Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 108

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.639 Cevap: 1.812
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
19 Temmuz 2007       Mesaj #1071
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Yine dalmış gözleri, geçmişi mi düşünüyor yoksa geleceği mi? daha yaşı ne ki düşünsün geçmişi, pembe hayaller kurup gelecekte yolculuk yapsın. pembe hayaller onun için öyle uzak ki, hayal kurarken bile yetişemezdi, bugünün ve yarının dışına çıkamazdı. dalgın gözleri aniden bir sesle irkilirdi nazlı kızın, ne güzel bir sesti bu sevgi dolu, sevecenlik dolu, içten gelen bir ses “ gel kızım, saçlarını tarayayım, peliklerini öreyim, benim güzel kızım “ İşte bu sözler onu uyandırırdı yetişemediği hayallerinden. pelikleri örülürdü, iki dilim ekmeği çantasına konurdu, bugünü yaşamaya koyulurdu. küçük yaşına rağmen yaşam mücadelesinin içine girmişti nazlı kız, şeker imalathanesinde çalışıyordu. garip anası da, onun bu yaşta çalışmasını istemezdi ama şartlar öyle getirmişti. hayat o kadar acımasızdı ki tutunacak bir dalın yoksa hiç acımazdı sana ezer geçerdi. ezilmemek, başkalarına muhtaç olmamak için ana kız alın terleriyle çalışıp mücadele ediyorlardı. nazlı kızın arkasından örgücü teyze yine dua okuyordu; çok uzaklarda, askerde olan oğlunu düşündü. o burada olsaydı daha iyi olurdu ama onun yokluğunda mücadele etmeleri gerektiğinin farkındaydı örgücü teyze.
oğlu çok uzaklarda da olsa duvarda asılı resmi her şeyi görüyordu, biliyordu. bir an duvardaki resim canlanmak istedi. İşte buradayım belki bir resimim ama gerçeği gelene kadar yanınızdayım, üzülmeyin demek istedi. zor günlerin ardından gelecek mutlu günlerin müjdesini vermek istercesine titredi. Örgücü teyze resmi aldı, öptü, yine yerine koydu. resim üzüntü ile beraber mutluluğu yaşıyordu. bugün evin baş köşesindeyim anneciğim fakat benim gerçeğim döndüğünde sizi başımın üstünde taşıyacağım diye hıçkırıyor, ağlıyordu.
Sponsorlu Bağlantılar
Örgücü teyze ise zaten bunları biliyor, oğlunun dönüşünde onlara layık oldukları şekilde bu acımasız hayatın içinde kol-kanat gereceğini, onları yalnız bırakmayacağını bildiğinden geleceği düşünürken umutsuz değildi. gözleri yaşlıydı örgücü teyzenin ama bu yaşlar oğlunu ve nazlı kızı düşünürken umutla, sevgiyle doluydu. yarın sabah tatlı sesiyle, gel kızım saçlarını tarayayım, peliklerini öreyim, diye seslenirken duvardaki resim yine sessiz sessiz ağlayacaktı. mutlu günler uzakta olmasa da, şimdi ağlamaklı gözleri çerçevenin üstünden iki damla yaş süzülecekti. sevgilerinin gerçekliğiydi onlara umut veren, yarınları vadeden.
SEDA TOKSÖZ
..
My Love For You - avatarı
My Love For You
Ziyaretçi
19 Temmuz 2007       Mesaj #1072
My Love For You - avatarı
Ziyaretçi
Sevdiğim insanı tanıdığımda 21 yaşındaydım erkek arkadaşım ise daha 18 tanışmamıza gelince benimle aynı yerde çalışıyordu. İlk Onu gördüğümde o kadar kötü olmuştum ki içim kıpır kıpırdı heyecanlanıyordum onu görmek bana mutluluk veriyordu daha sonra benden hoşlandığını ve benimle çıkmak istediğini söyledi. Ve onunla çıkmaya başladık o kadar güzel gidiyorduki herşey benden sadece 1 yaş küçük olduğunu söylemişti. Ben bunu çok problem yapıyordum ama onun için hiç problem değildi. Fazla da belli etmiyordum Hoş bir bayandım oda çok yakışıklıydı Daha sonra bana gerçek yaşını söylediğinde ona çok kızmıştım ama ondan artık kopamazdım çok alışmıştım çünkü. O kadar güzel bir yüzü vardı ki çok masumdu. Onunla çok güzel günler geçiriyorduk. Bir o kadar da onun kavga ettiğimiz günler oluyordu. Aşırı derecede kıskançlıkları vardı eve gittiğimde onu aramamı hatta ve hatta telefonumdaki erkek arkadaşlarımın dahi numaralarını telefonumdan bile silmişti. Onunla bir seneyi doldurmadan bana doğum günümden iki gün önce yani 28 HAZİRAN da bana o kadar güzel bir sürpriz yaptıki hayatımda böyle bir şeyi unutmayacağım karşıma bir alyansla gelmişti. Aramızda yüzük taktık çok güzel gidiyordu ilişkimiz bir o kadarda kötü ama onu kadar çok seviyordum ki onun için herşeyi yapıyordum . O gündüz ve gece çalışıyordu . Ben beş buçukta işten çıktıktan sonra beni hep almaya gelirdi. Bir gün bile ayrı kalmazdık. Sabahları beni parkın orada beklerdi Bir yarım saat de olsa onunla görüşürdük. Ailesi ilede sık sık görüşüyorduk. Annesi babası ve kardeşi beni çok seviyorlardı yada ben öyle düşünüyordum. Onun doğum günü gelip çatmıştı 25 EYLÜL ona çok güzel bir sürpriz yapmalıydım onun mutlu olması demek benim mutluluğumdu onun resmin çok güzel bir pasta yaptırtım evlerine göndermiştim. Hafta sonu onlarla doğum gününü kutladık resimler çektirdik. Günlerimiz çok güzel geçiyordu. Ama kavgalarımızda hiç bitmiyordu olur olmadık şeyler yüzünden tartışıyorduk onunla Bir sene öyle böyle dolmuştu daha sonra kendisi üniversite sınavına girmek istediğini söyledi ve kursa gitmeye başlamıştı hem kursa gidiyordu hem de işte çalışıyordu. Ama hep aklım onda kalıyordu. Yersiz kıskançlıklarım başlamıştı ya kursta başka kızlara bakarsa ya beni aldatırsa hep içim içimi yiyordu. Oysa sadece beni sevdiğini söylüyordu. Sınav zamanı geldi çattı sınava girdi ve bir buçuk ay sonrasını beklemeye başladık İstanbuldaki yerleri yazdığını söylüyordu. Ve o gün geldi çattı Üniversiteyi kazandığını söyledi ama İSTANBUL değil KÜTAHYA ydı KÜTAHYA KÜTAHYA nerden çıkmıştı bu KÜTAHYA beynimden aşağıya kaynar sular inmişti. Nasıl görüşecektik biz aşkımla neden söylememişti bana ( son tercihiymiş ) Hep bana her hafta sonu görmeye geleceğim her dakika her saniye seni arayacağım diyordu. Gözyaşlarıma engel olamamıştım. Nasıl beni bırakıp gidebilirdi sevdiğini inanamıyordum buna bir hafta sonra gitti o kadar acı verdiki bu bana alışamadım günlerce ağladım iş yerine geldiğimde sanki onu görüyordum her yer bana o gözüküyordu her yer gittiğimiz yollar oturduğumuz kafeler içtiğim su içtiğim sigara bile o kadar yavan geliyordu ki bana onsuz olmak çok kötüydü. Ama dediklerinin hiç birini yapmamıştı aşkım gittiğinde yani ilk gün geldim diye aradı daha sonra günde bir yada iki kere yada hiç aramamaya başladı. Aradan bir ay geçmişti gelmemişti. Hani gelecekti hani beni arayacaktı hiçte öyle olmamıştı. Bana sürpriz yapıp ben izindeyken bir gün geldi ama karşımdaki insan çok farklıydı. Benim aşkım böyle olamazdı dünyayı ben yarattım der gibi bir hali vardı huyları hareketleri tavırları çok değişmişti. Ama yinede onu çok seviyordum. Öyle böyle derken onu bekliyordum ve onu çok özlüyordum iki iyi isem iki gün kötüydüm göz yaşı içerisinde . Geldik ikinci seneye son senesiydi aşkıma kavuşacaktım artık . Onunla dört sene olmuştu. İki sene çıkmış iki senede okulunu beklemiştim. Mutlu günümüzden çok kavgalarımız başlamıştı. O kadar çok kavga ediyordukki artık beni aramıyordu bile o kadar üzülüyordumki üzülmeme rağmen sevgimden hiç azalma olmamıştı. 2005 HAZİRAN ayında aşkım geldi okulunun bittiğini sanıyordum ama yanılmıştım hayal kırıklığı şok olmuştum şok ve bir hafta kalıp gidecekti tekrar KÜTAHYA ya 3 ay daha orada kalacağını sınavlara gireceğini söyledi iki sene onu beklemiştim o kadar göz yaşı içinde bana bir kere sürpriz yapıp gelmesinin dışında özellik benim için gelmemişti buralara sadece bayramlarda ve izin zamanlarında buradaydı doğum günümde bile yanımda olmayacaktı 30 HAZİRAN da onsuz bir doğum günü daha geçirecektim. Neyse dedim bu kadar zaman bekledim bir üç ay daha sabredebilirim herhalde doğum günümde gitti. Geldiğinde aşkımla nişan yapacaktık bizim en samimi arkadaşlarımızla beraber düğünlerimiz aynı zamanda olacaktı. Bunun hayalini kurup duruyordum hep ama bir şey vardı eskisi gibi yine arayıp sormuyordu beni içimde hep bir korku bir kuşku vardı OKULUNUN BİTMEDİĞİNİ SÖYLEYİP DURUYORDU AĞZIM. Çok samimi arkadaşının düğünü EYLÜL ayındaydı ve geldi. Karşıma dikildi. Onu karşımda görünce çok şaşırmıştım boynuna atlayıp sarılmak istedim ona yapamadım ona çok kızgın ve kırgındım nedeni ise KÜTAHYA da olduğu süre içerisinde ona ulaşabilecek bir telefonunun dahi olmamasıydı. Aslında hem telefonu hemde 3 tane hattı varmış. Ve bu üç içerisinde O KÜTAHYA DA DEĞİL BURADA İSTANBUL DAYMIŞ NEEEEEEEEE ? Çıldırdım üç ay boyunca beni kandırmıştı ben onu burada beklerken aşkım gelecek sevdiğim insana kavuşacağız artık diye ama nerede yanılmışım çok yanılmışım bensiz olamayacağını benim önümlerde yeminler eden ağlayan insan yoktu sanki . Geldiğinde yüzüme dahi bakamıyordu hep ben konuşuyordum artık bunu yürütemeyeceğimi söyledim ve okuluda bitmemişti daha nasıl olurdu bu ya çıldırmak içten değildi sanki TIP okuyordu kendisi nasıl bitemezdi nasıl nasıl bunca zaman boyunca kandırmıştın beni biteceğini söylediğimde yüzüme dahi bakmıyordu başnı bile kaldırmamıştı ne yapmıştım ben ona onu beklemiştim sevmiştim ve ayrıldım bitti her şey bitmişti hayallerim hayallerimiz onunla bir yuva kuracaktık hiç birisi olmamıştı hiç birisi yalnız benden aldıkları vardı . Arkadaşının düğüne gittiğimde ise kalbim deliler gibi çarpıyordu onun geleceğini biliyordum kendime engel olamıyordum elim ayağım titriyordu ve gelmişti bir masada arkadaşlarımla beraber oturuyorduk masama gelmeye bile tenezzül etmedi gözyaşlarıma engel olamıyordum bir an evvel oradan çıkmak istiyordum O evlenen çiftin yerinde olmak için nelerimi vermezdim o gece benim için çok kötüydü keşke gitmemiş olsaydım onu son kez gördüm bir daha hiç görmedim. Çok çok sevmiştim ondan ayrılalı tam bir sene olacak.EYLÜL 7 sinde ve beni bir kere dahi aramadı sormadı demekki onun için hiç bir şey ifade etmemişim. Ailesi bile arayıp sormadı o zamanlar onunla beraberken benden iyisi yoktu. EEE İnsanoğlu ciğ süt emmiş diye boşa dememişler. NİSAN ayında annesi bana msj çekmiş kızının KANSER olduğunu söylüyordu. Bunun için beni aramışlardı beni bir kere olsun nasılsın kızım diye arayıp sormayan insan bunun için aramıştı O kadar kötü bir durumdaydım bunalımın eşiğinde onsuz bir hayat çok kötüydü ahhhhhhhhh o gecelerin dili olsada bir konuşsa sabahlara kadar uyuyamazdım hep aklım da NEDEN ? NEDEN ? ne yapmıştım bukadarmı kötü bir insandım onun için bir kere olsun beni aramamıştı demekki onun için hiç bir şey ifade etmemişim beni onu sevdiğim kadar sevmemiş ettiği sözlerin yeminlerin bensiz olamam demesi bile YALANMIŞ YALAN KOSKOCA YALAN şimdi ise benimle evlenmek isteyen biri var hayatımda ama onu hiç sevmiyorum hatta ilgi bile duymuyorum beni arıyor soruyor ama ben onu değil aşkımı çok istiyorum onu okadar çok arıyorumki çok özlüyorum bir kerecik görmek için neler mi vermezdim o zamanında sarılamadığım kadar sarılmak isterdim kızgınlığımın yanında ona bir o kadar özlemim var hayat o kadar kötüki sevdiğin insanla olamamak kadar kötü bir şey yokmuş Oysa şimdi burada İSTANBUL da bir kere görsem arkadaşlarım hep görüyorlar ama benim karşıma dahi çıkamıyor. İstemeye istemeye bende evleniyorum kalbim onda onu çok ama çok seviyorum SON NEFESİMDE BİLE ONUN ADINI SÖYLEYEREK ÖLECEĞİM TEK İSTEDİĞİM ONUNDA BENİM MEZARIMA GELMESİ BÖYLE KARŞIMA ÇIKMIYOR EN AZINDAN MEZARIMA GELSİN KALBİNE SÖZ GEÇİREMİYOR İNSAN SEVİNCE ALLAH SEVEN KULLARI HİÇ BİR ZAMAN AYIRMASIN BEN BUNLARI YAZARKEN BİLE GÖZ YAŞI DÖKÜYORUM SEVİN HEP SEVENLER AYRILMASIN SEVDİKLERİ İNSANLARI BIRAKMAYIN.

Sponsorlu Bağlantılar
Alıntı..

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Temmuz 2007       Mesaj #1073
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Biri vardı sevdiğim. Eskilerde kalmış, küçük bir kar tanesi. Üst üste binmiş yüklerden arta kalan ufacık kül kedisi. Güzel miydi yoksa çirkin mi hatırlamıyorum şimdilik. Onca sene geçmiş mümkün değil ki hatırlayabilmek. Yaş olmuş yetmiş; hani derler ya iş bitmiş gerçekten de öyle. Vücudum yaşlandı, daha bir pörsüdü etlerim. Nerden aklıma geldi şimdi bilmiyorum. Adını hatırlıyorum sadece, adını unutmak mümkün olmadı ki hiç. O zamanlar deli dolu gençlik dediğimiz o kıymet bilmez halimle ne de çok üzmüştüm onu. İsmi Özümnaz idi. Özümnaz, ne de şendi... Can katabilirdi şimdiki aklım olsaydı benliğime. İlk aşkım değildi son aşkım da olamadı. Aralarda bir yerlerde sıkıştırılmış sevgiyi bulduğum ama bir iki sene içinde kaybettiğim o canan... Severdi ya beni, ben hayırsızdım. Aşk diye tuttururdu hep. 'Ben aşk istiyorum' şimdi hatırladıkça gülümsüyorum. Aşkı olmayan umutlarda arayan ben, asıl hakedene vermemiştim nedense. Ona defalarca demişimdir aşık değilim diye. Öyle mahsunlaşır, öyle üzülürdü. Severdi, her halinden belliydi. Severdi ya, bir de kaprisi olmasa belki dünyanın en iyi kadını idi benim için. Ondan ayrıldıktan sonra biriyle evlendim, hata mıydı yoksa değil miydi onu da kestiremiyorum şimdilik. Tek bildiğim bir kızım olduğu ve ona da Özümnaz ismini koyduğum. Unutulmaması adına ne varsa yaptım. Şimdi neden acaba birden heyecan sardı bedenimi. Bir an aklıma o geldi. Şimdi görünüşü de netleşti gözlerimde. O mahsun duruşunu severdim en çok. Kötü şeyleri yakıştıramadım hiç ona, zaten kötü bir huyu da yoktu. Bana düşkündü. Şimdilerde o da benim yaşımda olacaktı; ama yok o benden bir yaş büyüktü,eğer öldüğü haberini almamış olsaydım. Ben yaşlanmaktan korktuğum zamanlardı, o deli fişek halimle onu ne de çok kırmıştım. Ama affederdi, o her şeyi eninde sonunda affederdi. O zamanlardan bu yana öldüğünü öğrenene kadar hiç rastlayamadım izine. Evlendi mi yoksa bana olan sevgisinden başkasına gönlünü vermedi mi bilmiyorum. Öldüğünü de tesadüfen gazetede okumuştum geçenlerde. Bir kardeşi vardı, o zamanlar okuyordu. Geçenlerde kendisi ve ablasının bulunduğu bir fotoğrafı gazeteye vermiş, başsağlığı mesajıyla birlikte. İçim kan ağladı okurken. Hem gençlik hem de yaşlılığındaki halini vermiş kardeşi gazeteye; çok fazla değişmemişti. Hala gülüyordu. Hala sıcacık... Geçenlerde dediğim oldu bir sene kadar. Eşimin vefatından sonra, Özümnaz'a yani kızıma daha bir bağlandım. Sanki onda o eski yapraklarda kalan o ince duyguyu yaşıyordum. Şimdi zaman geçti ve naçiz bedenim yaşlandı. Ayakta durmakta zorlanan bedenim daima onunda anısını yaşar oldu. Kaç gün daha ömrüm var bilmiyorum. Kaç günüm daha onun yanına gitmek için sabırsızlanacak? Şimdilerde anlıyorum meğer onu sevmişim ben. O ıssız hatıraya bağlı kalmışım seneler boyunca. Şimdi yalnız bedenimin ona gideceği anı bekliyorum. Ondan af dilemek ve gerçek olan sevgi ve aşkımı ona verebilmek için, ona ulaşmak istiyorum. Bu dünyada onu mutlu edemeyen ben, şimdi gerçek olan yaşamda onu hep mutlu etmek istiyorum. Titreyen ellerimi havaya kaldırıp dualar ediyorum, ona kavuşabilmek için. Bir an önce ölümün beni bulması için...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Temmuz 2007       Mesaj #1074
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yüz yüze gelince konuşamıyoruz ya. Artık duygu ve düşüncelerimizi radyolar aracılığı ile canlı yayınlanan programlara telefonla bağlanıp istediğimizi şarkılar ile aktarmaya çalışıyor, mesajlarımızı şarkılar ile vermeye uğraşıyoruz.
Yalnızca aşk, sevgi üzerine şarkılar istenmiyor üstelik. Olay genele yayıldı artık.
‘Alo ben İbrahim, mahallenin kasabına borcum varda, sağda solda beni arıyormuş. Ona bir şarkı isteyecektim.’
“Buyurun.”
Sezen Aksudan ‘lütfen görmeyeyim seni bir yerlerde, konuşmayalım bakışmayalım ne olursun’
‘Ben Silivri’den Kazım, eskiden Kazımdım, şimdi oldum çilekeş Kazım. Kız arkadaşım beni terk edip arabası olan bir çocukla çıkmaya başladı. Düştüm, sendeledim ama yıkılmadım. Şimdi de bunu yaşaman lazım, oğlum Kazım, dedim kendi kendime. Kendimi tedavi ettim.’
Eski kız arkadaşım ve yeni sevgilisi Öküzcan için istiyorum bu şarkıyı.
‘Para ile sadet olmaz’
Şarkı çalar, Kazım şarkıyı dinlediği yerde yamulur kalır. Kızın umuru olmaz. Kazım mahalledeki kızlardan, annesinin kızlık arkadaşı Muallâ teyzenin kızı ile evlenir. 2 tanede çocuk yaparlar. Kazım'ın hayatı işi ile evi arasında geçmeye başlar. Kazım'ın aklında ne eski kız arkadaşı kalır, ne onun arabalı sevgilisi.
Günün birinde mahalle bakkalında karşılaşırlar. Göz göze gelirler, Kazım'ın nasır tutan yüreği sığmaz göğüs kafesinin içine yalnızca ekmek alacakken birde ufak rakı alır. Mualla teyzenin kızı, Kazım'ın onca yıllık karısı, şaşırır Kazım'ın haline, Kazım evlendiklerinden bu yana hiç içki içmemiştir çünkü.
Kazım kurar çilingiri balkona, deryaya karşı vurur rakının dibine.
Açık olan radyoda spiker istekleriniz için diye başlayan bir cümle kurar arkasından verir telefon numarasını.
Kazım masadan şimşek gibi fırlar.
Yine bir şarkı ister, Cengiz'den bu sefer.
‘Gelin olmuş gidiyorsun’
Mualla teyzenin kızı şaşırır bu işe kendisi Kazım'a gelin olup gelmiştir çünkü …..
“Merhaba ben eski sanayiden arıyorum ismimi vermek istemiyorum. Arabasını bizim tamir haneye getiren 34 .... 59 plakalı aracın sahibi güzel bayan için istiyorum bu şarkıyı Cem Karaca'dan; tamirci çırağı.”
Tamirci çırağı ne şarkıdır. Bu şarkı ile ilgili benim, arkadaşlarımın o kadar çok anısı var ki yazmasam daha iyi.
Biz erkeklerin hayatında, tamirci çırağı oldukları bir dönem hep var. Şarkıda adı geçen lüx arabalı bayanlarda.
Tamirci çırağı hep bu kadına âşık olacak. Kadının bundan haberi olamayacak platonik olacak platonik olunca daha güzel olacak. Öküz sevda çekecek kimsenin haberi olamayacak
Arkasından derviş olacak, berduş olacak, avare olacak. Mayamızda var bu. Biz acı çekmeyi seven milletin evlatlarıyız. Bizim de kendi dramlarımızı yaşama ve yaşadıklarımız meyhanelerde ağlaya ağalıya anlatma hakkımız var.
Kullanın bu hakkı arkadaşlar....
Şarkılardan fal tuttum, ikimize kaç kere. İkimizeeeee kaç kere.
Sana bahar, gül, bülbül, bana hep hasret düştü....
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
20 Temmuz 2007       Mesaj #1075
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
BİR BODRUM KOMEDİSİ

Her şey o sefil uçak yolculuğuyla başladı. Selin ve oğlu ellerindeki birer küçük valizi görevlilere teslim ettikten sonra uçağa ulaşabilmek amacıyla servis aracına bindiler. "Bodrum'a otobüsle de gitsek olurmuş" dedirtecek kadar uzun bir alan turundan sonra uçağa varabildiler. İnsanlar sanki "Erken gelen öne oturur" mantığıyla önce binebilmek için yarış halindeydiler. Bagajlar yolculardan önce gelmiş ve uçağın kanat kısmının altında yerde istiflenmişti. Üç görevli, yolculardan bagajlarını göstermelerini istediler. Uçağa erken binenler bavullarını gözden çıkarmış olmalıydılar ki bu isteğe hiç prim vermediler.
Topu topu iki parça olan bagajının birini bulamayan Selin "acaba şimdi telaşlanmaya başlamalı mıyım? " diye geçirdi içinden. Bu arada uçağın kanadından buz gibi damlalar yağıyordu. Selin, bu ahmak ıslatan durumunda kalan yolcular için “T.H.Y. nin şemsiye servisi var mı acaba?” diye düşündü. 10 dakika kadar beklemeyle diğer valizine de kavuştu ve uçağa en son binmek gibi bir ayrıcalığı oldu.
Valizini göstermeden binen yolcuları ise bir sürpriz bekliyordu. Kibarca uçaktan indirildiler ve aynı ahmak ıslatan onlara da uygulandı. Aslında bu işlemin uçağın kanadının altında yapılmasının mantıklı bir açıklaması vardı. T.H.Y. klimalar yüzünden kuruyan uçağın havasını, nem oranı açısından dengeleyebilmek içini bu "ıslak yolcular" yöntemini bulmuştu.
Selin'in yeri önlerdeydi ve oturduğunda yolculuğun "çok sesli" geçeceğini anlatmakta gecikmedi. İnsanların neden bu kadar çok sayıda çocuk sahibi olmaktan hoşlandıklarını anlamakta hep zorluk çekmişti. İlk çocuk o sevgiyi yaşamak, ikinci çocuk kardeş sevgisini yaşatmak için, ya üçüncü, dördüncü...
Uçakta hepsi de ön sıralarda olmak üzere her yaştan ve henüz yaşı bile olmayan 15 civarında çocuk vardı. İlk dakikalarda başlayan ağlama ve ağlamadığı halde ağlama sesi çıkarmalar Bodrum'a inene kadar sürdü. Selin'in kırk dakika süren inanılmaz sabrı içindeki şiddet dürtülerinin uyanmasıyla sona erdi. "Hanımlar ya çocuklarınızı susturun ya da birazdan beni susturmak zorunda kalacaksınız" diye bağıran sesine kendisi bile şaşırdı. Kolundan çekiştiren oğlunun "Anne otur yerine, bağla kemerini, iniyoruz" diyen sesiyle kendine geldi. Uçağın alana büyük bir gümbürtüyle inmesi pilotun bile çocuklardan intikam almaya çalıştığını gösteriyordu.
Onları alandan Meriç ve oğlu almaya gelmişlerdi. İki eski arkadaş, yanlarında 11 ve 13 yaşlarında iki yakışıklı delikanlı ile arabaya binip Bodrum'un merkezine doğru yola koyuldular. Selin yaklaşık kırk dakika sonra Bodrum'un ışıklarını gördüğünde tam "geldik" sevincini yaşamak üzereyken direksiyondaki acımasız arkadaşından öğrendiği şeyle, arabanın ön koltuğunda biraz daha küçüldü. 35 dakikalık daha yolları vardı. O güne kadar gördüğü en dar, en karanlık ve en bozuk yollardan geçerek Selin'in "Az kaldığını söyle Meriç" yakınmaları arasında nihayet Gümüşlükteki yazlık eve ulaştılar.
Selin'in gözüne ilk çarpanlar harika bir koy, nefis bir mehtap, tertemiz bir hava, iki katlı güzel bir ev, arkadaşının renkli örtülerle süslediği verandadaki masa ve dev bir örümcek oldu.
İlk sözü ise, "güle güle oturun" ve "ben nasıl geri dönerim?" oldu. Örümcek verandanın en güzel köşesinde sakin sakin gecenin tadını çıkarırken, on dakika kadar onu kimin saf dışı bırakacağını tartıştılar.
Nazik bir ev sahibi örneğini titizlikle sergileyen Meriç, bu işi arkadaşına bırakmakta kararlı idi. Selin ise çocukluğundan beri içinde hissettiği doğa ve hayvan sevgisinin böyle bir olaya müdahale etmesine imkan vermediğini anlatmaya çalıştıysa da diğerleri tarafından pek inandırıcı bulunmadı. Sonunda ihaleyi paylaşmaya karar verdiler.
İlk olarak Meriç bir tüp böcek ilacının yarısını yaratığın üzerine sıktı. Örümcek "bu bana çocuk oyuncağı" dercesine verandada turlamaya başladı. Savaş sırası Selin'in 13 yaşındaki oğluna gelmişti. Gürkan elindeki uzun namlulu tüpten örümceğe köpük püskürtmeye başladı. Bu arada Meriç'in "İlacın hepsini bitirme başka örümcekler de var.." diyen sesi, Selin'in son yarım saattir içinden yükselen ve bastırmaya çalıştığı "Evim evim güzel evim" deyişini haykırmasına neden oldu. Bu arada örümcek ise özellikle köpükten sonra iki kadeh rakı içmişçesine cesaretlenmiş ve dayılanarak üstlerine doğru gelmeye başlamıştı.
Sıra Selin'deydi. Sağ elinde oğlunun 44 numara terliği, sol kolu arkasında örümceğe yaklaşarak gözlerinin içine baktı. Kendinden emin bir eskrimci edasıyla hamlesini yaptı.
Diğerlerini dehşete düşüren şey, vuruşun şiddetinden çok Selin'in attığı çığlık oldu.
Bu Bodrum gezisi, onların değişik yaratık türleri hakkında oldukça fazla bilgi sahibi olmalarına da yardımcı oldu.
Bir deniz yatağını dört kişi paylaşmanın verdiği zevki bilir misiniz? O yatağa tek başınıza sahip olmak için verdiğiniz çılgınca mücadelenin sonunda, diğerlerinin suya batıp çıkması, hatta boğulmak üzere olması bile sizin için bir şey ifade etmez.
Sonunda patlayan yatakla birlikte dört kişinin de açıkta kalması en uygun çözüm olur. Selin ve diğerlerinin bu sonuca ulaşmaları fazla zamanlarını almadı.
Tatillerinin ikinci günü Gümüşlükteki evden saat 20.00 civarında ayrılıp Bodrum'un merkezine giderek akşamı değerlendirmek istediler. Otopark sorunu yaşamamak için Gümüşlük-Bodrum arası çalışan minibüslere binmeye karar verdiler.
Güneş çekilmiş, yerini tatlı bir griliğe bırakmıştı. Koyları çevreleyen virajlı ve tenha yolda sohbet ederek yürümeye koyuldular. Oldukça uzun bir akşam yürüyüşünden sonra yanlarından minibüsten başka her şeyin geçtiğini fark ettiler. Buna değişik ebatlarda köpekler de dahildi.
Otostop yapma fikri Selin'e içten içe cazip görünmeye başladığında bu düşüncesini yol arkadaşlarına açmaya karar verdi. Meriç ve oğlu sessiz kalırken Gürkan sert tepki verdi. "Asla"
Bu dar ve karanlık yollarda yayaların karşı karşıya kaldığı soygun ve tecavüz olaylarının nasıl gerçekleştiği konusunda Selin'in yaptığı kısa ama ikna edici konuşma etkisini çabuk gösterdi. İlk geçen özel otoya, otostopa karşı olan Gürkan'ın büyük bir heyecan ve istekle el kaldırması oldukça ilginçti.
Sakin geçen bir otostop yolculuğundan sonra sürücüyle vedalaşarak arabadan indiler. Kalabalığın arasına karışarak yemek yiyebilecekleri bir yer aramaya başladılar.
Selin ve Meriç hafif bir müzik eşliğinde sakin bir yemek hayali kurarken, delikanlılar hareket ve heyecan isteklerini dışa vurdular. Aralarındaki fikir ayrılığı çatışmaya dönüşmek üzereyken son derece ısrarcı bir garson dörtlüyü ikna etmeyi başardı. Selin ve Meriç ne olduğunu anlayamadan kendilerini bir restaurantın içinde buldular.
O gece, piyanist şantörün çaldığı "ooo!.. Mehmet bey de aramızdalar" tarzı müzikle yemeklerini yerken, "Atılımcı garsonların turizm sektöründeki önemi" konulu dört kişilik bir panel düzenleyerek sırayla söz aldılar.
Sadece garsonu mutlu eden bu akşam yemeğinin, ne Selin ne Meriç ne de gençlerin arzu ettiği tarz bir yemek olmadığı gerçeğini değiştirmeleri artık mümkün değildi.
Gecenin geri kalan kısmında istedikleri ahengi yakalayabilmek umuduyla restauranttan çıktılar. Vakit hayli ilerlemiş, insanların sesleri yükselmişti. İlk teklif Selin'in oğlundan geldi.
"Halikarnas diskoya gidelim"
Bu, aralarında tartışmasız oy birliği ile kabul edilen ilk teklif oldu. Tek sorun 11 ve 13 yaşlarındaki iki delikanlının diskoya alınıp alınmayacağı idi. Şanslarını denemeye karar verdiler.
Halikarnas'ın kapısına geldiklerinde gözlerine inanamadılar. Annesinin kucağında, meraklı gözlerle etrafı seyreden 2 yaşlarında bir bebek diskoya giriyordu. Halikarnastaki yaş seviyesi Selin ve Meriç'in yaşlılar sınıfına girmesine yetmişti. Bu moral çöküntüsü içinde girdiler diskoya ve kendilerine bir yer buldular.
İlk gösteri başladığında Selin ve Meriç’in hayata küsmeleri için bir neden daha bulmaları zor olmadı. Ülkelerindeki ekonomik krizden hayli etkilendikleri, kıyafetlerinden belli olan Rus gösteri ekibi sahnede yerini aldığında özellikle bayan dansçıların bacak boyu dehşet vericiydi. Aslında sadece Selin ve Meriç değildi bu ölçülerden etkilenen. Kavalyeleri olan iki delikanlı da yaş faktörü gibi bir unsuru akıllarına dahi getirmeden sahnedeki bayanlara aşık olmakta gecikmediler.
İlk gösterinin ardından kendilerini ortamın hızına kaptıran dörtlü saatler ilerlediğinde biraz dinlenmek için dansa ara verip yerlerine oturdular. Soğuk bir şeyler içmeyi teklif eden Selin, içkileri bardan alma gibi bir faaliyetin başına geleceğinden habersizdi. Kalabalık arasında güçlükle ilerleyerek bara yaklaştı. Mütevazı bir servet sayılabilecek miktardaki ödemeyi yaparak dört kola aldı. Rakamların keyfini kaçırmasına izin vermeden yerine döndü ve her yudumun değerini takdir ederek kolasını yavaş yavaş içmeye başladı.
Omzundaki eli hissedip döndüğünde Kevin Kostner’ın elinde bir cep telefonuyla kendisine gülümsediğini gördü. Hemen yerinden fırlayıp imzalı resim istemeyi düşünürken, birden Kevin’ın Türkçe konuştuğunu fark etti. “Hanımefendi az önce telefonunuzu düşürdünüz.” Kevin ile ilgili tüm heyecanını kaybeden Selin teşekkür ederek telefonunu aldı.
Yerine oturduğunda bu kez de Meriç’in oğlu bunaltıcı sorularına başlamıştı. “Yine gösteri var mı? Kızlar yine çıkacak mı?” Selin her zamanki sakin tavrıyla olaya müdahale ederek genci uyardı. O anda sahnede yerini alan Rus ekip yine, dörtlüyü ve diğer tüm konukları mutlu edecek bir kıyafet giymişti.
Gecenin hayli ilerlemesiyle birlikte Selin ve Meriç pes etme noktasına geldiklerini anladılar. Kavalyelerini gecenin bitmek üzere olduğuna ikna edişleri, eve dönüş yolculuğu sırasında gecenin kritiğinin yapılması ve nihayet verandada içilen birer kahve ile geceye nokta koyan iki arkadaş, bodrum yeni bir yaz sabahına uyanırken odalarına çekildiler.
Tüm güzellikler gibi, bu iki arkadaşın da kısa buluşması, hızlı geçen günlerle son buldu. Dönüş yolculuğunda daha sakin bir uçuş dileyerek İstanbul’un yolunu tuttular.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Temmuz 2007       Mesaj #1076
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle…

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:

- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"

- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler…"

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"

- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."

Çocuk biraz düşünüp:

- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"

- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."

- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"

- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş…" dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."

* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Temmuz 2007       Mesaj #1077
arwen - avatarı
Ziyaretçi
ÖZÜRDİLERİM

Birbirlerine deliler gibi aşıklardı,
hayatın zorluklarına karşı koydular ve
direndiler. Üzüntüleri oldu fakat gelecek
güzel günlerini düşündüler üzüntüleri
atlatmak için, birisi hasta olduğunda diğeri
uyumadı bile.Yanında ateşini ölçtü,gözlerine
dayanamadı uyudu, erkenden kalktı bulaşıkları
yıkadı,karşı komşusu bulaşıkları yıkayan bu
erkeğe gülmüştü.Kocasının getir götür
işlerini yapmaktan hisleri körelmişti elbette.
Hastalığı geçen sevgili ise mutluluğu
paylaşmak için sarıldı sevgilisine deliler
gibi.Aşkın anlamını yazmıyorlardı onlar,
aşkın var olduğunu ispatlıyorlardı diğer
çiftlere haykırırcasına.Zaman geçiyordu artık,
okulları bitmişti ve evlilik görünüyordu
hayatlarında. Onlar abi kardeş,sevgili,her
türlü sevginin birleştiği bir aşka sahiplerdi
ki sevenleri bile kıskanırdı onları.Evlilik
için hazırlıklar başladı ama durumları iyi
olmayan bu çift düşük bir düzeyde küçük bir
düğün yaptılar,gelinliği içinde melekler gibi
görünen kız bilemezdi o gelinliğin parasının
borç olduğunu, erkekte bilemezdi eşinin nekadar
mutlu olduğunu. Artık mutlulukları bile fazla
geliyordu onlara, düğünde oynaması gerekenler
ağlıyordu gerçek aşkın karşısında.
Evlilikleri güzel geçiyordu,iş aradılar
buldular çalıştılar atıldılar borçlar geldi aç
kaldılar, demeyin bana sakın neyi güzel
geçiyordu bu evliliğin diye. Aşkları vardı
onların, yağmurda yürümek onlar için bir
tatil köyünde havuza girmekten daha eğlenceliydi,
sokakta söyledikleri şarkılar en kral
konserlere taş çıkarırcasına görkemliydi.
Birbirleri için yaratılmışlardı, aşkları
kıskandıracak kadar güzeldi.

Gün geldi çocuklarının olmadıklarının farkına
vardılar,doktora gidemediler paraları yetmezdi.
Dayanamadılar ve bir gün az yeriz diyerek
gittiler doktora. Doktor bu aşık çiftin
aşklarından çok etkilenmiş olucak ki ne
para aldı ne de durumlarının kritiğini
açıklayabildi. Çocukları olmayacaktı bu
çiftin, aşklarının meyvalarını kalplerinde
besleyeceklerdi artık.Umurlarında olmadı
çocuk sorunu, uyuşmazlık değildi sorunları
sadece yaşanan bir hastalıktan kalma
kısırlıktı bu.
Sevgilisinin hayalini gerçekleştirmek için
sahil kenarından küçük bir kulübe aldıla,
kız çok mutlu olmuştu.Kendisinin dizayn
edeceği bir ev,hem de sahilde. Nasıl mı
aldılar burayı? Yaşlı bir kadının ahır
eviydi burası, yıkılması gereken işe yaramayan
küçük bir bölge, yaşlı kadın aşk insana bir
kere rastlar, bana da birkere rastladı ve
değerini bilemedim.Kaybettim onu, burada
yaşayacaktık onunla. Çocuklarımız bahçemizdeki
sebzelerle büyüyeceklerdi dedi.Yere damlayan
damla gökten değildi, genç kızın gözünden.
Kulübeyi aldılar, genç kız sabah akşam çizimlerle
hesaplarla evi yeniden tasarları.
Bu sırada damat geç geliyor,içkili ve ilgisiz
tavırlarıyla evin havasını bozuyordu.Genç kız
bozulmadan odasına götürüyor ve alnına
kondurduğu öpücük ile onda destek oluyordu
fakat anlamıyordu bu ilgisizliğin,üzüntünün.
Bir gün kapıya bir kadın geldi,"kocan bana aşık
oldu artık onu aramanı istemiyorum" dedi ve
boynunu eğerek uzaklaştı evden. İnanamadı
genç kız nasıl olur bu? Bizim aşkımız ölümsüz,
bizim aşkımız eğlenceli ve mucizeviydi nasıl
olur bu? Kendini harap etti güzel gözlerini
köreltti göz yaşlarıyla.Hayatına devam edeceğine
dair söz verdi ama kolay mıydı? İşten çıktı ve
kocasıyla kaçan kadını yolda gördü,takip etti.
Evine kadar geldi ve bir anda içeri girdi,
nerde o! Nerde bana bunu yapan insan ?
-Benimle gel seni ona götüreceğim.
-Neden ? Neden? (gözleri yaşlı, elleri
titreyerek)
-Kocan burda işte , bu da sana yazdığı mektup.
Sevgili karıcım,
Seni o kadar çok sevdim ki kendimden bile
korudum seni kötülüklerden. Seninle
geçirmediğim gecelerikulübemizde geçirdim,
elimde içkim ve çalışma arkadaşlarım. Şimdi
oraya gitmeni istiyorum, o evin her köşesinde
benim bir emeğim var.Seni çok seviyorum, seni
üzdüğüm için beni affet.
Sahile gittiklerinde ise evin bitmiş olduğunu
ve genç kızın çizimine bire bir bir kıyı evi
yapılmıştı,içeri girdi ve son mektubunu açtı
kocasının.
Şimdi geri dön mezarlığıma,mezarıma bak ve mutlu
olduğunu söyle. Özürümü yeniliyorum kanseri
yenemediğim için, özürümü yeniliyorum seninle
yaşlanamadığım için...

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
21 Temmuz 2007       Mesaj #1078
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Elinde tuttuğu küçük çakıl taşını cebine yerleştirdi, kaybolmasın diye. Çünkü çakıl taşı mordu. Belki başkaları mor renkli bir çakıl taşını kolaylıkla bulabilirdi ama onun için bu taş tekti, başkası yoktu.

“Ben bunu saklarım” diye düşünmüştü onu yüzlerce taşın arasında bulduğunda. “Ben bunu hem de ölene kadar saklarım” demişti. “Hatta, gerekirse vasiyet ederim birilerine, mezarımın üstüne koyarlar bi zahmet” diye devamını getirip, günlük hüzün kotasının dolmasına bile izin vermişti.

“Böyle durumlarda bazı insanlar beste falan yapıyorlar, şiirler yazıyorlar” dedi sonra. “Peki sen ne yapıyorsun? Aklına gele gele mezar üstü dekorasyonu mu geliyor?” Bir bakıma tepkileri doğaldı, içtendi ve bu gibi durumlarda hep olduğu gibi saçmaydı, gülünesiydi, ağlanasıydı.

‘Ölmeden önce yapılacaklar’ listesinin, ‘Kutup ışıklarını görmek’ maddesinden önce ve ‘Dağ gibi duran bi dağa çıkmak’ maddesinden sonraya yerleştirdiği, kendi halinde başka bir maddesini uygulamak için harekete geçmişti sonunda, bütün derdi buydu.

Madde şöyle diyordu: ‘Eski lisenin yolunda yürümek.’

Diğer maddelere şöyle bir göz attığında, en azından şu an için yapabileceği en akıl kârı işin bu olduğuna karar vermesi fazla uzun sürmemişti. Aslında o liste ‘Ölmeden önce yapılabilecek makul istekler’ olarak değişmeliydi. Ama hayalin ve bunun dışavurumu olan alenen sallamanın sonu yoktu ki. Hiç değilse ‘Güneş sistemini terk eden ve geri dönmeyen ilk insan olmak’ gibi ‘Mümkünse öldükten sonra yapılacaklar” listesine girmesi gereken istekleri olmamıştı. Alt tarafı eski lisesinin yolunda yürüyecekti.

“Bak şekerim” dedi çakıl taşına. “Şu sağında gördüğün simit plazasının yerinde eskiden bir eczane vardı.” Çakıl taşı, cepte değil de yine elde olsaydı dile gelip belki “ya vah vah” derdi, ama sonuç olarak o, cepte taşınan bir çakıl taşıydı. Renginin mor olması yeterince özellik katıyordu kendisine, hiç üstüne alınmadı.

“O eczanenin sahibi, benim ilk sevgilimin abisiydi. İlk sevgili diyorum ama bakma böyle söylediğime, o bir elmaydı.” Çakıl taşı başını cepten uzatıp şöyle kocaman bir “Nasıı yani??” çekmek istedi. Hakkıydı tabii. Bu tek yanlı muhabbet karanlık delikteki tek eğlencesi olma yolundaydı.

“Evet, evet o bir elmaydı. Hani ‘Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil!’ cümlesini kuran elma var ya, işte o.” Bu durumda, cümleyi kuranla, mevzuya konu olanın ayrımına girmemek gerekiyordu. Çakıl taşı da tam olarak böyle yaptı.

“Aşkın ömrü üç yıldır diyorlar ya, doğru galiba. İlk rimelimi sürdüm kirpiklerime, sonra onları ağır ağır kaldırmasını öğrendim, her seferinde geç kaldım. Tam üç yıl, adını söyleyemedim. Ne zaman söylemek istesem, bir büyük M harfi boğazımda açıldı, açıldı kuşun kanadı gibi. E tabii, yaş on dört çakıl taşı.. Kolay değil aşık olmak.”

“Hadi len!” dedi çakıl taşı. “Hayır yani derdin nedir bi anlasam?? Ne güzel serilmiştim kumsala. Deniz gelip beni alıyordu bazen, bazen sıkılıp geri bırakıyordu kıyıya. Hiç şikayetim yoktu hayatımdan. Ama ne oldu? Gelip beni ‘ay ay ay!’ diye ettin rahatımdan, denizimden. Neymiş, mormuş.. Neymiş, ne güsseellmiş.. Çakıl taşıyım ben kızım! Yaş, yüz on dört! Kolay mı bu yaştan sonra denizsiz kalmak!” Söylene söylene cebin en alt kıvrıma bıraktı kendini çakıl taşı.

“Hadi yaa.. E nereye gitti bu ev? Yeri burası eminim ama yok baksana!”

Yok olan ev, yerini yok olasıca bir iş hanına bırakmış gibi duruyordu. Sanki bir süre önce iş hanı evi karşısına almış ve şöyle demişti: “Bak güzelim, ben hastasıyım bu bahçenin.” Ev de iş hanına bakmış ve: “Teşekkür ederim, bahçem güzeldir.” demişti. Sonra da iş hanı: “Şimdi o güzel bahçenle vedalaşıyorsun ve yok oluyorsun.” demişti. Ve ev de daha “Ama.. Ama..” demeye kalmadan yok olmuştu.

“Biz kızlarla bu evin bahçesinin önünde buluşurduk okul çıkışı. Bazen, bak şu yoldan aşağı yürür sahile giderdik. Ama bazen kızlar beni kırmazdı, önce eczanenin önünden bir tur atardık. Hani görürüm onu diye. Ya bi kere de görseydi beni, yani gerçekten görseydi. Bi kere de düşseydi peşime ta sahile kadar. Bi kere de laf atsaydı bana, ne bileyim, gel birlikte yürüyelim deseydi.”

“Gel birlikte yürüyeliiim!!” dedi çakıl taşı. “Hadi birlikte yürüyelim mi seninle SAHİLE??”

“Off of.. Ne günlerdi be çakıl taşı.. Bak bak işte şu koca bina benim lisem!”

Lise binası o ilk günün heybetiyle çıkmıştı karşısına. Aslında binanın ‘heybet’ sözcüğüyle yan yana gelip de anlamlı bir birliktelik sergileyecek hali yoktu. Diğerleri gibi bir binaydı işte. Eskiydi, çok eskiydi. Bahçesinden taşan sesler kadar eski.

Lisenin kapısına kadar gidip, giderken bahçe demirlerine elini sürtüp, dallarına kaçamak bakışlarını sakladığı ağacın yerinde durduğunu görüp ve adet üzre iki damla yaş akıtıp gözlerinden, geri döndü.

‘Ölmeden önce yapılacaklar’ listesinden madde eksiltti, boğazında kanatlanan tüm harfleri karatahtasına yazdı, ağacına hoşça kal ağaç dedi.

“Diyorum ki çakıl taşı, şu eczanenin önünden geçsek mi bir daha?”

“Diyorum ki.. Simit yer misin simit diyoruuum?”

Bir simit aldılar eczaneden, sonra dönüp sahile giden yola saptılar. Çakıl taşı denizin kokusunu duydu, bir tuhaf oldu içi. Gözünde dalgalar büyüdü, sardı her yanını, sonra tutup çekti kendine.

Çakıl taşı havada taklalar atıp uçarken “Allah sevdiğine kavuştursun bacım” dedi.. Buna benzer bir şeydi işte, en azından içinden geçen. Denize düştüğü anda “Yollama beni hemen sahile!” dedi. “Yollama hemen, ne halt edeceği belli olmaz bu kadının. Ay ay ay! mor çakıl taşııı! diye atlar yine üstüme!”

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
21 Temmuz 2007       Mesaj #1079
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Saçları Olmayan Peri

"Tamam" dedi kız, kara çocuğun aynadaki gözlerine bakarak. Sonra usulca arkasına döndü. Gözlerinde anadan doğma taşıdı hüzünle, Ceviz ağacından yapılı işlemeli sandığa yöneldi. Daha çok gençti; elleri nasır bağlamamıştı. İncitmeden dokundu yıllardır genç kızların mahremiyetini koruyan, emektar ahşap abideye. "Bismillah" dedi ve çevirdi sandığın kilidini.

Sandık, bu mukaddes dokunuşa gıcırdayan seslerle mukabelede bulundu. Yılların emeği, nice teyzelerin ve genç kızların akıttığı onca göz nuruna acıyarak baktı. Gözleri, aradığı şeyi bulduğunun sinyalini verircesine açıldı. Şimdi eli daha da titrek, lale işlemeli örtüye uzandı. Eline alıp laleleri incelemeye başladığında, alev rengi bu çiçeklerin neden boynunun eğri olduğuna takıldı birden! "Örtünün içinde ne var acaba " diye düşündü karaçocuk.

Kız, onun bu sessiz cümlesini duydu ve acelece örtüyü açtı. Kendisine verilen emaneti koruyan her "mukaddes" örtü gibi, lale işlemeli bu beyaz örtü de dört köşeden sarılmıştı. Gözler merakını giderebildi sonunda; örtüden gümüş renkli, bir dişi kırılmış, güzel desenli bir tarak çıkıverdi. Kız, örtüdeki lale işlemelerinin tarakta da olduğunu görünce, eşyadaki "vefa"yı gösterdiği için adeta şükredercesine tarağı bağrına bastı. Bir Temmuz sıcağı annesinin ölüm haberini duyunca oyunu yarım kalan küçük kız büyümüştü. Gözlerinden boşalan su damlacıkları birer fatiha gönderdi annesine.

Genç kız oturmasını söyledi karaçocuğa. Seninle küçük bir oyun oynayacağız. Önce ben sonra da sen birbirimizin saçlarını tarayacağız. Kimin saçları tarakta en çok kalırsa o bu oyunun muzafferi olacak! Gen kız sözlerini bitirdiğinde elindeki tarağı okşuyordu hala. Gençadam bu oyunun hikmetini anlamadı; sual etmeden kabul etti. Kim bilir belki de saçlarının güzelliğine ve kuvvetli oluşuna güveniyordu. Geceydi karaçocuğun saçlarının kökü. Gece gibi uzundu, parıl parıl parlayan her bir teline yıldız misali nazar edilirdi!

Beyazlara bürünmüş ve nerden geldiği meçhul olan bu garip kız teklifinin kabul edilişine gülümsedi. Az önce gözlerini aynada izlerken onların bu kadar mana dolu olduğunu görmemişti. Mahçup bir edayla sırtını dönmesini istedi."Peki deyiverdi karaçocuk itiraz etme gücünü bulamıyordu kendinde.

Ayyüzlü'nün ince uzun parmakları titriyordu. Heyecan parmak uçlarında oynaşan zerreciklerdi; kız bunu hissedince tarağı sıkı sıkı kavradı ve başladı genç adamın saçlarına dokunmaya.

Genç kız, her tarak darbesinde canını acıtma korkusu taşıyor; bu ürperti kalp atışlarından duyuluyordu. Gözlerinde koca bir dünya taşıyan adam bu küçük oyunun sırrından mahrum, kalbinin heyecanını durdurmak istercesine elini kalbinin üzerine koydu. İkisini de bu heyecan dolu ritmlerine, gecenin davetsiz misafiri "rüzgâr" fısıltılar gönderiyordu. Duyabilene ne anlamlı bir orkestra.

Ne de kolay taranıyordu kara çocuğun simsiyah saçları. Parlayan saçları tarak dişleriyle çok şeritli yollara benzerken kalbi tek şeritli çıkmaz bir
sokaktı' Ayyüzlü kız bu güzel orkestra bozulmadan bir türkü tutturdu..

Bülbülüm altın kafeste
Ötme bülbül yarim hasta
Ben feleğe ne etmişim
Beni her bahar ağlatır
Ben sana aldanamam yarim
Ben sana dayanamam
.......

Kızın nefesi birden kesildi; yutkunuverdi. Gençadam ne olduğunu anlamak için döndüğünde genç kızın parlak çehresinde zoraki bir gülümseme gördü. Gözlerine baktı kızın ve neden bu solgun yüz dedi. Kız susuyordu.elindeki tarağı işaret etti.. Çocuk tarağa bakar bakmaz yüzünde gülücükler peyda oldu çünkü tarakta sadece bir adet saç teli vardı. Çocuk usulca tarağı aldı "sıra bende " dedi.

Hiç itiraz edebilir mi genç kız, hafifçe eğdi boynunu, hükmüne ram oldu. Kızın başındaki yazmayı çözmek için ellerini uzattığında birden bire yazmanın çözüldü. Öyle temizdi ki kız Allah onu mahrem ellerden böyle koruyordu işte. Dünya değil kainat yıkılmıştı genç adamın üzerine. Gördükleri gerçek miydi? Hangisi hakikatti aynada gördüğü hayal mi karşısında duran gerçek mi? Eliden düşüverdi tarak, bütün kemikleri işe yaramaz olmuştu sanki. Genç adamın Gözyaşları, içinde koca bir dünya taşıdığı gözlerine hücum etti. Avuçlarına boşalan gözyaşlarına rağmen inanamıyordu gözlerine ! Bir feryad bile koparamamıştı;kilitlendi adeta.

Genç kız çocuğun aksine hiç ağlamadı. Öylece baktı ..Kendinde konuşacak gücü bulduğuna inandığında BEN SENİ SAÇLARIN OLMASA DA ÇOK SEVİYORUM dedi. Kız gayr-i ihtiyari gülümsedi; gülümsemesinde şefkat vardı. Ellerini yüzüne kapamış ağlayan çocuğun saçlarını öptü, üzülme dedi. "ben, ben..." diyebildi sadece genç adam öyle bedbaht olmuştu ki konuşamıyordu. Ellerinin yüzünden çektiğinde yanında odada kimsecikler yoktu. Fırtınanın sesi yükselmiş pencere sonuna kadar açılmıştı. "Ansızın gelip hayatımın tam ortasına bağdaş kurdun ve şimdi de aynı hızla bana hiç sormadan şu pencereden çıkıp gittin öyle mi ? Genç adamın bu feryadını kim duyardı aynada gözlerinin izi kalmış periden başka..
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
21 Temmuz 2007       Mesaj #1080
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya.. Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş ak sakallı bahçıvana..

Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından.. Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş.. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı, Kırmızı güllerden, Sarı lalelerden, Mor menekşelerden.... Zambaklardan... Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını..

Bir gün, Aşkı öyle büyümüşki... Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş.. Ayaklarını görüyormuş.. Bunada şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek...

Zaman akıp gidiyormuş.. Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.. Ve işte bir gün..

Bahçıvan papatyaya dopru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış.. Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu, ama bedeni kurtulmuş...

Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya.. Ama işte bir sabah...

Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.. Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..

Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.. Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarıymış.. Ama gövden seni taşımıyor demiş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış.. Ve bir hamlede bağını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini.. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.. Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.. O her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş, ama onu aslında hep sevmiş...

Papatya anlamış artık..

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat