Arama

Sosyoloji (Genel Bilgi) - Sayfa 4

Güncelleme: 4 Nisan 2013 Gösterim: 123.936 Cevap: 53
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
13 Nisan 2006       Mesaj #31
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Ütopyalar

Sponsorlu Bağlantılar

Ütopya, aslinda olmayan, tasarlanmis olan ideal toplum ve devlet sekli anlami tasir. Ütopyalar, ideal düzen arayislarinin tasarlanmis tipik örnekleridir. Ütopyalar üzerine görüsler iki biçimde ortaya çikmistir. Bir kismi özendirici, istenen nitelikte, diger bir kismi ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardir.






Istenen (Özendirici nitelikte) Ütopyalar


Bu tür ütopyalar, ideal bir toplum ve devlet tasarimlaridir. Bu özellikteki ütopyalarin en önemlileri sunlardir:



Platon’un Ütopyasi


Platon, "Devlet" adli eserinde ideal devletin nasil olacagini belirtmistir. Bu devlette insanlar üç sinifa bölünmüstür; Çalisanlar (isçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. Isçi sinifi çalisip üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarini karsilar. Bekçiler sinifi toplum içinde güvenligi ve disariya karsi devletin varligini savunur. Yöneticiler sinifi ise devleti yönetir.


Bu toplumda her sinifin bir erdemi vardir. Isçi sinifinin erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sinifinin erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.


Platon’un açtigi bu ütopik devlet anlayisi yolu, gelecekte hem dogu hem de bati felsefelerinde temsilciler bulmustur. Dogu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayisini Fârâbî’de görmekteyiz.




Fârâbî’nin Ütopyasi


Platon’dan etkilenen Fârâbî, "Medinet’ül Fâzila" (Erdemli Sehir) adli esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamistir. Ona göre, insanlar yardimlasarak bir arada yasamalidir. Saglikli bir organizmada bütün organlar nasil uyumlu bir sekilde çalisiyorsa, toplum da böyle olmalidir.


Kötü insanlar toplumdan çikarilmalidir. Erdemli sehirde gerçeklikler, dogruluklar, iyilik ve güzellikler birlesirler. Bunu saglayan bu sehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kisidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katilmasiyla mutlu bir sehir dogar.




Thomas Morus‘un Ütopyasi


Roman tarzinda yazdigi "Ütopya Adasi" adli eserinde ütopik bir devlet tasarimi ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktir. Herkes devlet adina üretir. Para geçerli degildir. Üretilenlerden herkes ihtiyaci kadar alir. Bireyler günde alti saat çalisir, geri kalan zamanlarini sanat ve bilimle ugrasarak geçirirler. Yöneticiler, tipki Platon’un ideal devletinde oldugu gibi, çok siki bir egitimle yetistirilir.




Tommaso Campanella’nin Ütopyasi


Günes Devleti adli eserinde ütopik bir devlet yasarimi yaparken, o da Platon’un etkisi altinda kalir. Günes kentte her sey ortaktir. Aile yoktur. Eslerin seçimi yönetimce yapilir. Kent bir rahip tarafindan adilce yönetilir. Herkes dört saat çalisir. Geri kalan zamanda sanat, eglence, okuma, beden ve ruhlari egitme gibi zevk veren islere ayrilir. Yöneticinin yetkisi mutlaktir. Adlari "Güç", "Akil", " Sevgi" anlamina gelen üç yardimcisi vardir.




Francis Bacon’un Ütopyasi


Yeni Atlantis adli eserinde ütopik devletini tanitir. "Ben Salen" adli adada saglam bir ahlâk anlayisi egemendir. Özel bir örgüt, halkin bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre "Yeni Atlantis" bir bilgi devleti olarak tasarlanmistir

Son düzenleyen Safi; 23 Aralık 2015 01:33
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
15 Nisan 2006       Mesaj #32
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Korkutucu Nitelikte Ütopyalar


Sponsorlu Bağlantılar
Günümüzde de ütopyalar yazilmaktadir. Ancak, bunlarin ortak bir niteligi vardir, o da toplumlari gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike, bir yandan makinelesen bir toplumda insanin duygu, düsünce ve deger sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik haklarin kurulacak bir despotik devlet tarafindan yok edilmesidir. Bu ütopyalar, insanlari, bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadir.


Huxley’in Ütopyasi
Yeni Dünya adli eseri bir bilim-kurgu özelligi tasir. "Yeni Dünya" da teknoloji çok gelismistir. Insanlar suni yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. Insanlar çalisir ve eglenirler. Hastalanma ve yaslanma yoktur. Geçmis, tüm degerleriyle yok edildigi için, geçmisi düsünme ve özlem duyma yoktur. Bu ütopya, dogal yasamdan kopmayi dile getirme açisindan gelecege iliskin bir korku ütopyasidir.


G. Orwel’in Ütopyasi
Orwel, "1984" adli eserinde despotizmin (zorbalik) egemen oldugu bir dünyayi tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya esit güce sahip üç bloka ayrilmistir. Yönetenler tek egemen güçtür. Insanlar yöneticilerin korkusu ile sinmis, özgürlükler kaldirilmis, ahlâki ve insani duygular yok edilmis, düsünme ve düsündügünü söyleme yasaklanmis, yasam tüm güzelliklerini yitirmistir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çogu kisiler casustur. En yakinlarini yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmistir. Bireylerin kisilikleri tamamen silinmistir.
Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularini dile getirmistir. Insanlari, modern dünyayi etkileyebilecek sorunlar üzerinde düsünmeye yöneltmek istemistir

Son düzenleyen GusinapsE; 17 Nisan 2006 00:28
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
19 Nisan 2006       Mesaj #33
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kriminoloji

Kriminoloji suçun açıklamasını yapan, suçlu davranışın nedenlerini inceleyen, suçun önlenmesi ve suçlulukla mücadele ile ilgilenen bir bilimsel öğretidir.

Kriminoloji sözcüğünün mucidinin kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte isim babalığı çoğunlukla bir Fransız doktoru olan 1851-1911 yılları arasında yaşayan P.Topinard'ın bulduğu yönünde yakıştırmalar yapılmaktadır. Ancak İtalyan yargıç Garofalo 1855 yılında La Criminologie (Kriminoloji) adlı kitabını yayınlayarak büyük oranda bu bilimin tanınmasını sağlamıştır. 1855 tarihinden 1913'e kadar suç ve onun bastırılması amacıyla uluslararası düzeyde bir çok kongre "Kriminal Antropoloji" adı altında düzenlenmiştir.
Augusto Comte'nin etkisinden kalan Les Horizons Du Droit Penal (Ceza Yasasının Yeni Ufukları) adlı eserini yayınlayan Dr. Cesare Lombroso'nun, 1876 yılında iki cilt halinde yayınlanan Homo Criminalis (Suçlu İnsan'ıyla) belli yakınlıkları olmakta ve kendisini suç karşısında savunmanın toplumun ödevi olduğu yönünde fikirlerini beyan etti. Öylece öncülüğü toplumun korunmasına veren ama artık bunun gerçekleştirmek için yollar öngörene toplumsal savunma kavramının ortaya çıkmasına neden oldu.
Kriminoloji çoğunlukla bir gözlem bilimi olarak kabul edilmesine rağmen uyumlu bir strateji belirlenmesi ile toplumun suç karşısındaki tepkisinin derinlemesine değişmesine öncelik ederek toplumu daha huzurlu bir zemine oturtmasında ana damar olma vasfını gösterebilir. Kriminoloji yalnızca ceza hukukunun yetersizliklerinden doğmakla kalmamış, onun yenilenmesinin koşullarını da belirlemede aktif rol almıştır.
Suç nedenleri bilimi olarak da tanımlanan Kriminoloji, o kadar geniş bir bilim alanıdır ki, sosyoloji, psikoloji, tıp, psikiyatri gibi daha bir çok sosyal bilim dalları ile insan üzerinde etkili olan fen bilimlerinden de faydalanmaktadır. Bu bilimlerdeki gelişmelere paralel olarak kriminoloji kendisini geliştirecek ve toplumun sağlığa kavuşmasında bir toplum doktorluğu görevini üstlenecektir.
Suça karşı açılmış savaşın yetersizliklerinden doğmuş olan kriminoloji günümüzde hala daha tam olarak yerine oturamamıştır. Bunda bilim dalının yeterince bilinemeyişi ve siyasetçiler tarafından gevşek politikaların uygulanmasına dayanmaktadır. Suçla mücadele edebilmek için suçu tanımanın önemli olduğunda yola çıkacak olursak özgürlükçü anlayışa dayalı bir bilim ile huzur topluma ulaşmak zor olmasa gerekir. Kriminoloji biriminde araştırmalar yapan Roger Hood ve Richard Sparks'ın gözlemleri sonucunda kriminolojinin bir sosyal hizmet türünden ziyade toplumdaki suç olgusuna akılcı bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir.
İngiliz Yazar Thomas More (1478-1535), sınırsız suçun daha az ahlaki ve hukuki ama "Sosyolojik" açıklamasının arayışının yerindeliğinin farkına vararak kriminolojinin doğuşunu sağlamıştır. Ancak o devirlerde anlaşılamayan bu görüş geçerliliği görmesi için 18. hatta 19. yüzyılı bekleme zorunda kalacaktır.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #34
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Postmodernizm

Postmodernizm tartışmaları teori alanında modernist sanat biçimleri ve uygulamalarının koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel yapıntıyı tanımlayan mimarlık, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar vb. alanlarda yeni postmodern kültür biçimlerinin işaretleri olarak başladı. Bu tartışmalar zamanla diğer bir çok alanlara da yansımıştır. Bu alanlarda birisi de eğitimdir.
Postmodernizm bilgi, doğru ve insanla buna benzer ilgilerin ortaya koyduğu iddialar eğitimi de yakından ilgilendirmektedir. Ancak eğitimle ilgili tartışmaları daha kapsamlı bir biçimde ele alabilmek için öncelikle postmodernizmin ne olduğunu ya da ne olmadığını ortaya koymak gerekmektedir. 'Postmodernizm tam olarak nedir?' sorusuna birden fazla yanıt vermek mümkün görünmektedir. Postmodernizm kimilerine göre, bir dönemin adıdır. Aynı zamanda bir felsefenin, yeni bir düşüncenin, üslubun yeni bir usçuluğun (modern usçuluğu aşan farklı bir usçuluğun) yeni bir söylemin adıdır. Bazı yazarlara göre 1943 yılı modernitenin bittiği sayılan tarihtir. Bu dönemde modernitenin ülküleri ihlal edilmiştir; bilim, teknik, sanat, siyasal özgürlükler adına yapılan her şeyin ortak amacı insanın özgürleşmesidir.

Kendini karşı-modernlik olarak savunan sunan postmodernizm söylemini şöyle açıklayabiliriz:
  • Genel geçerlik iddiası taşıyan önermelerinin reddedilmesi
  • Dil oyunlarında bilgi kaynaklarında,bilim adamı topluluklarında çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi
  • Farklılığın ve çeşitliliğin,vurgulanıp,benimsenmesi gerçeklik;hakikat,doğruluk anlayışlarının tartışılmasına yol açan dilsel dönüşümün yaşama geçirilmesi
  • Mutlak değerler anlayışı yerine yoruma açık seçeneklerle karşı karşıya gelmekten çekinmemek;korkmamak;güvensizlik duymamak.
  • Gerçeği olabildiğince yorumlamak, belli bir zaman ve mekanın sözcüklerini kullanmak yerine gerçekliği kendi bütünlüğü özerkliği içinde anlamaya çalışmak
  • İnsanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışlarla hesaplaşmak, tek ve mutlak doğrunun egemenliğine karşı çıkmak
Bu söylemde artık önemli olan daha doğru bilginin araştırılması değil yeni doğrularının oluşturulmasıdır. Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler artık geçerliliğini yitirmiştir; ahlaksal normların kaynağı yaşanan koşullar, çağın gerekliliğidir.




Postmodernizm Kelimesi

Postmodernizmdeki post-eki sonra anlamına gelmekle birlikte modernizmden devam eden, ondan kaynaklanan ve ondan ayrılan anlamına gelmektedir.
Arnold Toynbee “Bir Tarih İncelemesi” (1939) adlı eserinde modern dönemin 1.Dünya Savaşı'yla sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştır. Yine 1934 yılında Amerika'da yayınlanan bir şiir antolojisinde postmodern sözcüğü yer almıştır. 1950'lerde modernizmdeki hemen tüm olgulara bir tepki olarak ortaya çıkıp mimarlık, sanat, politika, eğitim, toplum gibi çok farklı alanda kendinden iyice söz ettirmeye başlayan postmodernizm 1980'lerin başlarında yaygın olarak kullanılan bir kavram olmuştur.



Postmodernizmin Tarihçesi ve Moderniteyi Eleştirisi

Savaşın yarattığı yıkım, batı dünyasını ahlaki ve etik değerlerini alt üst etmiştir. O zamana kadar entelektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış (bu zamanlar ona “modern düşünce” deniyordu) geçerliliğini kaybetmeye başladı. Daha iyi ve daha güzel bir dünyaya kurulan özlem ve hayaller artık sona ermişti. İşte postmodernizm terimi bir önceki dönemden kopuş anlamında modernizm sonrasını, ötesini belirtmektedir.

İkinci dünya savaşı ertesinde sanat, edebiyat ve bilimsel etik alanındaki inançların ve iyimserliğin kaybolmasını ifade eden bir düşünce biçimini olarak da tanımlanabilir. Modernizmin kaybolmuş düşlerinin yerine; postmodernizm yeni bir ütopya koymak amacında değildi. Postmodernizm yeni bir lisan, yeni kavramlar getirerek modernist vizyonun gözden kaçırdığı açıları ve ufukları fark etmemizi amaçlamaktaydı. Bu yeni dil dinamik bir oyuna benzetilebilir, anlamlar sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Postmodernizmi anlamak demek aslında bu yeni dili okuyabilmek ve anlayabilmek demektir.

Postmodernizm öncelikle dünyaya olagelen değişimlere yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Postmodernizm kuralsızlığın kural, ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş açısı veya yaşam tarzını ifade eder.

Postmodern düşünürlerin yazılarınca daha çok iki önemli epistemolojik duruşu göz önünde bulundurduklarını görürüz. Bunlar çoğunlukla dilin felsefesinde ve anlam teorisinde takınılan pragmatik tavırlardır. Postmodernizm, bilime ve bilgiye yaklaşımların radikal bir eleştiriyi ya da başka deyişle epistemolojinin sorgulanması olmuştur. Postmodern eleştiri ve sorgulamaların düğüm noktasını asıl bu olgu oluşturmaktadır.

Modernistler topluma ait bilgiyi ve dili insanların bir araya toplanması olarak düşünürken postmodern düşüncede dilin ve topluluğun rolü arasında vazgeçilmez bir ilişki öne sürülür.

Toplumun yapısal elementlerle düzenlendiğine inananlar postmodernistlerin bir düzen ihtiyacı içerisinde olmamalarından yakınırlar. Her ne kadar postmodernistler düzeni tümüyle reddetmeseler de düzenin soyut ifadelendirilmeleri postmodernizmin içerisinde ciddi bir biçimde sorgulanır. Toplum onlara göre dil oyunlarının esnek ağlarıyla örülüdür. Sonuçta postmodernist düşüncede insanlar farklı idealleri taşıdıkça uzlaşma (konsensus) temeline oturtulmaya çalışılmaz.
Postmodernistlere göre gerçeklik yorumdan ayrılan bir şey değildir. Varolan bilginin tümü ancak insanlığın varlığı aracılığıyla anlaşılır. Düşünce ve gerçek birbirine karışmıştır; düşünceyi kısıtlayan, onu tıkayan ayrıca otonom bir gerçeklik yoktur


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
23 Nisan 2006       Mesaj #35
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Beyin göçü

Beyin göçü, yetiştirilmesi için büyük kaynak gerektiren veya yetiştiği halde ilgisizlik ve imkansızlık sebebiyle istihdam edilemeyen bilim adamı, hekim, mühendis vb. gibi vasıflı insan gücünün daha gelişmiş bir ülkeye göç etmesi.
Beyin göçünden bahsedilebilmesi için terk edilen ülke ile göç edilen ülke arasında gelişmişlik ve imkan açısından az da olsa bir fark bulunmalıdır. Beyin göçü temelde gelişmiş ülkelere yönelik bir kaynak aktarımı olarak değerlendirilebilir. Az gelişmiş ülkelerin bu yüzden uğradığı kayıp gelişmiş ülkelerden bu ülkelere gönderilen geçici uzman ve teknik personel yardımıyla kapatılamayacak kadar büyüktür. Gelişmiş ülkelerce gönderilen uzmanların vazife müddetinin sınırlı olmasına karşılık, gelişmiş ülkelere giden uzmanlar göç ettikleri ülkelere büyük çoğunlukla yerleşmektedirler. Gelişmiş ülkelere göç eden, hekim, mühendis, bilim adamı ve diğer uzmanların yetişmesi için harcanmış olan milli kaynaklar toplamı, göçü kabul eden gelişmiş ülkelerin, göç veren az gelişmiş ülkelerdeki kalkınma programları için yaptıkları yardımları çok aşmaktadır.

"Yetişmiş insan gücü hareketi" olarak değerlendirilen beyin göçünün geçmişi çok eski devirlere dayanır. Çeşitli dini, siyasi, ilmi ve ideolojik sebeplere dayanan beyin göçü ilk ve ortaçağlarda mevcuttu. İkinci Dünya Savaşından önce çok sayıda bilim adamları Hitler'den kaçıp ABD'de yerleştiler.

Günümüzde ise genellikle ekonomik, sosyal sebeplerle ve siyasi baskının fazla olduğu ülkelerden, diğer ülkelere doğru insan gücü akımı devam etmektedir. Ülkemizden de çeşitli Avrupa ülkelerine ve bilhassa ABD'ye beyin göçü sürmektedir. Gerek ülke imkanlarının sınırlı olması gerek kanuni düzenlemelerdeki karmaşıklıklar ve devlet yetkililerinin ilgisizliği, gerekse iç ve dış menfaat gruplarının baskıları sebebiyle yetişmiş insan gücüne sahip çıkılamamaktadır. Bilim ve teknoloji sahasında ilerlemiş ülkeler ise bu yetişmiş insan gücüne her türlü imkanı hazırlayarak ülke menfaatlerine göre istihdam etmektedirler. Gelişmiş ülkelerin geliştirdiği ve uyguladığı projelerdeki Türk bilim adamı, hekim, mühendis gibi yetişmiş elemanın bulunması Türkiye'den olan beyin göçünün durumunu göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti ve yetkilileri gerekli kanuni düzenlemeleri yapıp, bilim ve teknolojinin gelişmesini teşvik edici ve özendirici tedbirler alırlarsa ve gerekli maddi imkanlar hazırlarlarsa beyin göçü önlenecek, yetişmiş elemanlar, milli menfaatler doğrultusunda kullanılacak ve ülkemizin kalkınmasında büyük mesafeler kat edilecektir.

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #36
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kurum

Kurum kavramı, günlük dilde çeşitli kuruluşları tanımlamak amacıyla kullanılır. Örn: Çocuk Esirgeme Kurumu, İş ve İşçi Bulma Kurumu gibi. Oysa kurum sözcüğünün bilimsel anlamı, çoğunluğun aynı şekilde ve sıklıkla ortaya koyduğu davranışlarımızın toplamıdır, örüntülerdir.


Sosyolojik Tanımı

Kurumlar, bir toplumda sosyal yaşamımızı birbirimize benzer şekilde gerçekleştirdiğimizi ifade eden ve sağlayan kültürel süreçlerdir. Bir başka deyişle davranış örüntüleri, sosyal roller ve etkileşim süreçlerinden oluşan, kültürün büyük kısmını anlatmak için kullanılan bir kavramıdır. Kurum denilince, 'sosyal kurum' anlaşılır.
Kurumlar, temel davranış örüntülerine göre şekillenirken, toplumlara özgü bir yapıya kavuşurlar. Her bir toplumun kültürü, örfü, ananesi farklı olduğu için kurumları da farklıdır. Fakat her toplumda ztemel kurumlar vardır.

Bunlar,
  • Aile Kurumu
  • Ekonomi Kurumu
  • Siyaset Kurumu
  • Din Kurumu
  • Eğitim Kurumu
  • Boş Zamanlar Kurumu'dur
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #37
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Jürgen Habermas

(1929-...) Almanfelsefeci, sosyolog ve politika bilimci.


Hayatı ve Düşüncesi

18 Haziran1929'da doğdu. 1961 yılında Marburg'da doçent oldu. 1961-1964 yılları arasında Heidelberg'de felsefe dersleri verdi. 1964 yılında Frankfurt am Main Üniversitesi'nde felsefe ve sosyoloji profesörü oldu. 1971-1981 yıllarında Starnberg'deki, bilim-teknik dünyasının yaşam koşullarını araştıran Max Planck Enstitüsü'nün müdürlüğünü yaptı. 1981'de Berkeley Üniversitesi'nde konuk profesör olarak bulundu. 1982 yılında Frankfurt Üniversitesi'ne profesör olarak geri döndü. 1994 yılında buradan emekli oldu ve Northwestern University'de konuk profesör olarak seminerler verdi.

Habermas'ın başyapıtı sayılan “İletişimsel Eylem Kuramı” (1981) çağdaş düşünme evrenine gerek amaçları gerekse yapısı bakımından toplum kuramının yönünü değiştirecek denli önemli katkılarda bulunmuştur. Habermas kitabına tıpkı Weber ile Parsons gibi bir eylem tipolojisi geliştirmeyi amaçlayan üstkuramsal düşüncelerle başlamaktadır. Bu doğrultuda "uzlaşım yönelimli" (iletişim yönelimli) eylemler ile "başarı yönelimli" (ussal amaç yönelimli) eylemler arasında çok temel bir ayrım yapmış; buna bağlı olarak da "stratejik eylemler" ile "araçsal eylemler" arasında ayrıca bir ayrıma gitmiştir. Araçsal eylemler her zaman için fiziksel dünyada gerçekleştirilen amaç yönelimli müdahalelerdir. Genellikle etkililikleri açısından değerlendirilirken, teknik kurallara bağlı olarak da betimlenirler. Buna karşı stratejik eylemler belli sonuçlar elde etmek için insanları etkilemeyi amaçlayan eylemlerdir. Aynı araçsal eylemler gibi stratejik eylemler de etkililikleriyle değerlendirilip, oyun kuramının sunduğu araçlar yanında ussal seçim kuramlarınca betimlenirler.

Bu anlamda pek çok araçsal eylem aslında stratejik eylemdir de, buna karşı stratejik eylemlerden ancak kimileri araçsaldır. Öte yanda iletişimsel eylem, bütünüyle bağımsız ve ayrı bir toplumsal eylem türüdür. İletişimsel eylemin en son amacı başkalarını etkilemek olarak dile getirilemeyeceği gibi bu eylem türü sırf etkilemek yoluyla da gerçekleştirilemez. O nedenle daha çok dünyadaki herhangi bir şey üzerine uzlaşıma varma, bu konuda karşılıklı anlamaya ulaşma çabası olarak anlaşılması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında bütün eylem türleri eninde sonunda amaç yönelimli olmasına karşın, iletişimsel eylemde ulaşılmak istenen tek amaç, karşıdaki kişi ya da kişilerin yaşam dünyalarına değgin onlarla işbirliği yaparak beraber yürütülen yorumlama süreci yoluyla ortak bir anlayışa varmaktır. Böyle bir süreçte, yani iletişimsel olarak eylemde bulunurken, Habermas'a göre kişiler az ya da çok ortaya koydukları savların geçerli olduğunu kabul ederler; ayrıca her iki taraf da karşılıklı olarak kendi savlarının geçerliliğini tanıtlayacak nedenler göstermeye, gösterdikleri bu nedenler doğrultusunda savlarının geçerliliğinin sorgulanmasına izin vermeye hazırlıklı olmalıdırlar.
Habermas daha teknik bir düzeyde, modern ussallık yapıları bağlamında, iletişimsel olarak karşılıklı anlamaya varma uğraşı içinde olan bireylerin kendi yorumlarını gerçekte üç temel "konuşma edimi"ne karşılık gelen üç ayrı geçerli sav türüyle dillendirdiklerini savunmaktadır:

1) sabit, değişmez konuşma edimlerinde ileri sürülen doğruluk savlan;

2) düzenli konuşma edimlerinde ileri sürülen normatif doğruluk savları;

3) dile getirmeci konuşma edimlerinde ileri sürülen doğruluk savları.

Bu üstkuramsal ve yöntembilgisel düşünceler dışında İletişimsel Eylem Kuramı, bir ussallaştırma ve toplumsal ayrımlaşma sürecinin sonucunda ortaya çıkan modern toplum üzerine oldukça kapsamlı bir yorum sunmaktadır.
Habermas'ın geliştirdiği özgün "söylem etiği" (iletişim etiği) onun iletişim kuramının ayrılmaz bir bileşenidir. Söylem etiğinin temelde yararcılık ile Kantçı etik kuramlarına karşı bir seçenek olarak geliştirilmiş; uzlaşım sonrası bir etik anlayışa karşılık gelen bir yaklaşım olduğunu söyleyen Habermas, bu yaklaşımın ana düşüncesinin birbiriyle çarpışan farklı savların geçerliliklerinin sınanabilmesine olanak tanıyacak bir uslamlama ilkesi geliştirmek olduğunu belirtmektedir. Habermas'a göre böyle bir ilke, ancak iletişim ile uslamlamanın genel pragmatik varsayımlarına bakılarak temellendirilebilecek bir ilkedir. İlkeyi temellendirirken Habermas'ın izlediği yol en genel anlamda şu biçimde özetlenebilir: Belli ifadeleri dile getirirken konuşmacılar en azından üstü örtük bir biçimde farklı türden geçerlilik savlarına başvurmaktadırlar. Bunlar sırasıyla "doğruluk savı", "normatif doğruluk", "içtenlik ya da dürüstlük" diye sıralanmaktadır. Bu geçerlilik savları aynı zamanda dışsal kısıtlamalardan kurtulmuş "ideal konuşma ortamı"nın da yeter koşullarını oluşturmaktadır.

Geliştirdiği "İletişimsel Eylem Kuramı" ile toplum kuramı alanında oldukça yankı uyandırmış, özellikle iletişim felsefesi alanındaki düşünceleriyle üstfelsefe tartışmalarına önemli bir açılım kazandırmış Frankfurt Okulu'nun en önemli son kuşak felsefecisi, Alman toplum kuramcısı ve eleştirmeni. Adı çok büyük ölçüde modern kamu alanı düşüncesi doğrultusunda temellendirdiği "kamusallık" ile "özgür kamusal ussallık" anlayışlarıyla öne çıkmasına karşın, Habermas iletişim kuramı, biçimsel olmayan uslamlama, etik, toplum bilimlerinin temelleri ve yöntembilgisi gibi alabildiğine değişik alanlara son derece önemli katkılarda bulunmuştur.


Başlıca Eserleri
  • Strukturwandel der Öffentlichkeit (1962, "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü");
  • Erkenntnis und Interesse (1968, "Bilgi ve İlgi");
  • Technik und Wissenschaft als 'Ideologie' (1968, "İdeoloji" Olarak Teknik ve Bilim);
  • Zur Logik der Sozialwissenschaften (1970, "Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine");
  • Theorie der Gesellschaft oder Sozialtechnologie. Was leistet die Systemforschung? (Niklas Luhmann'la birlikte, 1971, "Toplum Kuramı ya da Sosyal Teknoloji. Sistem Araştırması Neye Yarar?");
  • Zur Rekonstruktion des histo- rischen Materialismus (1976, "Tarihsel Materyalizmin Yeniden İnşası Üzerine");
  • Theorie des kommunikativen Handelns (1981, "İletişimsel Eylem Kuramı");
  • Der philosophische Diskurs der Moderne (1985, "Modernin Felsefî Söylemi");
  • Die nachholende Revolution (1990, "Arkadan Yetişen Devrim");
  • Faktizität und Geltung (1992, "Olgular ve Normlar").
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #38
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Max Ferdinand Scheler (1874-1928) (Sosyolog)

"Yaşantı"nın, başta dinsel, kişisel, toplumsal, tarihsel yönleri olmak üzere, her birine gereken önemi verecek biçimde bütün yönleriyle ele alınması gerektiğini savunan Alman görüngübilimci, toplum felsefecisi, bilgi toplumbilimcisi. Hemen hemen felsefesinin tamamında geleneksel filozofların çoğunlukla gözardı ettiği düşüncenin duygusal temelleri üstüne yoğunlaşan Scheler, Münih kentinde doğmuş, Jena'da ögrenim görmüş, 1907'de döndüğü Münih'te görüngübilimle, özellikle de önceki dönem Husserl görüngübilimiyle ve Husserl'in Münih Okulu izleyicilerince uygulanan gerçekçi görüngübilimle tanışmıştır.
Dilthey ile Bergson'un yaşam felsefelerinden büyük ölçüde etkilenen Scheler’in ilk çalışmaları, etik alanında daha sonra oluşturacağı değer kuramına yönelik ön hazırlık niteliğindeki görüngübilimsel araştırmalardan oluşmaktadır. Bu ilk çalışmalarında "duygudaşlık" ile "gücenme" duygularının betimlenmesi üzerine yoğunlaşan Scheler, formculuk üzerine kurulu kantçı usçuluğun eleştirisini yapmıştır. Bunun yanında Scheler, I. Dünya Savaşı sırasında ateşli bir ulusçu olarak savaşı destekleyen, savaşın neden gerekli olduğunu modem kültüre yönelik felsefı eleştirileriyle temellendirmeye çalışan denemeler yazmıştır. Daha sonraları çok daha geniş, çok daha kapsamlı bir toplum tasarımına geçmiş olmakla birlikte, yaptığı modernlik eleştirileri yazılarının değişmez konularını oluşturmaktadır. Bu eleştirilerin temel hedeflerinden biri, İngilizce konuşulan ülkelerin felsefelerinin doğalcılığı ile us yürütmeye dayalı çıkarsamacılığıdır. Savaştan sonra katolikliğe geçişi, görüngübilimsel betimleme yöntemini dinsel görüngülere ve duygulanımlara uygulamasına olanak tanımış, daha sonraları ise bu yöntemi çoğunlukla insanbilim ile doğa bilimlerinin izleklerine uygular olmuştur.
Scheler son dönem yazılarında daha çok modern bilimin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan metafizik felsefe sorunları üstünde durmuştur. Düşüncelerinde çok derin içgörülerle karşılaşılmasına karşın bu içgörülerin genellikle dizgeli bir biçimde düzenlenip sağlam bir biçimde temellendirilmemiş oluşları felsefesinin en belirgin özelliklerinden birini oluşturmaktadır.
Scheler'in felsefesinin kuşkusuz en önemli bölümünü Kant etiğine karşı geliştirilen nesnel değerler sıradüzeninin a priori olarak duygusal bakımdan kavranmasını amaçlayan değer çözümlemeleri üstüne kurulu etik öğretisi oluşturmaktadır. Geliştirdiği etiğin özce "kişiselci olduğunu özellikle vurgulayan Scheler , bu bağlamda "kişi"yi "ben"den kesin çizgilerle ayırarak kişisel değerleri her bakımdan üstün kılmaya çalişmaktadır. Bu bağlamda, en üst konuma yerleştirilen söz konusu kişisel değerleri değişik toplumsal etkileşim biçimleri için sunduğu çözümlemelerle ilişkilendirmeye ayrı bir özen göstermiştir. Bilgi kuramı alanında daha çok pragmacı bir yaklaşımı benimseyen Scheler bu yaklaşımı bilim ile algı alanlarına uygularken, felsefeyi özlerin görüsünü araştıran bir disiplin olarak tanımlamıştır. Öte yanda Scheler 'in din felsefesine büyük ölçüde Tanrı'ya sevgi yoluyla ulaşılabileceğini savunan Augustinusçıı anlayış ile Tanrı'nın us yoluyla bilinebileceğini ileri süren Aquinasçı anlayışı uzlaştırma çabası olarak bakılabilir. Nitekim özellikle son dönem çalışmalarında felsefi insanbilim ile merafizik sınırları çizilmiş ikici bir yaklaşım sergileyen Scheler 'in, bu bağlamda duygudaşlık kavramı üstüne yoğunlaşarak tinsel sevgi ile yaşam itkisi arasındaki geleneksel çatışkıyı ortadan kaldırma arayışı içinde olduğu gözlenmektedir.
Scheler 'in görüngübilim yönteminin belkemiğini, yaşamında baştan beri hep bulunmalarına karşın bilenden a priori anlamda bağımsız olan özlerin nesnelliği anlayışı oluşturmaktadır. Bu anlamda Scheler 'e göre, değerler nesnel olmalarına karşın Platoncu anlamda birer öz değildir. Nesnelliklerine ancak dolaysız yaşantıda, duygular alanında erişilebilir. Sözgelimi müzikte güzelliği dinlemek salt belli notaları, belli sesleri duymak demek değildir. Scheler bu noktada "değerlemeler" ya da değer bakış açılan ile "değerler" arasında bir ayrıma gider. İlki yani değerlemeler tarihsel olarak göreceyken, değişkenlik gösterebilirken, ikincisi yani değerler bağımsız ve değişmezdirler. Buna göre aralarında her zaman için keskin bir sıradüzen bulunan dört değer bulunmaktadır: "haz", "canlılik", "tin", "din".
Bu değerlere karşılık gelen, bu değerleri kendisi yaratmamasına karşın keşfetme yetisini kendinde taşıyan çeşitli kişilikler söz konusudur. Bunlar değer keşifçileri ya da değerleri açığa çıkaranlar olabilecekleri gibi, açığa daha önce çıkarılmış değerleri yaşamlarıyla somut bir biçimde örneklendirenler de olabilirler. Scheler 'in gözünde sanat icracıları, kahramanlar, dehalar, azizler bunların en başında gelen kişiliklerdir. Benzer bir değer sıradüzeni, en yukarıda Kilise'nin bulunduğu, sevgi ile dayanışmanın egemen olduğu Hıristiyan toplumu olmak üzere toplum katmanlarında da bulunmaktadır. Nitekim bu noktada Scheler , liberal toplum anlayışlarını bu sıradüzeni bozduklarından, topluma içedönüklüğü, bireyciliği, yanlış bir değer düzenini pompaladıklarından ötürü sürekli eleştirmiştir.
Scheler 'in değer felsefesinin en önemli özelliklerinden birisi "yükseklik" ya da "alçaklık" bildiren sıradüzenli kategoriler doğrultusunda yapılanmış oluşudur. Nitekim varlık türleri, bilinç düzeyleri, değer biçimleri gibi sıradüzen ayrımlarıyla Scheler'in düşüncelerinin hemen her yerinde karşılaşmak olanaklıdır. Söz konusu ayrımlar Scheler'in önceki felsefe anlayışlarına karşı eleştirel bir konum alabilmesine olanak tanıması yanında, metafizik bakımdan kilit önemi bulunan tin ile itki arasındaki ayrım üstüne yoğunlaşan olgunluk döneminde geliştirdiği felsefi insanbilim anlayışı için de sıradüzenli bir insan varliğı yapısı sunmaktadır. Bu bağlamda kendi düşüncesinin etik bakımdan "kişiselciliği"ne sürekli vurguda bulunan Scheler, yöntem olarak ilkece Husserl'in görüngübilim anlayışını benimsemiş olmakla birlikte önemli kimi noktalarda ondan ayrılmaktadır. Sözgelimi Husserl "görüngübilimsel indirgeme" yi gerçek nesnelerin ya da olguların dikkatimizi bozmasına karşı "varoluşun ayraç içine alınmasının", dolayısıyla da salt düşünce alanına geçmenin etkin bir yolu olarak görürken, Scheler bütün varoluşu dürtülerce uyarılmaya karşı direnme yetisi olarak yorumladığından, ilkece burada ayraç içine alınan dürtüler ve dürtülenimler olduğunu savunmaktadır.
Scheler bize verili olanın tinsel işleyişimizin en altında yatan kör dürtüler olduğunu (Aristoteles'in bitkisel tin tasarımını anımsatan), bunların da her türden biliş etkinliğinin önündeki en büyük engeller olmaları nedeniyle, Husserlci anlamda asıl ayraç içine alınmaları gerekenin de onlar olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim Scheler'e göre felsefe özü gereği bir özbilgisi, bir özdenetim, en önemlisi de alçakgönüllülük üstüne kurulu bir etik kültür edinmeyi zorunlu kılmaktadır. Felsefenin doğasına yönelik söz konusu açıklamanın ayrıntılı bir biçimde sunulduğu İnsandaki Bengisel Üzerine (Vom Ewigen im Menschen, 1921) başlıklı kitabında Scheler, felsefenin başkoşulu olarak "yapılanma bilgisi" (Bildungwissen) diye adlandırdığı tinsel özler ile değerler tarafından yapılanmış olmayı göstermektedir. Buna göre gerçek felsefe Scheler'in gözünde her zaman için özler ile değerlerin bir uzantısı olacak biçimde kendini yapılandırmış tinsel kişilerin, yani gerçek filozofların uğraş alanıdır. Bu görüş aynı zamanda Eski Yunan düşüncesi ile skolastik felsefedeki bilme ediminin bütünüyle bilinen nesneyle girilen paylaşım ilişkisi olduğu yollu tasarımı, o nesneyi değiştirmeksizin o nesneye katılma anlayışını anıştırması bakımından bir hayli dikkat çekicidir. Öz olarak (gua eessence) düşünüldüğünde bilinen nesne bu anlamda her zaman bilenin zihnindedir.
Felsefenin aynı zamanda dünyamn simgeselliğinden arındırılması çabası olduğunu ileri süren Scheler, şeylere doğal, ben ya da grup merkezli "canli" yaklaşımımızın (sonradan "yaşam dünyası" olarak temellendirilen) canlılığın önemi uyarınca biçimlenen bir bölümleme üzerine bina olduğunu belirtmiştir. Bu anlamda algı, Scheler'e göre her zaman verili olanın bütünlüğünden ya da toplamından seçilip ayıklanarak olanaklılık kazanmaktadır. Sözgelimi nesnelerin alımladığımız belli yönleri (bir kirazın kırmızılığı gibi) amaçlarımıza bu biçimde uygun olmalarından ötürü nesnenin simgeleri olma işlevini yerine getirmektedirler. Oysa ki felsefi bakış ancak özsel doğaya ilişkin bütün kavramların görüntüsünün dışına çıkıldığında "gürülebilir olanı görmemize" olanak tanımaktadır. Bu noktada gerek kültürde gerekse dilde verili olarak bulduğumuz "doğaya yönelik dünya görüşünün" kendi çevremizi denetleyebilmemizin temelini oluşturduğu gerçeğine dikkat çeken Scheler, bu bakış açısından edinilmiş bilginin en az felsefe bilgisi kadar yetkin olduğunu dile getirmektedir. Ancak burada bilginin nesnelerinin insan ilgileri karşısında her zaman için göreliliği söz konusudur. Sözgelimi bilimsel nesneler, bilimsel etkinlik doğası gereği insanın olağan duyu alanının sınırlarını aşarak insan ilgisinin kapsam alanını genişlettiğinden dolayı, ancak kendilerine bu türden bir ilgi doğrultusunda yaşamayı seçmiş bilim adamlarının yaşam ilgilerine göredir. Felsefe bilgisi, bilimsel bilgi ve kimi görece daha önemsiz öteki bilgi ilgileri yanında Scheler'in üstünde özellikle durduğu, "kurtuluş bilgisi" (Heilwissen) diye adlandırdığı bir bilgi türü daha bulunmaktadır. Scheler'in koyu bir katolik olduğu dönemde kurtuluş doğrudan ahlâksal ve dinsel bilgiyle ya da pratikle ilintili bir konu olarak düşünülür, bireyin tinsel anlamda kurtuluşu demek söz konusu bireyin "sevgi toplumun" a katılması, o toplumun bir üyesi olarak tinsel bakımdan tanınması demektir. Buna karşı kurtuluş bilgisi Scheler'in son dönemlerinde daha çok metafızik bir anlama bürünmüştür. Bu yeni metafızik yönelimli kurtuluş tasarımında tin özler ve değerler alanlarına karşılık gelirken, beden ise evrenin maddeselliğini simgeleyen saltık varlıktaki bütün gerilimler ile çatışkıların çözülüşünü ifade ermektedir.
Scheler'in etiğinin belkemiğini olıışturan değerler kuramında, değerler her durumda yönelmişliğe konu duygu nesneleridir. Değerler ya nesneler içinde ya da nesneler üzerine duyulan niteliklerdir, bu yüzden de ussal yolla anlaşılmaya açık değillerdir. Bu anlamda değerler "duygusal a priori bir alam meydana getirmektedirler, çünkü iyilerin ve amaçlann görüngüleri, hatta haz duyulanımları da dahil olmak üzere, bütün değerler daha baştan bu "a priori' alanın varliğını varsaymaktadırlar. Değerlerin olumlu ya da olumsuz biçimlerde bize verili oldukla- nnı ileri süren Scheler, değerler sıradüzeninin en alanda hazsal ve duyusal değerlerin, onun bir üstünde dirimsellik değerlerinin, onların üstünde salt doğrulukla ilintili pragmatik çıkarlara konu olmayan güzellik, adalet, yüreklilik gibi tinsel değerlerin, en yukarda da tanrısallık değerlerinin bulunduğunu savunmaktadır. Bu durum Scheler'in değerler öğretisine en büyük katkısı olarak düşünülen "duygudaşlık" üzerine verdiği ayrıntılı görüngübilim betimlerinde kendisini göstermektedir. Pek çok felsefe tarihçisinin Scheler ’in en değerli yapıtı olarak değerlendirdiği Duygudaşlığın Özü ve Biçimi (Wesen und Formen der Sympathie, 1923) özünde filozoflarca göz ardı edilmiş değişik duygudaşlik türlerini ortaya serme amacındadır. Söz konusu yapıtında başta "özdeşleyim" (Einfıibkrn) anlayışı olmak üzere çeşitli metafızik duygudaşlık kuramlarını eleştirel bir gözle inceleyen Scheler, sevgi ile nefret duygularının kapsamli bir çözümlemesini sunduktan sonra, sevginin gerek tinselliğin gerekse kişiselliğin başkoşulu olduğu saptamasında bulunmaktadır. Buna göre, yalnızca gerçek sevginin özler ile değerler dünyasının kapılarının aralanmasına olanak tanıdığını belirten Scheler, insanın doğası gereği seven bir varlık olduğunu bildirmektedir. Scheler'in özellikle kişinin duygusuyla yöneldiği nesnelerden daha yüksek olan o nesne üstüne kurulu değerlerin yaratımı sürecini sevgi olarak tanımlaması, hem varoluşçu hem de görüngübilimci felsefe çevrelerinde halen yakın bir ilgi uyandırmayı sürdürmektedir.
Max Scheler'in diğer önemli yapıtları arasında, Kant'ın biçimsel ahlâk felsefesini eleştirdiği (Etikte Biçimcilik ve Maddi Değer Etiği, 1921), Marksist yaklaşıma eleştirel bir gözle yaklaşan ve bir bilgi toplumbilimi denemesi olan Die Wirreuıfornıen und die Gerellrcbaft (Bilgi Biçimleri ve Toplum ,1926) ile Felsefi insanbilim üzerine görüşlerini sunduğu Die Stellrmg der Menrcheu im Kormos (İnsanın Kozmostaki Yeri , 1928) sayılabilir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #39
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Sosyolog Mehmet Eymen



1949 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve Sorbonne Üniversitesi'nde okudu. Nancy'de Sosyoloji Doktorası verdi. Waldeck Rochet'nin önermesiyle Georges Marchais'nin yönetimindeki Fransız Komünist Partisi'ne (FKP) girdi. Süreç içinde "sosyalistlerle ortak hükümet" ve "Eurocommunisme" çalışmalarının içinde ve eğitim sekretaryası başında görev aldı. Türkiye'deki 1971 ve 1980 askersel faşist cuntaları döneminde kitap çevirilerinden ve yurtdışı komünist örgütlenme yönetmenliğinden tutuklandı ve toplam 4.5 yıl hapis yattı. 1990 olayları ertesinde FKP'den ayrıldı. Şimdilerde "Katman" başlıklı bir analiz portalı işletmektedir.
Son düzenleyen Safi; 23 Aralık 2015 01:33
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #40
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Sosyal pedagoji

Sosyal pedagoji, Alman bilim adamı Adolf Diesterweg (1790-1866) tarafından ilk defa ortaya atılan bu terim, toplumda mağdur duruma düşmüş, sosyal yönden tecrit edilmiş veya şahsî yönden problemleri olan insanların sosyal hayata yeniden kazandırılmaları, bağımsız ve üretken hâle gelmelerini sağlayan terapoytik, eğitimsel ve danışmaya yönelik hizmetlerin bütünüdür. Daha basit bir yaklaşımla sosyal pedagoji, sosyal sorunlu çocuk, genç ve yetişkinlerin okul dışı eğitim ve terbiyesidir.

Bazı sosyal bilimciler, sosyal pedagojiyi, toplumsal eğitim veya yaygın eğitim anlayışı ile daha çok halk eğitimi veya kitle-toplum eğitimi olarak tanımlamaktadır. Bazıları da sosyal pedagojiyi, halk eğitimi çerçevesinde dar anlamda sadece yetişkinler eğitimi olarak görmektedir.

Topluma yönelik eğitim faaliyetlerinin ortak noktası, okul dışı, bir başka ifadeyle örgün eğitimin dışında kalmasıdır. Dolayısıyla, sosyal pedagoji; mecburî eğitimini tamamlamış olan veya buna paralel olarak bazı sosyal sorunlu kişiler için, genelde kamu kurum ve kuruluşlarca düzenli, plâanlı ve sistemli bir şekilde yürütülen yaygın eğitim faaliyetlerinin bütünüdür.

Örgün eğitim sistemine hiç girmemiş veya herhangi bir kademesinde bulunan veya bu kademeden çıkmış gençlere ve bütün yaş gruplarına, örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen eğitim, öğretim, rehberlik ve uygulama faaliyetleri, sosyal pedagoji kapsamına girmektedir.

Halk eğitiminin yöneldiği kitle; yaş, akıl, cinsiyet, eğitim düzeyi, öğrenme ihtiyacı-isteği, sosyal statü ve sosyal gereklilik bakımından birbirinden farklı kişilerden meydana gelmektedir.
Türkiye'de halk eğitiminden yararlanan kişilerin başında daha çok okuma yazma bilmeyenler, ev kadınları; beceri sahibi olmayan veya niteliksiz işsizler¸ serbest meslek erbabı; yaşadıkları ülkenin lisanını bilmeyen yabancılar, işçiler; işverenler; çiftçi; öğrenci; zanaatkâr ve esnaf gelmektedir.
Sosyal pedagojik faaliyetlerin kapsamına hemen hemen aynı sosyal gruplar girmektedir. Ancak, bu hedef kitlelerin içinde psiko-sosyal yönden sorunlu olan kişiler, asıl sosyal pedagojin ilgi alanına girmektedir.
Sosyal eğitim faaliyetleri, sosyal politikalar, sosyal hizmetler, gençlik hizmetleri ve aile hizmetleri aracılığı ile yürütülmektedir.

Avrupa'da sosyal pedagojik hizmetler, 19. yüzyılda kilise tarafından başlatılmıştır. Hedef grup, daha ziyâde sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenen ve şehirlere göç eden büyük ailelerin çocukları olmuştur. Bu dönemde örneğin Almanya'da, özellikle büyük şehirlerde kilise örgütleri tarafından muhtaç gençlere, meslekî eğitim imkânı tanıyan yurtlar, dernekler ve okulların yanında özel çocuk bakım evleri açılmıştır.
Bugün, sosyal pedagojik hizmetlerin faaliyet alanları ile sosyal çalışmanın faaliyet alanları birbirine çok yakındır. Bir kamusal sosyal faaliyet biçimi olarak sosyal çalışma, kötü sosyal şartları ortadan kaldırmak ve sosyal sorunlu kişi ve ailelere aynî veya nakdî destek sağlamakla bu maddî sorunun ortadan kalkmasına yardımcı olurken, sosyal eğitim daha çok bu sosyal grupların eğitimleri ile ilgilenmektedir.


Sosyal Pedagoji ve Sosyal Çalışmanın Faaliyet Alanları
  • Özürlülerin sosyal hayata adaptasyonu ve eğitimi.
  • Alkol ve uyuşturucu bağımlıların psiko-sosyal sorunlarına eğitimsel açıdan yardımcı olmak.
  • Yabancıların sosyal hayata uyumlarını kolaylaştırmak amacıyla dil kursları çerçevesinde pedagojik uyum programları sunmak.
  • Evsiz-barksız kişilere sosyal konut alanında veya geçici iskan konusunda yardımcı olmak.
  • Yardıma muhtaç kişi ve ailelerin psiko-sosyal ve maddî sorunlarını gidermek konularında yardımcı olmak.
  • Aile içi şiddete maruz kalmış kadın ve çocukların psiko-sosyal sorunlarına yardımcı olmak ve geçici-kalıcı sosyal konutlar bulmak.
  • Çocukların psiko-sosyal ve eğitim sorunlarına yardımcı olmak.
  • Tutukluların eğitim gereksinimlerini karşılamak.


Sosyal Pedagoji ve Halk Eğitiminin Hedefleri
  • Aileleri korumak ve sağlıklı bir ortamda geliştirmek.
  • Çocukların sosyalleşmesine yardımcı olmak.
  • Kişilere sosyal ahlâk ilkeleri çerçevesinde sosyal sorumluluk aşılamak.
  • Toplumun genel kültürel, meslekî ve eğitim ihtiyacını karşılamak. Özellikle meslek veya sanat sahibi olmayanlara meslekî bilgi ve beceri öğretmek.
  • Bireyin kişisel yeteneklerini geliştirmek.
  • Bireyin toplum içindeki görevini daha iyi kavramasını sağlamak. Sosyal uyumuna ve gelişimine yardımcı olmak.
  • Örgün eğitim kurumlarından yararlanamamış olanlara temel eğitim olanakları sunmak.
  • Örgün eğitimden geçmiş kişilere belirli alanlarda duydukları eksikliklerini giderebilmek için tümleyici ve yenileyici eğitim sunmak.


Türkiye’de Sosyal Pedagoji ve Halk Eğitimi

Türkiye'de sosyal pedagoji ve sosyal çalışma faaliyetleri, sınırlı imkânlar doğrultusunda daha çok sosyal hizmetler çerçevesinde yürütülmektedir. Yaygın eğitim faaliyetlerinin büyük bir bölümü ise, iyi organize edilmiş bir şekilde daha çok Halk Eğitim Merkezleri tarafından düzenlenmektedir.
1956 yılında açılmaya başlayan ve sayıları 1960'da 19'a, 1970'de 334'e, 1980'de 567'ye ve 1991'de de 767'ye ulaşan Halk Eğitim Merkezleri, il ve ilçelerde Millî Eğitim Müdür Yardımcılarından birine bağlı olarak çalışmaktadır.
Halk Eğitim Merkezlerinde eğitim hizmetleri, genellikle 4 değişik alanda olmaktadır:
Meslek Kursları Merkezlerde, biçki-dikiş, giyim, modelistik, kilim-halı dokuma, el örgüsü, yapma çiçekçilik, ve nakış gibi evlerde kullanılabilecek beceriler kazandıran kurslarla elektrikçilik, oto elektrik, trikotaj, torna-tesviye, traktör bakım ve onarım, demircilik, doğramacılık, tornacılık ve kaynakçılık gibi sanayi kesiminde iş bulmaya yarayacak beceriler kazandıran kurslar Meslek Kursları adı altında yürütülmektedir. Sosyo-Kültürel Kurslar Merkezlerde, genel kültür konuları ile örgün eğitimdeki ders konularını içeren, katılanların genel kültürlerini, bilgilerini artırmaya yönelik ya da onları çeşitli imtihanlara hazırlayan kurslar da tertiplenmektedir. Bu kurslar şunlardır:
  • Müzik (Türk halk müziği; Türk sanat müziği); Folklor (Halk oyunları);
  • Üniversiteye Hazırlık (Genel yetenek, Fen, Lisan, Sosyal);
  • Müzik Aletleri (Keman, Bağlama, Flüt, Kanun, Tambur, Ney);
  • Yabancı Dil (İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça);
  • Okul Bitirmelere Hazırlık (Fizik, Edebiyat, Matematik, Fen bilgisi, Kimya, Coğrafya, Sosyal bilimler, Tarih);
  • Spor (Jimnastik, Basketbol, Hentbol, Voleybol, Güreş, Tenis, Atletizm, ***s);
  • Diğer sosyo-kültürel kurslar (İlk yardım, Çevre Sağlığı, Nüfus planlaması, Anne ve Çocuk Sağlığı.
Okuma Yazma Kursları Bu kurslar, okuma-yazma öğretmeyi amaçlayan 1. kademe kurslarıyla, okuma-yazma öğrenenleri ilkokul bitirme sınavlarına hazırlayan 2. kademe kurslarından oluşmaktadır. Sosyo-Kültürel Etkinlikler Merkezlerde sosyal-kültürel etkinlikler adı altında herkese açık olan toplantılar, sergiler, tiyatro ve sinema gibi gösteriler düzenlenmektedir


Benzer Konular

26 Şubat 2017 / Misafir Coğrafya
8 Mart 2018 / Misafir Biyoloji
31 Ağustos 2012 / Misafir Coğrafya
15 Kasım 2016 / _Yağmur_ Zooloji
4 Mart 2015 / Misafir Cevaplanmış