Arama

Hindistan (İndia) ve Hindistan Tarihi - Sayfa 2

Güncelleme: 13 Şubat 2017 Gösterim: 56.790 Cevap: 22
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #11
Safi - avatarı
SMD MiSiM

TARİH


tarihöncesi ve öntarih


Sponsorlu Bağlantılar
Hindistan altkıtası, yani bugünkü Hindistan, Pakistan ve Bangladeş, tarihöncesi kalıntılar bakımından son derece zengindir. Bu geniş toprakların hemen her yerine dağılmış birçok yerleşmeden çıkarılan buluntular hâlâ yeterince kesin bir şekilde tarihlenemediği için, yalnızca taş aletleri sınıflamakla yetinildi; ilk insanların ve onlardan sonra gelenlerin faaliyetlerinin tek kalıntıları olan bu aletler, Yontmataş çağının birbirini izleyen üç dönemine göre üç büyük grupta toplandı; bu dönemler, insanın evrimi bakımından, archanthropus'tan ne- antropiyen’e, yani yaklaşık —35 000 ile —15 000 arasında ortaya çıktığı sanılan bugünkü insana geçiş süreciyle çakışmaktadır. Bu durumda mikrolitik endüstriler bütünüyle neantropiyen’in eseri olarak belirmektedir, çünkü bu endüstrilere Hindistan'da Holosen çağından önce rastlanmaz (yaklş. —10 000) Günümüzde ilk insansıgillerin bölgeye, kimilerinin düşündüğü gibi kuzey-batı’dan mı geldikleri, bu evrimin bizzat Hindistan’da mı gerçekleştiği, yoksa yarımadaya, çok eski zamanlarda denizaşırı yerlerden gelmiş toplulukların mı yerleştiği kesin olarak bilinmiyor.
Ad:  indiya3.jpg
Gösterim: 690
Boyut:  84.3 KB

Eski Dünya’da ilk kez Ortadoğu'daki Bereketli Hilal’de (İ.Ö. IX.-VII. binyıllar arasında) görülen ve üretim ekonomisiyle belirgin olan "yenitaş devrimi", Pakistan'da, Hindistan altkıtasındaki kadar eski yerleşmelerin bulunmasıyla ortaya çıktı (Mehrgarh gibi), indus havzasına hâkim olan Belucistan'ın bu kesiminde, daha o tarihlerde köylerin bulunuşu, “indus’" ya da “Harappa” adı verilen ilk hint uygarlığının, altkıtanın bu bölgesinde doğmuş olabileceğini düşündürmektedir: oysa aynı tarihlerde Hindistan'ın geri kalan tüm bölgelerinde, insan toplulukları çok daha geri bir uygarlık aşamasındaydılar.

İ.Ö. IV. binyıl'da gelişmeye başladığı sanılan indus uygarlığıyla birlikte, Tunç çağı, yani Hindistan’ın öntarihi başlar. Yaklaşık İ.Ö. 2500-1750 arasında en yüksek düzeyine ulaşan bu uygarlık yazıyı biliyordu. Ancak harappa yazısı ve dili henüz çözülemediğinden maddi özellikleri bakımından oldukça iyi tanınmakla birlikte, bu uygarlık bizim için hâlâ bir bilmecedir.

İndus uygarlığının parlak dönemini izleyen ve asıl tarih dönemlerinin başlangıcına (geleneksel olarak İ.Ö. VI. yy., yani Buddha dönemi) dek uzanan binyıl da bilinmezliğini koruyor. Bu binyılın aydınlatılması bütünüyle ünlü “Ariler” sorununa bağlıdır. Bir yandan, en eski hint edebiyat derlemesi olan Rigveda ile onu izleyen çeşitli derlemelerin İ.Ö. II. binyıl’ın ikinci yarısından sonra Kuzey-Batı Hindistan’dan kaynaklandığı sanılmaktadır; bunlar bir hint-avrupa dili olan sanskritçeyle yazılmıştır. Öte yandan arkeologlar, bugüne dek bu dönemde ve bu bölgelerde, belirgin göç hareketi izlerine rastlamadılar. Pencab'ın hem Pakistan hem de Hindistan kesiminde sadece geç harapça kültürlerinin kalıntıları bulundu; bunları, birkaç yüzyıl sürdüğü sanılan bir duraklama döneminin ardından, başka seramik tipleriyle (özellikle boyalı ve gri hamurlu çömlekler) belirgin olan ve daha çok Doab’da (Ganj ve Yamuna ırmakları arasında) ve yukarı Ganj vadisinde gelişen yeni bir kültürün kalıntıları izledi. İ.Ö. I binyıl'ın başlarında geliştiği tahmin edilen bu kültürden sonra, bu kez kesintisiz bir şekilde, merkezi Orta Ganj vadisi olan daha gelişmiş bir kültür ortaya çıktı (gri hamurlu çömlekler bakımından da daha ileri teknikler kullanılmıştı). Bu kültür, İ.Ö. I. binyıl’ın ikinci yarısında da devam ettiği için tarih dönemine aittir. Eldeki veriler çerçevesinde, göçebe oldukları anlaşılan ve göç hareketlerini iyi bilmediğimiz kabilelerin hint -avrupa dili ve ideolojisini taşıdıkları bir dönemde, Ariler’in Hindistan’a dilleri ve uygarlıklarıyla girmiş oldukları öne sürülebilir. Hint-avrupa kültürünün Hindistan’a girmesi sorununu da, harapça dilinin yapısıyla ilgili büyük varsayımlardan biri doğruysa (yani bu dil o tarihlerde bir hint-avrupa diliyse), yeniden incelemek gerekecektir.

Eski Hindistan


Eski Hindistan tarihi genellikle, kronolojik açıdan Buddha dönemi ile İ.S. 1206'da Delhi'de ilk müslüman iktidarın kurulduğu dönem arası olarak düşünülür. Bu tercih, her şeyden önce şu gerçeğe dayanmaktadır: ne zaman yeni bir din doğsa, onunla birlikte ülkenin tarihini aydınlatmak için yararlanılan edebi kaynaklar da değişmektedir; yoksa siyasal ya da toplumsal köklü bir değişim sözkonusu değildir: Hindistan’da buddhacılığın ve islamiyetin rolü önemli olmakla birlikte, Hindistan'ın çoğunluğu dün olduğu gibi bugün de hindudur. Burada sözkonusu olan tek şey kaynakların tarihsel olaylara uygunluğu sorunudur. Buddha kaynakları, gelişmesini İ.Ö. I. binyıl’ın ortasında tamamladığı sanılan veda edebiyat kaynaklarından daha açıktır. Öte yandan, bir inceleme konusu olarak tarih, Hindistan’a yaklaşık 2 000 yıl sonra, islamiyetle birlikte girmiştir.

Bu noktada, Eski Hindistan tarihçilerinin karşılaştığı en ciddi sorunlardan birine değinmek gerekiyor. Başlıca kaynaklar olarak kalan edebi metinler, ister budd- hacılığa isterse caynaya ya da brahmancılığa ait olsunlar-brahmancılığın kaynakları en önemlileridir geniş anlamda dini ya da sadece edebi yapıtlardır. Bu yüzden, Eski Hindistan'ın, dünyanın en büyük uygarlıklarından biri olarak geliştiği dönemlerdeki tarihi, çok daha güvenilir bir ideolojiler tarihi karşısında son derece şematik kalmaktadır ve bugüne kadar bu iki tarihi birleştirmek mümkün olmamıştır. Başka bir deyişle en eski zamanlar için güçlükle, sonraları paralar ve özellikle yazıtlar sayesinde daha kolayca hazırlanmış bir kronoloji, bize başlıca etkinlikleri saldırmak ve savunmak olan kralların listelerinden başka bir şey vermezken, toplumsal tarih de, toplumun en önünde yer almak isteyen brahmanların çizdiği donmuş ve büyük ölçüde ülküleştirilmiş bir görüntüye indirgenmiştir.

Bununla birlikte daha Guptalar döneminin sonunda (yaklaşık İ.S. 550’den sonra) başladığı sanılan bir gelişme, daha sonraki yüzyıllarda, yanlış olarak hint ortaçağı denilen bir döneme kadar sürdü: hint ortaçağı, kralın o zamana dek sadece brahmanlara, çeşitli dini topluluklara ya da tapınaklara yaptığı, dinsel bir anlamı olan toprak bağışlarından başka, çevresindekilere de, hizmetlerinin karşılığında toprak bağışında bulunmasıyla başlar Yavaş yavaş, bu bağışlar, hükümdarın hizmetine verilerek askeri birliklerin gereksinimlerini sağlama zorunluluğunu getirdi; ayrıca, önceleri zamanla sınırlı olan bağışlar, sonraları babadan oğula geçmeye başlayınca bir tür derebeylik soyluluğu oluştu. Pek çok hint krallığının tarihi, bağımsız olabilmek için bu toprak bağışlarından yararlanmasını bilen hanedanların tarihidir; bu hanedanlar zayıflayınca yerlerini başkaları almıştır. Bazen metbu, bazen vasal olarak yüzyıllarca devam eden hanedanların sayısının bu kadar çok oluşu bundan kaynaklanmaktadır.

Eski Hindistan: kronolojik bakış.


Cayna dininin kurucusu Mahavira'nın yaşadığı dönemle çakışan Buddha döneminde (İ.Ö. 560’a doğr. - İ.Ö. 480), yerli ya da “arileşmiş” çeşitli kabile toplulukları varlıklarını hâlâ sürdürüyorlardı. Bu tür topluluklar uzun süre ayakta kaldılar: bugün bile bunlara rastlamak mümkündür; hatta yüzyıl öncesine kadar Yenitaş çağının yaşam biçimlerini koruyan topluluklar vardı. Sözgelimi Buddha, Şakyalar kabilesinden (Şakyamuni, “Şakyalar’ın bilgesi" adını buradan almıştır) yönetici bir ailenin çocuğuydu. Ama daha önceleri Ganj vadisinde krallıklar kurulmuştu. İ.Ö. I. binyıl' ın ilk yarısından itibaren demir endüstrisi sayesinde bu vadinin değerlendirilmeye başlanması, aynı binyılın ortasına doğru ırmak boyunda ilk kentlerin kurulmasına olanak verdi. Buddhacı kaynaklarda, tümü de altkıtanın kuzey yarısında kurulmuş bazı krallıkların adı anılmaktadır Altkıtanın güney yarısındaysa tarihöncesi çok daha uzun sürdü, hatta İ.Ö. 1500'e kadar geldi; güney halklarından ilk kez Aşoka’nın saltanat döneminde söz edilir. (İ.Ö. 269'a doğr. - İ.Ö. 232). Bu krallıklardan biri olan Magadha krallığı (bilinen ilk kralı Bimbisara Buddha'nın çağdaşıydı) önem kazandı ve iki yüzyıl sonra Maurya hanedanı döneminde ilk Hint imparatorluğu’nun merkezi haline geldi. Magadha (bugünkü Bihar'ın güneyi), büyük bir olasılıkla çok zengin bakır ve demir yatakları sayesinde gelişti. Başkent önce bu yatakların yakınındaki Racagriha, sonra Ganj kıyısındaki Pataliputra'ydı (bugün Patna).

İ.Ö. 327 - İ.Ö. 325 arasında İskender, Hindistan’ın kuzey-batı sınırlarına ulaştı, indus ırmağını geçti, ama Hyphasis'i (bugünkü Bias, Pencab’ın beş büyük ırmağından biri) aşamadı. Hint kaynaklarında bu sefere ilişkin hiç bir kayıt yoktur; ama klasik kaynaklar, İskender’in gelmesinden çok kısa bir süre sonra iktidarın İ.Ö. 320'ye doğru, belki bu seferin de yardımıyla, ilk Maurya hükümdarı Candragupta'nın eline geçtiğini gösterir.

Eski Hindistan tarihinin en ünlü hükümdarı bu hanedandandır. Takma adı Aşoka olan Piyadasi, sütunların ve kayaların üzerine, İran Ahemenileri gibi fermanlar kazdırdı; Hindistan tarihinde benzeri olmayan bu fermanlar ilk hint yazıtlarıdır Bu yazıtlarda Aşoka’nın imparatorluğunun genişliği ve siyaseti üzerine bilgiler verilir; dhamma (sanskr. dharma) adıyla bilinen bu siyaset, en geniş anlamda "yasa" ya, yani dini düzende ve bu düzenin teminatı olan siyasal düzende kendini gösteren evrensel yasaya uymayı önerir. Kendisi de buddhacı olan imparatorun hoşgörü siyaseti kısmen, buddhacılığın olduğu kadar brahmancılığın da temelini oluşturan bir kavrama dayanır.

Ama imparatorluğun birliği, Aşoka’nın ölümünden sonra çok kısa bir süre devam etti. Çöküş dönemi tam olarak bilinmiyor; Mauryalar'dan sonra, İ.Ö. I. yy. ortasına doğru kesinlikle bilinmese de, giderek küçüldüğü sanılan bir krallığın başına geçen Şungalar ve Kanvalar’ın iktidar dönemleri de henüz aydınlığa çıkarılamamıştır. Aşoka, Eski Hindistan’ın, yaşadığı kesinlikle bilinen tek hükümdarıdır İ.Ö. 606-647 arasında Kanauc (Doab’da) kentinde hüküm süren ve sanskritçe yazılmış (ama tamamlanmamış) ender romanlardan biri olan Harsacarita sayesinde tanınan Pus- yabhuti hanedanı hükümdarı Harsa dışında, Eski Hindistan’ın öbür hükümdarları sadece adlarıyla bilinir.
Eski Hindistan’ın, kalıntıları hâlâ ayakta olan yapıtlar bırakmış hanedanları ve krallıkları, ayrı olarak ele alınacaktır. (ÇOLA, GUPTALAR, GURCARA-PRAHİTARA, HARSA, KANVA, KERALA, KUŞANA, MAURVA, PALA, PANDUA.)

ilk müslüman iktidarlar (1206-1526)


Asıl Hindistan’ın bir bölümünün bir İslam ordusu tarafından fethi, Irak valisi Haccac’ın yeğeni ve damadı Muhammet bin el-Kasım’ın 712’de Sind’i ele geçirmesiyle başlar Ama İslamiyet Hindistan'a beş yüz yıl kadar sonra, 1206'da sultan Gurlu Muhammet'in köle komutanı Kutbettin Aybek'in Delhi sultanlığfnı kurduğu sırada, Afganistan'a yerleşmiş Türkler tarafından yayıldı. Gurlu Muhammet’in fetihlerini (1186'da Lahor, 1193’te Delhi, 1202'de Bengal), 1000-1027 arasında türk sultanı Gazneli Mahmut'un Kuzey Hindistan'ın en büyük kentlerine karşı düzenlediği akınlar izledi. Delhi sultanlığı, kısa sürede Kuzey Hindistan’ın en büyük devleti haline geldi ve hindu krallıklarını yıkarak genişleyen bu sultanlıktan, kendisine benzeyen devletler doğdu. 1526'da Delhi sultanlığı' nın yıkıntıları üzerinde Hint-Türk imparatorluğu kurulmaya başladı.

Sonuncusu dışında, en azından kökeni bakımından hepsi türk olan beş hanedan, 1206-1526 arasında Delhi'de hüküm sürdüler; Memluk sultanlar hanedanı (1206-1290), Halaciler hanedanı (1290 -1320), Tuğluklar hanedanı (1320-1414), Seyitler hanedanı (1414-1450) ve nihayet, Hindistan'a yerleşmiş bir afgan aşiretinden gelen Ludiler hanedanı (1451-1526). iltutmuş (1211-1236) ve Balaban (1265 -1286), sultanlığı sağlam temellere oturttular; Alaettin Halaci (1296-1315), bir süre için, komutanı Melik Kâfûr'un Dekkan ve güneydeki son büyük hint krallıklarını fethetmesi sayesinde sultanlığı bir imparatorluk haline getirdi (bu krallıklardan Devagiri’de Yadava 1307’de, Dvarasamudra’ dan Maysor'a dek Hoysala 1310’da, Varangal’dan Telingana’ya dek Kakatiyalar 1309'da, iyice güneyde Madura'da Pandya 1311'de) fethedildi. Öncelleri gibi Alaettin’de, Kuzey-batı’yı sürekli tehdit eden Moğollar'ı durdurdu.

Muhammet Tuğluk’un saltanat döneminde (1325-1351) bazı eyaletler bağımsızlıklarını ilan ettiler: Delhi sultanlığından, başka güçlü sultanlıklar, hatta bir hindu krallığı doğdu. Celalettin Ahsen Şah, Madura sultanlığı'nı (1335), Harihara I de eski Hoysala krallığı’nın toprakları üzerinde Vicayanagar krallığı’nı (çok geçmeden imparatorluk haline geldi) kurdular; Haşan Gangu kendini Dekkan sultanı ilan etti ve Behmeniler hanedanını kurdu (1347); 1338’de Melik Hacı ilyas da, Lakhnavati'de (Bengal) ilyas Şah hanedanını kurdu.

Firuz Şah Tuğluk (1351-1388), kendisine kalan toprakları korumayı başarmakla birlikte Delhi’nin son büyük sultanı oldu. 1398’de Timur kenti ele geçirdi ve yağmaladı. Bu yenilgi sultanlığın parçalanmasını hızlandırdı: Malva 1401'de, Gucerat 1403'te bağımsız sultanlıklar haline geldiler ve Ludiler'in son hükümdarı İbrahim (1517-1526) Panipat’ta Babur'la yaptığı savaşta ölene dek çeşitli isyanları bastırmakla uğraştı.

Avrupalılar'ın gelişi (1498-1669)


1494’te denizlerin egemenliğini ispanyollar'la paylaşan (Tordesillas antlaşması) Portekizliler, Hindistan'a ulaşan ve burada ticaret üsleri kuran ilk AvrupalIlardı. Vasco ela Gama, 1498'de Kaliküt’e vardı; Pedro Alvarez Cabral, 1500’den itibaren burada ticaret yapmaya başladı. Barışçı amaçlar gütmeyen Portekizliler, Albuquerque’in Goa’yı Bicapur sultanlığından alması (1510) üzerine ülkeye kesin olarak yerleştiler. Albuquerque'in müttefiki ve işbirlikçisi olan Vicayanagar imparatorluğu ayakta kaldığı sürece (1565'e dek) portekiz ticareti çok gelişti. Portekizliler, hemen hemen tüm XVI. yy. boyunca Hint okyanusu'nun gerçek hâkimleri oldular.

Yenilmez Armada'nın bozguna uğraması (1588), o zamana dek gizli tutulan portekiz haritalarının HollandalIlar tarafından ele geçirilmesini (1595) ve böylelikle Protestan güçlerin Hindistan yolunu kullanabilmelerini sağladı. İngiliz ve Hollanda Doğu Hindistan şirketleri, sırasıyla 1600 ve 1602'de kuruldu, ingilizler, 1608’de Hint-Türk imparatorluğu'nun başlıca limanı olan Surat'a çıktılar. Uzun görüşmelerden sonra ilk ticaret acentalarını burada kurdular (1612).
1623’te Güney-Doğu Asya’da Hollandalılarla şiddetli çatışmalarda gerileyen ingilizler'in ticaret acentaları, bu tarihten sonra Hindistan'da gelişme gösterdi. Bunun üzerine İngiliz şirketi Hindistan'a doğru geri çekildi ve burada rakiplerini geçmişte alabildiğine zenginleştirmiş olan “üçgen" ticaretinden yararlanabilmek için Ooromandel kıyısına yerleşti: daha sonra Madras yakınında, Saint George adı verilen bir kale inşa ettirdi (1639). Şirket 1658'de Ganj’ın başlıca kolu olan Hooghly'nin kıyısında, Bengal körfezinin 160 km kuzeyindeki eski bir portekiz ticaret acentasını işgal etti. Üçüncü merkez üssü de, 1668’de İngiliz krallığı'ndan kiraladığı Bombay'dı (Bombay, o tarihte Catherine of Braganza'nın çeyiziydi). Bunun üzerine Surat terk edilerek Bombay 1669’da tahkim edildi. İngiltere'de, Charles I döneminde iflasın eşiğindeyken Cromvvell tarafından kurtarılan Şirket (1657 yasası), gitgide daha büyük ayrıcalıklar elde etti.

XVII. yy.’ın ikinci yarısında Fransa da, Hindistan'a yerleşti. Colbert, 1664'te Fransız Doğu Hindistan şirketi'ni kurdu. Fransızlar önce San-Thomö'yi (Madras) işgal ettiler (1670-1672), sonra François Martin, Bicapur sultanından Pondiçeri'ye yerleşme hakkını aldı (1674). Augsburg Birliği savaşı sırasında HollandalIlar tarafından ele geçirilen bu ticaret bölgesi, Ryswick antlaşması’nın imzalanmasından (1697) sonra, 1699'da Fransa'ya geri verildi. Öbür transız ticaret acentalarıysa XVIII. yy.'da kuruldu (Masulipatam, Kaliküt, Mahe ve Yanaon [1721-1723] ile 1739'da Karikal).

Kaynak: Büyük Larousse

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:35
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #12
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Hint-Türk İmparatorluğu


Hindistan'da Hint-Türk imparatorluğu’nun kurulması, Timurlular'dan Babur'un eseridir. Orta Asya’yı fetih tasarısı XVI. yy.'ın başlarında Özbekler'in güçlenmesiyle engellenince, Babur Kâbil’e yöneldi ve Delhi sultanlığının çöküşünden yararlanmayı bildi. 1526’da Panipat’da Ludiler’in son hükümdarı İbrahim'e karşı, 1527’de Hanua’da bir racput konfederasyonuna karşı ve 1529’da Gogra yakınında bir afgan koalisyonuna karşı kazandığı zaferlerle Kuzey Hindistan’ı egemenliği altına aldı. Hint topraklarında 1526'da kurulan Hint-Türk imparatorluğu'nun tarihi, yaklaşık iki yüzyıl boyunca, Evrengzib'in 1707’ de ölmesine dek, her şeyden önce hanedanını ayakta kalmasını ve bütünlüğünü sağlayan mücadeleler ve savaşların, her seferinde uğrunda acımasızca dövüşülen taht mücadelelerinin ve bunlar sona erince başlayan fetih ya da yeniden fetih savaşlarının tarihidir. Çağatay Türkleri’nde kesin bir veraset hukukunun oluşmamasından kaynaklanan bir tür doğal ayıklanma, son derece yetenekli ve korkusuz fatihlerin tahta çıkmasına olanak verdi. Babur’un oğlu Hümayun (1530-1556), hükümdarlığını kendi soyundan gelenlere ancak 10 yıl içinde kabul ettirebildi. 1540’ta krallığını, birçok bakımdan daha yetenekli olan afganlı Şir Şah’a kaptırdı; ama Şir Şah’ın soyundan gelenler iktidarı koruya- madılar Bunun üzerine Hümayun, ölümünden birkaç ay önce yeniden tahta çıktı.
Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  indiya4.jpg
Gösterim: 580
Boyut:  85.3 KB

Ekber (1556-1605)


hem askeri hem idari alanlardaki olağanüstü yetenekleriyle ve güçlü kişiliğiyle babası Hümayun’un iyice zayıflamış krallığından sağlam ve tam anlamıyla hintli bir imparatorluk kurdu. Afganistan'dan Bengal'e ve Himalayalar’dan Dekkan'ın kuzeyine dek çeşitli güçler ve bölgeler, birbiri ardından Ekber'e boyun eğdiler ve birçok idari özelliğiyle İngiliz egemenliğinin en azından ilk zamanlarına dek süren bir imparatorluk yapısı içinde bütünleştiler. İmparatorun en önemli yeteneklerinden biri de halkının farklı unsurlardan oluştuğunu bilmesi ve yönetirken de bu olguyu dikkate almasıdır. Müslüman hükümdarlarca müslüman olmayanlara uygulanan kafa uçurma cezasının kaldırılması ve hinduların en üst düzeye dek yönetime katılması bu anlayışla alınmış önlemlerdi. Siyasal kaygılarının ötesinde, gizemciliğe büyük bir eğilimi olması ve sık sık farklı dinlerin temsilcileriyle görüşmesi, tebaasının ruhani önderi olmak isteyen Ekber'i bir tür dinsel bağdaştırmacılığa yöneltti. Yeni imparatorlukta sanat, özellikle mimarlık, aynı açık fikirliliği yansıtıyordu.

1605-1627 arasında Cihangir’in, 1628 -1658 arasında da Şah Cihan'ın saltanat dönemleri, en azından saray çevresinde (önce Âgrâ’da, 1648’den itibaren de Delhi’de) ve başlıca taşra kentlerinde, ihtişamın doruğa ulaştığı dönemlerdi. Cihangir’in ve daha çok karısı İran prensesi Nur Cihan’ın hükümdarlığı sırasında, İsfahan' ın iki katı büyüklüğe ulaşan Âgrâ, safevi zerafetinin simgesi oldu. Şah Cihan ise, Hindistan'ın o tarihe dek gördüğü en muhteşem yapıları inşa ettiren hükümdar olarak kaldı. Her ikisi de Âgrâ’da olan Tac Mahal ve inci camisi ile yedinci Delhi kenti olan Şah Cihanabad onun eseridir.

Ama, onun zamanında bile Ekber ve Cihangir’in hoşgörü anlayışının yerini, bazı müslüman çevrelerin, Evrengzib döneminde (1658-1707) bağnazlığa varan tepkisi aldı; bu yüzden Ekber zamanından beri tahta bağlı olan Racputlar'ın desteği yitirilince, imparatorluğun çöküşü hızlandı. Daha önce Şah Cihan’ı tehdit etmiş olan tuzağa Evrengzib düşmekten kurtulamadı. Tuzak Dekkan, özellikle de Bicapur ve Golconda sultanlıklarındaydı. Bu iki krallığı ilhak etmek için yapılan ve pahalıya mal olan yıkıcı seferler 1631’de başladı ve Evrengzib'i 1681 'de ölene dek uğraştırdı.

Taht uğruna, Dekkan’a karşı ya da başka nedenlerle girişilen savaşlar geniş bölgeleri kasıp kavurdu. Hint-Türk imparatorluğu hiçbir zaman, Evrengzib’in hükümdarlığının son yıllarındaki kadar genişlememişti, ama Hindistan Ekber zamanından daha büyük bir yoksulluk içindeydi. XVII. yy.’ın ikinci yarısındaki ayaklanmalar, imparatorun bağnazlığı yüzünden dini bir nitelik kazandı. Başlıca ayaklanmaları Pencab Sihleri, Racastan Racputları ve özellikle Dekkan Marataları başlattı [Şivaci 1647'de harekete geçti ve 1674'te Marata krallığı'nı kurdu]).

XVIII. yüzyıl


Hint-Türk imparatorluğu'nun gerilemesi, Marata krallığı’nın güçlenmesi, ingilizler’in Hindistan’ın iç işlerine karışmaya başlaması ve Fransızlar’ın Güney Hindistan’da ingilizler'e yenilmesi bu yüzyılın en önemli olaylarıdır.

Hint-Türk imparatorluğu, saray kavgaları, valilerin bağımsızlık istekleri, İran'ın (1739) ardından Afganistan’ın (1747’den 1761’e dek beş kez) saldırılarına rağmen Panipat savaşı’na dek (1761), yani Evrengzib'in ölümünden sonra elli yılı aşkın bir süre, Hindistan’ın en büyük gücü olarak kaldı. Panipat bozgununun başlıca sorumlusu Marata ordusunun Ahmet Şah’ın komutasındaki Afganlar’a yenilmesinin yanı sıra, imparatorluğun veziri imadülmülk'tü. 1753-1761 arasındaki kötü yönetimi Delhi'nin zayıflamasına, 1757'de dördüncü, 1759’da da beşinci afgan müdahalesine yol açtı, bunun üzerine vezir Maratalar'ı bir kez daha yardımına çağırmak zorunda kaldı. Panipat bozgunundan sonra Hint-Türk imparatorluğu Delhi sultanlığıyla sınırlanmış bir krallık haline geldi; önce afgan hükümdarının temsilcisinin (1761-1772), sonra son hint-türk hükümdarlarının en yeteneklisi olan Şah Alem (1772'de yeniden tahta çıktı) adına Necef Han’ın yönetimleri (1772-1782) döneminde bağımsız kalmayı başardı. Hanın yerini alabilecek kimsenin olmaması yüzünden, Marata generali Mahadaci Sindhia’ ya 1785'te imparatorluk naibi unvanı yerilince bağımsızlık yitirildi. Daha sonra ingilizler, Sindhia'ya karşı düzenledikleri seferler sırasında Delhi’yi işgal ettiler (1803). Hint-Türk imparatorluğu, 1857 ayaklanmasından (sipahi isyanı) sonra ingilizler’in son hükümdar Bahadır Şah’ı Birmanya’ ya sürmeleri ve şahın orada ölmesi üzerine kesin olarak ortadan kalktı.

Hint-Türk imparatorluğu'nun gerilemesi üzerine, XVIII. yy.’ın en büyük hint devleti, Poona Marataları’nın kurduğu devlet oldu. Peşvalar (vezirler), kendileriyle birlikte bir tür konfederasyon oluşturan dört büyük aileyi iktidardan uzak tuttukları sürece (1714’ten 1772'ye) Maratalar, Bengal dışında tüm Hindistan'da doğrudan ya da dolaylı bir şekilde hüküm sürdüler. Ama, ingilizler'in Bengal'de ve Hindistan’ın güneyinde Maratalar’ın nüfuzunu kırmaya başlamaları Maratalar'ın yok olması ve Hindistan imparatorluğu'nun ingilizler'e bırakılmasıyla sonuçlanan üç savaşa (1775-1782,1803-1805,1817-18) yol açtı.

Ingiliz ve Fransız Doğu Hindistan şirketleri arasındaki mücadele Avusturya Veraset savaşlarından kaynaklandı. Mücadele alanı, 1746’da Güney Hindistan ve özellikle Karnatik’ti. Aachen antlaşması (1748) Dupleix ve Mahe de La Bourdonnais’nin askeri başarılarını (aynı yıl Madras’ın alınışı) boşa çıkardı. Bunun üzerine Dupleix, Haydarabad ve Karnatik krallıklarının içişlerine müdahale siyaseti izlemeye başladı. Haydarabad'a karşı başarılı oldu, ama Karnatik'te İngilizlerle çatıştı (1751-1754). ingilizler, Dupleix'in politikasını çok çabuk kavradılar. Dupleix, şirketi tarafından görevden alındı, sonra Yedi Yıl savaşı, iki Avrupa devleti arasındaki ihtilafları yeniden alevlendirdi (1758-1761). Kont Lally'nin komutasındaki transız birlikleri, ocak 1760'ta Vandavaçi'de(Vandivaş) sir Eyre Coote komutasındaki İngiliz kuvvetlerine yenildi. Pondiçeri bir yıl sonra teslim oldu; 1763'te barış sağlanınca bölge parçalanmış olarak yeniden Fransa'ya verildiyse de, bu tarihten sonra Fransızlar, Hindistan’da ingilizler için hiçbir zaman ciddi bir tehlike oluşturamadılar.

İngiliz yayılması


1756’da Bengal’in genç nababı Siracüddevle’nin, haklarını korumak isteyen bir ticaret şirketine karşı düzenlediği saldırılar, yayılma sürecini başlatan ilk kıvılcım oldu; nabab’a karşı Robert Clive'in komutasında Plassey’in topa tutulmasıyla başlayan bu süreç (haziran 1757), ekim 1764’te, hint-türk imparatorunun da yer aldığı bir hint koalisyonuna karşı Buxar zaferinin kazanılmasıyla devam etti. Plassey'in topa tutulması, Bengal'da İngiliz yayılmasını başlattı, Buxar zaferiyse bu yayılmanın başarıya ulaşmasını sağladı. Kalküta, Madras ve Bombay'dan başlayarak tüm Hindistan’ı kapsayan İngiliz yayılması, o tarihtan itibaren geri döndürülmesi olanaksız bir harekete (bu, önceden kararlaştırılmış bir siyaset değildi, uzun süre de bu özelliğini korudu) dönüştü; gelirlerini artırmak, bazen de yalnızca güçlü hint devletleri karşısında varlığını sürdürmek isteyen Şirket, kendini bu hareketin içinde buldu, ingilizler’in durumu, Clive'den sonra Warren Hastings döneminde de (1772-1785) pek sağlam değildi. Bu nedenle Warren Hastings, bir kurtarıcı gibi görüldü. Daha sonraları, ingilizler, ticaret yapmak için yavaş yavaş ülkeyi yönetmek zorunda kaldılar; böylece batı dünyasının hızla geliştiği bir çağda birbirinden çok farklı siyasal sistemlerin bir arada yaşayabilmesinin olanaksızlığı da ortaya çıkacaktı.

Warren Hastings’in, Hindistan’ın hem kuzeyinde hem de güneyinde elde ettiği askeri ve diplomatik başarılar Şirket'e biraz soluk aldırdı. Ardılı general lord Corn- vvallis (1786-1793), sadece, Güney'de, Maysor sultanı Tipu Sahib'e karşı bir sefer düzenledi (üçüncü Maysor savaşı, 1790-1792). Cornwallis, her şeyden önce idari düzenlemeler yaptı. Wellesley zamanında (1798-1805) Tipu Sahib yenildi ve 1799’da öldürüldü. Topraklarının büyük bölümü ilhak edildi. Wellesley’in politikası Şirket yönetimini tedirgin edince lord Minto hükümeti (1807-1813), fetih hareketine ara verdi. Daha sonra yayılma süreci yeniden başladı. Lord Hastings döneminde (1813-1823), Nepal Gurhaları (1816), ardından da Maratalar (1818) yenildiler ve topraklarının bir bölümünü ingilizler'e bırakmak zorunda kaldılar. Amherst zamanında (1823-1828) Birmanya, kıyı kesiminin en büyük bölümünü yitirdi. Lord William Bentinck yönetiminde (1828-1835) yedi yıllık bir barış döneminden sonra lord Auckland (1836-1842), felaketle sonuçlanan Afganistan seferini destekledi. Seferin amacı, rus tehlikesi karşısında bu ülkeyi ele geçirmekti. 1841’de Macnaughten komutasındaki İngiliz ordusu bütünüyle yok edildi.

Lord Ellenborough (1842 -1844), kanlı bir şekilde Sind’i fethederek bu bozgunun intikamını aldı (1842). Lord Hardinge (1844-1848), son bağımsız hint devleti olan ve hükümdarı Rancit Singh’ in ölümünden (1839) beri karışıklıklar içinde bulunan Pencab sih krallığı’na saldırdı. Birinci Sih savaşı (1846), Keşmir de içinde olmak üzere krallık topraklarının ilhakıyla sona erdi; Keşmir, ailesi Hindistan’ın bağımsızlığına dek (1947) hüküm süren Racput Gulab Singh'e verildi. Lord Dalhousie (1848-1856), öncelinin başlattığı işleri tamamladı, ikinci Sih savaşı (1849) Pencab'ın ilhakıyla sonuçlandı. 1850’de Hindistan İngiliz imparatorluğu Bengal'den indus’a, Keşmir'den Kanya Kumari burnuna dek uzanıyordu. Birmanya’ya (1852 ve 1885) ve Afganistan'a (1878-1880) düzenlenen son seferler de 1841'dekinden daha başarılı olmadı. Fethedilen toprakların büyük bölümü doğrudan yönetilirken, yüzlerce özerk devlet, yani aslında antlaşmayla İngiltere’ye bağlı, mihracelerin yönetimindeki protektoralarsa, 1947’ye dek varlıklarını sürdürdüler. Bunların en büyükleri Haydarabad devleti ve Keşmir'di.

İngiliz yayılmacılığı, yeni imparatorluğun


yönetilebilmesi için, Hindistan şirketi’nin statüsünü de etkileyen önlemler alınmasına yol açtı. Kalküta’da merkezi bir yönetim kurulurken, Şirket de yavaş yavaş Londra hükümetinin denetimine girdi. Bu gelişmeyi belgeleyen ilk yasa 1773 tarihli Regulating Act'tı. Daha sonra 1813 tarihli Charter Act'la Şirket ticari tekelini yitirdi. Hindistan özel teşebbüse açıldı. 1833 tarihli yasayla da Şirket, ticaretten men edilerek bir hükümet kurumuna dönüştü ve Bengal genel valisi Hindistan genel valisi oldu; 1858’de de feshedildi. Genel vali, kral temsilcisi olunca Londra ülkeyi doğrudan yönetmeye başladı.

Bu dönemde birçok idari önlem alındı. Bunlar arasında, İngiliz otoritesinin nasıl yürütüleceğini belirleyen Cornvvallis'in 1793’te çıkardığı yasaları anmak gerekir. Bu yasaların en ünlüsü Bengal'de toprak vergisini toplama biçimlerini belirleyen ve zamindarlar’ı köylülerle yönetim arasında aracı mülk sahibi yapan Permanent Zamindari Settlementtı. Güney’de bu verginin tahsil biçimi farklıydı. 1820-1827 arasında Madras valisi olan Thomas Munro’nun yürürlüğe koyduğu Ryotv/ari Settlement uyarınca, yönetim vergiyi köylülerden doğrudan talep ediyordu. İngiltere, Permanent Zamindari Settlement ile eski Hint-Türk imparatorluğu'nun soylu sınıfının yerine bir tür "gentry" koymaya çalıştı; Ryotvvari Settlement ile de köylüleri, ektikleri toprağın tek sahibi yapmak, yani geleneksel toplumsal yapıları değiştirmek istedi.

Genel olarak, ingilizler’in XIX. yy.’ın ilk yarısında aldıkları tüm önlemler, hint toplumunda kısmi dönüşümlere yol açtı. Sözgelimi misyonerlere etkinliklerini Hindistan'da sürdürme yasağının kaldırılması (1833), aynı tarihe doğru İngiliz eğitim sisteminin ülkeye girmesi, ilk olarak “hindu rönesansı”yla ortaya çıkan bir ingiliz-hint kültürünün doğmasına yol açtı, ingilizler, toplumsal reformlar yapmaya çalıştılar (sözgelimi 1829'da, dul kadınların intihar etmelerinin yasaklanması), iktisadi alanda da, Şirket’in ticaret tekelinin kaldırılması Hindistan’ı dışarıya (yani İngiltere'ye) bağımlı hale getirdi. Ama bu önlem aynı zamanda hint kapitalizminin doğmasına yol açtı.

"isyan"


Dalhousie'nin yaptıkları, XIX. yy.’ın ilk yarısında İngiltere'nin Hindistan’a zorla kabul ettirdiği büyük değişiklikleri oldukça iyi özetlemektedir: demiryolu ağıyla telgraf ve tekbiçimli bir posta şebekesinin kurulmasıyla ortaya çıkan teknik değişiklikler; doğrudan vârisin olmaması durumunda bir krallığın, metbusuna, bu durumda Şirket'e bağlanmasını öngören “boşluk” (lapse) öğretisinin uygulanmasından doğan siyasal değişiklikler. Evlat edinme yoluyla miras hakkını tanıyan hindu ve müslüman yasalarıyla çelişen bu öğreti, Dalhousie'ye savaş yapmadan ilhak etme ve çok büyük tasarrufta bulunma olanağı verdi, çünkü aynı ilke ödeneklere de uygulanıyordu.

Bu emperyalist siyaset, 1856'da Audh' un ilhakıyla doruk noktasına ulaştı: bölge, hükümdarın vârisi olmadığı için değil, kötü yönetildiği bahanesiyle ilhak edilmişti. Audh, aslında Hindistan'ın en zengin bölgelerinden biriydi. Sözkonusu ilhak bir hataydı ve buna Hindistan genel valisi ve ilk kral temsilcisi lord Canning'in (1856-1862) yaptığı başka hatalar eklendi.

9 mayıs 1857’de Mirut'da (Delhi'nin yaklaşık 50 km kuzeyinde), ingilizler'in "isyan" dedikleri, ama gerçekte askerlerin basit bir başkaldırısını aşan, ortak yönetimden ve ideallerden yoksun olduğu için de ülke çapında bir başkaldırıya dönüşemeyen bir ayaklanma patlak verdi. Bu hiç kuşkusuz, bazı kesimleri yabancı bir gücün sömürüsüne ve şiddetli baskılarına tahammül edemeyen "umutsuz bir düzenin son çırpınışı”ydı. 1857 yazında ingilizler'in Ganj vadisinin orta kesiminin denetimini yitirmelerine yol açan bu ayaklanma, hızla ve çoğu kez acımasız bir şekilde bastırıldı. "İsyan" (ya da sipahi ayaklanması) çeşitli sonuçlar doğurdu. O tarihten itibaren iki toplum arasında bir güvensizlik duvarı oluştu; kendini eğitici ve uygarlaştırıcı sanan İngiltere, dini ve göreneklere ilişkin alanlarda bir daha yasa ve kural koymaya girişmedi. XX. yy.'da Hindistan'daki gelişmeleri, daha çok, hem öncü, hem ortak, hem de rakip durumundaki sömürgeci gücün ülkeye yükleyeceği iktisadi rol ve Hintlilerin kendi kimliklerinin bilincine varması belirleyecektir.

sömürge Hindistanı


Hindistan hükümeti.


Bu fetih ye ilhak politikasının sonucunda doğan İngiliz Hindistan’ı zamanla, doğrudan İngiliz yönetimindeki bölgeler ve dolaylı yönetim rejimine bağlı, prenslerin idaresindeki özerk, ama gerçekte bağımsız olmayan bölgeler (XX. yy.'ın başında 600’den çok) olmak üzere, bünyesinde iki tip bölge barındıran çok geniş bir imparatorluğa dönüştü.

imparatorluk, İngiliz hükümetince atanan ve Hindistan’dan sorumlu bakana (Londra hükümetinin üyesi) bağlı bir kral temsilcisi (1858'den itibaren genel valinin yerini aldı) tarafından Kalküta'dan (1911'den sonra Delhi’den) yönetiliyordu. Kral temsilcisine, önceleri Londra tarafından atanan ve sadece bir danışma mercii olan altı üyeli bir Yürütme konseyi yardımcı oluyordu. Yasama konseyi, Yürütme konseyi’nin üyeleri ile kral temsilcisinin kendisinin atadığı on altı üyeden oluşuyordu. Konseylerin yardımcı olduğu eyalet valileri, kendilerini atayan kral temsilcisinin delegesi olmaktan öteye geçmedikleri için imparatorluk yönetimi tam anlamıyla merkeziyetçiydi. Bu otoriter merkeziyetçilik işlerin çok yavaş yürümesine yol açarak zaman içinde dar ve tutucu bir bürokratik mekanizmaya dönüştü.

Günlük idari işlerden hemen hemen bütünüyle bölge tahsildarı sorumluydu; önceleri halkla doğrudan ilişkide olan ve her işe koşan bu tahsildar hem yürütme hem yargıyla ilgili sorumluluklar taşıyordu. Daha sonraları, sorumlulukları durmadan artınca tahsildar, yerli bir yönetimin başında denetleme görevi yapan bir bürokrat haline geldi.
İngiliz yöneticiler, İCS’den (indian Civil Service) geliyordu; giriş sınavı 1922'ye dek İngiltere’de yapıldığı için Hintliler’ in uzun süre giremedikleri İCS, kuruma egemen olan Victoria zihniyetiyle ün yapmış ve bu nedenle de çağdışı kalmış, kendisini yenileyememişti. Milliyetçiliğin yükselmesi ve dünyayı sarsan büyük olayların (iki dünya savaşı, 1929 bunalımı) zorlamasıyla başlatılan girişimler her zaman Londra’dan geldi ve sömürge görevlilerinin tutuculuğuyla karşılaştı.

Hindistan'da kırsal kesim


ingilizler'in imparatorluk kurdukları Hindistan, birbirinden kopuk köylerden (1901 'de 730 000) oluşan kırsal bir ülkeydi (kent nüfusunun oranı 1901’de yüzde 10, 1941’de de ancak yüzde 13'tü); köyleı; çok uzun bir geçmişin miras bıraktığı toplumsal yapılarıyla neredeyse kendi kendilerine yetiyorlardı. Köy toplumu hiyerarşik kastlara bölünmüştü ve bu yapı, kırsal yaşamın tüm özelliklerini belirliyordu. Hindistan’ın tümündeki kastların sayılamayacak kadar çok olmasına karşın, iktisadi bakımdan aynı köy içinde üç grup tanımlanabilir. Hiyerarşinin tepesindeki egemen kast, işleme zorunluluğunda olmaksızın toprak üzerindeki hakların büyük bölümüne sahipti. Onun altında ve büyük ölçüde ona bağlı olan küçük toprak sahipleri, işleticiler ve köy zanaatkârları yer alıyordu; bu düzeydeki işletmeler asgari geçimi ancak sağlayabilecek, bazen buna yetmeyecek kadar küçüktü. En altta da, en yoksullar ve en çok aşağılananlar, topraksız köylüler ve pis işlerde çalışan kastlar, genellikle dokunulmazlar bulunuyordu. Özgür olmayan, borçlarından kurtulma olanağı bulunmaksızın borçlanan köylüler, bu proletarya içinde yer alıyordu.

ingilizler'in ülkeye getirdikleri bir dizi yenilik, tarımsal yapılarda doğrudan ya da dolaylı olarak değişikliğe yol açtı. Her şeyden önce, toprağa ilişkin yeni sistemler (1793’ten sonra), mülkiyet hakkını getirerek toprak üzerindeki geleneksel hakların tümüyle değişmesine ve böylece köy ekonomisinin dengesinin bozulmasına neden oldu. Daha sonra, sanayi bitkilerinin yetiştirilmesi ve tarım ekonomisinin hızla ticarete açılması, mülkiyet hakkının getirilmesiyle birlikte toprakların az sayıda insanın elinde toplanması, tarımsal üretimin dengesini bozmaya ve dünya piyasalarındaki hareketlere bağlı kılmaya başladı. Nihayet, toplumda dengesizliğe yol açan etkenlere 1921'den sonra nüfus etkeni de eklendi. Gerçekten de bu tarihten başlayarak ölüm oranı sürekli bir şekilde düşerken (1921'den önce binde 40-50'yken 1941'de binde 31,2), doğum oranı binde 45 civarında kaldı.

Sömürge döneminde sanayi.


Hint ekonomisinin kapitalist tipteki modern kesimi, öncelikle, yatırım ve işyeri kurma tekeline sahip İngiliz iş adamlarının elindeydi. Bu tekel, yönetimde vekillik sistemiyle (managing agency system) yürütülüyordu. Hindistan koşullarını bilmeyen Londra şirketleri, sermayelerinin yönetimini, uzun süredir Hindistan'a yerleşmiş eski firmalara bırakıyorlardı. iktisadi gücü birkaç kişinin elinde toplayarak ele geçiren bu acentalar, 1920’li yıllara dek serpildiler. Daha sonra, İngiliz modelini örnek alan ve belli toplulukların (öncelikle, geçen yüzyılda, pamuk ve haşhaş ticaretinde aracılık eden [kompradorlar] parsiler) yarattığı yerli kapitalizm gelişmeye başladı. Bu gelişme, özellikle hint sanayisinin bazı mallarda gümrükle korunması, İngiltere'de sanayinin 1930’lu yıllarda karşılaştığı güçlükler ve hint milliyetçiliğinin elde ettiği başarılar sayesinde gerçekleşti, iki dünya savaşı sırasında Hindistan’ın savaşın uzağında kalması ve İngiltere’nin daha çok mal satın-almak istemesi hint sanayisinin gelişmesini hızlandırdı.

Bununla birlikte, bağımsızlığını kazandığı sırada Hindistan sanayisinin durumu ülkenin gereksinmelerini karşılamaktan çok uzaktı. Bunun başlıca nedeni, hint sanayisinin uzun süre sömürge sanayisi olarak kalması, yani dengeli gelişmeden yoksun olmasıydı. Sadece bazı sektörler gelişmişti: çay imalatı, Batı Hindistan’da pamuk, Bengal'de kenevir sanayisi, Bihar ve Orissa’da kömür işletmeleri; buna karşılık, hükümetin yardım etmediği, üstelik sınırları İngiliz mallarına açtığı bir ortamda temel sanayileri gelişemedi. Bu siyasetin doğurduğu sonuçlardan biri, dağınık ve ilkel geniş bir sektörün varlığını uzun süre sürdürmesiydi. Limanların çevresinde yoğunlaşan sömürge sanayisinin de ülkenin geri kalan kesiminin gelişimi üzerinde hiçbir katkısı olmadı.

Kaynak: Büyük Larousse

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:35
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #13
Safi - avatarı
SMD MiSiM

bağımsızlığın kazanılması


XIX. yy.'ın ikinci yarısında Hindistan’da milliyetçi bir hareket doğdu. Hareket önce, İngiliz eğitiminden yararlanabilen en üst kastlarda ortaya çıktı. Başlangıçta, İngiliz liberal geleneğinden etkilenmekle birlikte, bu hareket daha başından Hindistan’a özgüydü. Bu aydın kesim (başlangıçta büyük bölümü bengalliydi) kendi öz geleneğini reddetmedi. Hareket genişleyip çeşitli bölgelerde geliştikçe hindu niteliği öylesine pekişti ki yüzyılın sonunda, bazıları daha radikal, hatta yabancı düşmanı eğilimler ortaya çıktı. Ama milliyetçi hareket bölünmedi. 1885'te kurulan ve oturumlarını her yıl başka bir kentte toplayan Kongre partisi, hareketi parçalanmaktan kurtardı ve hareketin başına geçti.
Milliyetçi hareketin hepsi liberal olan kurucular kuşağı, yerini 1900’e doğru Maharaştra'da dinsel kökenli bir yabancı düşmanlığından yararlanan B. G. Tilak’ın temsil ettiği daha radikal bir kuşağa bıraktı.
Ad:  indiya5.jpg
Gösterim: 775
Boyut:  61.8 KB

Bengal'in, 1898-1905 arasında kral temsilciliği yapan lord Curzon tarafından paylaştırılması milliyetçi kamuoyu için bardağı taşıran damla oldu. Bengal'de terör eylemleri başladı. Kongre partisi içinde ılımlılar ve aşırılar çatıştılar. Ilımlılar üstünlük sağladılar ve Kongre partisi, birkaç yıl siyasal bakımdan hiçbir varlık gösteremedi; buna karşın aşırılar partiyi terk etmediler. Öte yandan ilk kez, İngiltere’den ithal edilen malları boykot etme düşüncesi (svadeşi hareketi) doğdu. Böylece milliyetçi hareket ilk kez kitleleri harekete geçirme sorunuyla karşılaştı. Bengal'in paylaşılmasının doğurduğu başka bir sonuç da müslümanların üçüncü güç olarak ortaya çıkmasıydı. Müslüman birliği, aralık 1906’da Dakka'da, daha çok hindu milliyetçi akımları dengelemek üzere kuruldu.
Lord Minto (1905-1910), karışıklığı bastırdı; sonra liberal bakan Morley'in 1909’da Hindistan sömürge yönetimi için hazırladığı yasayla, kral temsilcisine bağlı Yürütme konseyi'nde ve özellikle eyalet yasama konseylerinde yerlilerin de seçilerek temsil edilmesi mümkün oldu. Lord Hardinge (1910-1916), Bengal’i 1911'de birleştirdi, ama başkenti Delhi'ye nakletti.

Birkaç yıl aradan sonra milliyetçi hareket, Birinci Dünya savaşı sırasında, hapisten çıkan Tilak ve 1893’ten beri Hindistan’da Teozofi derneği için çalışan Annie Besant'ın yönetiminde yeniden güçlendi. Annie'nin çabaları sayesinde Tilak ve radikaller Kongre partisi'ne kabul edildiler (1915), ama ılımlılar 1916'da Panhint Özerklik birliği’ni kuran Annie Besant'ın özerklik için eylem programını benimsemediler; bu arada Tilak da Hint Özerklik birliği'ni kurdu. Bu birliklerin eylemlerine karşı girişilen baskılar, radikallerle ılımlıları birbirine yaklaştırdı. Ayrıca, padişahı aynı zamanda halife olan Osmanlı devletinin Almanya’nın yanında savaşa girmesi, müslümanlarla hinduların ingilizler’e karşı birleşmesini sağladı (Luknov paktı, 1916).

Ama kaçınılmaz gibi görünen çatışma, Montagu beyannamesi (1917), ardından da Montagu-Chelmsford raporuyla (1918) durduruldu; bu rapor Hindistan’ın yönetiminde hükümet sorumluluklarının paylaşılması (“dyarchy”) ilkesini getirirken bazı iller, büyük ölçüde genişletildi ve üyelerinin çoğu seçimle iş başına gelen eyalet yürütme konseylerine bırakıldı. A. Be- sant, Kongre partisi içindeki belirsiz konumu nedeniyle ılımlıların ve radikallerin desteğini yitirdi. Tilak ise İngiltere'ye gitti.

M. K. Gandhi böyle bir ortamda ortaya çıktı.


Siyasal eylemi manevi bir anlayışla ele alan Gandhi (özerklik önce kendine hâkim olmak demektir, siyasal özerklik ikinci planda kalır) tek başına harekete geçti ve önceleri sınırlı (1917-18) üç satyagraha' ya (hakikatin üstünlüğünü sağlamak için şiddete başvurmayan, örnek ve cesur eylemler) girişti; elde ettiği başarılar üzerine 6 nisan 1919'da, oruç ve dualarla desteklenen bir genel grev niteliğinde ulusal bir satyagraha başlattı. Gandhi terörizme karşı savaş zamanı yöntemlerini kullanan Rowlatt yasalarıyla mücadele etti. Ama şiddetin büyük boyutlara ulaşması üzerine (Amritsar’da Caliyanvalabagh katliamları, 13 nisan) Gandhi eylemini askıya almak zorunda kaldı.

Gandhi'nin siyasal eyleminin ikinci evresi 1920-1922 arasını kapsar; Gandhi, şiddet eylemlerinin artması üzerine şubat 1922'de bir kez daha eylemini askıya almak zorunda kaldı. Ama satyagrahalartyla halkın büyük sevgisini kazandığı için de milliyetçi hareketin başına geçti ve tüm Hindistan'ı kapsayan eylem programı toplumsal bir itaatsizliğe dönüştü. Milliyetçi hareket, onun sayesinde ülke çapında bir kitle hareketi haline geldi. Buna bağlı olarak Kongre partisi'nde de Nagpur oturumu sırasında (1920) yapısal bir değişikliğe gidildi. Baskılar devam ediyordu. Mart 1922'de tutuklanan Gandhi altı yıl hapis cezasına çarptırıldı.
1922-1927 arasında kitleler eylemden uzaklaşırken, halifeliğin kaldırılmasından (1924) sonra varlık nedeni kalmayan müslüman-hindu birliği, giderek şiddetlenen bir karşıtlığa dönüştü. Kongre partisi ise, iç bölünmeler nedeniyle kıpırdayamaz hale geldi. Ocak 1924'te serbest bırakılan Gandhi, kitlelerin siyasal ve manevi eğitimiyle uğraşmak amacıyla bu mücadelelerin dışında kaldı. 1929’a dek tüm Hindistan'ı dolaştı.

Tam bağımsızlık isteyen ve Kongre partisi'ni tehlikeye sokan C. Nehru ve S. C. Bose’un yönetimindeki genç bir radikaller kuşağının talepleri Gandhi’nin yeniden etkin bir siyasal rol oynamasına yol açtı.

1 ocak 1930'da ülkesi için talep ettiği dominyon statüsünü elde edemeyen Gandhi bu kez ikinci bir toplumsal itaatsizlik kampanyasını başlattı. Hükümetin tuz üzerindeki tekelini protesto etmek üzere 6 nisanda ünlü denize yürüyüş eylemine girişti. Şiddet, ardından da baskı her yerde patlak verdi. Anayasa reformu için yapılan ve İkincisine Gandhi’nin de katıldığı iki yuvarlak masa konferansı (kasım 1930 ve eylül-aralık 1931) hiçbir sonuç getirmedi.

itaatsizlik hareketi bir kez daha dağıldı, ama bağımsızlık düşüncesi iyice belirginleşti ve siyasal güçler radikalleşti. Bunun üzerine müslümanlar kendileri için ayrı bir devlet istediler (Pakistan adı 1933'te ortaya atıldı). Buna karşılık İngiltere tek başına, Anayasada reform yaptı. 1935 tarihli Government of india Act "dyarchy" sistemine son verdi, eyaletlere gerçek bir özerklik tanıdı, oy hakkını genişletti (çeşitli toplumlar için milletvekilliği kontenjanı ilkesi o tarihte uygulamaya kondu). Kongre partisi 1937 seçimlerine katıldı ve on bir eyaletten yedisinde hükümet kurdu ve başarısının verdiği güçle Cinnah’ın koalisyon hükümetleri kurma önerisini reddetti: müslüman ayrılıkçılık o tarihten itibaren geriye döndürülemez bir biçim aldı.

Hintli milliyetçiler, ikinci Dünya savaşı'n- dan yararlanarak ülkelerini bağımsızlığa kavuşturmaya çalıştılar. İngiltere, çeşitli nedenlerle bu sorunu erteledi. Bunun üzerine Gandhi, "Quit india" "Hindistan'ı terk edin" sloganıyla ayaklanma çağrısında bulundu (1942).
Ayaklanma, kısa sürede ve sert biçimde bastırıldı, ama, savaş sona erdiğinde bağımsızlık konusu artık birkaç ay içinde çözülecek hale gelmişti.
İngiltere, Hindistan’ın bölünmesini önlemek için, Attlee misyonunun önerilerini sunarak (mayıs 1946) son bir girişimde bulundu, ama Nehru’nun açıklaması (temmuz) bu umutları suya düşürdü. Bölünmeyi önlemek artık mümkün değildi; "komün hareketi”nin yayılması karşısında kral temsilcisi lord Wavell (1943-1947) Kongre partisi'ni Nehru’nun başkanlığında geçici bir hükümet kurmakla görevlendirdi (eylül). 1945 seçimleri sonucunda oluşan Kurucu Meclis aralıkta toplandı. Her iki organın da müslümanlar tarafından işleyemez hale getirilmesi üzerine Attlee, yetkilerin devrini en kısa sürede gerçekleştirmek için lord Mountbatten’ı gönderdi. Bağımsızlık 15 ağustos 1947'de ilan edildi. 14 ağustos'ta Cinnah, Pakistan dominyonunun genel valisi oldu. Gandhi, önce Kalküta’da, sonra Delhi’de dini barışı sağlamayı başardı. Pencab’daysa, tersine, acımasız bir iç savaş patlak verdi. 20 ocak 1948'de Gandhi öldürüldü.

bağımsızlıktan sonra


Bağımsızlığını kazanan Hindistan'ın önündeki sorunlar çok geniş kapsamlıydı. Bu yöndeki çalışmalar 1950'ye dek Nehru ve serdar Patel, daha sonra 1964'te ölümüne dek hem Kongre partisi’nin hem de hükümetin başında bulunan Nehru tarafından tek başına yürütüldü. Ülkenin inşası Anayasa'nın ilanı (ocak 1950) ve genel oyla ilk parlamentonun seçilmesiyle (1952) başladı; seçimler Kongre partisi’nin üstünlüğüyle sonuçlandı. Demokrasi, laiklik, kast sisteminin ve paryalığın kaldırılması bu anayasanın üç temel ilkesiydi. Cumhuriyet kurumlan, büyük bölümüyle 1935 tarihli Government of İndia Act esas alınarak kuruldu. 554 prensliğin ulusal devletle bütünleşmesi Patel’in eseridir; en büyük güçlüğü Cammu ve Keşmir çıkardı. Bu devletlerin hint birliğine bağlanmalarından sonra uzun bir siyasal ve idari bütünleşme süreci başladı. Sözkonusu süreç, Hindistan'ı dil farklılıklarına göre 14 eyalete ve doğrudan yönetilen altı bölgeye ayıran 1956 tarihli States Reorganization Acf'la tamamlandı. Ama çeşitli baskılar sonucunda başka eyaletler de kuruldu. O zamandan beri Hint Birliği, 22 eyalet ve doğrudan yönetilen 9 bölgeden oluşmaktadır.

Nehru zamanında Hindistan önceleri etkin ve özgün bir dış siyaset izledi, ilk kez 1954’te Tibet'le ilgili Çin-Hindistan antlaşması sırasında açıklanan barış içinde bir arada yaşama siyaseti, soğuk savaş döneminde amerikan ve sovyet bloklarının nüfuz alanları karşısında bir barış ve yansızlık bölgesi oluşturmaya çalışan “bağlantısızlık” öğretisini getirdi. Nehru' nun görüşleri, bağımsızlığını yeni kazanmış bazı Asya ve Afrika ülkelerince benimsendi. Daha sonra, 1960’lı yıllarda Hindistan, komşularıyla ortaya çıkan gerginlikler ve patlak veren çatışmalar nedeniyle dış siyasette geri çekilmek ve daha yararcı bir tutum içine girmek zorunda kaldı. 1962’de, Assam ve Ladak sınırlarında Çin ile Hindistan arasında bir sınır savaşı çıktı; savaş, 1959’da Tibet'in Çin tarafından istila edilmesi üzerine patlak vermişti. Hindistan yenildi, ama saldırgan olmakla suçlanan Çin, Ladak dışında, 1959 kasımındaki mevzilerine çekildi. Bu bozgun, Nehru için onur kırıcıydı. Himalaya sınırı Bhutan'a ve 1949’da Hindistan tarafından işgal edilen, 1950’de de bir antlaşmayla himaye altına alınan Sıkkım’a yardım ve uzman sağlayan ve ayrıca yansız bir ülke durumundaki Nepal'! iktisadi egemenliği altına alan Hindistan için bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam etti. Bağımsızlıktan sonra Pakistan ile Hindistan arasındaki ikinci çatışma 1965’te, Lal Bahadur Şastri’nin Nehru’nun yerine başbakan olduğu sırada patlak verdi. 10 ocak 1966 tarihli Taşkent antlaşması, iki komşu arasında statükoyu yeniden kurdu.

Sosyalist olan Nehru'nun iktisadi ve toplumsal siyaseti temkinliydi. Oysa, 1955-56’daki sola kayma eğilimine karşın, karma, katı olmayan planlı bir iktisat siyaseti izlendi. Nehru'nun kızı indira Gandhi de bu siyaseti devam ettirdi. Çalışmalar önceleri altyapının oluşturulması konusunda yoğunlaştırıldı ve Hindistan, bu alanilerlemeler kaydetti. Buna karşılık, 1952’de ülke çapında bir kalkınma siyasetiyle başlatılan, 1956'da “demokratik bir yerinden yönetme" uygulaması, yani kalkınma için yerel yönetim sistemiyle (Pancayati Rac) sürdürülen tarım reformu, başlangıçta sadece zengin köylülerin işine yaradı. Yalnızca geçmişin en çarpıcı mirası olan büyük aracılar yıkıma uğradı, ama küçük köylüler için kredi olanaklarını geliştirmeye ve toprağı işleyenleri himaye etmeye yönelik önlemler umulan sonucu vermedi.

1966'dan sonra Hindistan


İç siyaset.


1959’dan beri Kongre partisi başkanı olan indiraGandhi, ocak 1966’da Lal Bahadur Şastri’nin yerine başbakan oldu. Sosyalist ve bağlantısız bir siyaset izledi, ama içte çeşitli topluluklar ve dil gruplarından gelen özerklik isteklerinin yanı sıra, iktisadi güçlüklerle baş etmek zorunda kaldı. Ağustos 1969'da, kendi siyasetini destekleyen Varahagiri Venkata Giri’nin cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı, aralık 1970’te de Halk meclisi'ni dağıtarak Kongre partisi'nin yeni bir zaferiyle sonuçlanan (515 sandalyeden 350'si) genel seçimleri düzenledi. Mart 1972’de yerel meclis seçimleriyle pekişen bu başarıdan aldığı güçle indira Gandhi, o tarihe dek eski prenslere tanınan ayrıcalıkların kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliğinin onaylanmasıyla iktidarını sağlamlaştırdı.

Bununla birlikte toplumsal huzursuzluk arttı. 1974’te GuceraLta, sonra Bihar’da hayat pahalılığına ve Kongre partisi'nden parlamenterlerin suiistimallerine karşı ayaklanmalar patlak verdi. Gucerat, iki yıl kuraklığa maruz kalmış ve enflasyon yılda yüzde 30’a çıkmıştı. Gucerat, şubat 1974 te doğrudan yönetime dahil edildi. Cayprakaş Narayan, nisanda, “topyekûn devrim" önerisiyle “demokrasiyi kurtarma" hareketini başlattı. Morarci Desai'nin onunla birleşmesi sonucunda daha sonra Canata Party adını alan Canata Morça ("Halk Cephesi") kuruldu. 1975’te sağcılar, maocular ve sol sosyalistler de bu cepheye katıldılar.

Mayıs 1974’te demiryollarında ülke çapında grevler patlak verdi; ocak 1975’te bakan Lalit Naragan Mişra, Bihar'da Samastipur garında öldürüldü. Siyasal tırmanma, başkan Acit Nath Ray'e karşı Delhi'de düzenlenen bir suikastla devam etti. Haziranda Allahâbad Yüksek mahkemesi üyesi yargıç Cag Mohan Lal Sinha, indira Gandhi’yi, 1971 kampanyası sırasında seçimlere hile karıştırmakla suçladı. Çok geçmeden, Canata Morça, cumhurbaşkanını istifaya davet eden bir gösteri düzenledi ve ona karşı şiddetli bir kampanya başlattı, indira Gandhi sovyet yanlısı komünistler dışında tüm siyasi liderleri tutuklatarak karşı saldırıya geçti. Olağanüstü durum ilan edildi. Binlerce kişi hapsedildi. Başbakan 1 temmuzda, öbür önlemlerin yanı sıra tarım reformu bonded labour'ın (köylülerin [çoğu kez yaşam boyu] borçlanmasıyla oluşan kölelik) kaldırılması, vergi kaçakçılığının ve suiistimallerin bastırılması vaatlerini içeren programını açıkladı.

Bu yöndeki uygulamaların doğurduğu bazı olumlu sonuçlar kendini duyurmakta gecikmedi: karaborsa azaldı, fiyatlar düştü. O tarihlerde elverişli olan iklim koşulları (1975’te iyi bir mahsûl alındı), enflasyona karşı etkili bir mücadele yürütülmesini sağladı. Bunu izleyen aylarda, olağanüstü durumu zaman içinde genişletmeye ve başbakanı mahkemelerin yargılama yetkisi dışında bırakmaya yönelik yasama önlemleri alındı. Böylece tüm Hindistan indira Gandhi yandaşları tarafından yönetilmeye başlandı. Basına katı bir sansür uygulandı.

indira Gandhi, ocak 1977’de, yeni bir meşruluk kazanmak amacıyla mart ayında erken seçimlere gitmeyi kararlaştırdı. Bu nedenle Morarci Desai'yi serbest bıraktı (19 ocak) [Narayan, verilen söz üzerine kasım 1975’te serbest bırakılmıştı], Lok Sabha'yı dağıttı ve özgür bir seçim kampanyası için gerekli özgürlükleri yeniden sağladı. Zaman yitirmeden ayın 20’sinde kurulan Canata Party’nin başına, Morarci Desai’nin yönettiği ulusal bir komite geçti. Kampanya kısa sürdü; eski paryaların siyasal lideri Cagcivan Ram’ın İndira Gandhi'yi terk ederek Demokrasi için kongre partisi’ni kurması üzerine, Hindistan tarihinde ilk kez Kongre partisi’nin düşme olasılığı belirdi. Bu ayrılmayı, çok geçmeden başkaları izledi. Muhalefet gücünü korudu ve görülmemiş bir biçimde, Delhi müftüsü müslümanları muhalefete oy vermeye çağırdı. Böylece Canata, Lok Sabha’da 542 sandalye kazandı. Morarci Desai, mart 1977’de başbakan oldu.

Önceleri iyimser bir hava egemendi ve iktidardaki koalisyon durumunu korudu. Ama ertesi yıldan itibaren iyimserliğin yerini düş kırıklığı aldı; bunun nedeni Canata'nın olumlu bir platform oluşturamama- sıydı, oysa indira Gandhi halk tarafından hâlâ seviliyordu. 1978 yılında toplumsal gerginlikler yeniden ortaya çıktı; dini topluluklar arasında isyanlar patlak verdi; grevler çoğaldı. 15 temmuz 1979’da Morarci Desai'nin istifası ve bunu izleyen mücadeleler bir siyasal bunalıma yol açtı. Çaran Singh, ocak 1980’de yapılması öngörülen seçimlere dek geçici olarak Desai’nin yerini aldı. Bu seçimler, indira Gandhi yanlısı ayrılıkçıların oluşturduğu Kongre ’T' in büyük zaferiyle sonuçlandı; bu parti, oyların yüzde 43’ünü alarak Meclis üyeliklerinin üçte ikisini kazandı, indira Gandhi yeniden başbakan oldu ve aynı zamanda savunma bakanlığını da üstlendi. Şubat 1980’de yeni hükümet muhalefet partilerinin iktidarda olduğu dokuz eyalette meclislerin dağıtılmasını kararlaştırdı; 22 eylülde, bazı eyaletleri, özellikle Assam’ı saran sürekli karışıklıklar ve Hindu lar’la müslümanlar arasındaki çatışmalarla mücadele etmek üzere olağanüstü yetkilerle donandı. Bununla birlikte iktisadi ve toplumsal durum, yavaş yavaş düzeldi. Sihler, Halistan adıyla Pencab’da bağımsız bir devlet kurmak amacıyla eylemlerini yoğunlaştırdılar. Hindular’la aralarında yer yer çatışmalar çıktı. Pencab’da olağanüstü durum (President's Rule) ilan edildi (ekim 1983). Ordu birlikleri Sihler’ in direniş merkezleri olarak belirlenen tapınakları sardı. Amritsar’daki en önemli kutsal merkezleri olan Altın Tapınak, askeri birliklerin saldırısına uğradı, sih militanlar tutuklandı.

Kutsal tapınaklarının saldırıya uğraması, Sihler'i daha sert eylemlere itti. Hindular'a saldırılar, toplu öldürmeler arttı. Başbakan indira Gandhi, muhafız birliğinde görevli iki sih asker tarafından öldürüldü (31 ekim 1984). Kongre partisi, oğlu Raciv Gandhi’yi başbakanlığa seçti. Aralık 1984’te yapılan seçimlerde Kongre partisi, o güne dek kazandığı en çok oyla (% 49), iktidarını sürdürdü. Temmuz 1987’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini Kongre partisi’nin adayı Ramas Vami Venkataraman kazandı. Başbakan R, Gandhi aynı yıl Sri Lanka ile bir anlaşma yaparak Sri Lanka’daki ayrılıkçı Tamil gerillalarına yapılan yardımı kesti. Ertesi yıl Çin'i ve Pakistan’ı ziyaret ederek bölgede siyasal yumuşamanın ilk adımını attı. 1989 genel seçimlerinde Kongre partisi parlamentoda çoğunluğu kaybetti. R. Gandhi istifa etti. Muhalefet lideri Vishvanath Pratap Singh başbakan oldu. Bu hükümet döneminde (1989- 1990) siyasal istikrarsızlık giderek arttı. Sri Lanka'daki “Hint barış gücü" (6 000 asker) 1990’da tamamen geri çekildi. Siyasi istikrarsızlığa bir de iktisadi bunalım eklenince V. P. Singh istifa etti, yerini Çandra Şekhar’a bıraktı (kasım 1990). Erken seçim için karar alındı. Haziran 1991 de yapılacak seçimler için geziye çıkan R. Gandhi, Madras'ta bir suikastta öldürüldü (mayıs 1991). Seçimlerde çoğunluğu Kongre partisi kazandı. Partinin yeni başkanı P. V. Narasimha Rao’yu hükümeti kurmakla görevlendirdi.

Öteden beri bağnaz cemaatlar arasında zaman zaman kıyımlara sahne olan ülkede, Sihlerin ve Hinduların bir türlü dinmeyen taşkınlıklarına yenileri eklendi. Sih militanları Pencap’da suçsuz insanları kurşunladılar, 1990’dan beri yeri ve yıkımı tartışma konusu olan Ayotha camisi, 1992 aralığında Hinduların saldırısına uğradı (Ayotha, Delhi’nin 550 km güneydoğusundaki Faizabad kenti [Uttar- Pradeş] yakınlarında küçük bir şehirdir ve Hinduların yedi kutsal kentinden biridir). Hindular, yerine bir Rama tapınağı yapmak üzere camiyi yıktılar. Hükümet, tapınak cami dışında bir yere yapılsın, cami de yeniden inşa edilsin diye karar verdi. Bunun üzerine çıkan çatışmalarda bir ay içinde yaklaşık üç yüz kişi yaşamını yitirdi (aralık 1992 - ocak 1993).

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:36
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #14
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Dış siyaset.


Hindistan, bağımsızlığından vazgeçmeden büyük devletlerle anlaşmalar yaparak bağlantısız ülke statüsünü bozmamaya çalıştı. SSCB'yle imzalanan bir bilimsel işbirliği antlaşması (şubat 1968), 9 ağustos t971'de Yeni Delhi'de bir barış ve saldırmazlık antlaşmasının imzalanmasıyla pekiştirildi. Çin-hint ilişkilerinde gerginlik devam ediyordu: Çin hükümetinin, bazı maocu (naksalitler) ve özerklikçi (mizo ya da naga isyancıları) hareketleri teşvik ettiğinden kuşkulanıldı; buna karşın kasım 1972'de hint hükümeti, Çin' in Tibet üzerindeki egemenliğini tanıdı.
Ad:  indiya7.jpg
Gösterim: 472
Boyut:  62.3 KB

Mart 1971’de Doğu Pakistan, Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etti ve Hindistan parlamentosu'nun iki meclisi, bildiriler yayımlayarak bu yeni devleti desteklediklerini açıkladılar. Hindistan, bengalli mültecilere kapılarını açtı, ordusunu seferber etti ve hava sahasını Pakistan uçaklarına kapattı. 3 aralıkta Pakistan, Hindistan’a savaş açtı. 6 aralıkta Hindistan Bangladeş Cumhuriyeti’ni tanıdı. Savaş, ayın 16’sında pakistanlı general Niyazi’nin teslim olmasıyla sona erdi. 10 milyon bengalli mülteci, sonraki üç ay içinde yurtlarına döndüler Hindistan, olanakları bakımından Asya kıtasının en büyük gücü haline geldi: Bangladeş ile iktisadi bir antlaşma (ocak 1972) ve bir barış antlaşması (mart 1972) imzaladı. Ayrıca indira Gandhi’nin Simla'da Pakistan devlet başkanı Ali Bhutto ile görüşmesi (haziran 1972) Hindistan-Pakistan ihtilafının sona ermesini sağladı. Nisan 1974'te, Yeni Delhi’de yapılan iki anlaşma uyarınca bu iki ülke, yeniden normal ilişkiler (ilişkiler 1971’de kesilmişti) kurmayı kararlaştırdılar. Mayıs 1974'te Hindistan ilk yeraltı atom bombasını patlattı. Sıkkım, eylül 1974’te Hint Birliği'ne bağlı bir eyalet, nisan 1975'te de birliğin 22. eyaleti oldu. 1974 aralığının sonunda Yeni Delhi’de imzalanan Hindistan-Portekiz uzlaşma antlaşması'yla Hindistan'ın Goa, Daman ve Diu üzerindeki egemenliği tanındı ve Portekiz ile Hindistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması sağlandı.

Hindistan, askeri ve sıyası güç olarak eski dostu SSCB’nin yerini alan Rusya ile ilişkilerini canlandırmaya özen gösterdi. Bu ilişkiler SSCB'nin dağılma sürecine girmesi üzerine 1989'dan itibaren durgunlaşmış». 27 şubat 1993'te Hindistan’ı ziyaret eden Rusya cumhurbaşkanı Bo- ris Yeltsin ile başbakan Narasimha Rao arasında bu amaçla görüşmeler yapıldı.

ASKERİ TARİH


Hint Cumhuriyeti silahlı kuvvetleri'nin tarihi, Dupleix’in 1730’da topladığı ve daha sonraları İngiliz Hindistan şirketi’ nin doğrudan hizmetine giren sipahi birliklerine kadar uzanır. 1857’deki sipahi ayaklanmasını bu birlikler (190 000 kişi) başlattı. Bunun üzerine, artık india Ol fice'e bağlı olan yeni bir ordu kuruldu. XIX. yy.'da bu ordu, beş kolorduya bölünmüş 220 000 kişiyle (73 000’i avrupa lı) bunlara eklenen yerli prenslere bağlı yaklaşık 400 000 kişiden oluşuyordu. Birinci Dünya savaşı sırasında, Fransa ve Ortadoğu’da savaşmak üzere Hindistan’da 770 000 kişi askere alındı (100 bini öldü); Hindistan savaş boyunca Fransa’da 2, Ortadoğu'da da 8 tümen bulundurdu. 1919’dan sonra büyük ölçüde değişikliğe uğratılan hint ordusunun 1939’daki gücü şöyleydi: düzenli ordu’nun (193 000 kişi) piyade sınıfında her 3 nıntli tabur için bir avrupalı tabur bulunuyordu ve düzenli ordu 4 piyade tümeni, 5 süvari tugayı ve 6 uçak filosundan kurulu bir savaş gücü oluşturuyordu; yedek ordu, yılda 64-80 saat arasında hizmet gören avrupalı gönüllülere (35 bin kişi) dayanıyordu; hint milisi, yılda 38 gün hizmet görüyordu (20 000 kişi); prenslerin orduları ve askeri polisi, hükümdarlar tarafından toplanıyor ve ingilizler’in denetimine bırakılıyordu. Bu çeşitli kuruluşlardan oluşan birlikler, ikinci Dünya savaşı’nda tüm cephelerde savaştı. imparatorluğun iki dominyona ayrılması (1947), silahlı kuvvetlerin bölünmesine yol açtı; bu kuvvetlerin üçte biri Pakistan’a (müslüman birlikler), üçte ikisi de Hindistan'a verilmişti.

Hindistan, Çin (1962) ve Pakistan (1965-1971) ile çıkan çatışmalardan sonra silahlı kuvvetlerini büyük ölçüde geliştirmek zorunda kaldı; aynı zamanda nükleer silah yapımına girişti (ilk hint atom bombası 16 mayıs 1974'te patlatıldı). 1981 savunma bütçesi, GSMH’nın yaklaşık yüzde 3,3'ü oranındaydı. Bu bütçe, gönüllülük esasına dayalı, İngiliz modeline göre örgütlenmiş, ama Hindistan’ın gün geçtikçe artan bir hızla kendi silah sanayisini geliştirmesine karşın hâlâ çoğu eski sovyet malzemesiyle donatılan önemli bir askeri kuvvet bulundurulmasına olanak vermektedir.
  • Kara kuvvetleri (t 100 000 kişi) 1989- 1990'da 2’si zırhlı 31 tümen, 5'i zırhlı ve 1 ’i paraşütçü 30 tugaydan oluşmaktadır. Bu birlikler, en eskileri rus T54/55 tipi olan 3 100 tankla donatılmıştır; bunlar yavaş yavaş İngiliz Vickers tankının kopyası olan hint yapımı Vicayanta tankıyla değiştirilmektedir.
  • Hava kuvvetlerinde (110 000 kişi), otuz filoya dağıtılmış 620 savaş uçağı görev yapmaktadır. Uçaklar rus (MİG 23). fransız (Mirage), amerikan (Hunter) ve İngiliz (Canberra) malıdır.
  • Deniz kuvvetleri (55 000 kişi), 2 uçak gemisi, bazıları hint yapımı 21 firkateyn, 5 destroyer ve 17 denizaltıdan oluşmaktadır; 35 uçaklık (İngiliz Sea Hawk ve fransız Alize) bir hava-deniz kuvvetine sahiptir.

KURUMLAR


Hindistan ya da Hint Birliği, anglosakson tipi parlamenter bir rejimle yönetilen federal bir devlettir. Yasama yetkisi iki meclise verilmiştir: doğrudan genel oyla ve tek turlu çoğunluk sistemine göre seçilen Halk meclisi (Lok Sabha), ve eyalet yasama meclislerince altı yıl için seçilen ve üçte biri iki yılda bir yenilenen Eyaletler konseyi (Racya Sabha).
Yürütme yetkisi, eyalet meclisleri ve Federal parlamento tarafından beş yıl için seçilen cumhurbaşkanı ile başkan yardımcısı, bir de cumhurbaşkanı tarafından seçilen ama aslında çoğunluk partisinin lideri olan ve iktidarı fiilen elinde bulunduran başbakandadır; başbakan ve Bakanlar kurulu Parlamento'ya karşı sorumludur.
Bir yüksek mahkeme, yasaların anayasaya uygunluğunu denetler. Eyaletlerin örgütlenmesi de parlamenter yapıdadır (bir vali, bir kabine, bir parlamento).

AİLLER


Hindistan’daki diller dört büyük aileye ayrılır: hint-ari, dravid, çin-tibet ve güney asya. Hint-ari dillerini nüfusun °/o 73,3'ü konuşur; dravid dillerini konuşanlar (başlıcaları, tamul, malayalam, kannara, telugu) nüfusun % 24,47'sini oluştururken, güney asya öbeği (munda dilleri), % 1,5 ve çin-tibet öbeği % 0,73 oranındadır. Böylece, 1 652 anadili ve çeşitli düzeylerde 67 öğretim dili saptanmıştır (1961 ve 1971 sayımları).

Hint-Türk imparatorluğu dönemi, hem kimi bölgesel dillerin edebiyat dilleri düzeyine gelmesini, hem de ortak bir büyük dilin, hindustani ya da hindi'nin oluşumunu kolaylaştırdı. XIII. yy.'dan başlayarak hint-ari ailesinin coğrafi alanı içinde önce sözlü, sonra da yazılı büyük bir edebiyat gelişti. Böylelikle bengali, maithili, avadhi, braj, racastani, marathi, birer edebiyat dili düzeyine geldi. Hindi, en parlak dönemini XVIII. yy'da Delhi ve Luknov'da yaşayan, fars esinli bir edebiyatı dile getirir ve urdu, kimi zaman da "rekhta” (karışık) adını alır. Arap harfleriyle yazılır.

Daha XIX. yy.’ın başında, İngiliz yönetimi köklü bir biçimde Bengal’e yerleşti, ingilizler’in, hindistan edebiyatlarıyla ilişkisi önce bengali, sanskritçe ve hindustani aracılığıyla oldu. Arapça-farsça sözcükler içermeyen metinleri hindustaninin dilsel yapısını bozmadan devanagari harfleriyle yazma düşüncesini ilk ortaya atanlar da Ingilizler olsa gerektir. Bu hindustani ya da urdu dilinde yazılmış metinlerin karşılaştırılması aynı dilin söz konusu olduğunu kanıtlar.
Hindu ve müslüman topluluklar arasındaki çekişmeler bu dönemde yoğunlaştı: dil ve yazı bu çekişmenin bir simgesi oldu. Hindular, öncelikli olarak devanagari alfabesini kullanmak ve arapça-farsça sözcükleri sanskritçeden aktarmalarla değiştirmek istediler. 1850'den sonra düzyazı, kimi kez “hindi” terimiyle belirtilen ve eskiyi canlandırmak amacı güden ulusçu eğilimlere bağlanan kimi hindu yazarların yetenek ve inancıyla desteklenen bu dille gelişti.

28 Aralık 1885’te Ulusal Hint kongre


sinin kurulmasının ardından, çoğunluğun anlayabileceği ulusal bir dil bulmak sözkonusu oldu. Kongre partisi’nin neredeyse tüm önderleri bu dilin hindustani ya da hindi, bir başka deyişle "Hindistan'ın kuzeyinde hem Hindular'ın, hem de müslümanların konuştuğu ve ayrımsız bir biçimde devanagari ya da arap-fars harfleriyle yazılabilen dil” (M. K. Gandhi) olmasında uzlaştılar. Buna pra- car hindi movement (Hindiyi yayma hareketi) denir; bu harekete göre, İngilizce bir süre için yükseköğretim dili olarak kalırken, hindi, ilk ve orta okullarda eğitim dili olan bölgesel dillere dokunmadan ortak dil durumuna gelmelidir.
1950'de onaylanan Anayasa’nin 343 maddesi, “Hint Birliği'nin resmi dilinin, devanagariyle yazılan hindi olacağını' belirtir. VIII. Ek, 14 resmi dili şöyle sıralar: assam dili, bengali, gucarati, hindi, kannara, keşmiri, malayalam, marathi, oriya, pencabi, sanskritçe, tamul, telugu, urdu. Daha sonra bu listeye sindhı de eklendi. Hindiyi resmi dil yapmada gösterilen aşırı çaba. Güney Eyaletlerinde ve Bengal’de kimi direnişlere yol açtı. Ayrıca, 1958’de resmi dilden sorumlu bir Parlamento komitesi, yasaların uygulanmasında aşırı bir esneklik gösterdi ve hindinin yanı sıra, İngilizcenin de, 1965'e değin resmi dil olarak sürdürülmesini önerdi.

Günümüzde, yönetimde ikidillilik resmi nitelik kazanmıştır. Altı eyalette (Uttar Pradeş, Madhya Pradeş, Haryana, Hi- maçal Pradeş, Bihar, Racastan) ve bir bölgede (Delhi) resmi dil, hindidir. Ortaöğretimde üçdilli bir çözüm benimsenmiştir: bölgesel dil, hindi ya da hindiyi kullananan eyaletlerdeki bir başka hint dili ve İngilizce ya da başka avrupa dili. Resmi kuruluşlar dilleri standartlaştırmak ve düzenlemekle yükümlüdür. Hindinin sanskritçeleştirilmesi ve İngilizceden kalkılarak yeni sözcük ve öyküntülerin oluşturulması, günlük dilin çok uzağında, uzun sözcüklerle, zor söyleyişlerle dolu ve hintçe olmayan bir bağlama gönderme yapan bir dil ortaya çıkarmaktadır. Bu iki olgu, düşünsel gelişimi engelleyen bir ikidillilik durumuna yol açmaktadır.

Düzenleyicilerin kararlarına pek boyun eğmeyen bölgesel diller (bölgesel hindi de içinde olmak üzere) daha uyumlu bir biçimde gelişmektedir. Basın ve radyo, modern günlük bir terminolojinin yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Hindi her yerde yayılım göstermekteyse de (Güney Eyaletleri'nde bile) İngilizcenin gerilediği söylenemez. Hatta ayrıcalıklı bir dil, seçkinlerin dili, yabancılarla ilişkiyi sağlayan ve en iyi mesleklerin elde edilmesinde yardımcı olan bir dil olarak kalmaktadır.

Yaşam biçiminin batılılaştığı kentlerde, İngilizce sözcük dağarcığı, maddi, toplumsal ve ruhsal bağlamın daha çok batı nitelikli olduğu tüm durumlarda sıkça kullanılmaktadır. Bir dilden ötekine, kimi kez iki ayrı kod karıştırılarak geçilir. Hindi yazarların çoğu İngilizce ve kimi kez de öteki batı dillerini bilmekte ve kendi anadillerinde yazdıklarında bile düşünce ve anlatım biçimleri bunlardan etkilenmektedir. Bu iç dinamik nedeniyle, hindistan dilleri, günümüzde sözlüksel ve hatta sözdizimsel dönüşüm içindedir.

MATEMATİK


İ.Ö. 800’den, İ.S. 200’e dek uzanan dönemin geometrisi iyi bilinmektedir. Şulvasutra'ların (“Kirişler üstüne özdeyişler”) kimi bölümleri, kare, daire ya da yarıdaire gibi uyulması zorunlu biçimleri ve aynı alanı olması gereken sunakların yapımını düzenler Bu yapıtta, Pythagoras teoremi, alan ve hacim konusunda deneysel kurallar, daireyi kareleştirme problemlerinden doğan DirKaç yaklaştırım gibi geometrik sonuçlar üstüne önermeler yer alır. Klasik dönem (200-1200) matematiğinde, Heron formülü ve Ptolemaios teoremi gibi İskenderiyeli Yunanlılar'ın elde ettiği geometrik sonuçlar yeniden ele alındı; trigonometriye, ilk sinüs tablosu, farklı bir birim sistemiyle Ptolemaios kirişlerinin yeni bir hesabı gibi yenilikler getirildi. Yapıtlar özellikle gökbilim kitaplarıdır ve elde edilen önemli sonuçlar işlenmemiş olsa bile, aritmetik ve oebir alanında zengin bir etkinliğe tanıklık eder (matematiğe, hint dilinde ganita denir: hesap bilimi). Aritmetikte, eski dönemde de kullanılan brahmi sayılama simgeleri ve ondalık sistemin konum gösterimi kesin olarak benimsendi; bu sistemi Batı uygarlığı'na Araplar yaydı. Aritmetik işlemleri Batı dünyası’nın işlemlerine benziyor, hesaplarda oransal, oran dışı ve negatif sayılardan yararlanılıyordu; negatif sayıları ilk kez 628’e doğru Brahmagupta borçları göstermek için kullandı ve negatif sayılar pozitif bir sayının ikinci kare kökü olarak kabul edildi; dolayısıyla, px2 + qx + r = 0 genel denkleminin (p,q ve r pozitif ya da negatif olabilir) çözümleri biçiminde cebire girdi.

Kimi takımyıldızların dönüşüne ilişkin kestirimlerin araştırılması, belirsiz denklemlerin çözümüne ve tam çözümlerin araştırılmasına yol açtı. Brahmagupta, daha önce Aryabhata'nın hazırladığı sürekli kesirler yöntemiyle, ax + by = c denkleminin genel çözümünü verdi, cy2 = ax2 + b ikilenik denkleminin çözümünde temel tip olan y2 = ax2 + 1 denkleminin önemi kabul edildi. Birkaç sakınıma rağmen sayıların yapısı konusunda mantıksal zorluklar ortadan kalkmamıştı, ama, problemlerle çözümlerinin gösteriminde, bunların ticarete ve gökbilime uygulanmasında, cebirsel bir simgecilik egemendi. Hint matematiğinin önde gelen adları 476’da doğan Aryabhata, 598'e doğru doğan Brahmagupta, Lalla (VIII. yy.), Mahavira (IX. yy.), Muncala (X. yy.), Şripati (XI. yy.) ve 1114’te (ya da 1115) doğan Bhaskara’dır.
Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:37
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #15
Safi - avatarı
SMD MiSiM

SANAT VE ARKEOLOIİ

Ad:  indiya8.jpg
Gösterim: 557
Boyut:  67.7 KB

Tarihöncesi.


İlkel yontmataş dönemi'nin izlerine (yontulmuş çakıllar, çiftyüzlü aletler ve önemi giderek artan yonga endüstrisi) daha çok Yukarı indus havzasında (Soan [Soan kültürü] ve Beas vadileri), Madras bölgesinde (Madras kültürü), Madhya Pradeş'te (Narbada vadisi) ve Maharaştra'da (Bombay bölgesi, Godavari ırmağının yukarı kesimi) rastlandı. Orta yontmataş dönemi de (daha yaygın ve çok çeşitli yonga endüstrisi) aşağı yukarı aynı bölgelerde (indus'un yuları kesimi: Sanghao mağarası; Madras, Narbada ve Bombay bölgeleri merkezlerine yakın yerleşimler) ve ayrıca Dekkan'da (Yukarı Krişna havzası) görüldü. Pleyistosen sonrasında yer alan ve çoğu kez 'brtataş" olarak tanımlanan geç yontmataş dönemi'nde ileri teknik düzeyde yonga endüstrileri ve lamlar (bunlar uzun süre üretilmiş mikrolitlerdir) görüldü. Bu dönemin izlerine birçok yerde rastlandı (Gucerat, Orta Ganj havzası, Bengal, Dekkan, yarımadanın Sri Lanka'ya kadşp uzanan en güney ucu). Sayıları oldukça kabarık olan kaya resimleri (özellikle Madhya Pradeş'te), bazı hayvanları evcilleştirmiş olan bu avcı-toplayıcı kültürüne mal edilir. Yenitaş dönemi'nde, eşzamanlılık daha enderdir. Dekkan’ın güneyinde ve Belucistan'da varlığı saptanan, tarımın başlangıcının izlenebildiği “gerçek" bir yenitaş dönemi, kentleşmiş yerleşik Harappa öncesi ve Harappa kültürleriyle çağdaştır. Ayrıca, Belucistan’da çok erken ortaya çıkmış olan bakır ve tunç madenciliği, II. binyıl'da giderek önemli bir rol oynamış, öte yandan tarım, hayvancılık ve dokumacılık gelişmiş, cenaze töreleri görülmeye başlanmıştır (Brahma- giri. alt katlar). Buna karşılık, Güney’de, tarihsel dönemin başına kadar madenlere pek az rastlanmıştır. Bu görüşlerin ve coğrafya verilerinin ışığında, bölgelere göre I.Ö. 1100-500 yıllarına kadar sürmüş olan beş yerıitaş-bakırtaş kültürü grubu saptanabilmiştir. Bu kültür grupları taş (cilalı ve yontma), kemik, metal ve pişmiş toprak aletlerle birbirlerinden iyice farklılaşırlar.

Indus'uygarlığı ve öncesi.


IV. binyıl'ın sonuna doğru Belucistan’da (özellikle kuzey ve orta kesimlerinde) kentleşme biçimleri (Güney-doğu Afganistan etkisi: Mundigek) ve çokrenkli boyalı çanak-çömleğiyle (Nal, Külli, vb.) belirginleşen yerleşmeler ortaya çıktı. Bu kültür tipi Indus ovasına yayıldı (Sind [Amri, Kot Dici), Pencab [Harappa], Kuzey Racastan’ daki [Kalibangan] Harappa öncesi yerleşmeler) ve İ.Ö. 2300-1750 dolaylarında indus uygarlığı (ya da ilk incelenen yerleşimin adından Harappa uygarlığı) bu yörede gelişti, indus ovasının birçok önemli kentinde rastlanan (Harappa, Mohenco-Daro) indus uygarlığı, batıya (Mekran kıyısı: Sutkagen Dor), doğuya (Doab’ın kuzeyi: Alamgirpur), özellikle de güney- doğu'ya doğru (Kathıavar ve Cam bay körfezi: Rangpur, Lothal, vb.) yayıldı. Bu uygarlığı güney-doğu’da, yerel kültürlerle az çok karışmış Harappa sonrası bir evre izledi (İ.Ö. 1800-1100’e doğr.). Diğer yerlerde ise, indus uygarlığı ekonomik değişimlerin ve Ari akınlarının etkisiyle yok olmaya yüz tuttu; yerini, konutları ilkel düzeyde olan ve çanak-çömleği yerel özellikler taşıyan bakırtaş kültürlerime bıraktı. Bunların en özgünü, üstün nitelikli biçim ve yapımlarıyla dikkat çeken bakır eşya buluntularıyla ve gri boyalı çanak-çömleğiyle bilinen Doab kültürü (Ganj-Cumna), bölgede kent yaşamının başlamasından az önce ortaya çıkmıştır.

Demir çağı


edebi kaynaklara göre veda dönemine rastlar ve giderek ağır basar (İ.Ö. 1100-500’e doğr.). Demir çağı, Dekkan’da ve Güney bölgesinde genellikle karmaşık cenaze töreleri uygulayan megalitik kültürler’le ilişkilidir: çeşitli tiplerde (ayaklı, hayvan biçiminde) pişmiş toprak küpler, urnalar, lahitler; yuvarlak çukurlar (Maski), büyük boy levhalardan yapılma, kimi kez delikli cistalar (Brahmagiri). Bunlar Güney’de hıristiyanlık döneminin başına kadar kullanılmıştır (Suttukeni). Kerala'daki ilginç hypogeumlar için de aynı durum sözkonusudur (Koçin bölgesi, yaklş. İ.Ö. III. yy.-İ.S. I. yy.).

I. binyıl'ın ilk yarısında Doab’da, özellikle savunmaya yönelik bir kentleşme düzeni (Hastinapura, Ahicçatra) ile yeni alet ve çömlek türleri ortaya çıktı. Yaklaşık İ.Ö. 500 yıllarından başlayarak, Buddha ve Ci- na zamanında, kentleşmenin geliştiği (Ka- uşambi) ve damgalı (bakır ve gümüş) sikkelerin kullanıldığı gözlenir. Birkaç simgesel figürün, insan siluetleri ve taşoyması kursların (ana tanrıça tapınması) dışında, sanatın tam anlamıyla gelişmesi, ancak Maurya hanedanının hüküm sürmeye başlamasından sonra gerçekleşti. İ.Ö. VI. yy.'ın sonundaki pers istilalarının ve İskender'in seferinin, bu gelişime doğrudan hiçbir etkisi olmadı.

Hint sanatının temel nitelikleri.


İ.Ö. III. yy.’dan başlayarak ağırlığını koyan ve doruğuna klasik dönemde ulaşan (İ.S. IV. yy. ve sonrası) hint sanatı, öz olarak dinsel bir sanattır. Bu bakımdan da, veda biliminden kaynaklanan incelemelerden (şilpa-şastra) derlenmiş bir dizi kurala sürekli olarak uymak zorunda kalmıştır.

Mimarlık.


Ahşap kullanımının sürekli olarak önemli bir rol oynadığı kesindir (Pataliputra, İ.Ö. 320'ye doğr.); doğrama tekniklerinin taklidi, kaya içine oyulmuş ya da doğrudan inşa edilmiş yapılarda çok kez açıkça görülür. Buddhacılığın ve caynacılığın örnek.anıt tipinin İ.Ö. V. yy.’dan başlayarak stupa (tümülüs ya da kutsal kalıntı muhafazası) olduğu kuşku götürmez. Yüzyıllar boyunca gelişip güzelleşen stupa, özellikle kutsal yerleri (caitya') belirten basit anıtlarla (dikilitaş, bir ağacı çevreleyen çit) bağdaşır. Bu mimarlığın günümüze ulaşmış en eski örnekleri kaya mimarlığı türündendir. Başlangıçta din adamlarının basit hücreleri örnek alınmasına karşın (Barabar: Lomaşa Risi, İ.Ö. III. yy.) giderek, Hindistan’daki çeşitli dinlere yönelik, daha iddialı programlar uygulanmıştır (Acanta’daki mağaralar topluluğu, İ.Ö. II. yy. - VII. yy. başları). Bu mimarlığın en son ve en ilginç örneği, monolit bir tapınakla onun, kaya içine oyulmuş ek yapılarından oluşan Ellora’daki Kailasa'dır. Dayanıklı malzemelerin (tuğla ve özellikle kesmetaş) kullanıldığı tapınaklar V. yy.’dan önce görülmez. Önceleri çok sade olan tapınakların (cella'ya yalnızca din görevlileri girebilirdi) boyutları yüzyıllar boyunca giderek büyüdü; simgesel içerikleri yoğunlaştı, plan ve görünüşü etkileyen, Örtaçağ sanatının belirgin özelliği olan okullararası farklılaşma önem kazandı.

Heykel sanatı


her zaman dinsel ve simgesel içeriklidir. Ana tanrıça geleneğine dayanan ilk insan figürleri, koruyucu yerel tanrıça tasvirleridir (yaksa‘). Buddha, Cina ve brahmancılığın büyük tanrıları ise ancak İ.S. I. - II. yy.’a doğr. ortaya çıkarak ilk simgesel imgelerin yerini aldılar. Bu heykellerde çok özgün estetik kurallara uyuldu ve eski yunan anlayışının aksine, sıradan insanların çok üzerindeki varlıkların imgelendiği vurgulandı. Tantracılık kısa sürede, karma yaratık imgelerini yaygınlaştırdı ve simgesel nitelikli zengin bir teratolojinin ortaya çıkmasına neden oldu. Heykelciler, tunç sanatının dışında, gerçek anlamda tamoymaya yanaşmayıp yüksekkabartmadan esinlenen teknikleri yeğ tutmuşsalar da, her dönemde, alçakkabartma sahneler düzenlemekte tartışılmaz bir ustalık göstermişlerdir. Tunç idollerin yapımında, boyutlar ne olursa olsun, her zaman kayıp balmumu yöntemiyle döküm tekniği kullanılmıştır. Az sayıda tahta heykel bugüne kadar korunabilmiştir. Buna karşın, fildişinin sürekli kullanılmış bir malzeme olmasına dikkati çekmek gerekir.

Resim sanatı


çok erken ortaya çıktı (yenitaş dönemiyle birlikte son derece anlatıya dayalı kaya resimleri ve seramikler); İ.S. I - II. yy.'da Acanta'da mağara resimleri yapılmaya başlandı (IX ve X no’lu mağaralar). Bir tür tutkal boya ile yapılan bu resimler açık seçik çizgilere sahiptirler ve kesin kompozisyon kurallarına uyarlar. Resim sanatı doruğuna VI. yy.’a doğr. ulaştı (Acanta, I, II, XVII... no’lu mağaralar) ve giderek kuralcı bir nitelik kazandı (Ellora, IX. yy.’a doğr.). XIV. yy.’ın sonlarından başlayarak, Güney (Vicayanagar), daha anlatıcı, daha renkli, süsleme yönü yadsınamaz bir biçimde ağır basan bir resim anlayışına yöneldi (Lepaksi, XVI. yy.). Taşınabilir nitelikte olan resim türü artık yalnızca, en eskileri XI. yy.'dan öteye gitmeyen dinsel konulu, figürlü elyazmalarıyla temsil ediliyordu. Genellikle halk anlatımına dayanan, renkli bir dilin kullanıldığı bu elyazmaları, sonraları, İslam etkisine giren okulların karşısında ikonografi geleneklerinin (Cayna elyazmaları) koruyucusu durumuna girdiler. Dinsel resimler (XVIII. yy. ve sonrası), kimi kez halk sanatından, kimi kez de oldukça avrupalaşmış “Saint-Sulpice” üslubunda bir sanat anlayışından esinlendi. Takı ve tekstil sanatlarında ise daha özgün gelenekler varlıklarını sürdürebildiler.

Hint sanatı tarihi, siyasal gelişmelere az çok bağlı dört dönemde incelenebilir:

Mauryalar'dan Kaniska'nın hükümdarlığına (İ.Ö. 320’ye doğr. - İ.S. I.-II. yy.).


Pataliputra sarayı kalıntılarında, hatta Aşoka dönemi (273-236’ya doğr.) heykelciliğinde pers etkisi izlenebilse de, hint sanatını niteleyen temel eğilimlerin, Aşo- ka’nın hükümdarlığı sırasında yerleştiği söylenebilir. O dönemde sayıları çok yüksek olan stupalardan geriye pek bir şey kalmamıştır. Kayaların içinde oyulmuş yapılar da pek görülmez. Buna karşılık, monolitik ayaklarda (Sarnath'daki aslanlı ayak), aynı dönemin heykellerinde (yaksa, yaksini) rastlanan Hindistan’a özgü bir simge anlayışı ve bir yapım güzelliği görülür. Hanedanın sonuna doğru ortaya çıkan ve giderek pers etkisinden sıyrılan zengin oymalı süsler (Sarnath sütun başlığı), şunga ve kanva sanatlarının (İ.Ö. Il.-I. yy.) habercisidir. Aynı döneme doğru, Baktria’daki hint-yunan hükümdarlarının zoruyla yerleşen hellenistik etkiler (250-130’a doğr.), K.-B. bölgelerinin sınırlarını aşmaz (Oxus’un uç kesimleri: Surh Kotel, Ay-Hanum). Şungalar ve Kanvalar döneminde Magadha'da, daha sonra, Satavahanalar döneminde Dekkan’ın batısında, dekoratif temalarını özümlediği yabancılardan sanatın artık alacağı hiçbir şey kalmamıştı. Mimarlıkta hızlı gelişmeler kaydedildi (büyük stupalar: Bharhut, Sanci; Maharaştra'daki kayaya oyulmuş anıtlar), yapıtlar zengin^ heykelcilik örnekleriyle donatıldı. Önçeleri biraz acemice olan bu heykeller (Bharhut), kısa sürede olgunlaşıp gelişti (Sanci). Kaya mimarlığı İ.S. II. yy.'ın başlarına doğru olgunluk dönemine ulaştı (Karlı); o sırada, duvar resimleri de klasik nitelikler taşımaya başlamışlardı (Acanta IX, X no'lu mağaralar). Sıra artık Buddha, Cina ve büyük tanrıların heykellerine gelmişti.

Kaniska'nın hükümdarlığından Guptalar'a (İ.S. 320).


Klasik sanatın oluştuğu bu dönemde görülen en büyük ilerleme insan görünümlü dinsel imgelerin ortaya çıkması ve bunların korunduğu tapınakların yapılmasıdır. Bu alanda üç büyük okul sayılabilir: Kuzey ve Kuzey-batı Hindistan’da, Kuşana egemenliği altında, Gandhara ve Mathura okulları; Güney -Doğu’da andhra (ya da Amaravati) okulu. Çoğu kez “yunan-buddha" okulu da denilen Gandhara okulu, Hindistan ile Batı Asya, Orta ve Uzak Asya'nın buluşma noktasında, (başkenti Taksila'nın öneminden anlaşılacağı gibi) buddhacılığın en büyük merkezlerinden birine dönüşen bir bölgede gelişti. Bu buluşma sonucunda, I.- II. yy.'a doğru, hellenistik estetik anlayışından büyük ölçüde etkilenmesine karşın buddha metinlerine sadık kalan zengin bir heykelcilik sanatı (taş ve yalancı mermer) ortaya çıktı. Heykelciliği, kullanım amacıyla iyi uyuşan bir mimarlıkla birlikte yürüten bu okul, varlığını gupta dönemi sonrasında sürdürdü ve Hindistan dışında önemli ölçüde etkili oldu. Batı katkılarını ve Gandhara öğretisini yadsımamakla birlikte Mathura okulu Hindistan’a daha bağlı kaldı. Büyük hint dinlerinin beşiğinde doğan bu okul, gupta klasikçilğinin tohumlarını taşır. Güney’de eski buddhacıhğa daha bağlı kalan andhra okulu, imgeleri daha güç benimsedi ve bunları sonradan Güney-Doğu Asya'ya yaydı. Yapılar yıkılmış olduğundan, bu okulun mimarlığı hakkında ancak kazılardan ve üstün nitelikli alçakkabartmalardan (Amaravati, Nagarcunakonda, vb.) bilgi edinilmiştir.

Guptalar'dan Harsa’nın ölümüne (320 -647).


imparatorlukta Guptalar tarafından gerçekleştirilen ve Harsa'nın ölümüne dek süren birliğin hint kültürünün gelişmesinde katkısı oldu. Mimarlık alanında dikkate değer bir gelişme görüldü. Kayalara oyulmuş yapıların yeniden önem kazanması: eski (Acanta’daki en güzel mağaralar) ve yeni (Evrengabad, Bagh) sitler, brahman yapı toplulukları (Ellora. Elephanta); taş ya da tuğla kullanılarak inşa edilen yapıların gelişmesi: gösterişsiz örneklerin ardından (IV. yy: Sanci no. 17, Tigava), Ortaçağ’ın görkemli yapılarının habercisi olan büyük tapınakların inşa edilmesi (tuğla: Bhitargon; taş: Deogarh). Heykelcilik alanında, ısmarlanan yapıt ne olursa olsun, aynı klasik güzellik ve denge kaygısı görülür (Sarnath buddha okulu); heykel grupları (kaya içine oyulmuş ya da taş ve tuğla kullanılarak inşa edilmiş tapınaklarda), kompozisyon ve duruşların güzelliği açısından dikkati çeker. Duvar resimleri, yalnızca kayalara oyulmuş anıtlarda korunabilmiştir. (Acanta: V. yy.'dan kalma XVI ve XVII no’lu mağaralar; VII. yy. başlarından kalma I ve II no’lu mağaralar). Bu resimler de heykellerde görülen klasik ideali taşır.

Harsa'nın ölümünden Vicayanagar kralltğı'nın sonuna (1565).


Harşa'nın ölümüyle imparatorluğun birliğinin bozulması klasik dönemin sona ermesine yol açmadı, Ortaçağ döneminin özelliği olan yerel üslupların gelişmesine olanak verdi. Gupta egemenliğinden sıyrılan Güney ve Dekkan bölgelerindeki krallıklar, VI. yy.’dan başlayarak, sanat alanında önem kazandı. VIII. yy. - XII. yy.’ın sonu arasında, islamiyetin ilerleyişi kayda değer bir etki bırakmazken kimi kez birbirlerine düşman hanedanların dinsel alanda gayretleri ve rekabetleri, yerel okulların gelişmesine yol açtı. Hint incelemelerinde, Kuzey’in nagara üslubundaki tapınakları ile Güney’in dravida üslubundaki tapınakları arasında bir ayrım yapılır. Çoğu kez şikhara ve vimana türündeki tapınaklar arasında kolaycı bir karşıtlığa indirgenen bu ayrım, okulların çeşitliliğinin ve özgünlüğünün gözden kaçmasına neden olmamalıdır. Çoğu kez yok olmuş mimarlık örneklerinden (Nalanda) çok, oldukça donuk bir klasikçiliği yansıtan heykelleriyle tanınan pala sanatı (Bengal ve Bihar), gupta dönemi sonrası sanatını dolaysız bir biçimde sürdürdü. Orissa (Bhubanesvar, VIII.-XIII. yy.; Konarak, XIII. yy.) ya da Bundelkhand’da (Khacuraho, X.-XI. yy.), şikhara olağanüstü önem kazandı ve yapıları süsleyen heykeller zaman zaman eşsiz bir güzelliğe ulaştı. Batı'da (Gucerat Kathiavar Racastan) özellikle cina siparişlerinde (Abu dağı) iç yüzleri oymalarla bezeli, bindirme tekniğiyle inşa edilmiş yalancı kubbeler dikkati çeker. Güney’de (dravida sanatı), önceleri gösterişsiz tapınaklar (Mahabalipuram, VII.-VIII. yy.) gerçekleştiren pallava’ sanatı'nı giderek yükseklik kazanan tapınaklarıyla (vimana türü, Tancavur, XI. yy.) çola sanatı, daha sonra da, daha küçük boyutta olmalarına karşın dev gopura"’ surlarla çevrilmiş tapınaklarıyla (Tiruvannamalai, 1300'e doğr.) pandya sanatı izledi. Heykelcilikte, Kuzey'e göre daha ağırbaşlı bir anlayış egemendi. Daha çok brahmancı bir karakter taşıyan tunç heykeller ise (örn. Şiva Nataraca) üstün teknikleriyle dikkati çeker. Dekkan'da, mimarlıkta Kuzey ve Güney üsluplarının (Aihole; Ellora'daki Kailasa, kaya içine oyularak gerçekleştirilen mimarlığın doruğudur, 750’ye doğr.) özgün bir uzlaşması olan Çalukya" sanatı'nı (VI.-XII. yy.), daha özgün bir mimarlığa sahip olan ve heykelcilikte ince bir maniyerizme yer veren, aşırı süslemeli hoysala sanatı (Halebid, Belur, vb.) izledi. Başkenti (bugün Hampi) 1565'te yakılıp yıkılan Vicayanagar" krallığı'nın 1336’da kurulması, islamiyetin Dekkan'da ağır basmasının bir göstergesidir. Bu krallığın zengin ve kesiksiz sanatı (henüz az incelenmiştir) varlığını, hanedanın son kralları döneminde 1646'ya kadar, Güney'de de Nayaklar' la (Madura) XVIII. yy.'a kadar sürdürdü. Bu dönemde, heykelcilik, dravida sanatının yetkinliğini artık taşımamasına karşın, mimarlık doruğuna ulaştı (saraylar, "1 000 sütunlu” mandapa).

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:38
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #16
Safi - avatarı
SMD MiSiM

İslam sanatı


Sind’in Araplar tarafından işgaline tanıklık eden hiçbir veri bulunmadığından, İslam sanatının Hindistan'a XII. yy.’ın sonuna doğru girdiğini kabul etmek gerekir. Delhi kısa sürede Hindistan’daki İslam sanatının merkezi olarak kendini kabul ettirdi. Ardından, yavaş yavaş, önce Pencab ve Bengal’de, sonra Gucerat’ta (XIII. yy. sonu), daha sonra da Dekkan’ da Caunpur, Malva ve Keşmir’de yerel okullar ortaya çıktı; bunlar varlıklarını hint-türk egemenliğine kadar sürdürdüler. Delhi’de, Afganistan’dan gelen istilacılar devşirme malzemelerle yapılar inşa ettiler. Kutb Minar ise ilk özgün mimarlık yapıtıdır. Böylece mimarlığın temel niteliği vakit geçirmeksizin belirlenmiş oldu: hint ve İran geleneklerinin başarılı bir sentezi. Buna karşın, yerel yaratıcılığın İslam örneğini benimsemiş olması, bu mimarlığı tümüyle İslam sanatına bağımlı kıldı. Bu dönem hint mimarlığının süsleme ve renklere olan tutkusu da İslam sanatından kaynaklanır. Bu tutku kimi çini (Pencab) ya da resimlerde (Keşmir), daha sık olarak da beyaz mermer ile kırmızı kumtaşının almaşık bir biçimde kullanılmasında (Hint-Türk imparatorluğu) görülür.
Ad:  indiya9.jpg
Gösterim: 778
Boyut:  53.5 KB

Ancak hiçbir şekilde yapılar süsleme uğruna ihmal edilmedi, güçlerini ve görkemlerini her zaman korudular. Camiler, özellikle imparatorluğun kurulmasından sonra (XVI. yy.) kesin biçimlerini kazandılar (avlu ve revakların ana şahına göre ağır basması); bunlar, mimarlık yapıtları içinde önemli bir yer tutuyorlardı. Buna karşılık, türbelere de aynı ölçüde önem verileli. Türbeler tek başlarına Seyyit ve Lodi gibi okulların belirleyici özelliği haline geldiler; sonunda, çok geniş boyutlar kazanarak (Bicapur’da Gul Gumbaz, 1627-1656; Sasaram'da Şir Şah'ın türbesi) bahçe içinde yer alan mezar saraylara dönüştüler (Delhi'de Hümayun’un türbesi, Âgrâ’da Tac Mahal). Hint-Türk imparatorluğu döneminin çok sayıdaki sarayları, güçlü sur duvarlarıyla çevrili bir dizi köşkten oluşuyordu (Delhi’de Kırmızı Kale, Agrâ kalesi). Hindistan ile İran arasındaki bu uzlaşmaya, Racastan’da parlayan minyatür dalında (XVII. yy.), özellikle hint-türk imparatorları döneminde rastlanır. El sanatlarında ise müslüman Hindistan, halı, takı (kameolar) ve özellikle silah yapımının (bazen at başı biçiminde ince oymalı yeşim, billur ya da fildişi kabzalı hançerler) dışında pek varlık göstermemiştir.

MÜZİK


Özü bakımından bir doğaçlama müziği olan hint müziğinde betimleme ve duygular büyük önem taşır. Katı, karmaşık ve değişmez kurallar, bu müziğin öğretilebilir tek yanını oluşturur. Eski yunan, arap ve türk müzikleriyle akraba olan hint müziği, aslında Mundalar, Dravidler, Ariler... gibi birçok kavmin farklı sistemlerinden de beslenmiştir. Ama müslüman egemenliğinden sonra, müziği iki temel sistem belirledi: Kuzey ve Güney sistemleri.

Kuzey Hindistan’ın kültürlü kesime özgü müziğinde kullanılan nota, bilinen en eski müzik yazılarındandır. Bir müzik parçasının solfej yoluyla deşifre edilmesini sağlayan, seslerin çeşitli hecelerle (sa, ri, ga, ma, pa, dha, ni) belirtilmesi yöntemini Hintliler buldular, Araplar da Avrupa’ya götürdüler. Kuzey hint müziğinde nota, yalnızca makamları ve ezgilerin basitleştirilmiş biçimlerini göstermeye yarar. Simgeler, süslemeleri ve en çetrefil ritim kalıplarının kâğıda geçirilmesini sağlar. Ama bunlar yalnızca öğretimde kullanılır. Ezgileri, yazmaya yarayan notanın yanı sıra, çeşitli hecelerden oluşan ve ritimlerin solfejini sağlayan bir sistem daha vardır. Bu sistemdeki heceler, çeşitli ritim vuruşlarının niteliğini (uzun / kısa, kuvvetli / zayıf) belirtir ve en karmaşık ritimlerin kâğıda geçirilmesini ve öğretilmesini olanaklı kılar.

Hint müziği makamsaldır; her sesin, müziksel anlatım içindeki yeri, sık sık duyurulan ya da bir pedal ses olarak uzatılan değişmez bir durak (tonik) tarafından belirlenir. Bir hint makamı, yalnızca bir ses dizisi değildir. Bir makamın oluşabilmesi için belli aralıkların (şruti) ve süslemelerin (gamaka) kullanılması ve seslerin, anlatım ve üslup açısından bir bütün oluşturması için belli bir tarzda çıkarılması da gerekir, işte bu makam, raga (ruh durumu) adını alır. Hint müziğinde binlerce makam vardır.

Makamlar, ya temel ve türemiş makamlar diye, ya üç temel ıskalaya (grama) [bu ıskalalarda, durak sesinin yeri, iki de tamamlayıcı sesin eklendiği 7 seslik gam içinde değiştirilerek murçhana denilen 21 ana makam elde edilir] ya da, Hindistan'ın güneyinde hâlâ yaşayan 7 seslik 72 ıskala (meiakarta) sistemine göre sınıflanır. Bu ıskalaların durak dışındaki her sesinin iki durumu vardır: na- türel ya da, duruma göre, diyez ya da bemol.

Bir oktav, 22 aralığa (şruti) bölünmüştür. Kullanılan aralıklar, anlatım açısından gösterdiği özelliğe göre, cati denilen kategorilere ayrılmıştır.
Hint müziğinin ritim yönü çok gelişmiştir. Dünyada, ritmin bir ölçüde geliştiği pek az müzik vardır. Tala denilen ritimlerin tümü de çift zamanlıdır. Her zamanın, kendi içinde küçük parçalara bölünmesi, kontratempolar, vuruşların zamanlardan birazcık daha erken ya da geç duyulması, ritmik örgüye olağanüstü ince ve karmaşık bir yapı kazandırır.

Çalgılar dört sınıfta toplanır: telli çalgılar (lata), havalı çalgılar (suşira), gergin derili çalgılar ya da davullar (avanaddha) ve vurmalılar (ghana): çanlar, gonglar, litofonlar vb. Telli çalgıların en’eskisi vina’ dır. Başlangıçta bir bambudan ve küre biçiminde bir ya da iki rezonatörden yapılan vina'nın yedi teli vardır ve parmaklarla ya da tırnaklarla çalınır. Ayrıca sitar, sarangi, sarod, tambura (tampura) gibi telli çalgıları, vamşa, murali, bansuri adlı flüt türlerini, Kuzey’de sahnai, Güney'de nagesvaram denilen ve en ince nüanslara olanak veren, zurnaya benzer çalgıyı anmak gerekir. Davul türlerinin en önemlisi, iki elle çalınan silindir biçimli mridangam ve birbirine bağlanmış küçük bir davulla bir nakkareden oluşan fabla’dır. Büyük savaş davulları, artık halk müziğinde kullanılmaktadır. Tala, hint gongunun adıdır.

XIX. yy.'da hint müziği okulları açıldıktan ve kuramsal kitaplar yayımlandıktan sonra, kuramcılar (Vişnu Digambar Paluskar [1872-1931] ve Omkarnath Thakur [1897-1968]) bir müzik yazısı geliştirdiler ve ragaların yapılarını sabitleştirdiler. Bu sayede, geleneksel, ustadan-çırağa öğretim yöntemine gereksinim duyulmaz oldu. Ama geleneği sürdüren değerli müzikçiler de vardır: Nasrettin Dağar ile oğulları Muinetttin ve Eminettin Dağar, Abdülkerim Han, Feyyaz Han (1886 -1950), Alaettin Han (öl. 1973) ile oğlu Ali Ekber Han (doğm. 1922) ve tüm dünyanın tanıdığı Ravi Şankar (doğm. 1920). Batı müziği öğretimi veren kurumlar ve okulların kurulduğu yıllarda, O. Messiaen, J. Charpentier ve John Mayer (doğm. 1930) gibi batılı besteciler de geleneksel hint müziğini inceledi ve yapıtlarına bu müzikten öğeler kattılar.

SİNEMA


7 temmuz 1896'da, Bombay’da, Lumiöre sinematografının ilk film gösterisi gerçekleşti. Üç yıl sonra, H. S. Bhatvadekar ilk hint filmini çevirdi. Böylece, giderek dünyanın en büyük film üreticisi durumuna gelen (yılda 800 kadar film) hint sineması doğmuş oldu. D. G. Phalke'nin yönettiği ilk öykülü hint filmi Raca Harişçandra (1913) bir türün öncelik kazanmasına yol açtı. Bu, kaynaklarını Ramayana ve Mahabharata adlı iki ulusal destandan alan mitolojik film türüdür ve bugün de çok tutulmaktadır. Bunun yanı sıra sessiz sinema döneminde başka türler de ortaya çıktı. Bu dönemde Dhiren Ganguli, Debaki Bose ve Çandulal C. Şah gibi sinemacılar tarafından tarihsel ve toplumsal nitelikli 1 280 film çevrildi.

1931'de sesli filmin başlaması, hint sinemasının görünümünü değiştirdi. Ardeşir Irani'nin Atam Ara adlı filmi, belli sayıda şarkı içeren “talkie” (sesli) türde ilk yapıt oldu. Filmlere şarkı ve dansın girmesi, şarkılı halk dramı geleneğiyle bağlar kurulmasını sağladı. Bunun tersine, ülkedeki dil ve lehçe çeşitliliği yüzünden ses öğesi, hint sinemasını parçalayan temel neden oldu. Üç büyük yapım merkezi kuruldu: batıda Bombay (marathi, gucarati, pencabi dillerinde filmler), doğuda Kalküta (bengali, assam, oriya dillerinde filmler), güneyde Madras (tamul, telugu, malayalam, kannara dillerinde filmler). Ancak hindi dili, aşağı yukarı herkes tarafından anlaşılan tek dil olarak kaldı ve “Ali india FilnT’in elinde tuttuğu pazarı Bombay ele geçirdi (yılda 150 film).

Otuzlu yıllar sırasında üç büyük yapımevinin uyumlu siyaseti sayesinde, filmler belli bir düzeyi korudu. 1930'da Kalküta'da, Birendra Nath Sircar ile doğan New Theaters Ltd, Dhiren Ganguli (Excuse me Sir), Debaki Bose (Sita, 1934) ve R C. Barua (Devdas, 1935) gibi yönetmenlerin çabalarıyla bengali sinemasının gelişmesine katkıda bulundu. Bombay kesiminde, V. Şantaram tarafından kurulan Prabhat Film Company, özellikle mitolojik ve toplumsal nitelikli filmler yaptı (örneğin Şantaram’ın yönettiği Amar-Cyoti [1936] ve Duniya Na Mane [1937]). 1934'te Himansu Rai ve Devika Rani tarafından kurulan Bombay Talkie yapımevi, Rac Kapoor, Dilip Kumar ve K. A. Abbas gibi sanatçıları ortaya çıkardı. Bu kuruluşun çevirdiği filmler hint siyasal yaşamının sorunlarını yansıttı.

Kırklı yıllar boyunca çok sayıda bağımsız yapımcının ortaya çıkışı, bu üç büyük yapımevinin göreceli gücünü sarsmaya başladı. Kâr ve öne geçme kaygıları, filmlerinin niteliğine zarar vermeye başladı. Bu dönemin sonunda çevrilen film sayısının yüksekliği, gelecek on yıla damgasını vuran nitelik zayıflığını maskeledi.
Ellili yıllarda hindi dilinde filmlerin merkezi olan Bombay, kendi kâr kurallarını kabul ettirdi: bir yıldız oyuncu, altı şarkı, üç dans. Özgün senaryo eksikliği, halk tarafından sevilen yıldız oyuncular ve Hollywood kalıplarının taklidiyle örtbas edilmeye çalışıldı. Bu yapı içinde yer alan birkaç yönetmen, yine de nitelikli bir sinema yapmaya çalıştı. K. A. Abbas, danssız ve şarkısız ilk film olan Munna (1954) ile dikkati çekti. Avare (Avara) [1951] ile Rac Kapoor, Do Bigha Zamin (1953; 1954 Cannes şenliği'nde ödüllendirildi) ile Bimal Roy ve Guru Dutt da aynı çizgide çalışmalar verdi.

Hint sinemasının gerçek özgüllüğü 1955'te Satyacit Ray'ın Pather Pancali filmiyle ortaya çıktı. Ray, 1956'da Cannes' da ödüllendirilen bu yapıtında, geleneksel melodram kalıplarını bir yana bırakıyor ve gündelik gerçekliği şiirsel, coşkulu bir dille yansıtıyordu. Tapan Sinha ve özellikle de Acaantrik (1958) ve Meghe Dakha Tara (1960) adlı iki filmiyle Ritvik Ghatak da, Ray gibi, bir "yaratıcı sinema” oluşturmaya çalıştı. Ancak çalışmaları sınırlı kaldı.

Bununla birlikte, 1961'de Film institute of india’nın kurulması, nitelikli bir seyirci kesiminin oluşmasını sağladı (sinema kulüpleri). Öte yandan Film Finance Cor poration (1960'ta kuruldu) 1968'de genç yönetmenlere yönelik bir yardım siyaseti ni benimsedi ve bir "yeni dalga’’nın doğmasını destekledi, işlenen türler çeşitlilik kazandı ve filmlerdeki toplumsal eleştiri yoğunlaştı. Bu dönemde Mrinal Sen (Bhuvan Şome, 1969), Şyam Benegal (Ankur; 1973), Mani Kaul (Uski Roti, 1970) gibi yönetmenler dikkati geçti.

Yetmişli yıllarda ve özellikle 80'lerin başlarında yaratıcı sinema” ya da "koşut sinema"nın belirli bir atılım yaptığı gözlendi. Çeşitli güçlüklere ve ticari sinemanın büyük rekabetine rağmen, “yaratıcı sinema" M. S. Sathyu, Pattabhi Rama Reddy, Giriş Karnad, B. V. Karanth, Adoor Gopalakrişnan, Aravindan, Said Akhtar Mirza, Giriş Kasaravalli, Govind Nihalani gibi yeni yetenekli yönetmenler çıkarmaktan geri kalmadı. Özellikle güney eyaletlerinde sinema büyük bir gelişme gösterdi.
Hint sineması, günümüzde, gelişimini, dünyada eşine rastlanmayan bir canlılık la sürdürmektedir. Çünkü sinema, televizyonun seçkin kesime yönelik kaldığı ülkede tek ucuz eğlence aracıdır. Devlet, sinemaya başlangıcından beri getirdiği kısıtlamalara (ağır vergiler, acımasız bir sansür) rağmen, "yaratıcı sinema”yı ve nitelikli filmleri destekleyen olumlu kurumların yaratılmasına yardımcı olmaktadır: 1948'de kurulan Film Division (belgeseller ve haber filmleri); 1955'te kurulan Children's Film Society; Film institute of india (eğitim ve sinematek etkinlikleri); Film Finance Corporation ve sonraki adıyla National Film Development Corporation.

Hindistan Fransız şirketi (Batı),


Colbert'in özendirmesiyle 28 mayıs 1664'te Louis XIV tarafından kurulan ayrıcalıklı ortaklık. Merkezi Le Havre'da bulunan bu şirket kraldan, kırk yıllık bir süre için Afrika ve Amerika'nın Atlas okyanusu kıyılarında bulunan transız sömürgelerinin mülkiyet hakkını ve Amerika’yla ticaret tekelini elde etti. Şirket, altı milyon franklık sermayeyle öncelikle, tropikal ürünler, özellikle Colbert'in Nantes, Saint-Mola ve Bordeaux'da işlemeyi tasarladığı şeker açısından zengin adaları (Antiller) sömürmek için kurulmuştu. Ama bakan (Colbert) tekelci sisteme karşı olan kolonlarca desteklenen güçlü hollanda kaçakçılığına engel olamamıştı. Ûte yandan şirket Kanada'yı yönetecek ve burada bir topluluk oluşturacak güçte görünmemiş ve kral 1665’te bu ülkeye Jean Talon adında bir yönetici göndermek zorunda kalmıştı. Kötü yönetilen, fransız limanlarının tüccarları tarafından yeterince desteklenmeyen ve HollandalIların sürekli saldırılarına uğrayarak hileli iflasa zorlanan şirket, 1674'te dağıldı.

Hindistan Fransız şirketi (Doğu),


Colbert'in ısrarıyla ağustos 1664’te Louis XIV tarafından kurulan ayrıcalıklı ortaklık. 15 milyon frank sermayesi olan ve merkezi Lorient'da bulunan bu şirket kraldan, elli yıllık bir süre için, Hint okyanusu ve Büyük Okyanus'taki (Ümit burnundan Ma- cellan boğazına kadar) denizcilik ve ticaret tekeliyle varlığını sürdürdüğü sürece geçerli olmak üzere Madagaskar ve ele geçireceği tüm ada, toprak ve alanların mülkiyet hakkını elde etmişti. Birçok mali ayrıcalığı bulunan şirket, Madagaskarda bir sömürge topluluğu oluşturmakla ve Hindistanda acentalar kurmakla görevlendirilmişti. Madagaskardaki sömürgeleştirme girişimi Montdevergue markisinin (1677) çabalarına karşın başarısızlığa uğradı ve 1674'te adayı terk etmek zorunda kaldı. Buna karşılık, Hindistan'da, Surat (1668), Masulipatam (1669), Çandernagor (1686) ve transız kuruluşlarının merkezi haline dönüşen Pondiçeride (1674) acentalar kuran görevlilerinin becerileriyle transız etkinliğini yaygınlaştırdı. Ancak Hollanda savaşı, özel sermayelerden yeterince destek görmeyen şirketin etkinliklerinin bilançosunda önemli bir açığa neden oldu. Hissedarlarına çok düşük paylar dağıtan şirket 1682de kralın (bundan böyle, mallarını şirket gemileriyle taşımaları ve şirketin mağazalarında satmaları koşuluyla) tüm transız tüccarlarına Hindistanda ticaret yapma yetkisi vermesi üzerine elindeki tekeli de yitirdi. Ayrıca Çin denizi ticaretini, 1698de kurulan Çin şirketi’ne bırakmak zorunda kaldı. Doğu Hindistan transız şirketi 1719da Law'ın Hindistan şirketi’nin bünyesinde eridi.

Hindistan Hollanda şirketi (Doğu),


25 mart 1602de kurulmuş ayrıcalıklı ortaklık. Portekiz'in hint denizlerindeki tekelini kırmaya yönelik tÇım güçleri birleştirme arzusunda olan Etats gönöraux'nun önerisi üzerine sekiz şirketin birleşmesiyle oluştu. 19 yıl için verilmiş olan, daha sonra yenilenen bu tekel şirkete, XVII. yy.'da, karabiber, (Cava ve Sulavesi'ten gelen) pirinç, Banda'dan gelen küçük hindistancevizi, Ambon'dan gelen karanfil, Seylan'dan gelen tarçın ticareti yaparak °/o 700 oranında kâr elde etme olanağını vermişti. Şirketin yönetiminden Batavia’da, kendisine bağlı bir sekreter ve bir Hindistan meclisi (16 üye) bulunan bir genel yönetici sorumluydu. (Hollanda Sömürge imparatorluğu.) 1650'den sonra şirketin ticari yapısı yenilenirken (pamuk, ipek, lak, porselen, pirinç, şeker, kahve), zorbaca davranılan Çinliler ve yerlilerle olan sorunlar çoğalıyordu. Askeri çabalarla birlikte masrafların artmasına karşın, yöneticiler kâr düzeyini korumak istiyorlardı. Şirketin girdiği bunalım genel valilerin sık sık değiştirilmeleri ve görevlilerin kişisel ticarete girişmeleriyle su yüzüne çıktı.
Hollanda-ingiltere savaşı (1780-1784) şirketi yok olma aşamasına getirdi ve devlet borçlarını üstlenerek şirketi feshetti (1798).

Hindistan Hollanda şirketi (Batı),


1612-1792 arasında Amerika'nın, Newfoundland ve Macellan boğazı arasındaki doğu kıyılarıyla Afrika'nın Yengeç dönencesinin güneyinde kalan batı kıyılarındaki ticaret tekelini elinde bulunduran ayrıcalıklı ortaklık. Şirket 1641'de gücünün doruk noktasına ulaştı. Ancak kısa ömürlü bir Hollanda Brezilyası ve Kuzey Amerika'da (Yeni Amsterdam) Yeni Hollanda'nın kurulması sonucu elinde yalnızca, İspanyol topraklarında gerçekleştirilen kârlı kaçak ticaretle İspanyol ve portekiz sömürgelerinde yapılan sürekli yağmaların merkezleri durumundaki Surinam, Curaçao ve Sint Eustatius kaldı.
Şirket 1674’te feshedildi. Bunu, tekel hakkı Antiller ve Afrika ile sınırlandırılmış, 1675-1792 arası etkinlik gösteren ve başlıca etkinliği zenci ticareti olan ikinci bir şirket izledi.
Hindistan İmparatorluğu, 1858 de feshedilen Doğu Hindistan İngiliz şirketi' nin eski sömürgeleri ile Hindistan yarımadasındaki prensliklerin oluşturduğu topraklar bütünü. İngiltere krallığı’nın prestijini yükseltmek için eski Moğol imparator- luğu’nu güçlendiren Disraeli, kraliçe Victoria'yı 1876’da Hindistan imparatoriçesi ilan etti. İngiltere hükümdarları Hindistan imparatoru unvanını bu ülkenin 15 ağustos 1947’de bağımsızlığını ilan etmesine kadar korudular.

Hindistan İngiliz şirketi (Doğu)


ing. East indla Company, londralı tüccarlar ortaklığı. Kraliçe Elizabeth l'in 31 aralık 1600’de, 15 yıllık bir süre için, Hindistan ile yapılan her türlü ticaret tekelini verdiği bu ortaklık, Hindistan'ın ingilizler tarafında ele geçirilmesinde temel araç oldu. Hindistan ile ilk ilişkisi 24 ağustos 1608'de, kaptan W. Havvkins'in Hector adlı gemisiyle Moğol imparatorluğu'nun önde gelen limanı Surat önünde demir atmasıyla başladı. Daha sonra şirket, en önemlileri Madras, Bombay ve Kalküta'dakilerin oluşturduğu acentaları aracılığıyla etkinliklerini yaygınlaştırdı. Şirketin tarihi önce İngiltere’de ayrıcalıkları için, sonra Portekizliler, HollandalIlar, Fransız- lar.gibi öteki sömürgeci güçler karşısında durumunu sağlamlaştırmak için, en son olarak da hintli prensler karşısında imparatorluğunu genişletmek için yaptığı savaşımlarla doludur. Ayrıcalıklarına yönelik olanlar O. Cromvvell (1657 fermanı) yardımıyla (şirket Charles II döneminde askeri ve sivil yetkiler elde etti), sömürgeci güçlere yönelik olanlar Fransızların Hindistan'daki umutlarına kesin bir son veren (Vandivaş savaşı, 22 ocak 1670) sir Eyre Coote’un yardımıyla olmak üzere bütün bu savaşımlar başarıyla sonuçlandı. Uzun bir ilhak siyasetinin sonucu şirket genişledi. Bu genişlemenin belirleyici aşamaları R. Clive'in Plassey’ de (23 haziran 1755) Bengal nababı Sirac el-Devle'ye karşı kazandığı zafer ve 1858’de sona eren "ayaklanma"nın bastırılmasıdır. Ama, ayaklanmanın sona ermesiyle birlikte şirketin yetkileri İngiltere krallığı’na geçti, bu durum 2 ağustos 1858 tarihli Government of indla Act'ta onaylandı. Bu da şirketin nerdeyse yok olmasına yol açtı.

Hindistan İsveç şirketi (Doğu)


1731'de kurulan ve 1813'e kadar etkinlik gösteren ayrıcalıklı şirket. Ümit burnunun D.'sunda kalan ülkelerle ticaret yapma tekelini aldı ve krala, taşınan bir ton yük başına 100 taler verme karşılığında çeşitli mali ayrıcalıklar sağladı.
Hindistan’da giriştiği sömürgeleştirme hareketinin başarısızlığına karşın, İsveç şirketi, Çin’deki acentalarının desteğiyle büyük kârlar elde etti.

Hindistan şirketi porseleni,


XII. ve XIX. yy.'larda Çin ve Japonya’da Avrupa' ya ihracat edilmek için üretilen Batı denizcilik şirketlerince taşınan porselenlere verilen ad.
Hindistan ticaret yolu, Hindistan ve G.-D. Asya adalarında üretilen değerli malların (özellikle baharat, ipekli kumaşlar, kıymetli taşlar) Avrupa ülkelerine ulaştırıldığı yol. Ortaçağ'da bu mallar arap gemicileri ve tacirleri tarafından Basra körfezi ve Kızıldeniz üzerinden denizyoluyla, kısmen de Arabistan üzerinden karayoluyla D. Akdeniz limanlarına getirilir ve burada özellikle Venedikli ve Cenevizli tacirlere satılmak suretiyle Avrupa’ya pazarlanırdı. Bu çok kârlı ticareti ele geçirmek isteyen ve o sırada güçlü bir deniz devleti olan Portekiz, malların üretildiği ülkelere doğrudan ulaşan bir deniz yolu bulmak amacı ile XV. yy. sonlarında (1497), Vasco de Gama'nın komutasında bir sefer heyeti düzenlendi. V. da Gama, D. Afrika'dan aldığı bir kılavuzun da yardımı ile 1498’de Hindistan'ın Malabar kıyılarına ulaştı; onu 1500’de Cabral izledi. Portekizliler XVI. yy.’da Hint okyanusu'na ve G.-D. Asya denizlerine hâkim oldular; hint ticaret yolunun güzergâhı değişerek onların eline geçti. Bu durum birçok ülkenin önemli gelir kaybetmesine ve savaşlara yol açtı.

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:43
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #17
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Hindistan


(Hintçe : Bharat, Fr.: Inde, İng.: İndia), Güney Asya'da devlet; Hindistan Birliği. Büyük bölümü, batıda Umman Denizi ile doğuda Bengal Körfezi arasında yer alan kuzeyden güneye incelerek uzanan Dekkan Yarımadası'nda kalır. Kara sınırlarının uzunluğu 15.180, kıyılarınki 6.083 km.dir. Batıda Pakistan, kuzeyde Çin (Sinkiang), Nepal, Butan; doğuda Bangladeş ve Birmanya ile sınırlanır.

Fizikî coğrafya bakımından üç farklı bölge vardır. Bunlardan ilki olan Yarımada Hindistanı'nda yer alan Dekkan, doğu ve batı kıyıları boyunca uzanan Gat Dağları hariç, 400-800 m. yükseklikte bir platodur. Akarsularla parçalanmış bir seri platodan meydana gelir. Narbada Çukuru, Dekkan'ın kuzey sınırı kabul edilir. Yarımada buradan doğuya doğru eğimlidir. İkinci bölge, Ganj Ovası'dır. Güneyde Dekkan ile kuzeyde Himalaya Dağları arasında kalan bir alüvyonlaşma ve dolma alanıdır. Ganj Ovası, dünyanın en geniş alüvyon ovalarından biridirBrahmaputra'nın ortak deltası Bangladeş ile Hindistan arasında paylaşılmıştır. Batıda Ganj Ovası'ndan dağlık bir bölge (Arawalli Dağları) ve eşikle ayrılan Tar Çölü bölgesi yer alır ve daha batıda bulunan İndus Vadisi, Pakistan'da kalır. İndus-Ganj Vadisi güneyde Dekkan'a doğru yükselen dağlık bir kitle ile çevrilir (Vindiya Dağları).

Kuzeyde yer alan üçüncü bölgede, dünyanın en yüksek doruklarını taşıyan, doğu-batı yönünde sürekli bir sıra oluşturan Himalaya Dağları uzanır. Hindistan, büyük kısmıyla muson ikliminin çok tipik bir alanıdır. İklim bakımından az çok farklı bölgelere ayrılır. Çin'den sonra dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan, din ve özellikle dil bakımından çok karışık bir toplumdan oluşur. Bazı yerlerde sadece 100.000 kişilik küçük gruplar tarafından konuşulan 723 kadar dil ve lehçe kullanılır.

Anayasada resmen tanınmış olan diller Hintçe % 28.1, Telagu % 8.2, Bengali % 8.1, Marathi % 7.6, Tamil dili % 6.9, Urduca % 5.2, Gucerat % 4.7, Malayalam % 4, Kannada % 3.9, Oriya % 3.6, Pencap dili % 2.5, Assam dili % 1.6, Keşmir dili, Sindhi ve Sanskritçedir. Din bakımından en kalabalık grup Hindulardır. Hintliler, okyanus aşırı ve komşu ülkelere çok sayıda göç etmiş bir ulustur. Nüfus dağılışı bölgeden bölgeye büyük ayrılıklar taşır.

Hindistan'ın nüfus yoğunluğu km2 başına 247 kişidir (1987). En sık nüfuslu bölgeler Ganj havzası ile kıyı ovalarıdır. Birçok kalabalık kentin bulunmasına karşın, halkın çoğunluğu yine de kırsal bölgelerde ya da küçük yerleşim bölgelerinde yaşar ve tarımla uğraşır. 4.884.234 (1981) nüfuslu başkent dışında en önemli kentler; Bombay, Kalküta, Madras, Baydarabad, Bangalore, Ahmedabad, Kampur, Nagpur, Poona, Lucknow, Agra, Jaipur, Varanasi, İndore, Madurai, Jabalpur, Allahabad'dır. Bazı maddelerin üretiminin ulaştığı oldukça büyük sayılara karşın, ülkenin aşırı kalabalıklığı nedeniyle Hindistan ekonomi bakımından az gelişmiş bir ülkedir.

Ekonomi daha çok tarıma dayanır. Başlıcasektörlerin millî gelirdeki payları oran olarak şöyledir: Tarım %43, madencilik ve endüstri %23, ticaret-ulaştırma %16, diğer sektörler %18. Yetiştirilen ürünler çok çeşitlidir ve bazılarında dünya ülkeleri arasında birinci sırayı alır. Tarımdaki randıman genellikle düşüktür, çünkü tarım ilkel yöntemlerle yapılır ve gübre tüketimi azdır. Bununla beraber iklim koşulları yılda iki hatta daha fazla ürün almaya elverişlidir. Başlıca ürünler; pirinç, buğday, darı, mısır, patates, pamuk, jüt, muz, yerfıstığı ve ketentohumudur. Ayrıca baharat (özellikle karabiber), susam, şekerkamışı, tütün, kahve, kauçuk, orman ürünleri (özellikle bambu) vardır. Madencilik ve endüstri kesimindeki başlıca kollar; madenkömürü, petrol, demir cevheri, linyit, çelik, dökme demir, çimento, şeker, jütlü ve pamuklu dokuma (endüstrinin ve dış ticaretin en önemli kolu) ve elektriktir.

Karayollarının uzunluğu 1.772.000 km. olup bunun ancak % 47'si kaplanmıştır (1984-1985). Demiryolları ağı ise 61.478 km.dir. Deniz ulaşımında daha geridir. Haberleşme yetersizdir. Hindistan'ın başlıca ihraç malları; pamuk, jüt dokumalar, çay, şeker, kahve, maden cevherleri ve bazı yarı işlenmiş metal eşyalardır. İthalatının başında ise fabrikada yapılmış çeşitli eşyalar gelir. 1947'de bağımsız bir devlet olan Hindistan, 1949 Anayasası'na göre yeniden örgütlendi ve bugünkü statüsüne kavuştu. Sayıları 600'ü geçen mihracelikler kaldırıldı ve federal bir cumhuriyet hâline getirilen Hindistan Birliği içinde yerlerini aldılar. Hindistan Birliği bugün 22 eyalet, 9 araziden meydana gelir.

Bu eyaletlerin yüzölçümleri ve başlıca kentleri şunlardır: Andhra Pradesh (275.282 km2, Haydarabad, Uluru), Assam (100.730 km2, Dispur, Ganhati), Batı Bengale (88.563 km2, Kalküta, Urgapur), Bihar (174.038 km2, Patna, Bhagalpur), Gücerat (187.091 km2, Ahmedabad, Barodo), Haryana (44.056 km2, Chandigarh), Himachal Pradesh (55.673 km2, Simla), Cammu-Keşmir (222.236 km2, Srinagar, Cammu), Karnataka (191.791 km2, Bangalore, Bhadravati), Kerala (38.855 km2, Trivandruk, Kozikhode), Madhya Pradesh (443.552 km2, Bhopal, Jabalpur), Maharaschtra (307.762 km2, Bombay, Nagpur), Manipur (22.346 km2 Imphal), Maghalaya (22.445 km2), Nagaland (16.488 km2, Kohima), Orissa (155.825 km2, Bhubaneswar, Rurkela), Pencap (50.376 km2, Chandigarh, Jullundur), Rajasthan (342.274 km2, Jaipur, Udaipur), Tamil Nadu (130.357 km2, Madras, Madurai), Tripura (10.453 km2, Agartala), Uttar Pradesh (294.366 km2, Lucknow, Varanasi). Araziler ise Arumachal Pradesh, Andaman ve Nikobar Adaları, Dadra ve Nagar Heveli, Delhi, Chandigarh, Goa Daman Diu, Laktiv-Minicoy ve Mizoram ve Ponhichery'dir.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #18
Safi - avatarı
SMD MiSiM

HİNDİSTAN


Çin'den sonra dünyanın en kalabalık ülkesidir. Hindistan, Pakistan, Ban­gladeş ve Bhutan ile Nepal devletleri Hindis­tan Yarımadası'ndadır. Üçgen biçimindeki bu kara parçası kuzeyde Himalaya Dağlan'ndan güneyde Komorin Burnu'na kadar 3.000 km uzunluğundadır. Dağların kuzeyinde, Çin'e bağlı bir eyalet olan Tibet yer alır. Hindistan Yarımadası'nın batısında Afganistan ve İran, doğusunda Birmanya bulunmaktadır. Yarım­adanın Hint Okyanusu'na giren bölümünün batısı Umman Denizi, doğusu ise Bengal Körfezi ile çevrilidir. En güney ucunda Sri Lanka (Seylan) Adası vardır.

HİNDİSTAN'A İLİŞKİN BİLGİLER


  • YÜZÖLÇÜMÜ: 3.287.800 km2.
  • NÜFUS: 783.044.000 (1987).
  • YÖNETİM BİÇİMİ: Bağımsız cumhuriyet, ingiliz Uluslar Topluluğu üyesi.
  • BAŞKENT: Yeni Delhi.
  • DOĞAL YAPI: Ülkenin büyük bir bölümünü Ganj Irmağı ve kollarının suladığı geniş bir ova kaplar. Güneyde, 600-700 metre yükseklikteki Dekkan Yaylası yer alır. Kuzey ve kuzeydoğu sınırında Himalaya Dağları yük­selir.
  • BAŞLICA ÜRÜNLER: Buğday, arpa, mısır, darı, pirinç, şeker, patates, yerfıstığı, çiğit, çay, tütün, pamuk ipli­ği, jüt, kereste, kömür, demir, manganez, bakır.
  • BAŞLICA SANAYİLER: Pamuk, jüt ve ipek dokumacılığı, şeker, mühendislik, demir-çelik.
  • DIŞARIYA SATILAN ÖNEMLİ ÜRÜNLER: Dokuma ürün­leri, çay, ham jüt ve pamuk, deri, manganez ve de­mir, fındık, çuval ve çantalar.
  • ÖNEMLİ KENTLER: Bombay, Kalküta, Madras, Haydara-bat, Ahmetabat, Kanpur, Delhi, Puna, Luknov, Nag-pur, Varanasi, Haura, Agra, Madurai, Caypur, indur, Allahabat, Amritsar, Patna.
  • EĞİTİM: Tüm eyaletlerde eğitim zorunludur. Okuma yazma oranı yüzde 40'tır.
Hindistan İngiliz Uluslar Topluluğu'na bağ­lı bir cumhuriyettir. Tarihin en eski ülkelerin­den biri olmakla birlikte çok genç bir devlet­tir. Kültürü ve gelenekleri 4.000 yıl öncesine dayanır, oysa bağımsızlığını ancak 1947'de ka­zanabilmiş ve devlet olabilmiştir. Yüzölçümü bakımından dünyanın yedinci büyük ülkesidir.
1947'ye kadar Pakistan ve Hindistan tek bir ülkeydi. Hindu çoğunluk ile Müslüman azın­lık arasındaki dinsel anlaşmazlıklar, iki ayrı ülkenin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu ayrılma Hindistan'ın İngiltere'den bağımsızlığını ka­zandığı tarihte gerçekleşti. Hindistan'ın Müs­lüman bölgeleri Pakistan'a bağlandı.
Bağımsızlıktan önce Hindistan'ın 500 yerel hükümeti doğrudan doğruya İngiltere tarafın­dan yönetiliyordu. 1947'den sonra Keşmir'in dışındaki bütün eyaletler Hindistan ya da Pakistan'a bağlandı.
Ülke nüfusunun yarıdan fazlası kuzeydoğu Hindistan'da yer alan Ganj ve Brahmaputra ırmaklarının deltasında yaşar. Hindistan baş­lıca üç bölüme ayrılır: Kuzeyde, Himalaya­lar'ın etekleri ve bazı tepeleri yer alır. Ondan sonra İndus, Ganj ve Brahmaputra'nın sula­dığı geniş ovalar gelir. Üçüncü bölüm ise güneydeki yaylalardır.

Himalayalar.


Dünyanın en yüksek dağları olan Himalayalar Hindistan'ın kuzey sınırın­da büyük bir yay çizer (bak. himalaya dağla­rı). Daha alçak sıraları kuzeybatıdan güneye doğru uzanarak Umman Denizi'ne kavuşur. Kuzeydoğuda ise Bengal Körfezi'ne varır. Dağlar geçit vermediği için komşu ülkelere karayoluyla varmak çok zordur. Arada geçit­ler varsa da, bunlardan bazıları Alpler'den daha yüksektir ve yalnızca yazları geçilebilir. Buna karşın Hindistan ile Tibet arasında yüzyıllardır ticaret yapılmaktadır. Mallar ge­nellikle katır ve sığır, bazen de koyun sırtında taşınır. Kuzeybatı Hindistan ile Pakistan ara­sındaki geçitler ise ulaşıma daha elverişlidir. Yüzyıllar önce, Büyük İskender başta olmak üzere, istilacılar hep bu yoldan Hindistan'a saldırmışlardır.
Bu dağlık yörede halk yiyeceğini kendi yetiştirir. Dışarıya en çok satılan ürün çaydır. Kuzeydoğuda, Darciling'de ve Assam'da çok nitelikli çay üretilir. Ormanlar kereste için yetiştirilir.

İndus, Ganj ve Brahmaputra Ovaları.


Hin­distan'ın kuzeyindeki ve Pakistan'daki büyük ovalar doğuda Bengal Körfezi'nden, batıda Umman Denizi'ne kadar yayılır. Himalaya­lar'ın eriyen karlarından oluşan dereler, bü­yük ırmaklara dönüşerek ovaları sular. Bu ırmaklar ovalarda yaşayan milyonlarca köylü ve çiftçi için yaşamsal önem taşır, çünkü yağmur yok denecek kadar az düşer.

Irmaklar başlıca üç gruba ayrılır: Batıda Jhelum, Çinap, Ravi, Beas ve Satleç gibi kollarıyla İndus bulunmaktadır. Beş kolun birden aktığı yere "beş ırmak diyarı" anlamı­na gelen Pencap denir. 1960'ta Hindistan ile Pakistan İndus ve kollarının sularından ortaklaşa yararlanmak için bir anlaşma yaptılar. Hindistan dünyanın en büyük barajlarına sahiptir. Ayrıca yaygın bir sulama şebekesi bulunmaktadır. Barajlarda toplanan sular, kanallarla tarlalara taşınır. Büyük Mangla, Sukkur, Tarbela ve Çeruthoni en önemli barajlarıdır. İndus vadisindeki ovalarda buğ­day, darı ve pamuk yetiştirilir. Büyükbaş hayvanlar ve koyun beslenir. Ganj, Hindistan'ın ikinci büyük ır­mağıdır. Kollarıyla birlikte Himalayalar'dan doğar. Ayrıca güneydeki yaylalardan çıkan kollarla da birleşir. Yukarı Ganj'ın geçtiği topraklar İndus vadisindeki gibi kanallarla sulanır. Çünkü burada da yağış azdır. Vadinin aşağı kesiminde her yıl bir kuru, bir de yağışlı mevsime rastlanır. Yağışlı mevsime muson rüzgârları neden olmaktadır (bak. MUSON). Muson rüzgârlarının getirdiği bol yağış pirinç, şekerkamışı ve jüt için çok elverişlidir. Büyük ovaları sulayan ırmakların en doğuda kalanı Bengal Körfezi'ne dökülen Brahmaputra'dır. Tibet Yaylası'ndan çıkan Brahmaputra'ya orada Can-Po denir. Aşağı Brahmaputra va­disinde iklim ve yetişen ürünler Aşağı Ganj' dakinin aynıdır. Her iki ırmak da denize dökülürken sayısız kola ayrılır .

Güney Yaylalar.


Tümü yüksek olan bu yaylalar, ovaların bitiminden, yarımadanın ucuna kadar üçgen biçiminde uzanır. Kuzey­de yaylalar Vindiya Dağları ile başlar; doğuda ve batıdaki yükseltiler Doğu Gatları ve Batı Gatları adını alır. (Gat merdiven demektir.) Batı Gatları doğudan daha sarp ve yüksektir. Yayla bu yüzden doğuya doğru eğimlidir ve ırmaklar batıdan doğuya doğru akar. Goda-vari, Krişna ve Koveri ırmakları batı kıyısın­dan çıkmalarına karşın, yaylayı ortadan kese­rek doğuda denize dökülürler.

Yaylanın güneyinde Nilgiri Sıradağları yer alır. Güney Hindistan'ın başlıca ürünleri kah­ve, çay, kauçuk, pirinç, darı, biber, baharat, portakal, guava (jöle yapılan sarı etli bir meyve), hindistancevizi ve mangodur. Or­manlık dağlarda tikağacı, Hint ağacı (mobilya yapımında kullanılan sert odunlu bir ağaç), abanoz ve bambu vardır. Dekkan'ın kuzeyin­de pamuk, güneydeki tepelerin eteklerinde kahve, çay ve kauçuk yetişir. En bereketli pirinç tarlaları doğu kıyılarındadır. Öteki yerlerde başlıca besin darıdır. Meyvenin en bol olduğu yer orta kesimlerdir. Çok yağmur yağmamasına karşın ırmaklar sayesinde sula­ma yapılabilmektedir.
Hindistan'da pek çok yabanıl hayvan yaşar. Himalayalar'ın eteklerinde ve Ganj deltasın­da kaplanlara rastlanır. Pars, kurt, yaban domuzundan başka, sayıları birkaç yüzü geç­meyen aslan vardır. Bu aslanlar Gucerat eyaletinin Gir Ormanı'nda koruma altında yaşamaktadır. Himalayalar'ın eteklerinde ve yaylanın ıssız kesimlerinde yaşayan filler ev-cilleştirilerek iş gördürülür. Öbür yabanıl hayvanlar Kuzey Amerika'dakinden daha kü­çük olan kara ayı, çakal, yaban köpeği, çizgili sırtlan, yabankeçisi, yaban öküzü ve çeşitli geyiklerdir. Öyle çok maymun vardır ki, bunlar her yıl tonlarca yiyeceği silip süpür-dükleri için insanların başının derdidir. Sıtma taşıyan sivrisinekler de her yıl 1 milyon insanın ölümüne neden olur. Hindistan'da yılan oynatıcılarının gösteri hayvanı olarak kullandığı zehirli yılanların en korkuncu kob­ralar ile engereklerdir.

Tarım ve Kırsal Yaşam


Hindistan, birbirinden değişik diller konuşan çeşitli insanların yaşadığı bir ülkedir. Uzun geçmişi boyunca sayısız saldırılara uğramış, gelenlerin Yerli halktan insanlarla evlenmesi sonucu böyle bir çeşitlilik doğmuştur. Oysa dinlerde fazla çeşitlilik yoktur. Büyük çoğun­luk Hindu'dur. Ayrıca Müslümanlar, Sihler, Budacılar ve Zerdüştler bulunmaktadır. Zerdüştler İS 8. yüzyılda İran'dan Hindistan'a göç etmiştir. Simgesi ateş olan bir tanrıya taparlar. (Hindistan'daki halklar, dinler ve dillerle ilgili daha geniş bilgiyi BUDA VE BUDACILIK; HİNDULAR VE HİNDU DİNİ; İSLAM; SİHLER maddelerinde bula­bilirsiniz.) Nüfusun yüzde 80'i köylerde yaşar. Her köyün marangozu, bakkalı, dokumacısı ve çömlekçisi vardır. Büyük köylerde ise bisiklet, otomobil ve öteki motorlu taşıtları onaracak bir tamirci bulunur. 50 yıl öncesine kadar, çiftçiler ancak kendi köylerinin gerek­sinmesini karşılayacak kadar ürün yetiştirebi-liyorlardı. Oysa artık para getirecek pamuk, jüt gibi ürünler de yetiştiriyorlar. Yeni üretim yöntemleri sayesinde köye gerekenden fazla­sını üreterek, satıyorlar. Sulamanın yaygınlaş­masının bu değişimde büyük rolü olmuştur.

Üst üste yığılmış kerpiç evleri, dar patika­larda başlarının üzerinde testi taşıyarak yürü­yen alımlı kadınlarıyla, köylerin görünümün­de yüzyıllardır hiçbir değişiklik olmadığı sanı-labilir. Eşyaları başlarında taşımaya alışmış olan bu kadınların yürüyüşleri son derece ahenklidir. Kadın erkek tarlalarda çalışan Hint köylüleri Avrupalılar gibi her mevsim düzenli olarak çalışamazlar. Bunun nedenle­rinden biri üretim için muson yağmurlarına bel bağlanan tarlalarda, çiftçilerin kuru mev­simlerde hiçbir iş yapamamasıdır. Örneğin, pirinci ancak yağmurdan sonra, tarlaları su basınca ekebilirler. Sulama yapılan tarlalarda ise su ürüne gerekli olduğu zaman verilir. Bunun dışında toprak kaskatı ve kupkuru olduğu için sürmek ya da ekime hazırlamak türünden çabalar işe yaramaz.

Geliştirilmiş tohumlar kullanılarak daha iyi ürün elde etmenin artık mümkün olduğu Hindistan'da kimyasal gübre, gelişkin sulama yöntemleri ve zararlılara karşı etkili öldürücü ilaçlar kullanılmaktadır. Ne var ki, sel ve kuraklık gibi doğal felaketler sık sık ürünleri yok etmekte ve insanları açlığa sürüklemekte­dir. Toprak reformları, kira ile çiftlik işleten köylülerin üründen daha fazla pay almalarını sağlarken, hükümetler de köylere uzmanlar göndererek, çağdaş tarım yöntemlerini köylü­lere öğretiyor. Bütün bunlar olurken, hâlâ öküz ve mandaların çektiği karasabanla sürü­len topraklar çoğunluktadır. Traktör türün­den yeni tarım araçları çok pahalı olduğu için hükümetler köylüye kredi vererek bu araçları almaya özendiriyor. Yalnızca sulama için değil aynı zamanda evlere, okullara, fabrika­lara elektrik sağlamak için de büyük baraj projeleri gerçekleştiriliyor.

Yaklaşık 10 çocuktan 8'inin ilkokula gittiği Hindistan'da ortaöğrenime ve üniversi­teye devam edenlerin sayısında belirgin bir yükselme gözleniyor. Yetişkinler okuma yaz­ma kurslarına giderken, zanaatkarlar da yeni teknolojiye ayak uydurabilmek için eğitiliyor­lar. Uzak köylerdeki çocukların öğrenimi için ise televizyon aracılığıyla eğitim yapılıyor.

MsxLabs & TemelBritannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #19
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Kentler ve Ulaşım


Hindistan'da çok eski ve büyük kentler var­dır. Başkent Yeni Delhi'dir. Pamuklu bez fabrikaları ile Bombay, çeşitli sanayi kuruluş­ları ve demiryolu atölyeleriyle Lahor, jüt fabrikaları ile Kalküta büyük sanayi merkez­leri olmanın yanı sıra, eyalet ya da bölge başkentleridir. Başlıca limanlar Bombay, Kalküta ve Madras'tır. (Bu kentlere ilişkin ayrıntılı bilgiyi kendi maddelerinde bulabilir­siniz.) Hindistan'ın büyük kentlerini süsleyen eski ve yeni yapılar, çepeçevre yoksul gece­kondularla kuşatılmıştır. Köylerin çoğunlukta olmasına karşın, yeni kentler modern fabrika­ları ve yeni yerleşme birimleriyle hızla büyü­mektedir.
Sanayinin oldukça büyük bir hızla geliştiği Hindistan'da demir-çelik, kimyasal gübre, petrol üretim tesisleri, elektrik santralları, motorlu araç, uçak ve taşıt yapan fabrikalar vardır. Ayrıca mekanik aletler, çimento, do­kuma, kimyasal maddeler, elektronik aletler de üretilmektedir. Oysa eskiden bunların çoğu başka ülkelerden satın alınırdı.

Hindistan'da yaygın bir demiryolu ağı var­dır. Kuzeybatı Hindistan'dan güneyde Banga-lor'a gitmek dört gün sürer. Asya'nın en uzun ve en çok kullanılan demiryolları bu ülkede­dir. Karayolları taşımacılığa elverişli olmadığı için, yük trenleri ile taşıma yapılır. Bu trenler olağanüstü mühendislik başarılarıdır. En şaşı­lası olan ise, kuzeybatıdaki Hayber ve Bolan geçitlerinden Nilgiri ve Himalayalar'daki yer­leşme yerlerine tırmanan demiryoludur. Yı­lan gibi kıvrılan raylar, sayısız tünellerden geçerek sarp dağlar boyunca uzanır.
Bu uçsuz bucaksız topraklarda hava trafiği de hızlı bir gelişme içindedir. Başlıca kentler arasında uçaklar işler. Uluslararası havayolla­rı ise Bombay, Delhi, Kalküta ve Madras gibi büyük kentleri dünyanın öteki kentlerine bağlar.

Yeni yollar


19. yüzyılda yapılmaya başlan­dı. Bunlardan biri Kalküta'dan bugün Pakis­tan'da kalan Peşaver'e giden büyük karayo­ludur. Yollarda, yaklaşık 30 km ara ile yolcuların geceyi geçirebilecekleri dinlenme yerleri vardır. Karayolları ve demiryolları yapılmadan önce insanlar Kalküta'dan batıya, Camna (Yamuna) ve Ganj ırmakları yoluyla erişirlerdi.

Hint Halkı


Hintliler'in büyük çoğunluğu Hindu'dur. Yaklaşık 80 milyon Müslüman, 18 milyonun üstünde Hıristiyan, 13 milyon kadar Sih, 5 milyon Budacı, Hindu dininin bir kolu olan 3 milyon Cayna ve sayıları az olan çeşitli dinlere bağlı insanlar vardır.
Hindu dini yalnızca bir din değil, insanları kast adı verilen, toplumsal sınıflara ayıran bir sistemdir. Her kastın kendine öz­gü kuralları vardır. Dört temel kastın dışında, Hindular'ın sahip olduğu hakların hiçbirine sahip olmayan ve onlarla birlikte bulunmala­rına izin verilmeyen bir de kast dışı paryalar vardı. Ne var ki, 1950 Anayasası ile paryalara karşı bu türden davranışlar yasadışı ilan edil­di. Kast sisteminin ise giderek eski etkisini yitirdiği görülüyor.
Sığır eti yemeyen Hindular'ın başlıca besini pirinçtir. Yoksul aileler ise daha ucuz olduğu için darı yer. Yemeklerde çoğunlukla un ve su ile yoğrularak fırında pişirilen bazlama türün­den çapatti yenir. Çapatti genellikle merci­mek çorbası ve bol baharatlı güveçle iyi gider. Hintliler'in çok kullandıkları köri denen ba­harat pilava, ete, balığa, tavuğa ve sebzelere konur.

Hintli kadınların geleneksel giysileri sarV dir. Uzun bir kumaş vücuda sarılarak, kalan ucu omuzlara alınır. Bazen sarinin ucu başa örtülür. Sarinin altına kısa kollu, dar bir bluz giyilir. Sarinin sarılma biçimi yöreden yöreye değişir. Kuzeybatıda kadınlar daha değişik gi­yinir. Bol bir şalvarın üstüne, gene bolca bir bluz giyerler. Köylü erkeklerin çoğu hâlâ pa­muklu kumaştan yapılma ve bacaklar arasın­dan geçerek bele sarılan kısa, beyaz, şorta benzer bir şey giyer, buna dhoti denir. Bu giy­si sıcakta giymeye çok elverişlidir. Ne var ki, artık çoğunlukla batı tipi giysiler giyilmek­tedir.
Hintliler'in yaşamında dinsel törenler ve şenlikler büyük önem taşır. İlkbaharda yapı­lan Holi şenliğini özellikle çocuklar çok sever. Holi sırasında herkes yüzünü renkli pudralar ve boyalarla boyar. Divaü, ışık şenliğidir. Kı­şa girerken kutlanır. Her köyde yüzlerce mum yanar, okullar tatil olur.

Hindistan'da pek çok insan kutsal bilinen yerleri ziyaret eder. Her yıl uzak demeden, pek çok Hintli aile Ganj'ın kutsal sularında yıkanmaya gider. Ganj kıyısındaki Varanasi (Benares) ise özel bir öneme sahip olduğun­dan, her Hintli öldükten sonra küllerinin Va-ranasi'den Ganj'a serpileceği umudunu taşır.
Bu kutsal'yerlerin yanı sıra, Hindistan bü­yük sanayi merkezlerine ve modern limanlara sahiptir. Bombay, Kalküta ve Madras'ta 19. yüzyılda kurulmuş, Hindistan'ın en eski üni­versiteleri bulunmaktadır. Bunlardan başka, ülkede 80'in üstünde üniversite vardır. Ne var ki, binlerce genç üniversiteye giderken, hâlâ okuma yazma bilmeyen milyonlarca da insan bulunmaktadır. Yaklaşık 800 milyon nüfuslu bu ülkede devletin nüfus planlama çabalarına karşın, doğum oranı çok yüksektir. Yoksul kesimden gelen çocuklar, devletin yeni okul yapma ve eğitime özendirme çabalarına ve eğitimin zorunlu olmasına karşın, okula gidememektedir.
Hindistan'daki çeşitli halklar değişik diller konuşur. Başlıca 15 dil ve bunlardan daha çok sayıda lehçe vardır. İngilizce hâlâ yaygın olarak kullanılır ve okullarda öğretilir. 1965'ten beri resmi dil Hindi'dir.

Tarih


Çin'den başka hiçbir ülkenin, Hindistan halkı gibi kesintisiz bir tarih yaşadığı söylenemez. Ne var ki, bu tarih barış içinde değil, dışarı­dan gelenlerin sürekli saldırısı altında yaşan­mıştır. En eskiden yerleşmiş olanların nasıl geldikleri pek aydınlık değildir. Bunların Vindiya Dağları'nın ulaşılmaz yörelerinde yaşa­yan ilkel insanlara benzedikleri düşünülmek­tedir. Sonra İÖ 2500 yıllarında Hindistan'a tenleri çok koyu renkli olan Dravidler geldi. Yakın zamanda, arkeologlar onlara ait iki kent ortaya çıkardılar: İndus vadisinde Ha-rappa ve Mohenco-daro. Bu buluntular Dra-vidler'in gelişkin bir uygarlığa sahip oldukları­nı gösteriyordu. Yazı yazmasını biliyorlardı.

Çok iyi planlanmış kentleri ve içlerinde günümüzdekine benzer banyoları bulunan geniş odalı evleri vardı. Ne var ki, İÖ 1500 yılların­da kendilerine Ariler ya da soylular diyen da­ha açık tenli insanları, Hayber Geçidi'nden ovalara indiler. Dravidler gibi uygar değiller­di, ama dövüşmekte ustaydılar ve onları yenil­giye uğrattılar. Ariler çok geçmeden kast sis­temini yürürlüğe koydu. Böylece tutsak ettik­leri halkla aralarına bir set çekmiş oldular. Ariler Hindu dinini de geliştirdi. Bu dinde, tanrıların nasıl hoşnut edileceğini yalnızca Brahman adı verilen rahipler bildiği için, on­lara büyük ayrıcalıklar ve yetkiler tanını­yordu.

İÖ 6. yüzyılda büyük din reformcusu Buda, yeni bir inanç geliştirdi. Ona göre, ruhun ölümsüzlüğünü karmaşık dinsel törenler ve kurbanlarla sağlamak mümkün değildi. Tek yol, karşılık beklemeden iyilik etmek, temiz yürekli olmak ve maddi tutkulardan uzak dur­maktı. Budacılık, Hindistan'da hızla yayıldı; birçok bey ve kral tarafından benimsendi. Bunlardan en önemlisi, Patna'yı İÖ 274-232 yılları arasında yöneten Kral Aşoka'ydı. Orissa'yı işgal ederken insanlara verdiği acıdan duyduğu vicdan azabından dolayı Budacı ol­du. Dağa taşa Budacıhk'ı öven yazılar yazdır­dı; krallığındaki herkesi Budacı yapmaya ça­lıştı. Budacılık Hindistan'ın güneyinde tutu­namadı. İS 4. yüzyılda kuzeydeki etkisini de yitirdi. Sri Lanka (Seylan), Birmanya, Tay­land (eski Siyam), Tibet ve Çin'e ise misyo­nerler aracılığıyla yayıldı.

Eski Hint uygarlığı İS 320'den 5. yüzyıla kadar egemen olan Gupta kralları zamanında doruğuna ulaştı. Bu dönemde Hindistan'a git­miş olan Çinli gezginler, Gupta krallarının yö­netimdeki başarılarını anlatan belgeler bırak­mışlardır. Krallar yazarlara ve ozanlara des­tek olmuş, tiyatroya önem vermişlerdi. Mü­zikte büyük bir gelişme gözlendi. Manastırla­rın duvarları taş üstüne yapılmış resimlerle bezendi.

6. yüzyılda Hindistan, Orta Asya'dan gelen Hunlar'ın saldırısına uğradı. Bir süre her şey altüst oldu. Bu kargaşa içinde kendine Rac-put adını veren "kralların oğulları" yönetimi ele geçirdiler. O gün bu gün, onların yöneti­minde olan Batı Hindistan, Racastan olarak bilinir. Nereden geldiklerine ilişkin bir bilgi yoktur. Sanata ve edebiyata önem verdiler, altın ve gümüşten tanrı heykelleri ve çok de­ğerli taşlarla bezeli tapınaklar, büyük sa­raylar ve kaleler yaptırdılar.
Ne var ki, Racputlar kendi aralarında sü­rekli kavga ediyorlardı. Bu yüzden Kuzey Hindistan dışarıdan gelen saldırılara karşı kendini koruyamadı. Bu kez Müslümanlar ge­lerek Hayber'in kuzeyine yerleştiler. 10. yüz­yılın ikinci yarısında Gazneli (Afganistan) Müslüman Kral Sebüktigin Hindistan'ın ku­zeyine girdi. Oğlu Mahmud, batıda Ganj Irmağı'ndan güneyde Racputana'ya kadar iler­leyerek bir imparatorluk kurdu. Delhi'yi baş­kent yapan Müslümanlar, giderek nere­deyse Hindistan'ın tamamını ele geçirdiler.

Afgan krallarının egemenliği 1526'ya Babür Şah'ın Hindistan'a gelişine kadar sürdü. Babür Şah, Delhi Sultanı İbrahim'i yenerek, Delhi'yi işgal etti. Daha sonra Kandehar'dan Bengal sınırına kadar olan toprakları ele ge­çirdi. Böylece Hindistan'da Moğol egemenliği başlamış oldu. Moğol imparatorlarının en ün­lüsü Ekber'dir. Uyruğundaki halkları Müslü­man, Hindu demeden kaynaştırmaya çalıştı. Müslümanlar'ın geçmişten kalma ayrıcalıkla­rını ve haklarını kaldırdı . Toru­nu Cihan Şah zamanında, Agra'da Tac Mahal ve İncili Cami'den başka Delhi'de de eşsiz gü­zellikte saraylar ve camiler yapıldı. Ne var ki, Moğol imparatorlarının hiçbiri Ekber çapında değildi. Hindular ile Müslümanlar arasındaki karşıtlıklar sürüp gitti ve sonunda imparator­luk parçalandı.

Hindistan'ın Sömürgeleştirilmesi


Tam bu sıralarda, 15. yüzyılın sonlarına doğ­ru, baharatın çekiciliğine kapılan Avrupalı tüccarlar, Afrika'nın güneyinden dolaşarak Hindistan'a vardılar. İlk gelenler Portekizliler ve Hollandalılar'dı. 17. yüzyılın başlarında Hindistan pazarını kapmak için asıl mücadele ise Fransızlar ile İngilizler arasında oldu. Her iki taraf da Hindistan'daki Müslümanlar ile Hindular arasındaki çatışmalardan yararlan­dı. Hindistan siyasetine etkin biçimde katılan İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası sonunda gerek Fransız tüccarlarını, gerek Moğol İmparatorluğu'nu yenilgiye uğratmayı başardı.

Fransızlar 1954'e kadar bazı limanları ellerin­de tuttular. Portekizliler ise işgal ettikleri yer­lerden en son 1961'de çıktılar.
17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İngiliz Do­ğu Hindistan Kumpanyası Hindistan'da bü­yük güç kazandı. Kumpanya Hindistan'ı İngil­tere'deki fabrikalar için bir hammadde depo­su durumuna getirdi .i Ayrıca Hindistan, İngi­liz mallarının serbestçe satıldığı bir pazara dö­nüştü. Kumpanya bu yoldan büyük paralar kazandı. Ne var ki, Hintli zanaatkarlar için bu bir yıkım oldu. Çiftçi ve köylülerin ürünü ise hiçbir zaman değerini bulamadı.

1857'de Hint askerleri ve mihraceleri (feo­dal prensler) Hindistan'ın büyük bir bölümü­ne egemen olan İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası'nı devirmek için eyleme geçtiler. Hin­distan'da bu başkaldırı Bağımsızlık Savaşı olarak nitelendirilir. Bu başkaldırının Hindis­tan'ın yoğun bir biçimde sömürülmesinin yanı sıra başka nedenleri de vardı: Hindistan'ı yö­netmek üzere İngiltere'den atanan genel vali­ler halkın dinsel inançlarına saygı göstermiyor ve Hindular'ın tapınmalarını engelliyorlardı. İngiliz misyonerlerinin Hıristiyanlık'ı yayma çabaları ise gerek Müslümanlar'ı, gerek Hin-dular'ı tedirgin ediyordu. Ayrıca genel valile­rin halkın geleneklerini değiştirme çabaları da hoşnutsuzluk yaratıyordu.

İlk isyan 1857 Nisan'ında Hindistan'ın ku­zeyinde, Mirut'ta başladı. Delhi, Kanpur ve Luknov'a yayılarak ı Avrupalılar'ın yaşadığı yerlerin ateşe verilmesiyle tırmandı. Karşılıklı kıyım aylarca sürdükten sonra, İngilizler'in Nepal'den getirdikleri Gurkha (bak. gurkha-lar) ordusunun yardımıyla başkaldırı 1858 Mart'ında bastırıldı. Bundan sonra egemenlik İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyasından İn­giliz kralına geçti.
Hindistan İngiltere'nin en önemli ve en çok gelir getiren sömürgesiydi. Hindistan'ı, İngiliz hükümetince beş yıllığına atanan bir genel va­li yönetiyordu. Ülke, valinin yönetimindeki bölgelere ve mihracelerin yönetimindeki eya­letlere ayrılmıştı. Köylüler ağır vergiler altın­da ezilirken, bir taraftan da mihracelerce sömürülüyordu.

Batı üniversitelerinde okuyan Hintli genç­ler, sömürü altındaki ülkelerine özgürlük ve demokrasi düşüncelerini getirdiler. Bu aydın­lar 1885'te bağımsızlık hareketini başlattı ve Hindistan Ulusal Kongresi'ni (Kongre Parti­si) kurdular. Bundan sonraki 50 yıl bağımsız­lık mücadelesiyle geçti. 1906'da Hindu ege­menliğinden kaygılanan Müslümanlar, Müs­lüman Birliği'ni oluşturdu. Amaçları Hindu-lar'dan ayrı, bağımsız bir devlet kurmaktı.

I. Dünya Savaşı sırasında Hindistan birlikleri İngiltere'ye bağlı olarak çarpıştı. Bu savaşta Hindistan'ın insan gücü, hammadde ve yiyecek kaynakları İngiliz ordusunun gereksinmelerini karşılamak üzere sonuna kadar kullanıldı. Savaş sonrasında kıtlık ve salgınhastalıklar baş gösterdi.Hindistan geri bıraktırılmış bir tarım ülke­siydi. Sömürgelere özgü çarpık sanayileşme yüzünden ağır sanayi kurulamıyordu. Ülkede yoksulluk ve işsizlik artan bir huzursuzluk ya­ratmaktaydı.
Bu sırada bağımsızlık hareketinin önderi olarak ortaya çıkan Gandhi'nin Mohandas Karamçand) düşünceleri ve yön­temleri Kongre Partisi'nce benimsendi. Gandhi, İngiliz boyunduruğuna karşı pasif di­reniş yöntemiyle ülkenin bağımsızlığını kaza­nabileceğine inanıyordu. Ulusal Kongre'nin tüm Hindistan'da uyguladığı pasif direniş kampanyası devlet dairelerinin, okulların ve mağazaların kapatılmasını öngörüyordu. Kampanya milyonlarca insanı harekete geçir­di. İngilizler ulusal kurtuluş hareketini benze­ri görülmemiş bir acımasızlıkla bastırmaya kalkıştılar ve çok geçmeden direnişin önünü aldılar. Ne var ki, artık Hint halkı bağımsızlığı için savaşmak üzere tümüyle uyanmıştı.
Protestolar ve grevler artan bir hızla yayılı­yordu. 1930'da Lahor'da toplanan Kongre Partisi Cavaharlal Nehru'yu başkanlığa getirdi. Kongre, ama­cının tam bağımsızlık olduğunu ilan etti. Gandhi yönetimindeki pasif direniş eylemleriy­le bağımsızlığa kavuşulacaktı. 26 Ocak 1930 Bağımsızlık Günü ilan edildi.
1935'te İngiltere ekonomi, savunma ve dışişlerini denetiminde tutma koşuluyla bir özerklik önerisi getirdi. Hindistan Ulusal Kongresi bu öneriyi reddetti.

II. Dünya Savaşı başladığında Kongre Partisi'nin, Hindular ve çeşitli dinsel toplulukların temsilcileri de içinde olmak üzere, çok sa­yıda üyesi vardı. Hindistan II. Dünya Sava-şı'na resmen girmemişti. Ne var ki, Müttefik­ler Hindistan'ı üs olarak kullandı. 2 milyon Hintli asker İngilizlerTe birlikte savaştı. İngi­lizler, 1942'de Hindistan'a, savaş bitinceye kadar Hindistan ordusunun denetimini elle­rinde tutmak koşuluyla, dominyon statüsü vermeyi önerdiler. Kongre Partisi bunu da kabul etmedi. Bunun üzerine İngilizler, Kong­re Partisi'ni yasadışı ilan ederek önderlerini tutukladılar.
1945'te savaş sona erince tutuklular özgür­lüklerine kavuştu. Hindu ve Müslüman ön­derler bir anayasa hazırlamak için bir araya geldiler. Bu aşamada Müslümanlar ayrı bir devlet konusunda ısrar ederken, Hindu ön­derler Hindistan'ın parçalanmaması konusun­da ısrarlıydılar. Müslümanlar ile Hindular arasındaki uyuşmazlık bir kıyıma dönüşme eğilimi gösteriyordu.

Bağımsızlık Sonrası


15 Ağustos 1947'de iki ayrı devlet ortaya çık­tı. Biri Hindistan adını korurken, öbürüne Pakistan dendi . Sınırlar, nü­fusun dinsel eğilimine göre çizilmişti. Hindis­tan Hindu çoğunluğun, Pakistan ise Müslü­man çoğunluğun yaşadığı yöreleri içine alıyor­du. Pencap'ta sınır Sihler'in yaşama alanını ortadan ikiye bölmüştü . Pakis­tan sınırı içinde kalan Sihler Müslümanlar'la anlaşamıyordu. Çok geçmeden sınırın her iki yakasında bir göçmen trafiği başladı. Sihler ile Hindular, Pakistan'dan Hindistan'a, Hin­distan'daki Müslümanlar da Pakistan'a geç­meye çalışıyorlardı. 7-8 milyon kişiyi kapsa­yan bu göçmen akımı sırasında çıkan çatışma­larda 200 bin kişi yaşamını yitirdi.

Hindistan'ın önünde üstesinden gelinmesi gereken güç işler vardı. Örneğin, ordunun ye­niden kurulması gerekiyordu. Hindular yeni Hint ordusuna katılırken, Müslümanlar da Pakistan ordusunda yerlerini aldılar. Bir baş­ka sorun da Hindistan'daki racahklardı. 15 Ağustos 1947'ye kadar Hindistan, İngiliz İm-paratorluğu'na bağlı İngiliz Hindistan'ı ile racalıklardan oluşmaktaydı. İngiliz Hindistan'ı dört büyük bölgeye ayrılmıştı: Bengal, Bom­bay, Madras ve kuzeybatı bölgesi. Bunlar ye­rel meclisler ve valilerce yönetilmekteydi. Hindistan hiçbir askeri bloka bağlı olmayan "Bağlantısız Ülkeler" arasındadır. Pakistan'la anlaşmazlık, ayrıldıktan sonra da, İndus Irmağı'nın sularından ortaklaşa yararlanma ka­rarına karşın, sona ermedi. 1971'de Hindis­tan, Doğu Pakistan'da baş gösteren ayaklan­mada, hükümet karşıtlarının yanını tuttu. Pa­kistan'da iç savaş Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlandı . Bu yüzden Pa­kistan ile Hindistan arasında savaş çıktı ve Pa­kistan yenildi. Günümüzde iki ülke arasında­ki ilişkiler eskisine göre daha iyi gitmektedir. Hindistan'ın komşusu Çin'le de dağlık kuzey kesiminde sık sık sınır anlaşmazlıkları çık­maktadır. 1980'lerin başında özerklik için mü­cadele eden Sihler'in kutsal tapınağı olan Al­tın Tapınak'a ordu birliklerinin saldırması Sihler'le hükümet arasındaki gerginliğin do­ruğa çıkmasına yol açtı. İndira Gandhi'nin iki Sih muhafızı tarafından öldürülmesi Sihler'e yönelik saldırıların bütün ülkeye yayılmasına neden oldu. Sihler'le olan anlaşmazlık hâlâ sürüyor. 1987'de Hindistan'da yüzyılın en bü­yük kuraklığı yaşandı. 1988'de musonların ge­tirdiği yağmurlarla kıtlık konusundaki kaygı­lar azaldı.

MsxLabs & TemelBritannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #20
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Hindistan Tarihi


Hindistan’ın tarihi hakkında bilgiler, Aryalardan başlamaktadır. Bundan önceki dönemler içindeki olaylar hakkında çok çeşitli ve kesin olmayan bilgiler mevcuttur. Dravitleri yenerek Hindistan’a yerleşen Aryalar, Yunan istilaları, İskender’in saldırıları, Asoka dönemi, Mouryo İmparatorluğu, Gupta Devri, Hunlar, Harşalar, Kuzey ve Güney Sülaleler Dönemi, Türk-Moğol Hakimiyeti, Arapların, Gaznelilerin, Babür Devletinin fetihleri, Avrupalıların yerleşmeleri ve bugünkü Hindistan’ın kurulması safhaları takib eder.

M.Ö. 2000 yıllarında Himalayaları aşarak gelen Aryalılar, Hindistan’da asırlarca sürecek bir hayat tarzının temelini attılar. Daha sonraları Maurya İmparatorluğu Hindistan’a hakim oldu. Bu imparatorluğun yıkılmasından sonra hakim olan Guptaların ülkedeki hakimiyetine Hun saldırıları son verdi. Bundan sonrası, ülkede kurulan prenslikler dönemi ve aralarında yaptıkları savaşlarla geçti.

Müslümanlar, Hindistan’a ilk olarak sekizinci asırda geldiler. 712 yılında Muhammed bin Kasım’ın ordusu Hindistan’a girdi. Bunu müteakiben ülkede Müslüman Arap ordularının ve Gaznelilerin fetihleri görüldü. Gaznelilerin Sultan Mahmud zamanında başlattıkları seferleri, Muhammed Guri Han zamanında Hindistan’ın tamamının fethedilmesiyle sonuçlandı. Bundan sonra 1206-1290 yıllarında Memlukler, 1290-1320 yıllarında Halaciler, 1320-1413 yıllarında Tuğluklar ve 1526 yılına kadar da Ludiler Hindistan yönetimini ellerinde tuttular.

On beşinci asır başlarında bir ara Timur Han ordusuyla Hindistan’ın büyük bir kısmını topraklarına kattı. Böylece Hindistan’da Türk-Hind İmparatorluğu başladı. Timur Hanın soyundan Babür Şah, bütün Hindistan’ı fethederek Gürganiye (Babür İmparatorluğu) Devletini kurdu. Bu devlet, İngilizlerin Hindistan’ı işgaline kadar bölgede 342 sene hükümranlığını sürdürdü.

Babür İmparatorluğu zamanında Hindistan’da yüzlerce büyük İslam alimi yetişip insanlara doğru yolu gösterdiler, ilim öğrettiler. İslam dinine sokulmak istenen bid’atleri yok ettiler. Bu büyük alimler arasında en meşhurlarından bazıları, İmam-ı Rabbani, Muhammed Ma’sum Faruki, Ubeydullah-ı Ahrar, Muhammed Zahid, Derviş Muhammed, Muhammed Baki-billah, Nur Muhammed Bedevani, Mazhar-ı Can-ı Canan, Senaullah-ı Dehlevi, Abdullah-ı Dehlevi, Abdülhak Dehlevi, Abdülaziz Dehlevi, Muinüddin Çeşti’dir.

Avrupalıların Ümit Burnunu dolaşarak Hindistan’a ulaşmaları, 16. yüzyılda burada ilk ticaret merkezinin kurulmasına yol açtı. İngilizler, Hindistan’ı işgal ettikten sonra, Müslüman halka çok eziyet ettiler. 1906 yılında Svaraç (kendi kendini yönetme) sloganı ile bağımsızlık savaşı başlatıldı. Bu arada Hindistan Müslüman Birliği kurulmuştu.

1919 yılında Gandhi ile birlikte Hindistan’da pasif direnme ve protesto hareketlerine başlandı. 1935’te ilk anayasa kabul edilerek parlamenter düzen kuruldu. 18 Temmuz 1947’de tam bağımsızlığını kazanarak, dünya devletleri tarafından tanındı. 26 Ocak 1950’de Hindistan Birliği olan devletin ismi Hindistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Bugün de bu isimle anılmaktadır.

Ülke yönetim yönünden eyaletlere bölündü. Ekonominin büyük ölçüde bozulduğu bir dönemde yapılan seçimleri İndra Gandhi’nin başkanlığındaki Kongre Partisi kazandı. Radikal tedbirleri başarıyla alan İndra Gandhi, 1971’de erken seçime giderek büyük bir zafer kazandı. Aynı sene Hindistan ile Pakistan arasında savaş çıktı. Bu savaş neticesinde Doğu Pakistan yani Bangladeş bağımsızlığını ilan etti. Baskı rejimi uygulayan İndra Gandhi, 1974’den itibaren halk desteğini kaybetti.

1977’de yapılan seçimleri Canata Partisi kazandı. Canata Partisi yönetimde başarılı olamayınca, 1980’de yapılan seçimleri tekrar Kongre Partisi kazandı. Aynı sene özerklik için mücadele eden Sihler, büyük bir mücadeleye başladılar.

1984 Ekimde iki Sih muhafızı İndra Gandhi’yi bir suikast neticesinde öldürdü. Bunun üzerine başbakanlığa Raciv Gandhi getirildi. İç çatışmalar hala devam etmekte olup, Hindularla-Müslümanlar arasında çatışmalar büyük hız kazandı. Başbakan Raciv Gandhi 22 Mayıs 1991’de uğradığı bombalı suikast sonucunda öldü.

Hindistan'da Bilim


Hindistan'daki bilimsel etkinliklerin başlangıcını M.Ö. 5000'lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi topluluğunun oluşumu için yaklaşık M.Ö. 2500'leri beklemek gerekmiştir. Erken dönemlere ilişkin bilgileri Vedik metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklıdır.

Hindistan'da kullanılan sayı sistemi, on tabanlı (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandırma yönteminin benimsendiği görülmektedir. Sıfırı ilk defa Hintli matematikçiler kullanmıştır. Sayı sistemindeki bu erken tarihli gelişme, aritmetiğin gelişim hızını büyük ölçüde etkilemiştir.
Daha sonra Pythagorasçılara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi'nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür.

Cebir alanında birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmişler ve trigonometri alanında ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kullanmışlardır.
Daha sonra Hintlilerin aritmetik, cebir ve trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden Arapça'ya yapılan çeviriler yoluyla İslâm Dünyası'na aktarılacak ve buradaki bilimsel uyanışta önemli bir rol oynayacaktır; on ikinci yüzyıldan itibaren Arapça'dan Latince'ye yapılan çeviriler sonucunda ise, Hıristiyan Dünyası bu bilgilerle tanışacaktır.

Hintlilerin evreni Yer merkezlidir ve astronomiden söz eden metinlerde Ay ve Güneş'in hareketleri ve tutulmaları, Yer, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün hareketleri, Yer ve Güneş'in birbirlerine uzaklıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. M. S. beşinci ve on ikinci yüzyıllar arasında konuyla ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ise, trigonometrik oranları da dikkate almak suretiyle, Güneş-Yer, Ay-Yer uzaklıklarını, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin konumlarını ve dolanım periyotlarını hesaplamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili sayısal değerleri içeren eserler bırakmışlardır. Bunlardan Aryabhata adındaki bir astronom ilk defa Yer'in kendi etrafındaki hareketinden söz etmiştir.

Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir. Onlara göre, canlı varlıklar evrenin küçük bir modelidir ve doğadaki diğer varlıklar gibi, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir. M.Ö. üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler konuya yeni bakış açıları getirmiştir. Bunlardan Yoga Okulu, sağlıklı olabilmek için beden disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de şart koşarken, yine aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, beden yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, dolayısıyla tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur.
Hint uygarlığındaki bilimsel uğraşlar, bilimin gelişimi üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bu etki ilk dönemlerde tacirlerin, seyyahların ve askerlerin yardımlarıyla gerçekleşirken, daha sonraki dönemlerde, doğrudan doğruya bilginler ve çevirmenler yoluyla gerçekleşmiştir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

5 Şubat 2009 / GÜLGECELER Taslak Konular
23 Haziran 2012 / asla_asla_deme Taslak Konular
9 Mayıs 2011 / Daisy-BT Taslak Konular
23 Ocak 2012 / _Yağmur_ Taslak Konular