Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 54

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 494.890 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #531
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nane Likörü
(İkinci Bölüm)
Sponsorlu Bağlantılar

‘Ağla dedim demesine de, hıçkıra hıçkıra ağla demedim. Böyle ağlanmaz ki, yüreğimi darmadağın ettin!’
‘Nasıl ağlanır? Ağlarken hıçkırma da demedin ama’ diyorum gülümseyerek.
‘Allah’ım ya!’ diyor sinirli sinirli.
Ağlamak: Bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra, gürleye gürleye veya sessizce ne fark eder ki? Ağlamak işte! Kırgınlığın, kızgınlığın, yenilmişliğin, öfkenin, acının, sevincin bedensel tepkimesi...Yüreğim öylesi darmadağın ki...
‘Gözüme vurdu, geçer birazdan.’ diyorum.
‘ Biraz da çenene vursa ve artık anlatsan.’
‘Önce yüreğime vurdu sonra gözüme, bekle sırayla bunlar, en son çeneme vuracak. ’ diyorum.
‘Sırası mı olur bunların yahu!’
‘Olur tabii.’
‘Peki o zaman, gözüne de vurduğuna göre, sıra çenende.’
‘Ben artık o senin tanıdığın, sevgisine sahip çıkan kadın değilim; tükendim.’ diyor ve susuyorum
‘Susma, devam et.’
‘Şarap içmek istiyorum.’ diyorum, ‘şarap, dil çözermiş ya .’
Gülmeye başlıyor katılırcasına.
‘Olur, içelim.’ diyor
Ey , sabrına hayran olduğum canım dostum... diye düşünüyorum içimden.
Bir yudum alıyorum şaraptan, ‘İşte, tıpkı bu ilk yuduma benziyor aşk.’ diyorum , elimdeki şarap kadehini masaya bırakırken
‘Nasıl yani?’
‘ Boğazın hafif yanıyor ve ardından damağında değişik bir tat kalıyor ya, aşkta böyle bir şey.’
‘Damakta kalan tat güzel mi kötü mü peki?’ diye soruyor.
‘Kişiden kişiye değişiyor, değişmeyen tek şey diğer tatlara benzememesi’ diyorum.
‘Sen de bıraktığı damak tadı nasıl?’
‘Çok güzel, ama sonraki yudumlarda sıradanlaşıyor su içer gibi içiyorsun ve sonunda kuvvetle ihtimal sarhoş oluyorsun hatta kendini tanıyamıyorsun. Ben artık kendimi tanıyamıyorum anlıyor musun?’
‘Aşk sarhoşluğu bu olsa gerek.’
‘Hayır, acı sarhoşluğu! Aşk ivmesini acıya bırakırsa, dengeler alt-üst oluyor. Sevdiğine seveceğine bin pişman oluyorsun. Sevdiğime seveceğime bin pişmanım inan bana.’

Sevdiğine seveceğine bin pişman olmak...Evet, son zamanlardaki içimdeki tek kırıntı bu Ne tuhaf! Oysa güneş, onun gözlerinin bakışıyla doğardı gözlerime. Yağmur bulutlarına el sallardık gecelerde, rüzgara şarkılar emanet ederdik dağ yamaçlarından bağıra bağıra...Yağan kar tanelerinin karşısına geçip birer sigara yakar ; sohbet sefaları yapardık iki kişilik dünyamızda. Kelimelerimiz, sevda cümlelerimize çelmeler takmazdı, kolayca ve bir çırpıda, aşkın en duru zaman aralığından, kadifeden yumuşak çıkardı hislerimiz dudaklarımızdan. Kırmazdık birbirimizi ve kırılmazdık birbirimize. Şimdi, sevdiğime seveceğime bin pişmanım!

‘Farkında değilsin ama hala aşkına sahip çıkıyorsun, en azından şaraptan aldığın ilk yudumun güzel tadını inkar etmiyorsun...’
‘İnkar başka, pişmanlık başka’ diyorum sessizce.
‘Doğru söylüyorsun, sahiplenmek de bu işte’ diyor.
‘Biliyor musun bir dönem inkar da etmedim değil hani.’ diyorum bu kez sesimi yükselterek.
‘O inkar ettiği için inkar etmişsindir; seni tanıyorum onun ‘duygu inkarını’ kaldıramadığın içindir .’
‘Kaldıramadım evet, fazlasıyla esnek davrandım zaten. Doğru tahmin.’ diyorum göz kırparak.
‘Tahmin doğru, peki hislerin ne durumda, Halâ seviyorsun onu değil mi?’
‘ Çok eskiden, anneannelerimizin döneminde, üst üste yatakların yorganların yığıldığı yüklükler vardı bir odanın köşesinde hatırlar mısın, o yüklüğün orta yerinden bir yorganı çekersen diğerleri de üzerine yıkılır ya işte öyle bir yığınağın içinde, hareketsiz can çekişiyor hislerim. Oysa, üç beş yorganın, yatağın üzerine yıkılmasıyla can çekişir mi insan?’
‘Bir kaşık suda da boğulunmaz ona bakılırsa,ama boğulanlar olmuştur.’ diyor ciddi bir ifadeyle.
‘Sevgiye dair bitkisel hayattayım ve pişmanım.’
‘Onu halâ seviyorsun Binnur.’
‘Ve bu ne kadar onursuzca değil mi?’diye bölüyorum cümlesini.
‘Haksızlık ediyorsun kendine. Kızıyorum ama!Hayatım boyunca gördüğüm en onurlu kadınsın sen.’
‘Onurlu olsaydım, gözümün önünde cilveleştiği kadına bir iki laf ederdim, o kadın ki...Neyse!’
‘O kadın evet artık söylesene, kızsana gıyabında da olsa, küfür etsene! O kadın senin o adamı nasıl sevdiğini bilen, seni en iyi tanıyan kadın değil miydi! İhaneti yalnızca sevdiğin adamdan mı gördün sanıyorsun asıl ihaneti kadından gördün! Yüzüne okkalı bir çift laf etmeden döndün geldin!’
‘En doğrusunu yaptım. Yok saydım onu yetmez mi. Geceleri başımı yastığa koyup düşündüğümde, yanılmış olduğumu düşünmek istedim. Gözlerimle gördüklerimi yalanlamak istedim, olmadı! Aşamıyorum, unutamıyorum işte. Kahretsin!’

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #532
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Azrailin Tebessümü

Sponsorlu Bağlantılar
Hayatta tek istegi idi belkide bu kendine bir sevgili bulmak saatlece onunla başbaşa vakit geçirmek .Kendine güven veren birini çok aradı özellikle onsekiz yaşında diger genç kız arkadaşları gibi heyecanlı ürperek anlatamadı aşk masallarını.Yaşadıgı yer çok küçük postmodern bir kasaba idi böyle şeyler çok laf olurdu insanlar baylırdı dedikodu yapmaya ama onun umrunda bile degildi.Çocuklugunu yaşayamamış genç bir kız ne yapabilirdiki bu kasaba hem birini sevse sevdiği insan onu sevebilecekmiydi ??.Amansız bir hastalıkla mücadele ediyordu doktorların söylediklerine gibi ömrünün son demi artık son günleri idi yaşadıları.Tıp yetersiz kaldı yapılacak hiç bir şey yoktu artık bir muciziye inamak vaktiydi belki yarın ölecekti.Kim ne yaptıysa yüzünü güldüremezdi bir sevgiliden başka zengin bir ailenin kızydıda ama nafile her şey boş .Aile büyükleri genç kızı herşeye hazırlamak için bir bir doktor arayama başladıklar tadevi bahane edecekler doktor hergün gelip gidecek genç kız kendini daha iyi hissedecekti.Derken doktoru buldular doktor genç kızın durumu iyice dinledikten sonra teklifi kabul ettin ve kızın odasına çıktı.
__Bak küçük hanım çok hasta oldugunu biliyorum hatta ömrünün çok uzun olmadıgını kabul etmiş ve anlamış oldugunu biliyorum .Ama şu bilmelisin ki seni Yaratandan ümit kesilmez .Bunu kabul etmeni ve her gece dua etmeni istiyorum .. dedi
___Ama ben hiç dua etmedim nasıl dua edilir bilmem..
___Dua etmenin bir biçimi kriteri şekli yoktur seni yaratana tüm benliğinle yalvarmaktır..dedi ve Hz musanın bir hikayesini anlatarak devam etti..
___Bir gün firavun musaya demişki yarın tümm halkı toplayalım ve hangimizin Tanrısı büyük gösterelim bir mucize sen göster bir mucizede ben demiş..Musa o kadar emin ki bir mucize göstereceginden sesini çıkarmamış bile firavunsa yarın tüm nehirleri tersine akıtacagını söylemiş.Öbür gün sabah uyandıklarında tüm nehirler tesine akmakta ..
Musa:
__ Tanrım ben senin elçinim neden bana yardım etmek yerine firavuna yardım ettin sabah uyandıgımda gördümkü nehirler tersine akıyor bu anlamak istiyorum..
İlahi bir ses (be musa sen sabahlara kadar yattın uyudun firavun ise dua etti ben dua edenin duasını kabul ederim ) demiş
Bu hikaye genç kızın çok hoşu gitmiş ve o günden sonra her gece kalkıp dua etmeye başlamış.Gel zaman git zaman doktorla o kadar iyi arkadaş olmuşlarki doktor onu tekrar hayata baglamış .Genç kız birdenbire bir gün doktora ölürken canını almaya gelecek azrailin nasıl olacagını sormuş..
__Azrail o kadar yakışıklı ki bunu sana tarif edemem ama onu görünce belkide aşık olacagın delikanlı sanacaksın..
Aradan günle geçmiş doktor bir master için Amerikaya gitmet zorunda kalmış döndüğünde tam üç ya olmuştu.Kızı merak etti eve onu ziyarete giitiğinde kapıyı evin hizmetçisi açtı kızı sordugunda hizmetçi onu içeri kabul etti ..
___Son nefesinde ben yanındaydım söylediği iki şeyi çok iyi hiisettim size ona dua etmesini öğretiğiniz için teşekkür etti.Her gece azrailin hayal ettiği gibi olması için dua etmiş ve doktora söyleyin azrail onun dediğinden ve benim beklediğimden çok güzelmişşşş

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #533
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Yaşanmış olaylardır...

1- Kari-koca gece evlerine döndüklerinde koridorda bir adamla
karsılaşırlar. Bir anlık şaşkınlıktan sonra yabancı adam bayana dönerek
"Madem bu geceyi kocanla geçirecektin,niye beni çağırdın?" diye
hısımla sorar ve kızgınlığını belirten bazı hareketlerle evden bir anda
çıkar. Tabi kari-koca bu olaya bir anlam veremez başlangıçta fakat erkek,
karısına bu olaydan ötürü bir hayli kızar ve hatta onu
boşayacağını söyler.

Aradan bir kaç gün geçtikten sonra Karakol'a çağırılan kari-koca,
yakalanan suçlu ile yüzleştirilir ve olayın aslında bir hırsızlık olduğu
anlaşılır.


2- Yine kari-koca evlerine döndüklerinde evin içinde bir yabancı
görürler, bu kişi gayet sik bir takim elbise giymiş ve elinde telsiz olan
birisidir. Karsılaşma anında yabancı, ev sahiplerine "Evinize
hırsız girdiği yolunda komsularınız tarafından ihbar aldık, ben sivil
polisim, evi kontrol etmeye geldim" der ve devam eder, "Beyefendi
aşağıda sokağın kösesinde ekip otomuz var, vakit kaybetmeden siz ekip
otosuna gidip şikayet dilekçesi doldurun." der ve erkek hızla aşağıya
iner.

Yabancı "Hanımefendi siz de ziynet eşyası veya paranız varsa onları
kontrol edin" der, bayan hemen altınlarının bulunduğu yere gider ve
sevinçle "neyse hala yerinde duruyorlar" demesiyle; yabancı bayanın
kafasına ağır bir şeyle vurur. Yabancı da bayanın çıkardığı yerden altın,
para, v.s.leri alıp hemen kaçar. Koca ekip otosunu bulamayıp evine
geldiğinde karisinin baygın, altınların da çalınmış olduğunu görür..


ÇOK ÖNEMLİ

Özellikle bayan arkadaşlar dikkat ........


İnsanlar taksiye bindiği zaman çantasını hemen yanına koyar ya...Bunu
bilen uyanık taksiciler söyle bir olay gerçekleştiriyorlar. Bahsettiğim
bayan yorgun argın bir taksiye biniyor ve çantasını sağ yanına
koyuyor.Bir nefeslendim falan derken şoföre gidecekleri istikameti
soyluyor ve çantasından selpak almak üzere sağ yanına donuyor ki çanta
yok!! Önce bir aranıyor bakıyor yere,sağa-sola çanta yok!!

Taksiciye soyluyor "çantam ile bindim fakat çantam simdi yok çek kenara"

diye.Taksici gayet pişkin "ne biliim teyze ben senin
çantanı.unutmuşsundur , bir yerde.inmek mi istiyorsun" diyor.Ama kadın
uyanik."Hayir" diyor devam et."Herhalde unuttum birlerde.İneceğim
yerde ben sana evden paranı öderim".

Yol üzerinde bir karakolun önünden geçerken,ışıklarda duruyorlar.(Kadın
taksiyi o istikametten oturuyor!)Tam karakolun önünde açıyor kadın kapıyı
memuru çağırıyor.

Taksiyi kenara çektirip bir çırpıda anlatıyor olayı.Meğer polisler bu tur
olayları biliyormuş.

Polis memuru taksiciye hemen "bagajı aç" diyor. Bagajı bir acıyorlar ki
bagajda bir adam!!!!Binen müşterinin sağ ve sol tarafına bagajdan
doğru,çok özenle yapılmış,fark edilmeyen delikler açıyorlar ve hooop
çekiyorlar çantayı bagaja!! Çanta çok büyükse çekemiyorsa içine dalıp
cüzdanı telefonu falan alıyorlar!


TAKSİDE BAGAJLARA dikkat!

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #534
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOKTOR KNÖLGE' NİN SONU
Bir lisede öğretmenlik yapan Bay Doktor Knölge, genç yaşta emekli olmuş, kendini dilbilime vermişti; eğer solunum darlığı ve romatizma gibi dertler gelip onu bulmasaydı, yalnız sebze ve meyveden oluşan bir rejime girmesine neden kalmayacak ve böylece ne vejetaryenlikle, ne de vejetaryenlerle uzaktan yakından bir ilgisi olacaktı. Rejim sağlığına o denli iyi geldi ki, alışık olmadığı değişik çevrelerden ve kişilerden ve bu kişilerin ülkelerine sık olmasa da gitmek zorunda kalmasından hiç hoşlanmadığı halde, yılın birkaç ayını genellikle güney ülkelerinden birinde, bir sağlık merkezinde ya da bir pansiyonda geçirmeye başladı.
Birçok yılın ilkbaharını, yaz başını ve arasıra sonbaharını bile Fransa'nın güney kıyılarındaki rahat pansiyonlarından birinde ya da Maggiore Gölünün kıyısında geçirdi. Oralarda değişik insanlarla, yalınayak dolaşan uzun saçlı havarilerle, oruç tutan fanatiklerle ve yemek düşkünü vejetaryenlerle tanıştı. Yemek düşkünü vejetaryenler içinde arkadaşlık kurdukları bile oldu, ama kendi midesi ağır yemekleri kaldırmadığı için yalnızca basit sebze yemekleri ve meyve türlerinden anlayan alçakgönüllü bir tat düşkünü olması ona yetiyordu. Önüne koyulan her yeşil salatayı yemezdi ve bir Kaliforniya portakalını bir İtalyan portakalı niyetine o güne dek yememişti.
Aslında vejetaryenlik onu pek ilgilendirmiyordu. Onun için yalnızca bir tedavi yöntemiydi. Onu asıl ilgilendiren onun gibi her dilbilimcinin ilgisini çekebilecek başka bir konuydu. Vejetaryenlik alanında üretilen, örneğin, vejetaryen, vejetancı, vejetabilist, çiğ beslenenler, frugiforlar ve karışık beslenenler gibi olağanüstü sözcüklerdi.
Bu yola kendini adamışların kullandığı dile göre, doktor karışık beslenenlerdendi, çünkü yalnız meyve ve çiğ sebze değil pişmiş sebze ve yumurta da yiyor, süt de içiyordu. Gerçek bir vejetaryenin, özellikle yalnız çiğ besinle beslenenlerin gözünde, bunun dehşet verici bir durum olduğundan da haberi yoktu. Yoldaşlarının, kendi savlarını savunmak için girdikleri fanatik tartışmalardan uzak dururdu. Bunların bazıları kendi inançlarıyla gurur duyuyorlardı, örneğin Avusturyalılar gibi kartvizit bastıranlar bile vardı. Oysa Knölge'ye, karışık beslenenlere yalnızca ağzının tadıyla katılmak yetiyordu.
Daha önce de değindiğimiz gibi Knölge, bu insanlarla pek uyuşamıyordu. Kırmızı yüzü, tombulca bedeni ve sakin görünümüyle onu kendilerine özgü fanatik inançları yolunda giden, genellikle bir deri bir kemik, uzun saçlı, garip giyimli ve münzevi bakışlı tam vejetaryen müritler, azizler ve aydınlanmışlar içinde ayrımsamak kolaydı. Knölge dilbilimci ve vatansever bir insandı. Birlikte olduğu vejetaryenlerin ne insanlıkla ilgili düşüncelerine ve toplumsal reform isteklerine ne de toplumdan kendilerini soyutlamalarına katılıyordu. Görünüşü öyle sıradandı ki, Locarno ya da Pallanzo İstasyonunda ya da iskelesinde, sebze azizlerinin kokusunu daha uzaktan alan batı tipi otellerin hizmetlileri, hiç kuşku duymadan ona yaklaşıyor ve böyle aklı başında görünen bir adam, bavulunu Thalsia, Ceres ya da Monte Verita gibi konaklama yerlerinin hizmetlilerine verip onların da bunu eşeğe yüklemelerine ses çıkarmayınca şaşırıp kalıyorlardı.
Her şeye karşın, Knölge, bir süre sonra, bu denli yabancı bir ortamda kendini rahat hissetmeye alıştı. İyimser bir insandı o, neredeyse bir yaşam sanatçısıydı. Dört bir yandan gelen bitki yiyenlerin arasında, taze salatasını ve şeftalisini, keskin bakışlarıyla hemen görüp karışık beslenmesine değinecek, kendi inancını savunmaya kalkan bir fanatik ya da pirinçlerini çiğnerken hiç kimseyi önemsemediğini vurgulayan dindar bir Budist'e aldırmadan, kırmızı yanaklı bir barışseverle, örneğin bir Fransızla beraber huzur içinde sohbet ederek yiyebiliyordu.
Günlerden bir gün, Doktor Knölge, ilk önce gazeteden, sonra da oraya giden tanıdık çevresinden, uluslararası büyük bir vejetaryen derneğinin Anadolu'da geniş bir arazisi olduğunu ve dünyadaki tüm vejetaryen yoldaşları uygun ücretler karşılığı orada kalmaya ya da yerleşmeye çağırdığını öğrendi. Bu dernek Alman, Fransız ve Avusturyalı bir bitki yiyici topluluğunca kurulmuştu ve amacı dünyanın herhangi bir yerinde onları destekleyenleri ve müritleri bir araya getirip kendi dini, ülkesi ve yönetimi olan bir devlet kurup kendi inançları doğrultusunda doğaya yakın yaşamalarını sağlamaktı. Bu amaç için de başlangıç yeri olarak Anadolu seçilmişti. Çağrılanda, 'Vejetaryenlik, vejetaryenler gibi yaşama, çıplak kültürü ve yaşam reformları' gibi deyimler kullanıyorlar, öyle çok propaganda yapıyorlar ve öyle çekici vaatlerde bulunuyorlardı ki, sonunda bu cennetten gelen özlem dolu sese Bay Knölge de karşı koyamadı ve ertesi sonbahar için başvurdu.
Bu yerde bol ve çok taze sebze ile meyve yetiştirilecek, büyük anabinanın mutfağı, 'Cennetin Yolu'nun kurallarını yazan kişilerce yönetilecek ve en güzeli de orada, dünyanın alaycı bakışlarından uzak bir yerde yaşama olanağı doğacaktı. Her tür vejetaryenlik ve giyim reformu özgürdü, tek yasak olan da et ve içki.
Dünyanın dört bucağından uyumsuzlar, Anadolu'daki bu yerde doğaya yakın bir yaşamla, sonunda biraz huzur bulmak, biraz da oraya akın akın gelen ve çözüm arayan insanlara inançlarını ve yöntemlerini öğretmek için geldiler. Bunların arasında kendi dinlerinden kaçan rahipler ve vaizler, sahte Hindular, gizbilimcileri, dil öğretmenleri vardı. Masaj yapanlar, hipnotizmacılar, sihirbazlar ve lokman hekimleri de. Bu olağandışı toplulukta zararsız küçük yalancıların dışında çok büyük üçkâğıtçılar ve kötü insanlar pek yoktu, çünkü burada büyük çıkarlar söz konusu olamazdı. Gelenlerin çoğunun, bitkiyle beslenenler için çok uygun bir yer olan güneyde kendi yaşamlarını sürdürmeden öte bir amaçları yoktu.
Asya ve Avrupa'da yoldan çıkmış gözüyle bakılan bu insanların çoğunun, birçok vejetaryene özgü bir kusurları vardı. Çalışmaktan pek hoşlanmıyorlardı. Altın, zevk, güç ve eğlence peşinde koşmuyorlar, yalnızca çok çalışma ve baskı olmadan alçakgönüllü bir yaşam sürmeyi arzuluyorlardı.
Bunlardan bazıları, vaaz veren kurtarıcılar, tansıklar yaratan lokman hekimler ve onlara hoşgörüyle bakan zengin yoldaşlarının kapı tokmaklarını parlatıp üç beş kuruş kazanan temizlikçiler olarak Avrupa'yı baştan başa yürüyerek buraya gelmişlerdi. Knölge, Ouisisana'ya varınca, arada sırada onu Leipzig'te ziyaret edip dilenenlerden bazılarıyla karşılaştı.
Ama en önemlisi de vejetaryenler dünyasının en büyük öncüleriyle tanışma olanağını buldu. Uzun, dalga dalga saçlı ve sakallı, yanık tenli, beyaz entarili ve sandaleti ya da açık renk ketenden spor giysiler içinde adamlardı bunlar. Tevrat'tan çıkmış gibi dolaşıyorlardı. Bazı saygıdeğer olanları da patiska bezleri kalçalarına dolamış, yarı çıplak, kendi işlerinin peşindeydiler. Gruplaşmalar, hatta topluluklar oluşmuştu. Frugiforların, açlık orucu tutan münzevilerin, Teosofistlerin ve ışığa tapanların ayrı yerleri vardı. Amerikalı peygamber Davis'in yandaşları, ona duydukları saygının bir simgesi olarak bir tapınak yapmışlar, Neo-Swedenborgcular da ayinlerini belirli bir salonda yapar olmuşlardı.
Doktor Knölge, ilk önceleri bu ilginç toplulukta sıkılganlıkla dolaşıyordu. Bad eyaletinden, Klauber adında, eski bir öğretmenin katıksız bir güney lehçesiyle dünya halklarına At-lantis'te olanı biteni anlatan konferanslarına katıldı, sonra da gerçek adı Beppo Cinari olan ve yıllarca uğraştıktan sonra kalp atışlarını, kendi gücüyle üçte bire indirebilen Yogi Vishinanda'yı şaşkınlıkla izledi.
Bu topluluk Avrupa'da bir yerde olsaydı, sanayi ve politik yaşamın ortasında bir akıl hastanesi ya da olağanüstü bir güldürü izlenimi verirdi. Oysa bunların tümü, bu Asya ülkesinde oldukça anlaşılabilir ve olası geliyordu insana. Yeni gelenlerin bazılarını, ellerinde çiçekler, karşılaştıkları kişileri barış öpücüğüyle selâmlarken ya da sevinç gözyaşları içinde dolaşırken görüyor; aydınlık, güleç yüzlerinde en büyük arzularının gerçekleşmesinden doğan mutluluğu okuyabiliyordunuz.
En ilginç grup tartışmasız Frugiforlardı. Bu grup, her türlü tapınak, barınak ve örgütü yadsımıştı. Tek amaçları olabildiğince doğaya yakın olabilmek, kendi deyimleriyle, toprakla bütünleşebilmekti. Gökyüzünün altında yaşıyorlar, ağaç ve fundalıktan topladıkları yemişler dışında bir şey yemiyorlar, öbür vejetaryenleri küçümsüyorlardı. Onlardan biri Doktor Knölge'nin yüzüne, pirinç ve ekmek yemenin, et yemek denli bir alçaklık olduğunu ve kendilerine vejetaryen diyen süt içenlerin, içki içen birinden ya da bir sarhoştan ayrımı olmadığını söyledi.
Frugiforların önde gelenleri içinde en saygıdeğer olanı, bu yolun en inançlı ve başarılı temsilcisi Jonas kardeşti. Kalçalarına, kıllı bedeninden pek ayırdedilemeyen bir bez dolamıştı. Ağaç tepesinde tahtadan yapma küçücük bir kulübede oturuyor ve bu çalı çırpı arasında büyük bir beceriyle dolaştığı görülüyordu. Ayak parmakları olağanüstü bir durumda geriye doğru kıvrılmıştı, tüm varlığı ve yaşantısıyla insanın hayâl edebileceği en üst ve başarılı doğaya dönüşü tamamlamıştı. Bazı alaycılar ona kendi aralarında 'Goril' adım takmışlardı, ama genelde tüm bölge halkı ondan hayranlık ve saygıyla söz ediyordu.
Bu ünlü çiğ beslenen, konuşmayı da yadsımıştı. Kadın erkek, tüm yoldaşları kulübesinin çevresinde sohbet ederken, o onlardan yüksekte bir dalda oturur, cesaretlerini kırarcasına sırıtır, ya da aşağılayıcı bir gülüşle güler, tek söz etmez, kendi dilinin doğanın tartışılmaz dili olduğunu, ilerde tüm vejetaryenlerin ve doğaya dönük insanların dünya dili olacağını davranışlarıyla anlatmaya çalışırdı. Her gün birlikte olduğu en yakın yoldaşları onun çiğneme ve ceviz soyma sanatı üstüne verdiği dersleri izleme zevkini tadarlar, giderek gelişen olağanüstü yöntemlerine hayran kalıp gurur duyarlar, ama öte yandan onu yakında kaybedecekleri için hüzünlenirlerdi, çünkü büyük bir olasılıkla, çok kısa bir süre sonra doğayla tam bütünleşecek ve öz vatanı olan dağların vahşi doğasına çekilecekti.
Bazı hayranları, yaşam evrelerini tamamlayıp insan olmanın çözümünü geriye dönmede bulmuş olan bu varlığa Tanrısal bir saygı gösterilmesini önerdiler. Bir sabah, güneş doğarken ağaçtaki kulübesine gidip mezheplerinin ayinine ilahilerle başladıklarında, kutsanan kişi, bir dalın üzerinde göründü, çıkardığı bezi alayla havaya fırlattı, sonra da dua edenleri sert kozalak yağmuruna tuttu.
Bizim doktorun alçakgönüllü ruhu, nedense bu kusursuz Jonas'a, yani gorile karşı çıkıyordu. Vejetaryen dünya görüşü ve bu fanatik olağanüstü yaratıklara karşı, içinde bastırdığı ne var ne yoksa, onu gördüğünde fena halde ortaya çıkıyor, kendi ılımlı vejetaryenliğini bile alayla düşünmesine neden oluyordu. Hiçbir iddiası olmayan öğretmenin yüreğinde, ansızın, insan olmanın gururu, hastalıklı bir biçimde kabarıyor, değişik düşünen birçok insana ses çıkarmadan sabırla dayanan bu insan, kusursuz yaratığın kulübesinin önünden nefret ve öfke duymadan geçemiyordu. Dalın üzerinde oturup yandaşlarının, saygı duyanların ve ona karşı olanların tümüne, aynı ilgisizlikle davranan goril de, nefretini içgüdüsel olarak algıladığı bu insana karşı giderek artan hayvansal bir öfke duymaya başlamıştı.
Knölge, bir ay sonra bu eyaletten ayrılıp artık evine dönmeye karar verdi. Işıl ışıl bir dolunay gecesinde, çevrede dolaşırken ayakları onu bilinçsizce ağaçtaki kulübenin olduğu yere sürükledi. Sağlığının yerinde olduğu ve sıradan, ama kendi gibi olan insanların arasında olduğu zamanları özlemle anımsadı, daha mutlu olduğu eski günleri düşünmenin etkisiyle öğrencilik yıllarında yine bilinçsizce öğrendiği bir şarkıyı ıslıkla çalmaya başladı.
O sırada, sesten sinirlenip çılgına dönen orman adamı çalıları çatırdatarak ortaya çıktı ve elinde sağa sola tehdit edercesine salladığı kalın bir sopayla, gezintiye çıkmış adamın karşısına dikildi. Şaşıran doktor o denli öfkelendi ki kaçmak yerine artık düşmanıyla hesaplaşma zamanının geldiğine karar verdi ve kötü kötü gülümseyerek eğildi, sesine olanca alay ve aşağılamayı katarak, "İzin verirseniz kendimi tanıtayım. Adım Doktor Knölge," dedi.
Der demez de, goril öfkeli bir çığlık atarak elindeki sopayı attı, pek de güçlü olmayan doktorun üzerine atıldı ve onu oracıkta o ürkünç elleriyle boğuverdi. Doktoru ertesi sabah buldular. Bazıları ne olup bittiğini anlar gibi oldu, ama hiç kimse, her şeye ilgisiz, dalında oturup ceviz soyan Jonas'a bir şey yapmaya cesaret edemedi. Yabancının cennette geçirdiği sürede arkadaş olduğu birkaç kişi, onu yakın bir yere gömdüler ve mezarının başına üzerinde 'Almanya'dan Dr. Knölge-Karışık Beslenenlerden' yazılı bir levha diktiler.

Masalın yazılış tarihi: 1910 civarında
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #535
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
KADER
Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yasayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp, diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş " dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım" demiş. Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış "oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım" , "Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın" , "Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet'in kaderini bağladım" demiş aksakallı dede, Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet.
Ne yaparım, nasıl ederde Ahmet'e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet'i huzuruna çağırmış ve ona " oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş’e götüreceksin" demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral'ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş.Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün... ağacın az ötesinde bir göl... o göl ki üzerine günesin aksi vurmuş... "Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek" diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş.... Taa dipte, günesin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün....Şahane bir hazine sandığı... almış sandığı çıkmış yüzeye...çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. "Var bu iste bir hikmet" demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde"Güneş’ten Kral'a" yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış.
Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş. Ahmet'in... Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet'in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklıda bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düsen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş... Bunu gören Kral gözlerine inanamamış.Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral "Ahmet!..." Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adini, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve "neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana" diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış... Bunun üzerine Kral "Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?" diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral'a vermiş, mektupta su satırlar yer alıyormuş... GÜNESE YAZI YAZILMAZ.... YAZILAN YAZI... ISE BOZULMAZ....!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #536
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Askın Bilinmeyenleri
İşte kimi zaman düşündüren, kimi zaman da güldüren aşk kanunları:
- Harris Aksiyonu: Bütün iyiler kapılmıştır.

- Paralel Teori: Harika yaratık eğer kapılmamışsa, mutlaka bir nedeni vardır.

- Evrensel Gerçek: Aşkın gözü kördür.

- Diğer Evrensel Gerçek: Evlilik insanın gözünü açar.

- Conways Kanunu: Yanınıza yaklaşan genç ve güzel kız, sizinle
ilgilendiğinden değil, birini kıskandırmak için etrafınızda dönüyordur.

- Beyaz Atlı Prens Kanunu: Prensi bulacağım diye çok kurbağa öpülür.
- Donckels Perşembe Gecesi Kanunu: Gece saat üçte sadece şişkolar kalır.

- Donckels Cuma Sabahı Kanunu: Pencere benim pencerem değil, oda benim odam değil, yanımdaki kim?

- Kazablanka Kanunu: Sizinle beraber olsun diye sürekli para harcadığınız top model, gecenin sonunda resminizi çeken paparazzi ile buluşacaktır.

- Onasis Kanunu: Para aşkı satın alamaz, ama çok şey halleder.

- Gold Card Kanunu: Siz onun saçının rengine vurulduysanız, o da sizin kredi kartınızın rengiyle ilgileniyor olabilir.

- Meyer Kanunu: Kuru fasulye yedikten sonra arabaya otostopçu kız alınmaz.

- Olasılık Kanunu: Çok güzel, kibar, akıllı, hoş, zeki, cici bir kızla karşılaşma şansınızın arttığı yer, sizden daha yakışıklı, akıllı, zengin bir arkadaşınızın yanıdır.

- Evrensel Kanun: Kadın erkeği anladığı anda, onun ne söylediğini dinlemekten vazgeçer.

- Markus Kanunu: Her zaman daha iyisi vardır.

- İkinci Markus Kanunu: Kaçmanız gerektiği anda göreceğiniz kabus, bacaklarınızın tutmadığıdır.

- Rudner Kanunu: Beraber olduğunuz erkek; olgunlaştığında, yeni bir iş bulduğunda, tedavi gördüğünde düzelecek zannediyorsanız, bugün terk edin.

- Temel Kanun: Aşk hayal gücünün aklı yenmesidir.

- İstisna Kanunu: Kadınlar ya her şeyi unutur, ya her şeyi hatırlar.

- Groening Kanunu: Evlilik deyince kadınlar merasimi anlatır, erkekler delikanlılık yıllarını.

- Evlilik Kanunu: Tek başınayken, asla yaşamadığın sorunlara iki kişinin beraberce çözüm bulması sanatı.

- Thom Kanunu: Evliliğin süresi, evlilik törenine harcanan parayla ters orantılıdır.

- Grant Kanunu: 'Tam evlenilecek kadın' dediğiniz kadın, sizi nikahına davet edecektir.

- Murphy Kanunu: Çöpü kim indirecek kavgası, her seferinde çöp kamyonu sokaktan geçtikten sonra biter.

- Hartley Kanunu: Kendinizden daha çılgın biriyle asla beraber olmayın
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #537
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nane Likörü
(Üçüncü Bölüm)

‘Gidelim artık buradan.’ diyorum.
‘Peki, gidelim de nereye?’
‘BizimTepesine’
‘Öyle bir tepemi var?’deyip kahkaha patlatıyor.
‘Var tabii Bilkentte, Güher’le adını BizimTepesi koyduk.’ diyorum gülümseyerek.

Dertten önümüzü göremediğimizde, acil yardım ünitemiz olan Bizim Tepesi…Geceleri bir başka görünür Ankara. Denizin lacivert yansımasıyla yıldızların sevişmelerini göremezsiniz belki ama uzaklardan el sallayan ve yaşanan hayatlara dalıp gidersiniz
En son hayal kırıklığımızda, Ankara'ya doğru şöyle derinden ve adına belki de gürültü çıkarma denilen türden kocaman bir çığlık atasım gelmişti de Güher durdurmuştu, ‘hava soğuk birtanem üşütürsün, boşver arabanın içinden bağır’ diye, mesela…Bizim Tepesi; görebildiğimiz kadar Ankarayı ayaklarımız altına seriveren eşsiz mekan. (Kendini boğazlanıyor gibi hissedene özellikle geceleri gitmeleri tavsiye edilir)

Bizim Tepesindeyiz…
‘Bak’ diyorum, ‘Ankara, bu işte!’
‘Hiç büyümeyeceksin sen’ diyor.
Gülümsüyorum.
‘Gerçekten hiç büyümeyeceksin’diyor, utanmam gereken bir şey yapmışımda artık kendime gelmem gerektiğini hatırlatır gibi bir tonlamayla.
‘Ne güzel işte’ diyorum, ‘büyüyünce ne olacak, sen büyüdün de ne oldu?’
‘Bir halt olmadı, doğru’
‘Buraya niye geldik biliyor musun?’
‘Hayır bilmiyorum, niye geldik?’
‘Sen anlatacaksın, ben dinleyeceğim.’
Koltuğu arkaya doğru çekip alanını genişletiyor sonra dalıp gidiyor aslında hiç sevmediğini söylediği Ankara’ya doğru, Bizim Tepemizden…
Saatlerce o anlatıyor; ben dinliyorum, şımarıyorum.
Gecenin sonunda sarılıyorum ona sıkıca.
‘Gitme buradan desem de gideceksin ama yüreğimden hiç gitme tamam mı’ diyorum.
‘Ben o yüreğe gitmek için girmedim hanımefendi!’diyor sarılırken ‘sen benim huzurmsun, neşemsin,dostumsun! Ne gitmesiymiş!’
Biliyorum gitmeyeceğini…
Biliyorum vefanı…
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #538
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

- 'Dokunma bana...' diye bir ses duydu. 'Beni okşamaya hakkın yok senin.'

Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allah'ım!... Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu.

- 'Bana yaklaşmanı istemiyorum' diye devam etti. 'Hemen uzaklaş benden.' Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:
- 'Çocuklarımız hep erkek oluyor' dedi. 'Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.'
- 'Beni öpemezsin' diye ağlamaya başladı bebek. 'Benim de seni
öpemeyeceğim gibi.'
- 'Neden?' diye sordu kadın. 'Neden öpemezsin ki?' Bebek, hıçkırıklara
boğulurken:
- 'Bunun sebebini bilmen gerekir' dedi. 'Düşünürsen mutlaka bulacaksın.'

Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

- 'Geçmiş olsun hanımefendi' dedi. 'Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, 'kız'mış aldırdığınız
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #539
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Güneşe yazı yazılmaz



Çok zaman önce refah içinde yaşayan bir ülke varmış. Ülkenin huzurlu ve müreffeh yaşamasının bir nedeni de adil, iyi yürekli, dürüst kralı imiş.


Kral zaman zaman tebdili kıyafet eder, ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarındaki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir taş alıp, diğerinden aldığı taşa bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş:

- "Dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım!" demiş.





Dede kralın sorusunu şöyle cevaplamış:

- "Oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım."

- "Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın?" diye sormuş Kral.

- "Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet' in kaderini bağladım." Demiş aksakallı dede.






Kral bu cevabı alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli ak pak biricik kızı, ülkenin prensesi, diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım? Nasıl eder de Ahmet' e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek, sarayın yolunu tutmuş.

Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet' i huzuruna çağırmış:





- "Oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş' e götüreceksin!" demiş.


Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara, düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral'ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl?

Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün! Ağacın az ötesinde bir göl, o göl ki üzerine güneşin aksi vurmuş!

- "Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek" diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş... Taa dipte, güneşin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün! Şahane bir hazine sandığı! Almış sandığı çıkmış, çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... Sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor.

- "Var bu işte bir hikmet!" demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde 'Güneş'ten Kral'a' yazan bir de zarf.
Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda, yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ismini de değiştirip, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış.
Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş.
Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet'in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiçbir haber alamadığı uşağı Ahmet'te imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düşen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti görünmüş!
Koyu renkli tenini gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip odasına çekilecekken herkes, koridorun sonuna doğru yürüyen damadının arkasından seslenivermiş Kral:
- "Ahmet!"






Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayrıihtiyarî kendisine seslenen Krala dönüvermiş... Ve,


- "Neler oldu Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana!" diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış. Bunun üzerine Kral:

- "Peki Güneş'in bana gönderdiği mektup nerede?" diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu alıp Kral'a vermiş. Mektupta şu satırlar yer alıyormuş:


Güneşe yazı yazılmaz.



Yazılan yazı ise bozulmaz...


Binbir Gece Masalları'ndan






Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #540
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİ VE BEKLEMEK

Bundan yıllar önce iki genç yaşarlarmış küçük bir sahil kasabasında. Osman ile Ayşe...
Osman uzun boylu siyah saçlı kahverengi gözlü, biraz utangaç biraz sıkılgan, sözünün eri doğaya ve hayvanlara aşık bir gençmiş. Ayşe ise yeşil gözlü siyah saçlı o da çekingen ve sıkılgan, çok çok güzel yemekler yapan çok marifetli bir genç kızmış. Bu iki gencin hayatları hep, birlikte geçmiş. ynı kasabada çok kısa aralıklarla doğmuşlar. ileleri de çok yakın dost olduğundan doğdukları andan itibaren hep birlikte olmuşlar. Küçücükken bebeklik dönemlerinde hastalandıklarında, daha ilk kelimeler ağızlarından çıkmaya başladığında, ilk dişleri çıktığında, ilk adımlarını atmaya başladıklarında, zaman zaman dengelerini kaybedip o ilk adımları dizlerinde küçük morluklar oluşturduğunda hep birliktelermiş. Aileleri de ikisini de kendi çocukları gibi sever kendi çocuklarına gösterdikleri ilgi ve şevkati diğerine de göstermeye gayret ederlermiş. Birbirlerine o derecede bağlılarmışki aşı olmaları gerektiği zamanlarda bile aşı olmaya birlikte gitmezlerse ortalığı birbirine katar ve çığlık çığlığa ağlarlarmış. Bu yüzden doktora gittiklerinde bile aileleri onları beraber götürürmüş. Biraz büyüyüp çevreyi daha iyi tanımaya başladıklarında da birbirlerinden ayrılmamışlar. İkisi de maceracı bir ruha sahip oldukları için daha küçücük yaşlarında kasabanın yakınındaki ormana kaçmışlar "ormanı keşfetmek" için... O gün aileleri meraktan delirecek gibi olmuş. Ama yine birlikte dönmüşler eve "ormanı keşfetmelerinin ardından"
İlk evcil hayvanlarını da birlikte almışlar. Yolda buldukları minicik bir kedi yavrusunu sahiplenmişler ve onu birlikte beslemişler. İkisi de hayvanları çok seviyorlarmış. Sokakta gördükleri aç kedi ve köpekleri birlikte beslemişler. Bir keresinde yolda buldukları bacağı kırık bir köpeği birlikte veterinere götürmüşler... Yazın sıcaktan bunaldıklarında, bazen de kışın macera yaşamak istediklerinde birlikte girmişler denize, bir kış günü sahilde buldukları kanadı kırık martının kanadını birlikte sarmışlar, birlikte seyretmişler gökyüzünü ve yıldızları... Gökyüzündeki yıldızlara bakıp gelecek için hayaller kurmak onların en büyük zevklerinden biriymiş. Gelecek için çok hayalleri varmış... kendi yüreklerine bile sığdıramayacak kadar çok hayalleri... Birlikte portakal, mandalin, erik, nar toplamışlar bahçelerden ve birlikte yemişler topladıklarını... Futbol oynamışlar bazen birlikte... top oynarken komşunun camını kırdıklarında da birliktelermiş. Komşu bağırıp çağırdığında da birlikte korkmuşlar komşu amcadan. Birlikte ateş yakmışlar sahilde ve birlikte oturup şarkı söylemişler ateşin başında. Sahilde yaktıkları ateşte sucuk kızarttıklarında da birlikteymişler. İkisi bir saksıda çiçek büyütmüşler. Bahçeye ektikleri güllerin ilk defa çiçek açışını da birlikte görmüşler. Her şeylerini anlatmışlar birbirlerine. Hiç bir şeylerini saklamamışlar. Onlar çok iyi dostmuşlar. Daha küçücükken ilk defa bisiklete binmeyi birlikte öğrenmişler. İlk defa bisikletten düşüp dizleri kanadığında da berabermişler. İlkokula birlikte başlamışlar. Osman ilk kez karnesine zayıf geldiğinde üzülüp ağlarken de sadece Ayşe varmış yanında. Birlikte öğrenmişler okuma yazmayı... mahallelerindeki eski kitapçıdan ilk kez bir kitap aldıklarında yine birliktelermiş. Osman da, Ayşe de ilk kez bir insana hediye almışlar yılbaşında ve o hediye aldıkları kişiler de birbirleriymiş. Birisi hastalandığında onu asla yalnız bırakmayan ve her şeyiyle ilgilenen de birbirleriymiş. Ayşe düşüp kolunu kırdığında da yanında Osman varmış. Ayşe'nin kolundaki alçıya ismini ilk yazan kişi de Osman'mış... Herşeylerini paylaşmışlar. Babası Ayşe'ye şeker aldığında hemen yarısını Osman'a getirirmiş Ayşe. Birlikte yesinler diye... Yeni bir elbise aldıklarında, sınavlardan geçtiklerinde, tuttukları takım maç kazandığında hep birlikte sevinirlermiş. Sevdikleri sanatçının kaseti ilk çıktığında kasetçiye yine birlikte gidip alırlarmış o çok sevdikleri sanatçının kasetini...
Yıllar geçmiş. Bu geçen yıllarda da acısıyla tatlısıyla birçok anıyı birlikte yaşamışlar yine. Onlar bir bütünün iki parçası gibiymiş adeta. Geçen yıllar ikisini de olgunlaştırmış. Bir çok şeyi yine birlikte öğrenmişler. Osman'ın bir bayana, Ayşe'nin ise bir erkeğe karşı yoğun duygular hissetmesi sırasında da birliktelermiş... Yıllar geçip olgunlaştıklarında aşık olmuşlar.... "birbirlerine" ...
Küçükken arkadaşları ve etraftaki büyükler "siz birbiriniz için yaratılmışsınız" dediğinde utanıp kızaran iki genç şimdi gerçekten aşkı yaşamaya başlamışlar. İkisi de farkındalarmış aslında birbirlerine aşık olduklarının. Fakat bunu birbirlerine söylemeye cesaret edemiyorlarmış bir türlü. Onca sene acısıyla tatlısıyla birçok şeyi paylaşmış olmalarına ve birbirlerinden hiçbirşeyi saklamamalarına rağmen bu konuda ikisi de takılıp kalmışlar... Bir gece yine sahilde uzanmış yıldızları seyrederken Ayşe söylemiş Osman'a "seni seviyorum" diye. Osman da seviyormuş ama şaşırmış ilk başta. Bir şey diyememiş. Sonra Ayşe bir kez daha söylemiş... "Seni Seviyorum"... ve Osman'ı öpmüş... İlk defa öpüşürken de birlikte olmuşlar böylece... Daha sonraki günler yine eskiden yaptıklarını yapmışlar... Yine denize birlikte girmişler, yine hayvanları beslemişler, yine bahçelerden meyve toplayıp yemişler, yine çiçek yetiştirmişler ve yine şarkılar söylemişler. Ama tek bir farkla... Artık sadece arkadaş değil, hem dost hem de birbirini seven iki aşık olarak yapmışlar bunları...
Sevgileri, paylaştıkça büyümüş... Paylaştıkça, yaşadıkça ve hissettikçe daha bir anlar olmuşlar aşkı, sevgiyi... Eskiden hayat, yaşadıkları küçük kasaba, oranın insanları, hayvanlar, arkadaşları ve aileleriyken şimdi hayat sadece ikisiymiş sanki onlar için... Birbirlerinden ayrıyken bile sadece birbirlerini düşünür olmuşlar. Geceleri rüyalarında birbirlerini görüyor, duydukları her güzel şarkıda birbirlerini düşünüyorlarmış. Geceleri yatmadan önce şiirler yazıyorlarmış ve bir sonraki gün bir ağacın altına oturup okuyorlarmış bir gece önce yazdıkları şiirleri birbirlerine. Zaman geçmiş ve artık evlenmeye karar vermişler. Aileleri de evlenmelerini çok istiyormuş zaten. Fakat küçük bir engel çıkmış karşılarına... Ayşe'nin birkaç haftalığına uzaklarda başka bir ülkeye gitmesi gerekiyormuş. Ayşe döndükten sonra evlenmeye karar vermişler.
Ayşe'nin gitmesinden bir gece evvel bir tepeye tırmanmışlar birlikte. Tepenin yolları kayalık ve dikenlerle doluymuş... Çok zorlanmışlar ama başarmışlar sonunda en tepeye ulaşmayı... Kasabalılar oraya sevgi tepesi derlermiş. O tepeye ulaşmak da gerçek bir sevgiye ulaşmak kadar zor olduğu için... Orada bir ağaç varmış ve birbirini sevenler o ağacın altında birbirlerine söz verirlermiş... "ölene kadar seni seveceğim" diye... O gece orada birbirlerine söz vermişler... Sonra iki taş parçası almışlar sevgi tepesinden... Taşlardan birini Osman almış, diğerini Ayşe... Osman'da kalan taş Ayşe'yi, Ayşe'de kalan taş ise Osman'ı temsil edecekmiş. Birbirlerinden ayrıyken o taşla konuştuklarında diğeri ne kadar uzakta olursa olsun duyacakmış taşa söylenenleri. Gece sabaha kadar o sevgi tepesindeki ağacın altında oturmuşlar. Üşümemek için de birbirlerine sarılmışlar. Sabah günün ilk ışığı tepenin ardında görünmeye başlayınca güneşin sıcaklığı ile uyanmışlar. Artık Ayşe'nin gitmesine saatler varmış ve bu yüzden kasabaya inmek için yola koyulmuşlar...
Artık Ayşe'nin gitme vakti yaklaşmış... Ayşe evine gitmiş eşyalarını toplamış. Eşyalarını toplarken elbiselerini valize koymak bile gelmiyormuş içinden.Birkaç haftalığına da olsa ayrılmak istemiyormuş o kasabadan ve Osman'dan... İstemeye istemeye hazırlamış eşyalarını ve işte en sonunda ayrılık vakti gelmiş. Yolculuk gemiyle olacakmış ve gemi açıklarda görünmüş... Gemiye kadar kasabanın küçük iskelesinden küçük bir tekneyle gideceklermiş. Ayşe'nin annesi, babası ve kardeşi tekneye binmişler fakat Ayşe bir türlü ayrılamıyormuş Osman'dan. Son kez sarılmış Osman'a ve kulağına "seni seviyorum" demiş. Osman da kulağına eğilip "seni hep seveceğim ve bekleyeceğim... dün gece söz verdiğimiz gibi" demiş... Gözlerinden birkaç damla yaş dökülmüş her ikisinin de... Sonra Ayşe de tekneye binmiş ve açıktaki gemiye doğru hareket etmişler.. .Osman çaresizce iskelede Ayşe'nin uzaklaşmasını seyrediyormuş... Ayşe ise geride sevdiğini bırakmanın üzüntüsünü yaşıyormuş. Birkaç dakika içinde tekne gözden kaybolmuş...
Ayrı oldukları süre boyunca Osman her gece sahilde ateş yakıp, Ayşe'yle birlikte söyledikleri şarkıları söyleyip o taşa "seni seviyorum" demiş... Ayşe de o anda o taşla konuşuyormuş uzaklarda bir yerlerde...
Her ikisi de yıldızlara bakmışlar haftalarca ve konuşmuşlar yıldızlarla... Daha ayrı oldukları ilk dakikalardan itibaren geçen her an,her saniye onlara yıllar gibi uzun gelmiş. Ama bu zor zamanlarında sürekli tekrar birlikte olacakları zamanı düşleyip acılarını azaltmışlar bu şekilde. Anıları güç vermiş bu zor günlerde her ikisine de...
Birkaç hafta bu şekilde geçmiş. En sonunda haber gelmiş Osman'a.. "Ayşe bugün öğleden sonra gemiyle dönecekmiş" diye... Osman sevinçten havalara uçmuş. "Nihayet sona erecek bu ayrılık" diye düşünmüş... Daha sonra da Ayşe'yi karşıladığında en güzel haliyle karşısına çıkmak istemiş. Hemen gidip en güzel kıyafetlerini giymiş ve bahçelerinden bir gül koparıp iskeleye Ayşe'yi karşılamaya gitmiş... Uzaklarda görünen her tekne Osman'ın heyecandan kalbinin yerinden çıkacak duruma gelmesine neden oluyormuş... Ama gelen tekneler hep balıktan dönen balıkçı tekneleriymiş... "Herhalde bir terslik oldu ama biraz gecikmeli de olsa dönecek bugün" diye düşünmüş içinden... Birkaç saat daha beklemiş. Hava kararmaya başlamış... Osman çok merak etmiş "ne oldu da gelmedi? acaba başına kötü birşey mi geldi?" diye... O gece sabaha kadar beklemiş teknenin gelmesini. Gecenin ayazında iliklerine kadar işleyen soğuğa rağmen eve dönmemiş ve büyük bir heyecan ve merakla beklemeye devam etmiş. Sabah yeni bir haber gelmiş "Ayşenin işlerinde bir terslik çıkmış. Bu yüzden gelmesi bir-iki gün ertelenmiş diye... Bir iki gün çabucak geçmiş ve Osman yine en güzel kıyafetleriyle ve elinde bir gül ile iskelede beklemeye başlamış. Ama yine gelmemiş Ayşe... Bir gün, bir gün daha.... haftalar geçmiş ama Ayşe gelmemiş... Osman herşeye rağmen her gün "belki de bu gün gelir" diye düşünerek giyinmiş ve elinde gül ile beklemeye devam etmiş kasabanın küçük iskelesinde...
Aradan aylar geçmiş ama Ayşe yokmuş... Bu geçen aylar boyunca hiçbir haber de gelmemiş Ayşe'den... Bu geçen aylarda da bir çok ekonomik sorunlar, açlık, sefalet yaşanmış Osman'ın kasabasında. Bu yüzden kasaba halkının büyük bir bölümü şehire göç etmek zorunda kalmış... Ama Osman gitmemiş hiç bir yere... O her gün iskeleye gidip Ayşe'yi beklemeye devam etmiş. Yıllar geçmiş artık Osman koskoca bir adam olmuş... Bu geride kalan yıllarda Ayşe, o gittiği ülkede bir erkeğe aşık olmuş ve onunla evlenmiş. Evlendikten sonra da o ülkeye yerleşmiş. Osman'a ise hiç bir haber yollamamış. Osman ise her gün elinde çiçekle beklemeye devam etmiş iskelede...
Yıllar geçmiş... Osman, elinde gül ve cebinde taş ile sürdürüyormuş hala "sevdiği kızı beklemeyi"... Aynen Ayşe gitmeden bir gece önce ona "söz verdiği gibi".
Aradan geçen yıllarda kasaba halkının da büyük bir kısmı değişmiş. Birçok insanın kasabadan ayrılmasının ardından pekçok yabancı yerleşmiş kasabaya. Artık pek kimse tanımıyormuş Osman'ı... Her gün iskelede elinde çiçekle bekleyen bu adam da kim? diye soruyorlarmış birbirlerine...
Yıllar acımasızca geçmeye devam etmiş... Bu geçen yıllarda Ayşe'ye ne olmuş bilinmez ama Osman artık kasabadaki küçük çocukların "Osman Dedesi" olmuş. Bir çok insan da hala elinde çiçeklerle sahilde beklediği için "deli Osman" demişler ve dalga geçmişler onunla.Osman her gün elinde çiçek, cebinde taş ve gözünde yaş ile beklemiş iskelede "bugün mutlaka gelecek" diye...
Bir gece hava çok soğukmuş... O kadar soğukmuş ki adeta insanın nefesi donuyormuş... Osman dede iskelede bekliyormuş elinde çiçekle... ve birden bir ağrı girmiş Osman dedenin kalbine... Orada yığılıp kalmış... Gece o saatte etrafta da hiç kimseler yokmuş... Kalp krizi geçiriyormuş... Ölmeden az önce de "sana söz verdiğim gibi bekledim ve hep seni sevdim, şimdi artık bu dünyadan ayrılıyorum. Biliyorum geleceksin ama affet beni, ben seni bırakıp gitmek zorundayım" diye sayıklamış... Sabah balıkçılar bulmuşlar cesedini Osman dedenin.....

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar