi yollarla sağlanmaktadır.

Liberal demokrasi: Çoğunluğun meydana getirdiği iktidarın, azınlığın da haklarını (kişisel ve kamu haklarını-söz hürriyeti, din hürriyeti vs.) güvence altına alan ve anayasa hükümleriyle sınırlanmış demokrasi çeşidine “liberal demokrasi” denir. Bunun bir diğer adı da “anayasal demokrasi”dir.

Sosyal veya ekonomik demokrasi: Doğrudan doğruya, temsili liberal demokrasiyi ve bunların öne sürdüğü ilkeleri dikkate almaksızın, toplumsal ve ekonomik farkları azaltma, servet dağılımındaki eşitsizliklerden doğan farkları en azına indirmek gayesini güden demokrasiye, sosyal veya ekonomik demokrasi denir.

Demokrasinin esasları: Demokrasi günümüz anlamıyla bir hükümet şekli olduğu gibi, toplum hayatını düzenleme bakımından bir kurallar bütünüdür. Demokraside soy, sop, servet, ırk ve benzeri özellikler hiçbir şahsa, başkalarına karşı üstünlük sağlamaz. Gerçek bir demokratik yönetimlerde, fertler arasında büyük çapta ekonomik farklılıklar olmaz.

Demokrasi, diğer taraftan, fertlerin hükümet baskısı altında kalıp ezilmelerini de önler. Demokrasi yönetiminde, herkesin konuşma, basın-yayın ve din hürriyeti vardır. Ayrıca, kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yürürlükteki hükümete muhalefet etme, icraatlarını serbestlikte tenkit ve tasvib etme hakkı da vardır. Tek partili sistemde, doğu bloku halk demokrasilerinde ( komünizmde) ve totaliter demokrasilerde bu haklar yoktur. Demokratik yönetimde, kanun karşısında herkes eşit sayılır. Kanunlara aykırı olmamak şartıyla, herkes görüşlerini serbestçe açıklayabilir.
Demokrasinin gelişimi ve tarihi:
Demokrasinin başlangıcı çok eski zamanlara kadar ulaşır. Fakat bugünkü, anlayış şekline göre demokrasi, eski Yunanlılar zamanından sonra başlamış sayılır. Eski Yunan şehir, devletlerinin (sitelerinin) yönetim şekli, asıl demokrasiye örnek gösterilir. O devirde henüz temsili sistem bilinmiyordu. Diğer taraftan nüfus da azdı. Bu sebeple doğrudan doğruya demokrasi uygulaması yapılıyordu. Fakat, bunlarda tutsaklara (esirler) ve kölelere, diğerlerine verilen demokratik haklar verilmediği için, ayrıca kadınlara oy verme hakkı tanınmadığından bu devir demokrasisine, gerçek manada demokrasi denilemez. Bu demokraside, köleler, tutsaklar ve kadınlar hariç herkes oylamada hazır bulunur, yönetime de seçilebilirlerdi. Bu tür demokrasi, özellikle M.Ö. V. yüzyılda Yunanistan’da uygulanmıştır. Sonradan eski Yunan şehir sitelerinin ortadan kalkması neticesinde bu demokrasi akımı da durmuştur.

Yıkılan demokrasinin yerine aristokrasi geçmiştir. Bu ise, ülkeyi en seçkin kimselerin yönetmesi esasına dayanıyordu.

Romalılar, Yunanistan’a yakın olmaları sebebiyle demokrasiye yabancı değillerdi. Fakat bunlarda da oligarşik bir cumhuriyet vardı. Sonradan bu ülke imparatorluk yönetimine geçmiştir.

Daha sonra Avrupa’da feodal krallıkların ortaya çıktığını görüyoruz. On altı ve on sekizinci yüzyıllar arasında bunların yerini de mutlakiyet idareleri almaya başladı. Ortaçağda zaman zaman görülen cumhuriyetlerin de demokrasi değil, oligarşi olduğu tarihi bir gerçektir.

Aradan zaman geçtikçe mutlakiyet idarelerine karşı birçok ülkelerde hoşnutsuzluk başladı. Bu hoşnutsuzluk 18. yüzyılda daha da büyüdü ve demokrasiye doğru adım atılmaya başlandı. Bunun ilk semeresi Amerika’da görüldü. 1776 yılında İngiliz egemenliğinden kurtulmak gayesiyle Amerikan kolonileri birleşerek “Özgürlük Bildirisi” yayınladılar. Bu bildiri, demokrasi tarihinin klasik belgelerinden biridir. Bu daha sonra, 1787’de Amerikan Anayasası kabul edilerek, hükümetin halka baskı yapması bu anayasa ile önlenmiştir.

Bugünkü demokrasi tarihin ikinci dönüm noktası kabul edilen 1789 Fransız devrimi ise, mutlakiyet rejimine karşı bir ayaklanma şeklinde başlamış ve “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nin yayınlanmasını sağlamıştır. Neticede 1791 yılında kabul edilen Fransız Anayasası ile, yurttaşların kanun karşısında eşit oldukları ilkesi kabul edilmiştir.

İlk İslam devletinin dört halife devri de bir nevi temsili demokrasi olarak kabul edilir. Bu durum bilhassa hazret-i Ömer zamanında çok belirgindir. Seçimle gelen halifeler bugünkü modern demokrasi anlayışının bütün ideallerini uygulama örneklerini vermişlerdir. Devleti idare tarzları, şahsi yaşayışları ile idare edilenlerin teklif ve fikirlerine itibar etmeleri bakımlarından fevkalade yüksek faziletlerin tatbikatçısı olmuşlardır.

Batıda gerçek anlamda demokrasinin kapısını Fransa’nın açtığı kabul edilirse de, İngiltere, çok daha önceleri, demokrasi biçimi idareye daha yakın örnekler vermiş. Fransız devrimi yanında İngiltere’de oligarşik bir yönetim biçimi vardı. Fakat aynı İngiltere’de 1688 devrimi sonunda kabul edilen anayasa, demokrasinin gelişmesine açıktı. Anayasaya göre kralın gücü zayıflamış, yaşama ve maliye kesinlikle parlamentonun denetimindeydi. Bu anayasa sonradan 1832 ylında daha da demokratik hale getirilmiştir. Bu bakımdan bazılarına göre klasik demokrasinin beşiği İngiltere’dir.

Klasik demokrasi: Avrupa’da feodalitenin yıkılıp, merkezi krallıkların kurulmasından sonra, krallıkların güçlenmesi, aristokrasi burjuvazi çekişmesine yol açmıştır. Bu deneme ilk defa İngiltere’de başlamıştır. Burjuvazi krallık otoritesini sınırlamaya kalkışmış ve neticede “Milli Hakimiyet” teorisi ortaya atılmıştır. Bu sûretle, devlete ait her türlü egenmenliğin millete ait olduğu savunularak “klasik demokrasi”sistemi kurulmuştur.

Klasik demokrasi üç bölüme ayrılmaktadır: “Doğrudan doğruya demokrasi”, “yarı doğrudan demokrasi” ve “temsili demokrasi”. Doğrudan doğruya demokrasi, eski Yunanlılarda uygulanan tarihi bir sistemdir. Buna göre, halk toplanarak topluca yönetim şekline katılır. Bugün bu sistemle idare, İsviçre’nin küçük kantonlarında vardır. Yarı doğrudan demokrasi, bu sistemde, gerçek yönetim halkın seçtiği temsilciler de olmakla beraber, yerine göre halk da, “referandum”, “plebisit” ve “kanunları veto” usulleriyle yönetime iştirak etmektedir. Yine bu sistem İsviçre’de en geniş şekliyle uygulanmakdadır.

Temsili demokrasiye gelince, bu sistemde, hakimiyetin millete ait olduğu prensibi vardır. Yönetim milletin seçtiği temsilciler tarafından ve anayasaya uygun olarak yürütülür. Temsili demokrasiler, hükümet şekillerine göre, “Parlamenter Sistem”, “Meclis Hükümeti Sistemi” ve “Başbakanlık Sistemi” gibi değişik hükümet şekillerine ayrılır. Fakat hepsinde temel esas, devletin, halkın seçtiği ve milleti temsil etmekte olan temsilciler tarafından idare edilmesidir. Bu sistem, kaynaklarını, tabii hukuk ve içtimai mukaveleden alır. Hukuk literatüründe bunların da temsilcileri, Hobbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau’dur.

Demokrasiye karşı görüşler: Yirminci yüzyılda, dünya devletlerinin birçoğu, bünyelerine uygun olan demokrasiyi benimsediler. Fakat yer yer demokrasiye karşı görüşler de ortaya çıktı. Bunların en başında Rusya’da yapılan ihtilal sonunda, halk adına bir komünist diktatörlüğü kuruldu (1917). Bunu takiben İtalya’da 1922 yılında Mussolini, Almanya’da 1933 yılında Hitler, diktatörlük yönetimine tarihi bir zorlama neticesinde geçtiler.

Bu tür idareciler, totaliter olmaları sebebiyle demokrasiye zıt görüşteydiler. Sonradan Faşizmin yenilgisiyle İtalya ve Almanya tekrar demokrasiye döndü. Fakat Rusya, totaliter karakterini daha da derinleştirecek komünizm rejimini birçok Balkan ülkesine yayarak bugün artık dağılmış olan Varşova blokunu meydana getirdi. Diğer taraftan dünyanın en kalabalık insanı ülkesinde barındıran Çinde, Rusya’nın entrikaları ile komünizm ağına düştü. Bu ülkede de komünizm rejimi kuruldu.

Komünistler, halka söz hakkı tanımadıkları halde, kendi yönetimlerinin gerçek demokrasi olduğunu iddia ederler. Sözde “halk cumhûriyeti” dedikleri ülkelerinde katı ve kızıl bir diktatörlük vardır. Yakın zamanda bu diktatörlüğe baş kaldıran Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya halkı, büyük diktatör Rusya tarafından acımasızca kan dökülerek ezildi ve susturuldu. Komünist devlet yönetimini bütün dünyaya yaymak isteyen ve bu uğurda birçok dünya devletini iç savaşın eşiğine getirerek işgal eden, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Rusya, en son 1979’da Afganistan’ı işgal ederek, komünizmin gerçek yüzünü dünyaya gösterdi.

Dünya ülkelerinin halkları zenginlerken uygulanan bozuk sistem sebebiyle devamlı fakirleşen komünist ülkeler, devrimi dünya yüzeyine yayma inatları sonucunda iyice yoksul düştüler. Ekonomileri çıkmaza girdi. Bunun sonucunda Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan perestroika ile çözülme başladı. Asker ve polis gücüyle 73 yıldır inleyen Sovyet Cumhuriyetleri komünizmden vazgeçerek bir bir istiklallerini ilan etme yarışına girdiler. Nihayet 1991 senesinin sonunda Sovyetler Birliği tasfiye edilerek komünist idareye son verip demokrasiye geçildi. Bugün dünyada Küba ve Çin’in dışında komünist idare kalmadı.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #14
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
SOSYOLOG İbn'i Haldun (1332-1406)

(Hicrî 732 / 808)Doğumu ve Yetişmesi:
Tam adı: Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır.
İbn'i Haldun, Hicrî 732 yılında nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan Arap bir ailede Tunus’da doğdu. Aslı Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanır. Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkının âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüştü.
Babası fakih idi ve kendini fıkıh ile edebiyata adamıştı.
İbn'i Haldun, Tunus’ta Kur’an-ı Kerim ezberleyerek ve tecvit öğrenerek yetişti. Aynı zamanda babasından Arapça ilimleri, İslam hukuku ve Arapça dersleri aldı. Babası, İbn Haldun’un dönemindeki en iyi âlimlerden ders almasına özen gösterdi.
İbn'i Haldun hayatının ilk dönemlerinde uzun bir süre hükümette memur olarak çalıştı.

Seyahatleri:
İbn'i Haldun Tunus’u bırakıp Cezayir’deki Biskra’ya giderek yerleşti. Biskra’dan da yine Cezayir’deki Konstantin’e geçti. Daha sonra ailesini Konstantin’de bırakarak Fas’a geçti.
İbn'i Haldun, o dönemde Batı İslam dünyasının başkenti olan Fas’a yerleşip orada kaldı.
Ibn Haldun, Fas’ta kaldigi müddetçe kendini tefkir ve kiraate vererek Magrib ve Endülüs halkindan ilim adamlari ile karsilasti. Okuma alanini ve ilmi isteklerini gerçeklestirmek için Fas’taki kütüphanelere gidiyordu. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabinin giris bölümünü yazdi.
Ibn Haldun, Endülüs’e gitti ve daha sonra Cezayir’e döndü. Kasabe camiinde hatip oldugu bir dönemde saray nazirligi görevine getirildi. Siyasi görevinin yani sira camii de ders vermeye devam etti.
Yedi yil sonra ailesi ile birlikte Tilmisan’a sonra da Fas’a gitti. Fas’ta ilim ögrenmeye ve ögretmeye devam etti. Sonra ailesini Fas’ta birakip tekrar Endülüs’e döndü. Granada’da bir müddet kaldiktan sonra Magrib’e geldi.
Ibn Haldun, Tilmisan’da bir kez daha ailesi ile bir araya geldi. Bir müddet kitap telifi ve okumak için burada kaldiktan sonra Cezayir’deki Seleme Ogullari kalesine gitti ve burada dört yil kaldi. Bu dönemde el-Ibar isimli kitabini düzenledi ve daha sonra kontrolden geçirip milletler tarihini ilave etti. Sonra tekrar Tunus’a döndü.
Kahire’ye Yerlesmesi:
Ibn Haldun, hicrî 784 yilinda hac ibadetini yerine getirmek istedi ve kirk gün deniz yolculugu yaptiktan sonra İskenderiye’ye ulasti. Bu dönemde Sultan Berkuk yönetimi üstleneli henüz on gün olmustu. Bu sene hacca gitme imkani olmadi ve Kahire’ye geldi.
Kahire’de, ilim talebeleri kendisinden ders almak istediler ve Ezher Camiinde ders vermeye baslayan Ibn Haldun’un mertebesi yükseldi ve Sultan Berkuk tarafindan ödüllendirildi. Kahire’de kalmaya karar verdikten sonra ailesini de getirmek istedi. Fakat geri dönmesini saglamak için Tunus Sultani bunu kabul etmedi. Sultan Berkuk devreye girerek Tunus Sultanina mektup yazdi.
Ibn Haldun, Amr b. As Camii yakinindaki Kamhiye medresesinde ögretmenlik sonra da Misir Kraliyet kadiligi görevine getirildi. Bu dönemde ailesi Tunus’tan gemi ile Kahire’ye gelirken gemi kasirgaya tutulup batti ve ailesinin hepsi bogularak öldü. Büyük bir üzüntüye ugrayan Ibn Haldun’un gittikçe üzüntüsü artti ve görevden ayrilmaya karar verdi. Ilim, ders verme, okuma ve kitap telif etmeden baska kendini teselli edecek bir sey bulamadi.
Ibn Haldun, Misir’da 24 sene kaldi. Bu dönemde hac, Beyt-i Makdis’i ziyaret ve Timurlenk ile görüsmek için Şam’a gitmesinden baska Mısır’dan hiç ayrilmadi.
Basarilari:
Ibn Haldun, az sayida eser birakmistir. el-Ibar, Divan-i Mübteda, el-Haber fi Eyyamu’l-Arab, el-Acem ve el-Berber eserlerinin en meshurlaridir. (Türkçe'de bilinen en ünlü eseri: Mukaddime)
Sosyoloji, Mimarî ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olmasi en büyük basarilarindandir.
Vefati:
Hicri 808 yilinin ramazan ayinda Misir’da vefat etti ve burada defnedildi.


Yaklaşımları:

İbn-Rüşt’ün öğrencisi olan İbn-i Haldun, yaşadığı sürece İspanya’daki son müslüman devletlerin ortadan kalkışını belirleyen olaylara, Kuzey Afrika’daki toplumsal karışıklıklara tanık olmuş, Timur istilası sırasında doğuda bulunmuştur. İbn- Haldun’un en önemli eseri olan “Mukaddime” onu çağdaş toplumbilimlerin öncülerinden biri olmasını sağlamıştır.
İbn- Haldun’un toplumbilimsel tarih tanımı önemlidir; tarihin gerçek konusu bize insanın toplumsal durumunu, yani uygarlığını anlatmak ve buradan ona bağlanan olguları; gelenekleri, aile ve kabile hayatını, hükümdar ailelerinin doğuşuna neden olan üstünlüklerini, toplumsal tabakalar arası ayrımları, insanların geçimlerini sürdürmek için yaptıkları uğraşları kısacası nesnelerin doğası gereği toplumun yapısında meydana gelen değişmeleri öğretmektir. Görüldüğü gibi İbn-i Haldun tarih incelemesi ile aslında bugün bizim toplumbilimsel inceleme konularımızın bir kısmını incelemektedir.
İbn-Haldun her türlü pratik düşünceyi bir yana bırakarak, nesnel bir tavırla siyasal egemenliklerin kaynaklarını ve işleyiş süreçlerini incelemiştir. Onun için asıl sorun insan iradesinden bağımsız olarak meydana gelen çevrimsel (cyclique) bir olguyu açıklamak ve bu düzenli akışın nedenlerini belirlemektir.
Ortaya çıkardığı kuram, Platon’un açıkladığı çevrimler kuramını hatırlatmaktadır. İbn-i Haldun için de kral ailelerinin ve yönetici aristokrasilerin evrimini kuşaklar arasındaki psikolojik açıdan görülen farklılıklar açıklamaktadır. Toplumsal hayat doğal bir olgudur. Yaşam koşulları, özellikle coğrafi ortamın ve iklimin şartlarına bağlı olarak şekillenmektedir. Bu koşullar ise siyasal olgulardan daha kararlı ve süreklidir.
İbn- Haldun’ göre insan otoriteye gereksinim duyan tek canlıdır; otorite olmazsa anarşi ve düzensizlik hüküm sürer, insandaki kötü güdüler öne geçer. Otorite ise güçle kurulur ve cesaretleri, kendi aralarındaki birlikleri sayesinde onu elde etmeği başaran topluluklara aittir. İktidarı ele geçirme davranışı yaratan nitelikler göçebe hayatı ile kazanılmıştır. Buna örnek olarak İbn- Haldun en büyük fetihleri yapanlar göçebe ya da yarı göçebe toplumlar olan Germen, Hun, Arap, Moğolları gösterir.
İbn- Haldun otoritenin ele geçirilme nedenini belirledikten sonra, bir kral ailesinin, bir partinin, bir grubun egemenliğinin ortalama yaşama süresini inceler ve bunun genellikle üç kuşak yani yaklaşık bir yüzyıl sürdüğünü ileri sürmüştür. Buna neden olarak da iktidarın yürütülmesinin umutsuz ve düzensiz kuşaklardan alınıp güçlü gruplara devredilmesini göstermiştir. İktidarı ellerine tutanlar sonunda sahip oldukları iktidarı/otoriteyi fetihlerle ve ispat ettikleri cesaret ve yeteneklerinin bir ödülü olarak değil de doğumlarıyla ya da aile bağlarının bir devamı olarak sahip olduklarını düşünmeye başlarlar. İbn- Haldun’a göre böylece de kendilerini yıkılmaya elverişli bir duruma gelirler.
İbn- Haldun otoritenin değişme sürecini incelerken, özellikle maliye ve para sistemlerinden gelen ekonomik kaygılar ile bu çözülme sürecinin daha da ağırlaştığını görmüştür. Her siyasal yıkılışın kamu borçları ile özel borçlar için bir çözüm getirdiğini, yani her yıkılışın aslında mali yönden tam bir hesap tasfiyesi anlamını taşıdığını ileri sürmüştür. O’na göre toplumlardaki pek çok ayaklanma ve zorbalık olayının temelinde borçlanmanı getirdiği sıkıntılar yatmaktadır. İbn- Haldun ayrıca imparatorlukların son günlerinde nüfusun iyice artmış olmasının ve bunun gitgide ekonomik güçlükleri de arttırmasının da çözülme sürecinde etkili olduğunu söylemiştir.
Son düzenleyen GusinapsE; 10 Nisan 2006 18:50
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #15
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
SOSYAL YAPI İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

A - Sosyal İlişki:

Birbirinden haberdar olan en az iki insan arasında belirli bir süre devam eden, anlamlı ve belirli amaçlar etrafınd kurulan sosyal bir bağdır.


M.Weber’e Göre Sosyal İlişkinin Özellikleri:
1. En az iki kişi arasında olmalı
2. Bir zaman sürecini içermesi
3. Kişi ya da grupların karşılıklı etkileşim içinde bulunmaları
4. Birbirlerinin varlığından haberdar olmaları
5. İlişkiler ortak bir anlam taşıması
6. İlişkide bulunan kişilerin birbirlerini içten karşılıklı bağ duymaları



Sosyal İlişki Çeşitleri:
1. Samimiyet Derecelerine Göre

a) Birincil İlişkiler: Daha çok cemaat tipi örgütlenmelerde görülen ve yazılı hale getirilmemiş ilişkilere dayanır. Daha çok örf ve adetler biçimindedir.

Özellikleri:
- İlişkiler karşılıklı duygusal güven anlayışa samimiyete dayalı yüzyüze ilişkilerdir.
- Yazılı kurallara bağlı değildir.
- Sosyal etkileşim çok güçlüdür.
- İlişkiler uzun sürelidir.
- Daha çok küçük gruplarda (aile, arkadışlık, köy, komşuluk) görülür.
- Bütün toplumlarda görülebilir.

b) İkincil İlişkiler: Daha çok cemiyet tipi bir teşkilatlanmada (şirket, sendika,kentler . . .) görülür.

Özellikleri:
- İlişkiler resmidir. Duygusal iletişim çok zayıf
- Yazılı kurallara bağlıdır.
- Kıss sürelidir.
- Sosyal etkileşim çok zayıftır.
- Daha çok büyük graplarda (şehir, şirket, resmi kurumlar ) görülür.
- Kitle iletişim araçlarının etkisi çoktur.


2. Sürelerine Göre

a) Tesadüfi (geçici): Kısa süreli (bir maçta biraraya gelen insanların
ilişkileri)dir.

b) Periyodik: Yılın belli zamanlarında kurulan ilişkilerdir. Mevsimlik işçilerin ilişkisi

c) Sürekli İlişkiler: Çok uzun süreli ilişkilerdir. Aynı, köyde, şehide oturan insanlar
arasındaki ilişkiler gibi.

B - SOSYAL STATÜ VE ROLLER:
Statü: İnsanlırn toplum içindeki yerini ifade eden bir kavramdır. Statü, kişilerin çocuk, doktor, müslüman, öğretmen, işveren, örneklerindeki gibi kim olduklarını belirtir, ona bir takım haklar sağlar ve yükümlülükler yükler.

Statü Çeşitleri:

1. Verilmiş (edinilmiş) Statü: Kişilerin yetenek ve becerilerine bakmadan ve onların bir çabası olmadan, kendileri dışındaki faktörler tarafından
sağlanır. Yani kişi doğumuyla, cinsiyetiyle veya yaşıyla ilgili bu statüyü elde eder. Örneğin, Yaşlı, genç, kadın, erkek, siyah, beyaz . . .

2. Kazanılmış Statü: Kişilerin kendi çabaları sonucu elde ettikleri stütüdür.Örneğin, anne, baba, öğretmen rolü çok büyüktür ve çok çabuk değişebilir.
Sosyal Prestij (İtibar): Bir bireye ya da kümeye (grub) başka birey ya da kümelerle, ilişkilerinde üstünlük sağlayan duruma denir. Doktorluk statü,doktorun sevilmesi, aranması durumuna prestij denir.

Statünün Özellikleri:
1. Her insan birden fazla statüye sahip olabilir.
2. Bazıları doğuştan bazıları sonradan kazınılır.
3. Bazıları doğumdan ölüme kadar değişmezken koşulları daha kolay değişir.
4. Her stütü belli kurallara bağlıdır.
5. Statüler arası ilişkiler ağı vardır.
6. Toplumdan topluma değişiklik gösterebilir.


Anahtar (Temel) Statü: Bireyin sahip olduğu statülerden toplum da en etkin olanına anahtar statü denir. Anahtar stütü kişinin toplum içindeki kişiliğini belirler. Cumhurbaşkanı, General, Öğretmen, İmam genellikle kişinin diğer statülerine göre anahtar stütü niteliği taşır.

Rol: Toplumun bireyden statüsüne uygun olarak beklediği davranışlarına rol denir. Kişinin her taşıdığı statüye göre bir çok rolleri vardır. Her rol, diğer rollerle olan ilişkilerinin derecelerine göre var olur ve anlam kazanır. Statünün dinamik yönüdür.Bir kimse hem öğretmen, hem sporcu hem parti üyesi olabilir.Rol Pekişmesi: Rollerin birbirini kolaylaştır-masıdır. Ana okulu öğretmeni Rol Çatışması: Bireyin sahip olduğu statülerine uygun rolleri arasında herhangi birine uygun davranışı yapacağına karar verememesi haline rol çatışması denir. Örneğin, bir müdürün evde müdür rolüne devam etmesi, subayın evdekilere asker imiş gibi davranması
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #16
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
C - SOSYAL DEĞERLER:

Değerler, kişilerin düşünce, tutum ve davranışla-rında birer ölçüt olarak ortaya çıkan ve sosyal yaşamın vazgeçilmez bir öğesini oluşturur.Değerler: Bir gruba ya da topluma üye olanların uymak durumunda oldukları genelleşmiş ahlaki inançlardır. Neyin iyi, güzel ve doğru; neyin kötü, çirkin ve yanlış olduğunu gösteren kriterlerdir.

Sosyal Değer Çeşitleri:

1. Pratik Değer: bir toplumun üyelerini birarada tutmaya yönelik inançlardır.Bu değerler kişiler arasında birlik ve dayanışmayı bozacak eğilim ve davranışları kötülerken, toplumun ihtiyaçlarını giderecek davranışları özendirir.


2. İdeal Değer: İnsanın ideside neler yapması gerektiğine ilişkin davranış modelleri önerir. Çoğuna uymak günlük yaşamda mümkün olmasa da önemleri büyüktür.Çünkü, insanları bencillikten kurtarır, toplum sorunlarıyla ilgilenmeye, yüksek ahlaki değerler edinmeye özendirir.3. Egemen Değer: Özgürlük, bağımsızlık, yoksulları korumak, namuslu olmak gibi tüm toplumca benimsenmiş ve korunan, uzun zamandan beri varlığını sürdüren değerlere denir.

Özellikleri:
- Toplum fertlerinin ortak duygu ve düşüncelerini yansıtırlar.
- Toplumun birliğini güçlendirirler.
- Toplumsal kurallara temel oluştururlar.
- Zorlayıcıdırlar.
- Toplumda kuşaktan kuşağa aktarılırlar.
- Ahlaki, dini inanç ve ilkelere dayanırlar.
- Toplumdan topluma değişirler.
- Zamanla aynı toplumda değişebilirler.


D - SOSYAL NORMLAR:
Bir toplumda insanları belli olaylar karşısında nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen öyle davranmaya zorlayan kurallara sosyal norm denir.

1. Yazılı(Resmi) Normlar: Kanunlar, tüzükler, yönetmelikler gibi devletin yetkili organlarınca düzenleyip, uygulamaya konan, gerektiğinde değiştirilen, devletin ve sosyal düzenin korunmasını ve devamını amaçlayan normlardır. Uymayanlar maddi ve bedeni cezaya çarptırılır. Hukuk kuralları gibi

2. Yazısız (Resmi Olmayan) Normlar:
Bireyler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinden doğan töre, adet, gelenek,görenekler, din kuralları, görgü kuralları gibi yazılı olmayan normlardır. Yaptırmaları mesnevidir.
Örf (Töre): Toplum yaşamında yararlı ve gerekli olduğuna ortaklaşa inanılan; kimi yerde yasa ve ahlakın yerine geçebilen, yaptırım gücü (kanun veya norm şeklinde) olan kurallara örf veya töre denir.

Adet: Halk tarafından alışılmış ve yaygın olarak kullanılan davranış şekilleridir. Bayramda akraba ve ahbap ziyaretleri yapmak Gelenek: Bir toplumda, eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa geçen kültür mirasları, alışkanlıklar bilgiler ve davranışlardır.


Görenek: Bir şeyi görülebildiği gibi yapma alışkanlığıdır. Uyulması için yaptırımı bulunmayan, ya da çok az olan davranış öğeleridir.
Din Kuralları: İnsanların Tanrıyla veya diğer insanlarla ilişkilerini düzenler.Sevap ve günah gibi yaptırım çeşitleri vardır.

Ahlâk Kuralları: İnsanların kendi nefislerine karşı vazifelerini ve diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranmaları gerektiğini belirten kurallardır.

Görgü Kuralları: Örf ve adetlerin basit biçimidir. Bir kimsenin belli bir olayda nasıl davranması gerektiğini gösterir. Bir toplantıda konuşurken, bir davette yemek yerken bir törene katılırken nasıl davranırız?

Hukuk Kuralları: Kişiler arası ve kişi ile toplum arası ilişkileri düzenleyen,maddi yaptırım olan bu nedenle uyulması zorunlu kurallardır.

Sosyal Normların Özellikleri
- Sosyal değerlerin somut şeklidir.
- Toplumun düzen ve devamlılığını sağlar.
- Toplumsal kontrolü sağlarlar.
- Toplumsal süreç içinde veya merkezi otoritece oluşturulabilir.
- Bireylerin davranışlarını sınırlayan emir, yasaklardır.
- Toplumdan topluma veya zamanla değişir.
- Uymayanlar toplumca cezalandırılır, zorlayıcıdır.
- Çoğunluğun sosyal normlara uyması sosyal bütünleşmeye,
uymaması ise sosyal
çözülmeye neden olur.
Son düzenleyen GusinapsE; 17 Nisan 2006 00:31
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #17
arwen - avatarı
Ziyaretçi
TOPLUM İÇİN BİLİM VE SOSYAL BİLİMCİNİN GÖREVİ
Akademik ortamda, toplumun genelinde olduğu gibi çalışma alanları ve bu alanlarda uzman kişiler vardır. Sözgelimi bir mühendis için önemli olan tekniğini teorisiyle birleştirerek en gelişmiş aygıtı ortaya koymaktır. Bu genel anlamda ‘insanlık için’ özverili bir çalışma olarak literatüre geçse de, genç mühendis için yaptığı şeyin ‘gerçek anlamda’ nereye hizmet ettiği ve bu çok teknik eserin kimlere sunulduğu büyük bir merak konusu değildir. Merak edilse bile kişi kendisini büyük bir zincirin parçası olduğu ve ancak ona kaynak tahsis edebilenler için bilim üretebileceği konusunda inandırır. Bugün iyi bir anlaşmaya imza atmış ve daha da önemlisi bildiklerini hayata geçirme şansını uzun yıllar süren uykusuz gecelerden sonra elde etmiş ‘hırslı’ mühendisimize çalışmalarını toplumun geneli açısından nasıl değerlendirdiğini soracak olsak, ya bunun şu an ki durumu açısından kendisini ilgilendirmediğini söyler ya da için de bulunduğu/bulunacağı organizasyonu aklamak için insani tüm ilkeleri revize etmekten kaçınmazdı.
Açıkçası onu ve onun gibi tamamen piyasa ekonomisi şartlarında kendi konumunu, ilmini kullanarak optimum düzeye çıkarmak isteyenleri suçlamak ne kadar gerçekçi olur bilinmez. Ne de olsa artık gerçeklikten kastımız, olumsuz da olsa, insanlık açısından yararsız da olsa, boyun eğdiğimiz gidişattır. Bugün bir mühendis, gitgide zorlaşan rekabete dayalı sistemde kendine bir yer elde edebilmek için kim bilir kaç rakibini egale etmiş, ne angarya işlerde çalışmış, hangi zevklerinden yıllar yılı vazgeçmiş ya da hangi planlarını ertelemek durumunda kalmıştır. Bunların hepsi, uzak gelecekte bir gün emeğinin karşılığını alabilmek ve hatta şansı biraz da yaver giderse sömürü mekanizmaları içinde az da olsa söz sahibi olabilmek içindir.İşte hayatının en az üçte birini bu hayallerin geçek olması uğrunda harcayan birisinden bulunduğu noktayı sorgulamasını istemek fazlaca yıkıcı ve idealist bir yaklaşım olduğu kadar profesyonellik dışıdır da. Zira bu konuda birinci dereceden sorumluluk toplumsal olaylarla ‘mesleki’ olarak ilgilenmeyi seçmiş kişilerindir.
O halde duruma toplum ve toplumbilim açısından bakıldığında asıl sorgulanması gereken sosyal bilimlerle uğraşan insanların bakış açıları ve yaptıklarıdır. Çünkü onların topluma karşı sorumlulukları, toplumsal dinamikleri bir bütün halinde görebilecek şekilde profesyonel bir bakış açısına sahip olmaları nedeniyle diğerlerinden daha fazladır. Dahası uzmanlık alanları olması nedeniyle iktisadi,sosyal ve kültürel alanlarda beyan ettikleri fikirlerle toplumu yönlendirme gibi bir işlevlerinin de olması, sosyal bilimcilerin her zaman için ‘insanlığın genel yararını’ göz önünde bulundurmalarını hayati bir ödev kılmaktadır.
Günümüzde karşımıza çıkan tabloda ise salt kar marjlarını arttırmak uğruna, bilimi kendilerine göre uyarlayan, yani haksız kazançlarını haklı ve yararlı kılığına büründürmek isteyen, bunun için de yeri geldiğinde sosyal bilimcilere de ‘reddedemeyecekleri tekliflerde bulunan’, böylece gerçeklerin çarpıtılmasını başarabilen bir piyasa anlayışı vardır. Reklam filmi projelerinde kullanılan psikolojik/sosyolojik öğeler, şirket çıkarları uğruna doğa ve toplum açısından zararlı ticari faaliyetlerin aklanması, bilimsel olmayan popülist ekonomi politikalarının kimi ‘akademisyenlerce’ başarılı olarak nitelendirilmesi, karşı çıkanların ise yıpratılması ve hatta harcanmaya çalışılması, toplumun kuramsal bilgisine sahip olan bilim insanlarının ‘doğru olmadığını bildikleri halde’ pragmatik davranarak bilgilerini toplumun geneli karşısında sermaye çevreleri için kullanmaları güncel olarak karşılaştığımız olgulardan sadece bir kaçıdır.
Elbette bir kişiyi bulunmayı seçtiği konum yüzünden suçlamak doğru olmaz. Sıradan insanlar için mevcut çarklar içerisinde ‘hayatta kalabilecek’ kadar bir yer edinmek temel amaç olacaktır. Bu onlar için bir seçim değil bir zorunluluktur. Aynı şekilde akademisyen de bilgi ve birikimini ne yönde kullanacağına hür iradesiyle karar verir. Yanlış ve kabul edilemez olan ise sahip olduğu uzmanlığı, sadece kendisi ve dolayısıyla bulunduğu grubun çıkarları adına kullanmak, daha da kötüsü ‘bilimsel bilgiyi bilimsel olmayan çarpıtılmış veri ve analizlerle insanlığın önüne sunmak’, özcesi topluma yalan söyleyip ihanet etmektir. Sosyal bilimciye düşen görevse, bildiklerini korkmadan ve yılmadan söylemek, söylemeyenleri ya da yanlış söyleyenleri eleştirmek, bilgisini bedeli ne olursa olsun insanlığın genel yararı için kullanmaktır.
Son düzenleyen Safi; 23 Aralık 2015 01:32
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #18
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
SOSYAL KONTROL
Bireylerin veya sosyal grupların sosyal üzeninin gereklerine uygun biçimde davranmalarını sağlamaya yönelik önlemlerin tümünü ifade eder.Sosyal kontrol, grup ve toplumun, kişinin davranışlarını sınırlandırması ve bu sınırlandırma yoluyla sosyal değerleri benimsemesinin sağlanması demektir.




Özellikleri
- Kaynağı sosyal yaşamdır ve her toplumda görülür.
- Toplumun düzeni ve devamını sağlar.
- Her türlü sosyal ilişkiyi kapsar.
- Bireylerin toplumsallaşmasını sağlar.
- Birey örnek davranış kalıplarını öğrenir ve taklik yoluyla kazanılır.
- Toplumdan topluma veya aynı toplumda da değişir.
- Toplumsal norm ve değerleri araç olarak kullanır.

III. SOSYAL OLAY VE OLGU:
Sosyal Olay:Toplum içinde meydana gelen, başlama ve bitiş noktaları belli olan ve birden fazla kişiyi ilgilendiren bir oluşumu, değişimi ifade eder.

Sosyal Olgu: Genellikle başlangıç ve bitiş zamanı bilinmeyen nerede başlayıp nerede bitebileceği kesin olarak tesbit edilemeyen bir sosyal oluşumu ve değişimi ifade eder. Tek tek meydana gelen sos olayların genel bir ifade tarzından

IV. SOSYALLEŞME: Bireyin toplumsal etkileşim sonucu o toplumun kültür, davranış, düşünme biçimlerini kazanması süresine denir.

V. ANOMİ: Düzensizlik ve kuralsızlık ifade eder.

VI. SOSYAL DAYANIŞMA: Grup içindeki bireylerin diğer bireylerle uyumlu ilişkilere girmesi ile ortaya çıkan duruma denir.

Durkheim'e göre dayanışma çeşitleri
a) Mekanik Dayanışma: Toplumda benzer, ortak duygu ve düşüncelere sahip insanlar arasındaki dayanışmadır. İlişkiler dostça ve samimidir.

SOSYAL GRUPLAR:

A. Tanımı: Belli amaçlar ve bunları gerçekleştirme çabası çerçevesinde toplanmış, belli kurallara göre. belirli süre karşılıklı sosyal ilişkide bulunan,en az iki kişiden oluşan, göreli bir sürekliliği olan bireyler topluluğuna sosyal grup denir.

B. Özellikleri ve Fonksiyonları
1 - Grup üyelerin ortak bir amaca sahip olması
2 - İki veya daha fazla kişiden oluşması
3 - Üyelerin karşılıklı sosyal ilişkide oluşması
4 - Göreli bir sürekliliğin bulunması
5 - Grup üyeleri arasında işbirliği ve iş bölümü vardır.
6 - Grubun bireylerin beklentilerine cevap vermesi
7 - Grub bireyleri arasında biz bilincinin olması
8 - Grup üyeleri arasında rol ve statü dağılımı vardır.
9 - Grup üyerine baskı yapar ve yol gösterir.
10 - Yapı ve fonksiyon bakımından zamanla değişir.
11 - Bireyi sosyalleştirir, tutumları değiştirir, pekiştirir.
12 - Grup birey için bir güvencedir.
13 - Grup, işlevini yerine getirdiği sürece vardır.
14 - Kültür grup aracılığıyla nesilden nesile aktarılır
Son düzenleyen GusinapsE; 17 Nisan 2006 00:31
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1965'te Brüksel Antlaşması ile kurulup 1967'de işlerlik kazanan Avrupa Birliği (EC), Avrupa'da var olan üç örgütü bir araya getirdi: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) . ECSC, kömür ve çelik sağlanması konusunda ortak bir yol izlemek amacıyla 1952'de kurulmuştu. AET 1958'de üye devletlere ortak bir pazar oluşturmak ve mal, personel ve hizmetlerin serbestçe taşınması amacıyla kuruldu. Euratom da 1958'de kuruldu, amacı atom enerjisinin barışçı amaçla kullanımını sağlamaktır. Başlangıçta her örgütün de altı üyesi vardı; Belçika, Fransa, Federal Almanya, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya - "Altılar Avrupası". Aynı altı ülke Avrupa Birliği'nin de üyelerini oluşturuyordu. Avrupa Birliği kendisini oluşturan kuruluşların amaçlarına uymaya sürdürdü ve kendi uzun vadeli hedefi olarak, ECSC, AET ve Euratom'um ayrı ayrı başarabileceğinden daha geniş kapsamlı uluslararası politik işbirliği sağlandı.

1 Ocak 1973'te İngiltere, İrlanda ve Danimarka, Avrupa Birliği'ne üye oldular. Yunanistan 1 Ocak 1981'de Avrupa Birliği'nin onuncu üyesi oldu. Kuruluşu2. Dünya Savaşı'nı izleyen yeniden kalkınma döneminde ortaya çıkan Avrupa'da işbirliği düşüncesi, başlangıçta Doğu-Batı arasındaki anlaşmazlıktan geniş ölçüde etkilendi. Doğu bloku ülkelerinin karşı çıktıktan Marshall Planı'nı uygulamak için 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (EEC), 1949'da Avrupa Konseyi kuruldu. Bunları 1952'de ESCS izledi; bu tek tek hükümetlerden bağımsız olarak karar verebilen ilk uluslararası kuruluştu.

ECSC'nin baransı pek büyük olmadı. Özellikle Fransa'nın geniş kapsamlı uluslararası güçlere karşı olması ve örgütün çelik endüstrisindeki kartellere karşı durabilecek kadar güçlü olmaması yüzünden, öncü niteliğinin getireceği sonuçlara ulaşılmadıysa da ekonomi politikası alanında işbirliğine yönelik ilk adımlar atıldı ve 1957'de Roma'da AET ve Euratom'un kurulmasını sağlayan anlaşmalar imzalandı.

AET, 1970'den önce bir ortak Pazar ve ortak bir tarım politikası gerçekleştirmenin yollarını aradı, tam bir ekonomik bütünleşmeye 1970'li yıllar içinde varılacaktı. ECSC ile kazanılan deneyimlerin ışığı altında, uluslararası olma niteliği bir ölçüde sınırlandı. Yürütme organı olan komisyon, karar verme süresi içinde hazırlık çalışması yapacak ancak, san kararlar Bakanlar Konseyi tarafından verilecekti. Bu durum 1967'de Avrupa Konseyi'nin kurulmasından sonra da geniş ölçüde sürdürüldü.Avrupa Birliği’nin Kurumsal Yapısı
Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısı parlamenter demokrasi ile yönetilen bir ülkenin kurumsal yapısı gibidir. [5]

1. Konsey
2. Komisyon
3. Avrupa Parlamentosu
4. Adalet Divanı
5. Sayıştay
6. Avrupa Yatırım Bankası
7. Ekonomik ve Sosyal Komite
8. Devlet Başkanları Konseyi (Avrupa Zirvesi)


Avrupa Birliği’ni oluşturan kurumlar üye devletleri temsil eden ve Bakanlardan oluşan Konsey;
Antlaşmaların koruyucusu olan Komisyon;
Demokratik yollarla üye ülkelerin temsilcilerinden oluşan, danışma ve denetleme yetkisi olan Parlamento;
Üye ülkeler tarafından Topluluk hukukuna uyulmasını sağlayan Adalet Divanı;
Birliğin mali denetimini gerçekleştiren Sayıştay;
Birliğin dengeli gelişimine katkıda bulunan ve projelerin finansmanını kolaylaştırmak amacı ile kurulmuş olan Avrupa Yatırım Bankası;
Ekonomik, sosyal ve bölgesel çıkar gruplarını temsil eden çeşitli danışma kurullarının bulunduğu Ekonomik ve Sosyal Komite;
Üye ülke Devlet Başkanları ile Komisyon Başkanı’nın yer aldığı, geleceğe yönelik faaliyetlerin ana hatlarının çizildiği Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi (Avrupa Zirvesi)’nden meydana gelir.Avrupa KonseyiBunların yanı sıra Avrupa Birliği’nden bağımsız olarak kurulmuş, temel insan hak ve özgürlüklerini garanti eden her ülkenin üye olabileceği Avrupa Konseyi mevcuttur. Bu Kurum, hükümetler arası diyalogu geliştirmeye ve Avrupa ülkelerinin sorunlarına çözüm yolları araştırmaya çalışan bir teşkilattır. Üye ülkelerin Dışişleri Bakanlıklarının daimi üyelerinden oluşur. Merkezi Strasburg’dadır. Üç temel görevi vardır: İnsan hakları ve demokrasinin denetlenip uygulanması, toplumsal problemlere çözüm önerileri getirmek ve kültürel bir Avrupa kimliğinin oluşması için çalışmaktır.Avrupa Birliği'nde karar almaTopluluğun karar alma sistemi dikkat çekici bir özellik taşır. Ortak kararların alınışı uzun ve karmaşık bir görünümdedir. Ancak karar süreci geniş bir dayanışma ve uzlaşmaya imkan verecek şekilde planlanmıştır. Komisyon, karar alınması için öneri hazırlayıp Bakanlar Konseyi’ne sunar. Bakanlar Konseyi’nin kendiliğinden karar alması söz konusu değildir. Bakanlar Konseyi, Komisyon’un hazırladığı önerileri görüşür, kabul edilen öneri karar halini alır ve hukuki mevzuata dahil edilir. Bakanlar Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Ekonomik ve Sosyal Komite’ye Komisyon’un önerisini ileterek görüş ister. Öneri incelenerek görüş bildirilir.

Alınan kararlar Topluluk mevzuatını oluşturur. Bu kararlar yaptırım şekli bakımından farklılıklar gösterir. Topluluk mevzuatı, üye ülkelerin milli mevzuatlarının üstünde sayıldığından (Supranasyonel Etki) milli mahkemelerin bunlara uyma zorunluluğu vardır.

Toplulukta geçerli hukuki kararlar şöyle gruplandırılabilir:
Tüzük (Regulation) : Bütün üye ülkelerin kesinlikle uymakla yükümlü olduğu, ulusal yasaların da üstünde tutulan kararlardır.
Yönerge (Directive) : Tüzük ile aynı yaptırım gücünü taşır. Doğrudan değil de ilgili ülkenin hukuk düzeninde herhangi bir düzenleme ile uygulanan kararlardır.
Karar (Decision) : Sadece bir üye ülkeye, bir Topluluk kuruluşuna, bir işletmeye ya da özel ve tüzel kişilere yönelik kararlardır.
Tavsiye (Recommendation) ve Görüş (Opinion) : Bağlayıcı olmayıp uygulanıp uygulanmayacağı ve ne şekilde uygulanacağı üye ülkelere bırakılan kararlardır.
Alınan bütün kararlar Avrupa Birliği Resmi Gazetesi (Official Journal of the European Union) ’nde yayınlanır.
Üye ülkeler ve topluluğun genişlemesi1 Mayıs 2004'teki son genişleme ile AB'nin 25 üyesi vardır. 1952/ 1958 yıllarında toplulukta bulunan altı kurucu üye şunlardır:

Belçika
Fransa
Almanya (Batı)
İtalya
Lüksemburg
Hollanda
1958 yılından sonra çeşitli aşamalarda aşağıdaki ülkeler birliğe katıldı:

1973'te: Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık ( İngiltere)
1981'de: Yunanistan
1986'da: Portekiz ve İspanya
1990'da: Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmeleri sonucu, üye ülke sayısı artmamasına rağmen, AB'nin sınırları genişledi ve nüfusu arttı.
1995'te: Avusturya, Finlandiya ve İsveç
2004'te: Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Slovenya
1979'da Danimarka tarafından kendini yönetme hakkı verilen Grönland, yapılan halk oylaması sonucu, 1985'te topluluktan ayrıldı. Norveç 1972 yılında yapılan halk oylaması sonucu topluluk üyeliğinden ayrıldı. Fas'ın yaptığı üyelik başvurusu girişimleri değişik zamanlarda, coğrafi gerekçeyle reddedildi. Makedonya 2004 yılında üyelik başvurusunda bulundu.

Bulgaristan ve Romanya'nın 2007 yılında Hırvatistan'ın ise 2009 yılında topluluğa katılması beklenmektedir.

17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel'de yapılan zirvede Türkiye ile üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlanması kararlaştırıldı.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #20
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
SOSYAL VE PSİKOLOJİK YÖNLERİYLE YAŞLILIK
Dünyada birçok ülkede yaşlı nüfusun çoğalması giderek hızlanmıştır. İki bin yılında 60 yaşın üstündeki insan sayısı 1950 yılındaki sayının üç katı artacak iki yüz milyondan altı yüz milyona çıkacaktır. Dünya nüfusunda bu genel eğitimin gelişmiş ülkede aha hızlı gerçekleştiği görülmektedir.

Ülkelerde doğum oranındaki düşme eğilimi sürdüğü takdirde yaşlı nüfusun oranı çok yükselecektir. Öte yandan doğum ve ölüm hızlarındaki azalmalar dünya nüfusunda ortalama yaşam beklentisini (life expectancy) yükseltmektedir. Yirminci yüzyılda, yaşam beklentisinde, önemli artışlar kaydedilmiştir. Geçen yüzyıl sona, ererken " kırk dokuz yıl olan ortalama yaşam beklentisi yetmiş beş yıla yükselmiştir. Bu sayı Kuzey Avrupa ülkelerinden İzlanda'da kadınlarda 79.2 erkeklerde, 73, İskandinav ve Batı Avrupa ülkelerinde kadınlarda 75, erkeklerde 72.7 civarındadır. Gelecek yüzyılda ortalama yaşam beklentisinin genel olarak 80 yıla, kadınlarda 90 yıla çıkabileceği tahmin edilmektedir. Buna karşılık "yaşam beklentisinin 4045 yılı aşmadığı en düşük ortalamalar Afrika ülkelerinde bulunmaktadır. Bu ülkelerde kadın yaşam beklentisi erkeklerden yüksektir.

Gelişmekte olan ülkelerde de yaşlıların sayı ve oranı toplam nüfus içinde gitgide çoğalmaktadır. Veriler dünya nüfusunun yaşlandığını göstermektedir. Bununla birlikte dünya nüfusunun artan bir hızla yaşlanmakta olduğunu gerçeğe aykırı bulanlar da vardır. Onların görüşüne göre yüz yıl önce 20 yaşındaki gençler 30 ya da 40 yılda yaşlılığa ermeyi umarlardı; günümüzde gençlerin gerçekten yaşlandıklarını itiraf etmeden önce 5060 yıl geçmesi gerekmektedir. Yaşlanma daha hızlı değil ağır işleyen bir süreç olmuştur 1982).

Günümüzde tıp; insan ömrünü uzatmak ve yaşlılığı geciktirmek için çabalıyor. Son yıllarda Avrupa'daki çalışmalar yaşlılığın kendisi hastalıktır, o nedenle yaşlılık tedavi edilebilir, insan ömrünün uzamaması için hiçbir sebep bulunmamaktadır görüşünü gündeme getirmiştir. Yaşlılık bilimi olan genelinin alanı genişlemiştir. Yaşlılığın biyolojisi, biyokimyası moleküller biyolojisini araştıran gerontoloji bilim dalı ortaya çıkmış, bunun yanında estetik tıp bu konuya ele almıştır.

Öte yandan, dünyada kentlerde demografik karakterler değişmektedir. Kentleşme evrensel bir süreç olmakla birlikte dünyanın her kesiminde kentleşme oranı aynı değildir. Çok gelişmiş bölgelerdeki kentlerde 19501975 yılları arasındaki nüfus artışı ile 19752000 yılları arasındaki nüfus artışının aynı hızda olacağının tahmin edilmesine karşılık, gelişmekte olan ülkelerde kent nüfusu genel nüfustan daha hızlı büyümektedir.

Kırdan kente göç nedeniyle yaş ve cinsiyet dağıtımı bakımından kırkent arasında farlılık vardır. Dünyanın hemen her bölgesinde kentlerde yaşlıların özellikle kadın yaşlıların erkek yaşlılardan daha fazla oldukları görülmektir.

Kırdan kente göç yaşlının statüsünü değiştirmekte, kentte teknoloji, toplumsal yapı, kültürel değerlerin farklığı ve hareketlilik yaşlıyı modası geçmiş,eskimiş yapmaktadır.

Demografik beklentiler yaşlı sayılan nüfusun gelişmiş ülkelerde iki bin yılında toplam nüfusun yüzde 15.9'una ulaşacağı doğrultusundadır. Yaşlılar sözü edilen ülkelerde gelir güvenliği, çalışma, emeklilik, sağlık, konut, eğitim, yaşam düzeni ve diğer konularda sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Sanayileşme ve kentleşme sürecinin hızlanması ve ilişkili toplumsal; ekonomik gelişme yakın bir gelecekte gelişmekte olan ülkeleri de yaşlılık sorunu ile yüz yüze getirecektir (U.N., 1976).

Özellikle gelişmiş batı ülkeleri açısından giderek bir endişe kaynağını oluşturan nüfus olayının toplumlar ve özel olarak yaşlılar açısından toplumsal, ekonomik sonuçlan vardır. Gelişmekte olan ülkeler bir yandan kalkınmada engel gördükleri nüfustaki hızlı artış eğilimini değiştirmeye çalışırlarken, diğer taraftan yaşlıların yeni ortaya çıkan ihtiyaçları karşısında sosyal refah politikaları belirlemeye ve yürürlüğe koymaya çalışmaktadırlar. Özet olarak toplumsal kültürel ve siyasal bakımdan birbirinden farklı ülkeler batıda sanayi inkılabı ile başlayan, giderek hızlanıp yaygınlaşan dönüşümden etkilenmişler, değişimin yarattığı sorunlarla karşı karşıya kalmışlardır.

Türkiye Cumhuriyet döneminin başlangıcından itibaren hızla gerçekleşen modemleşme sürecini yaşamakta, köklü bir toplumsal yapı değişimine sahne olmaktadır. Kırsal yapıdan kentsel yapıya geçiş bu dönüşümden farklı biçimde etkilenen toplumsal kategoriler oluşturmuştur. Yapısal değişme toplumumuzun temel yapısal özelliklerinden kaynaklanan toplumsal sorunların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bazı kesimlerde değişimin gerektirdiği yeni kurumların oluşmasındaki gecikmeler kültürel geri kalma (cultural lag) olgusunun ortaya çıkmasına, başka deyişle, sorunlara neden olmaktadır.

Türkiye'nin nüfus ve toplumsal yapı özelliklerinden kaynaklanan nedenlerle yaşlılık henüz ülkemizde yaygın toplumsal sorun düzeyine çıkamamıştır. Bununla birlikte,özellikle büyük kentlerimizde yaşlıya yönelen hizmetlere ihtiyaç duyulması sorun olma yolunda bir eğilimi göstermektedir. Türkiye 'de yaşlı hizmetleri içinde ilk sırayı sosyal güvenlik programları ve sosyal hizmet programları çerçevesinde kurum bakımı (huzurevleri) almaktadır.

Türkiye'de yaşlılık her yönü açısından az işlenmiş bir konudur. Bu çalışmada, yaşlı ve yaşlılıkla ilgili genel bilgiler çerçevesi içinde kurum bakımı gören ve gündüz yaşlılar evine devam eden yaşlıların sosyal uyumu (adjustment) ile yaşlıların bazı niteliklerinin sosyal uyumla ilişkisi incelenmektedir. Araştırmada yaşlılara yönelen kurumsal bakım hizmetleri ve diğer hizmetlerin geliştirilmesinde yardımcı olabilecek bilgilerin sağlanması hedef alınmıştır.

Son düzenleyen GusinapsE; 7 Nisan 2006 17:33

Benzer Konular

26 Şubat 2017 / Misafir Coğrafya
8 Mart 2018 / Misafir Biyoloji
31 Ağustos 2012 / Misafir Coğrafya
15 Kasım 2016 / _Yağmur_ Zooloji
4 Mart 2015 / Misafir Cevaplanmış