Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 109

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.659 Cevap: 1.812
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
21 Temmuz 2007       Mesaj #1081
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Yalnız başıma yaptığım gezilerden birinde, yabancı bir şehirde, şık bir restoranda yemek yerken restoran sahibinin bir çalışanını beceriksizlikle suçlayarak, ağır hakaretlerle işten kovduğuna tanık oldum. Bunun üzerinde fazla durmayarak aç olan karnımı doyurmaya çalışırken bu olaya tanık olan fakat benim gibi düşünmeyen yaşlıca bir adam vakarla elini kaldırıp restoran sahibine işaret etti ve onu masasına oturmaya davet etti.

Sponsorlu Bağlantılar
Az sonra, karşılıklı oturan bu iki adamın neler konuşacağını merak ederek kulak kabarttım. Yaşlı adam söze bir soruyla başladı:

“Paraya mı, yoksa itibara mı daha çok değer verirsiniz?”

Restoran sahibi soru karşısında biraz şaşkın, fakat kendinden emin cevap verdi:

“Para önemlidir, ama elbette itibara daha çok değer veririm. Sizce de öyle değil mi?”

Ben yemeğimi bitirmiş, bulunduğum bölgeye özgü bir çeşit tatlıyı afiyetle yerken yaşlı adam cevap verdi:

“Tabii.. Biliyor musunuz, bugüne kadar bu soruyu pekçok insana sordum, ve/fakat sizinkinden pek farklı bir cevap verene rastlamadım. Ancak uygulamalara baktığımda, çoğunun bunun tam tersini yaptığını gördüm. Pekiyi, sizce dünyanın en itibarlı kurumu hangisidir?”

Konuşmasıyla, hâli-tavrı-hareketleriyle görmüş-geçirmiş bir beyefendi olduğu izlenimini veren adamın bu sorusu karşısında sınava çekilen bir çocuk gibi düşünceliydi restoran sahibi. (İtiraf etmeliyim, ben de kendi kendime yoğun bir cevap arayışına girdim o sırada.) Sonra mimikleriyle bu soruya bir cevabı olmadığını belirtti.

Yaşlı adam vâkur, sorusunu kendisi cevapladı:

“Dünyanın en itibarlı kurumu okul’dur, siz de okul olun”

Benim kendi cevaplarım arasında bu yoktu. Ama sınava çekilen ben değildim ve bu rahatlıkla hesabı isteyip kalktım.


***


Edindiğiniz böylesi ufacık tecrübelerle, bir de bakarsınız, kendinize kocaman bir köşk kurmuşsunuz. O ayrıntıları, hani aradığınızda bulamıyorsunuz da, onlar istediğinde gelip sizi buluyormuş gibi oluyor. Elbette onları karşılamaya hazırsanız... Tatlı küçük sürprizler... Bu küçük diyalog da sürpriz oldu benim için –hayatımdaki küçük bir ayrıntı olarak kaldı. Hayat ayrıntılarda gizli değil midir zaten? Bence öyle.



RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
21 Temmuz 2007       Mesaj #1082
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Sensiz geçen her dakika her saat biraz daha beni benden alıyor. bazı zamanlar kendimi kaybediyorum.nereye, nezaman, ve nasıl olduğunu bilmeden....çok zaman geçti be karagözlü ama seni beklemekten hiç yorulmadım belki sonumuz yok ama sensiz olmuyor.çok denedim sensizliği ama yapamadım.olmuyo yaşananlardan sonra olmuyo.. sensizlik...neyini sevdim be karagözlüm. içimdekileri bi anlatabilsem ama ne şekilde nasıl anlatacağımı bilmiyorum.çünkü tarifsiz tanımsız. bazen düşünüyorum nesin ki beni beden aldın.içimden bir parçasın her nefes alışımda içimdeki o mutluluğu anlatamam çünkü her nefesimde içime alıyorum seni...gün gelicek bitanem allahın izniyle kavuşacağız. biz birbirimizi ne çok sevmişiz. sen gidince, ben yalnız kalınca anladık. sen benim en kıymetlisin... iyi oku..
bir hayat vardır: yalancı,düzenbaz, alçak
Sponsorlu Bağlantılar
bir hayat vardır: umutları söndüren, yürekleri boşaltan
veee! bir hayat vardır: DİKDÖRTGEN ÇUKURUN İÇİNDE
Bu çukura beraber girmek dileğiyle...
Ben seninle yaşamayı seçtim. (ölmeyi değil)
ama sonumuz ölüm hayattın vazgeçilmez kuralı...
ama herşeye rağmen ölümde de yaşamda da seninleyim karagözlüm...
SONSUZLUĞA....

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1083
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Yürekte gizlenen Aşk


Ayhan, koltuğunun altına aldığı kitaplarla, Lisedeki ilk gününe başladı. Dev yapılı Lise binasının, büyükçe bahçe kapısından adımını içeriye attığı anda, yüreğine bir burukluk çöküverdi. Orta öğrenimini Kırşehir’de tamamlayan Ayhan, memur olan babası ile birlikte Yerköy’e geldi ve Lise tahsiline burada devam etmek zorundaydı. Burukluğu, Lisede hiç kimseyi tanımıyor, okulu fazla bilmiyordu. Merdiven basamaklarını çıktı, avluya ulaştığında herkes kendi havasındaydı. Etrafına bakındı, bir grup bahçenin kenarındaki alanda voleybol oynuyor, kimisi gruplar halinde bahçede olta atıyorlardı. İki bölümden oluşan Lise binasının bir bölümü Ortaokul olarak kullanılıyordu, eski sarı bir bina. Diğer 5 katlı bina Lise binasıydı. Ayhan bir sağa bir sola baktı, sonra Lise binasının giriş kapısının önünde duran boş banka oturup, koltuğunun altından dizlerinin üzerine koyduğu kitaplarını karıştırmaya başladı.
Öylesine dalmıştı ki, önünden gelip geçenleri görmüyor, yanına yaklaşanları fark etmiyordu. Yanına birisinin oturduğunu sezinledi, kafasını kaldırıp bakmaya niyetlendiği anda omuzunda bir el sıcaklığı hissetti, kafasını kaldırdığını da ‘Merhaba’ diyen güzel, aynı zamanda da tanıdık bir yüz ile karşılaştı.
Ayhan, karşısında Hülya’yı görünce hem şaşırdı, hem sevindi, ilk soruyu hemen yöneltti:
-Merhaba, ne yapıyorsun burada?
-Burada okuyacağım, sen ne yapıyorsun
-Bende burada okuyacağım
-Çok sevindim, ben de hiç arkadaşım olmayacak diye korkuyordum
-Benim korkumda aynıydı
Hülya, Ayhan’ın öğretmeninin kızıydı. Aynı mahallede oturuyorlardı. Altı ay kadar önce sömestre tatiline girildiğinde öğretmenini tayini çıkmış, Hülya da Kırşehir’den ayrılmıştı. Ayhan, ‘öğretmenim nasıl?’ diye sordu, Hülya ‘İyi’ diye karşılık verdi ve konuşmaya yeniden başladılar.
-Öğretmenim de burada mı?
-Yok o Çiçekdağı ortaokulunda
-Sen neden orada devam etmedin?
-Bilmiyorum, annem öyle istedi. Evimiz burada, annem hergün okula gidip geliyor.
-Baban nasıl?
-......
-Babana bir şey mi oldu yoksa?
-Yok olmadı. Sadece annemden ayrıldı. Zaten Kırşehir’den ayrılmamızın nedeni de annem ile babamın ayrılmasından dolayı
-Üzüldüm, babanla görüşüyor musunuz?
-Yok görüşmüyoruz, o Kırşehir’de kaldı, biz buraya yerleştik
Konuşmaları devam ederken, zil çaldı. Birlikte banktan kalktılar, okulun bahçesinde toplanıp, sınıflara dağıldılar. Hülya ile Ayhan aynı sınıfa düşmüşlerdi.
Aradan iki yıl geçti, Ayhan ile Hülya birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Her ikisi de lise son sınıfa kadar gelmişlerdi. Ayhan ile Hülya birbirlerini hergün görüyorlar, birbirlerinin evlerine gidip, geliyorlardı. Her şeyi paylaşıyor, birbirlerine hiç yalan söylemiyorlardı.
Okulun artık son günleri gelmişti. Sınıf arkadaşlarıyla birlikte pikniğe gittiler. Ayhan ile Hülya, arkadaşlarından ayrılıp, piknik alanındaki çam ağaçlarının birisinin altına gidip, ileriye dönük planlar yapmaya başladılar.
Ayhan söze başladı:
-Üniversite formunu doldurdun mu?
-Evet doldurdum, ya sen?
-Bende odldurdum
-Sınava nerede gireceksin?
-Ankara ve Yozgat’ı yazdım, ya sen?
-Ben de
-Çok iyi desene ikimizde aynı yerde sınava gireceğiz
-Evet aynı yerde sınava gireceğiz
-Peki kazanırsan hangi okula gitmeyi düşünüyorsun?
-Edebiyat fakültesi veya hukuk düşünüyorum
-Bende
-Peki hangi okulu tercih edeceksin?
-Erzurum veya Antalya, ya sen?
-Ben de
-O zaman sınavda biraraya gelelim, ikimiz de aynı formları dolduralım
-Tamam
Ayhan ile Hülya, çok iyi arkadaşlardı. Birbirlerine saygı duyuyor, bir an bile birbirlerini görmeseler gözlerine uyku girmiyordu. Ayhan, Babasının rahatsızlığı nedeniyle birlikte Ankara’ya gitti. Sabaha karşı komşularının taksisi ile gitmiş, akşam saatlerinde de tekrar geri dönmüşlerdi. Ayhan, bir taraftan babasının rahatsızlığına üzülüyor, diğer taraftan da Hülya’yı merak ediyordu. Hemen Hülya’nın evine koştu, evin önüne geldiğinde cama doğru baktı, Hülya ile göz göze geldi. Yan pencerenin açıldığını bile görmediler. Ayhan, açılan pencereden yükselen sesle irkildi, döndü, pencerede öğretmenini gördü. Öğretmeni ‘Gelsene Ayhan, niye orada dikiliyorsun, aç kızım kapıyı’ diyerek, Ayhan’ı içeriye davet etti. Ayhan henüz öğretmenine cevap vermemişti ki Hülya’yı kapının önünde buldu. İçeriye girdiler, gecenin geç vaktine kadar sohbet ettiler. Hülya’nın annesi çok anlayışlı bir kadındı. Biri öğrencisi, diğeri kızı. Aralarındaki duygusal yaklaşımı çok iyi anlıyor, iyi anlaşmalarından ötürü de seviniyordu.
Fatma öğretmen, için iyi bir fırsattı bu, her ikisi de belirli bir yaşa gelmiş, nasihat etme zamanı gelmişti. Öyle de yaptı. Çocukları karşısına aldı, ‘Bakın çocuklar’ diye söze başladı.
-Sizler gençsiniz, önünüzde uzun bir zaman dilimi var. Gençliğinizin kıymetini bilin. Birbirinizi yeterince tanımaya çalışın. Evlilik falan düşünmeyin.
Fatma öğretmenin sözünü, Ayhan ve Hülya aynı anda bozdu:
-Ama biz sevgili değiliz, sadece arkadaşız!
-Biliyorum arkadaşsınız, ama sözümü kesmeden dinleyin
Ayhan, ‘Ama biz’ diyerek tekrar atıldı, Hülya arkasından:
-Sen bizi yanlış anlıyorsun!
-Hayır yanlış anlamıyorum. Sonra siz benim ne anladığımı düşünüyorsunuz ki?
Ayhan Hülya ile göz göze geldi, her ikisi de sustu. Fatma öğretmen uzun uzun anlattı. Her iki gençte uzun uzun ses çıkartmadan dinledi. Ayhan saatine baktı, ‘’Ooo çok geç olmuş, eve gitmem gerekir’’ deyip, kalktı. Hülya ile annesi Ayhan’ı uğurladı.
Annesi kapının önünden ayrıldı, Hülya, Ayhan karanlığa karışıncaya kadar arkasından baktı, sonra kapıyı kapatıp, odasına çekildi. Yatağına uzatıp, düşünmeye başladı. Annesinin söylediklerinden hareketle ‘’Ayhan benim için ne anlam ifade ediyor?’’ diye kendi kendisine sormaya başladı.
Bu sırada Ayhan da, öğretmeninin söylediklerini düşünerek, aynı soruyu ‘’Hülya benim için ne ifade ediyor?’’ sorusunu kendisine yöneltti. Ayhan, evlerine geldi, kapıyı kendi anahtarıyla açıp, odasına geçti, üzerine çıkartmadan yatağa uzandı.
Ayhan ve Hülya sabaha kadar uyuyamadı, kendilerini sorgulayıp durdular. Sabah ezanı okunuyordu ki, Ayhan da Hülya da bir sonuca varıp, ‘’Biz birbirini çok iyi anlayıp, seven iki arkadaşız’’ deyip, derin bir uykuya daldılar.
Öğle saatlerinde uykudan uyanan Ayhan ve Hülya, gecenin vermiş olduğu zihinsel yorgunluğu bedenlerinde de hissederek, yataklarından kalktılar. Her ikisi de aynı saatlerde, ayrı mekanlarda aynı şeyleri düşünerek, yorgunluklarını atıp, rahatlayabilme adına duş almaya karar verdiler.
Ayhan, duşa girdiğinde aklından bir türlü çıkartamadığı Hülya’yı hayal etmeye başladı. Ama Hülya’yı bir türlü gözlerinin önüne getiremedi. Hülya’ya karşı herhangi bir istek duyup, duymadığını kontrol etmeye çalıştı, nafile. Aynı şeyleri Hülya da düşündü, Ayhan’a karşı bir şey hissetmediği kanaatine vardı.
Ayak üstü bir şeyler atıştırıp, sokağa fırladı Ayhan, aynı anda Hülya da sokağa çıktı. İlçe parkına doğru yöneldiler, parkın kapısında karşılaştıkları ana kadar düşünceli ve yorgun görüntülerinin yerini birden gülümseme aldı. Selamlaşıp, birlikte parka girdiler, bir masaya oturup, uzun süre birbirlerine hiç konuşmadan baktılar. Sessizliği bozan Hülya oldu.
-Ayhan! Benim hakkımda ne düşünüyorsun?
-Sen ne düşünüyorsan ben de onu düşünüyorum
-Benim ne düşündüğümü ne biliyorsun ki?
-Biliyorum, çünkü sende benden farksızsın?
-....
-Yalan mı?
-Evet doğru, farksızım
-Sabaha kadar annenin anlattıklarını düşündüm
-Bende düşündüm ama sonuç çıkartamadım
-Bende çıkartamadım
-Ne olacak peki?
-Bilemiyorum, sence ne olacak?
-Ben de bilmiyorum
Bir an durakladılar, düşünmeye başladılar. Son yine sessizliği bozan taraf Hülya oldu.
-Ayhan! Bana karşı neler hissediyorsun?
-Yine başladın
-Başlamadım, gerçekten bana karşı neler hissediyorsun?
-Bilmiyorum, düşünüyorum hissettiklerime anlam veremiyorum. Seni görmeden yapamıyorum. Seninle olduğum her an beni mutlu ediyor, rahatlatıyor. Sürekli seni düşünüyorum. Senin başarılı olmanı istiyorum. Sana destek olmak istiyorum. Çok şey istiyorum, senin adına. Ama seninle farklı bir ilişki içerisinde olmayı düşündüğüm zaman olmuyor. Seni hayal edemiyorum. Seni öpmek istiyorum ama yapamıyorum. Seninle birlikte olmak, sevişmek istiyorum ama yapamıyorum. Sanki seni lekeleyecekmişim gibi geliyor. Çon anlamsız duygu ve düşüncelerim var. Bilemiyorum işte.
-......
-Sustun?
-Susmadım düşünüyorum
-Neyi düşünüyorsun?
-Söylediklerini
-Yanlış anlama
-Yanlış anlamadım, çünkü aynı şeyleri bende düşünüyorum, istiyorum, sonuç alamıyorum
-Anladım. Peki her şeyi zamana bırakalım
-Bence de. En iyisi her şeyi zamana bırakalım
Ayhan ve Hülya, birlikte parktan kalkıp, evlerinin yolunu tuttular. Her ikisinin içerisinde de anlam veremedikleri farklı duygular vardı. Duygularına bir anlam veremeseler de, birbirleri hakkında ne düşündüklerini bilmenin huzuruyla evlerinin kapısının önüne geldiler, bir an duraklayıp arkalarına bir süre baktıktan sonra, kapıyı açıp evlerine girdiler
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1084
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Evimizin tek oğluydum! Zavallı annem, evlenince beni, hanımına ezdirmeyeceksin değil mi, diye her zaman tembihlerdi! Nihayet yıllarca duyduğum o zaman gelmişti! Annem, geçine bileceğini zannettiği, bir gelin bulmuştu! Israrla evlenmemi istiyordu! Yaşım 23 civarındaydı! Peki, anne, mademki çok istiyorsun olur dedim. 8 ay nişanlı kaldıktan sonra, evlenmiştim. Aslında çok huzurlu ve mutluydum… Bir müddet sonra annende, fevkalade bir değişiklik olduğunu, fark ediyordum. O yıllarda kıymetli refikam, aile bütçemize katkı sağlamak maksadıyla, halı dokumak istediğini söylemişti. Niçin diye sorduğumda, ben alışkınım, bir meşguliyetim olmalı dedi. Haklıydı! Annem, gelinimi koluma takayım, biraz gezeyim arzusundaydı. Fakat annemle refikan arasında, yaşayış ve anlayış farkı bulunmaktaydı. Annem, gelinine her istediğini yaptırmayı ve parmağıyla oynatmayı bekliyordu. Refikam her bahçeye çıktığında, aleyhinde konuşarak kendisine, neler yaptıklarını anlatıyordu. Ben de haklı olarak, küçüklüğümden belli aldığım öğütler sebebiyle, bir ön yargım mevcuttu. Annemi gelinine asla ezdirmemeliydim! Fakat genel ahlakım, herkese söz hakkı tanımaktı. Birkaç defa annemi rahatlatmak adına, refikama yüksek sesle çıkışıyordum. Annemim memnuniyetini gözlemliyordum. Zavallı refikam, çaresizlikten kıvranıyordu. Ben yine bir yolunu bularak, gönlünü almaya çalışıyor ve onu ikna etmeye çalışıyordum. İş yoğunluğum çok fazlaydı! Yoruluyordum, dinlenmek için eve geldiğimde, yine annem hiç durmuyordu, sürekli refikamı karalıyordu. Artık öyle bir ruh halini aldım ki, eve gelmeye çekiniyordum. Annemden, aynı teraneleri duyacağım diye… Gariban babamın, annemin üzerinde bir otoritesi yoktu. Annem her ne derse, ona tabi olmak zorundaydı. Yoksa annem, babamı perişan ederdi! Yine bir pazar günü, refikam halı dokurken, annem fısıltı halinde kulağıma, benzer şeyleri anlatmaya başlamıştı. Usanmıştım artık, anne tamam sana inanıyorum, fakat gelinini çağıralım, bakalım o ne diyormuş diyerek, Hiç fırsat vermeden refikamı çağırdım. Annem şunları söylüyor, bu konuda sen ne söyleyeceksin dedim. Refikam, olayı teferruatıyla anlattı. Anneme senin anlattıkların doğru, yoksa gelininmi ki? Diyerek yeniden sordum. Annem baktım çaresiz yutkundu ve onun anlattıkları doğru diyerek, gerçeği bir kez daha, kabullenmek zorunda kaldı. Fakat bunlar, annemi daha çok tahrik ediyordu. Gelinine karşı mağlubiyeti, kabullenemiyordu. Kahvaltıda babama, bir adet fazladan yumurta haşladın diye, annem yine ortalığı karıştırdı. Sessiz kaldım, çünkü annem daha çok hiddetleniyordu. Refikama, bugün seni annenlere götüreyim ki, yoksa annem seni akşama kadar, ibikler dedim. Peki dedi ve annesine bıraktım. 1982 li yılın aralık ayındayız. Babam saat 15.00 civarı dükkâna geldi. Buyur baba hoş geldin diyerek, hal hatır soracaktım ki, babam sözlerine başladı. Annen eşyalarınızı, bahçeye çıkarttı ve derhal bir ev bulup, ayrılmamızı söylemiş. Baba canın sağ olsun, önemli değil gel bir şeyler iç dedimse de, annen kızar duramam diyerek hızlı adımlarla, gözlerden kayboldu! Aralık ayında ve kışın ortasında, bir ev nasıl bulunacaksa, bulunacak ve oraya taşınılacak. Refikamın, bu olanlardan hiç haberi yoktu, annesigilde akşam, beni bekliyordu. Gün içinde, gittim bahçeye baktım ki, hakikaten eşyalar dışarıdaydı. Şaşırdım kaldım. Muhannete muhtaç olmamak, en önemli hasletimdi. Fakat çaresizdim! Arkadaşlardan ve çevremden araştırdım, hiçbir yerde kiralık ev yok. Akşam kayınpederime, sıkılarak konuyu açtım ve sağ olsun bizlere, moral verdi. Sabah olsun, hayır olsun, bir şeyler yaparız. Nihayet çaresizlikten, bir bahçenin kenarına yapılmış, çamaşır hanelik gibi, iki odası bulunan bir eve taşındık Eşyalarımızı, annemlerin bahçesinden taşırken, bir kova odun ve kömür dahi vermemişlerdi. Oysaki hepsini de ben almıştım! Taşındıktan sonra, iş yoğunluğun sebebiyle, annemlere 15 gün kadar uğrayamamıştım. O zamanlarda telefon çok yaygın değildi. Bizde de bulunmuyordu. Bir gün annemlere uğradım, fakat perdeler çekiliydi! Zile bastım, epey bekledim ve nihayet kapı aralanmıştı. Annem şiddetli öksürüyordu. Babam hasta yatağında yatıyordu. Biraz moral verdim, neşelendirdim ve doğruca yeni evimize götürdüm. Muayene, ilaç derken tez bir zaman da sağlıklarına kavuştular, şükürler olsun. Annem ben işe gidince, gözyaşlarına hâkim olamamış, gelinine içini açmış. Ben sizleri, kışın ortasında dışarıya attığım halde, yine siz bize sahip çıktınız diyerek ağlamış. Elbette ki sahip çıkacağız, anamız, atamız. Her ne kadar çaresiz kal sakta, anne ve babamıza asla bir tavır alamayız. Şunu da bilmeliyiz ki; Rahmetlik Seyit Kutup derki; satırlarında, “Anneler, erkek evlatlarını evlendiklerinde, gelinlerinden kıskanırlar, elin kızı geldi ve aslan gibi oğlumu elimden aldı” diyerek hayıflanır ve içten içe kinlenirler tespitini yaparak, bunun fıtri bir temayül olduğunu beyan ediyor.
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1085
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Çiçek Toplamak



Şimdi ateşin önünde, sakinleşmiş yatarken, tanıdığım en zeki biyologlardan birine ithaf edilmiş bir kitabı okuduktan sonra başlayan olayları anımsıyorum.

Bir akşamüstü, alacakaranlık çökerken, hem karımın çocuğa yemek yedirmeye çalışmasını dinliyor, hem de kütüphanede ilginç konulara olan özlemimi giderebilecek tek kitabı okuyordum. Yazar, okuyucuya insann elindekileri çok verimli ya da çok kısır yapabilecek tek güce, Doğa'ya karşı saygı duymayı öğütlüyordu. Şüpheci değilim - o zaman da değildim - ama bu tümceyi okuyunca arkama yaslandım ve daha mantıklı düşünceler bulabilmek için sayfaları hızla çevirmeye başladım.

Bir süre boşuna uğraştıktan sonra, kitabın bütünüyle İnsan ile Doğa arasındaki milyonlarca yıllık savaştan bahsettiğini farkettim. İnsan, hırslarına ulaşmak amacıyla Doğa'yı yaralayıp yokediyor ve Doğa, tüm durgunluğu içinde akıllı olarak nitelendirilen insanları, çoğu zaman korunaklarda ve topluluklarda saklanmalarına karşın ortadan kaldırıyordu.

Bütün bunların birer saçmalık olduğunu düşündüm, ama biraz sonra pişmanlık duydum, çünkü mantıksızca düşünüyordum. Beynimin derinliklerinde bir şey, bu garip yazarın garip kitabındaki gariplikleri kabul ediyordu. Kendimi iki yüzlülükle suçladim ve masanin üzerindeki tabaktan bir kaç üzüm alıp yedim. Üzümler parlak ve çekiciydi, ama tadı yoktu. Kitabı bir kenara fırlattım ve televizyonu açtım. uzun bir yaz günü olduğundan akşam haberleri henüz başlıyordu.

Spiker konuşmaya başladığında garip bir hava sezdim. İlk haber kanımı dondurdu. Deprem. Felaket Güney Amerika'da oluşmuş - genellikle olduğu gibi - her zamanki karışıklıklardan birini yaratmıştı.

Ekranda, belki de bir kaç sonsuz gibi görünen saniye kadar devam eden sarsıntıyı yaşamış, sefalet içindeki insanlar vardı. Acaba içlerinden kaçı, o bir kaç korkunç saniyede, kendilerine bile söyleyemeyecekleri günahlarıni itiraf etmişlerdi?

Bir kaç dakikalık iç parçalayıcı haber ve görüntülerden sonra görüntü değişti. Yeni kent konseyi, yerleşme alanı haline getirilecek yakın bir bölgedeki ağaç kesiminin bittiğini bildiriyordu. Konseyin üyelerini seyrederken karımın işini bitirip geldiğini farkettim. Bir kaç saniye toplantıyı seyretti, sonra birden heyecan ve rahatsızlık dolu bir sesle "Şu sağdaki adam çevreci dostumuz değil mi?" dedi. Sesinde hafif bir alay seziliyordu. Baktım ve haklı olduğunu gördüm. Adam orada, konseydeydi, herhalde daha önce yaptığı ateşli suçlamaları anımsamıyordu. Karımın ifadesini farkettim ve "Belki de bu tür düşüncelere fazla kapılıyorsun, ama mantıklı düşünmeden," dedim. "Söylenti de olabilir." Bunları söylerken kendimi bir kez daha iki yüzlülükle suçladım. 'Buna gerçekten inanmıyorsun' diye düşündüm. 'Ama başkalarının iki yüzlülüğünü kabul etmeye hazır olmadığindan sen de onlar gibi davranmayı seçiyorsun.'

Umutsuzca konuyu değiştirmeye çalıştım. "Bu kitabı okudun mu?" dedim karıma.

"Evet," dedi. "O saçmalığı bir kaç gün önce okudum. Böyle şeylerle zaman kaybetmemen için seni uyarmalıydım."

"Böyle konuşmamalısın," dedim. "O kadar kötü bir fikir de değil aslında... Gerçek ne olursa olsun, artık yaşayan her şeye karşı saygılı davranacağım."

"O zaman bahçeye çıkıp o lanet çiçeklerin önünde eğil, belki de taparsın onlara."

"Abartıyorsun canım," dedim. "Çok mantıklı aslında. Doğa'ya bir zarar verdiğimizde, o da kendi yöntemleriyle karşılık veriyor - çok daha sert yöntemlerle. Biz ormanları kesip yokediyoruz, Doğa da bizi depremler, volkanlar, fırtınalarla yeryüzünden silip süpürüyor."

"Bir daha böyle kitaplar okuma," dedi karım ciddi ciddi. "Sağlığın için pek iyi değil - akıl sağlığı tabii. Böyle bir saçmalığa inanmak için deli olmalısın."

"Gördüğün gibi aklımı kaçırmadim," dye yanıtladim. "Eğer her şey saçmaysa, neyin saçma, neyin doğru olduğuna nasıl karar verebilirsin?"

"Ben bahçeye gidiyorum," dedi karım ifadesini değiştirmeden. "Bir kaç çiçeği köküyle çıkarıp yerini değiştireceğim. Güneşten pek yararlanamıyorlar."

Bir şey demedim. Kısa zamanda sağlığımızın bozulabileceğini düşünüyordum. Onu çiçeklerin yerini değiştirmek fikrinden vazgeçirmeliydim, çünkü zamanında dikilemezlerse çoğu solabilirdi. Ama milyonlarca insanı Doğa'yı, yani kendilerini yok etmemeye nasıl ikna edebilirdim?

Bahçeye çıktığımda güneş çoktan batmıştı. Karım balkon lambalarının zayıf ışığında çalışıyor, kazıyor ve söküyordu. Yanına gittim, çiçekleri koparıp yanımda getirdiğim çöp sepetine doldurmaya başladım. Karım durdu, bana baktı ve "Ne yaptığını sanıyorsun?" dedi. Ben de durdum, gülümsedim ve hızla işime devam ettim...
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1086
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Söyle Bana Aşk mı?

Gecelerden bir gece.... Rüyalar İmparatorluğu’nun ödül ve ceza dağıttığı anlardan bir an.

Genç bir yürek odasının penceresine vuran ay ışığına doğru yol almış. Yol daracık, gece soğuk. Yolda, karşısına dev bir ayna çıkmış. Aynaya bakmış; hiçbir şey görememiş. Çılgına dönmüş. “Yüzümü kaybettim! Yüzümü kaybettim!” diye çığlıklar atarak bütün gücüyle aynaya abanmış. Bin parçaya bölünmüş ayna, gökyüzünden bin tane yıldız kaymış. Genç yürek hıçkırıklar içinde koşmaya başlamış. Koşmuş, koşmuş, koşmuş... Sonunda ayakları dayanamayıp yere yığılmış. Uzanıp ayaklarını kaldırmaya çalışmış ama olmamış. Düştüğü yerde oturmak zorunda kalmış. Sus pus halde bir süre öylece donmuş. Ne bakmış, ne aramış, ne de bulmuş. Zaman nehrin akıntısına kapılıp gitmiş. Bu gidişin ardından, çok uzaklardan bir ses işitmiş. Kulak kabartmış; bir kanat sesiymiş. Ses devam edince “Ha gayret!” demiş; dizleri sızlamış, “Az daha!” demiş; bedeni titremiş. Yavaş yavaş ayağa kalkmış. Küçük ve dikkatli adımlarla sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başlamış. Karanlıktan yol alıp geceye varmış. Yol alırken burnuna çok tanıdık bir koku gelmiş. Evet, bu aydınlığın kokusuymuş. Sanki gece yerini güne bırakıyormuş. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya, âdeta güneş doğmaya başlamış. Bakmış ki uzun bir yol, uzaklarda bir bahçe. Kulağının dibine düşen bir kanat sesi. Yol aldıkça yüzünün aydınlandığını, içine kanat seslerinin dolduğunu fark etmiş. Yaklaşmış, yaklaştıkça kendisine kavuşmuş. Yanaşmış, ötede koskocaman bir ayna bulmuş. Dikkat kesilmiş; aynada yeni doğmuş bir gün. Geriye bakmış karanlık, ileriye bakmış aydınlık. “Nasıl olur?” diye sormuş. “Aynada gündüz, arkamda gece.”

Sorusu yanıtsız kalmış. Uzanmış, ayna dalgalanmış. Uzanmış, aynanın ötesine ulaşmış. Ötesinde bahçe, bahçenin girişinde bir kapı, kapının üzerinde “Gir içeri” yazısı. Yürümüş. Bahçeden içeri girmiş. Her yerini yasemin kokusu sarmış. Bir de bakmış ki, ileride yere oturmuş bir genç, elindeki ipliğe yasemin diziyormuş. Yaklaşmış, yüzü öyle aydınlıkmış ki bir anda gözleri kamaşmış. Kamaşan gözlerini oğuşturmuş. Oğuşturdukça gözleri yanmış, acımış.

Acıyan gözlerini açtığında ise gördüklerine inanamamış. Kendini yatağında bulmuş. Şaşkınlıkla sağa sola bakınmış kimseyi görememiş. Yatağından doğrulup kalkmış. Üzerinde geceliği, ayakları yalın dışarıya çıkmış. Gökyüzünde ay, gökyüzünde samanyolu pırıl pırıl. Birkaç adımla evin bahçesine ulaşmış, çömelip yere oturmuş. Ellerini, avuçlarını toprakla doldurmuş, onu okşayıp usulca sormuş:

- Renginle neden örtündü gözlerim?

- Aşk ülkesinin kapısını araladın, ondandır.

Ayağa kalkmış. Uzanıp yasemin koparmış ağacından, sonra sormuş:

- Nasıl doldu rüyalarım kokunla?

- Yeşerdi aşk kokumla, ondandır.

Başını kaldırıp gökyüzüne bakmış. Gökyüzü ışıl ışıl. Gün ağarmaya başlamış; güneş kızıl. Ellerinde toprağın yumuşaklığı, içinde yasemin sarhoşluğu başlamış doğaya anlatmaya:

Dün gece rüyamda çok güzel bir oğlan gördüm. Saçları kömür karası, uzun. Ceylan gözleri ışıklarla dolu. Uzanıp dokunasım geldi yüzüne. Dokunamadım, korktum yüzündeki tebessüm gider diye. Uzanıp tutasım geldi yasemin dizen ellerini. Tutamadım, korktum ellerindeki yasemin solar diye. Keşke o uzatsaydı yüzüme ellerini. Keşke boynuma taksaydı dizdiği yaseminleri. Uyandım. Uyanırken ellerini gördüm. Ellerinde yaseminler; arasında bir kuşun sesi...

*

Siyah saçlı, ceylan bakışlı genç, kızıl ellerini genç kızın yüreğine dokundurduğu geceden sonra an’lar an’ları takip etmiş, günler günleri kovalamış. Her şey tik tak, tik tak işlemeye devam etmiş ama zamana inat donakalan bir bakış kalmış. Kız olmuş derviş; dervişin gözü rüya... Rüya gözlerini verirken Ceylan bakışlıya, birini geri alamadan genci kaybetmiş. Genç, bir görünmüş, bir kaybolmuş. Kaybolurken gözlerden birini de gönlüne atmış.

Derviş, bir gözünü kaybedeli çöl misali yollara düşedursun, biz gelelim Ceylan bakışlı gence.

İşte yeni bir masal duruyor karşımızda; boylu poslu, şöyle endamlı… Anlatmak lâzım bu tatlı masalı. Küçücük yaşı, kocaman yüreğiyle aradığını bulamamış olan Ceylan bakışlı genç, Kız Kulesi’nin kenarına gidip oturur bir gün. Günlerden bir, gecelerden sıfır, hafif bir rüzgâr eser, ve bilinmezlerden can’ın sevdasını taşır yüreğine. Narcissus misali denizdeki yansımasına bakar ve gülümser. Başka bir yansıma belirir karşısında. Alımlı, kızıla bulanmış bir Rüya kız. Tatlı tebessümlü, ateş dilli, ateş saçlı bir kız. Ceylan bakışlı, derin bir iç çekişle gördüğü yansımaya dokunamayacağını haykırır. Genç kız gülümser suyun yansımasından, genç oğlan gülümser yansımanın dışından. Gel, der genç kız. Gel ve yıkan suyumda. Bak, sen aslı’nda bensin; ben de sen aslı’nda.

Oğlan anlar anlamasına da tutup atamaz kendini koca denizin ortasına. Derin bir iç çekiş daha savurur gönülden kopan. Ve sorar:

- Söyle bana hangisi gerçek, hangisi rüya?

- Kabul et gerçekler rüya olsun, rüyalar gerçek. Bırak kendini kollarıma…

Tatlı esen rüzgâr, rüyanın sesini de savurur Ceylan bakışlının kulaklarına. Duydukları öyle hoş, öyle cezbedici gelir ki dalar derin bir uykuya. Rüyasında onu görür. Saçları güneş kızılı, uzun. Elâ gözleri ışıl ışıl. Uzanıp dokunası gelir yüzüne, ellerine. Oysa dokunamaz, bu güzel rüyadan uyanacağından korkar. Genç kız, rüya gözlerinden birini çıkarıp ellerine verir. Şaşırır oğlan, nasıl bu kadar kolay verdi böyle değerli bir şeyi, diye. Avuçlarını açar. Kızıl ışık, gözlerini 90 derecelik bir floresan gibi kamaştırır. Gözlerini kapar ama kaçamak bir tebessüm, çalar gözün sihrini. Göz bir türlü genç kıza geri dönmez. Genç kız uzanır, sonra tereddütle geri çekilir. Oğlan da tam uzanacağı sırada bir kuş sesi duyulur. Keşke o uzatsaydı yüzüne ellerini. Uyanırken uzatır gibiydi. Ellerinde bir kuşun sesi …

Şu upuzun denizin kıyısında, şu alabildiğine geniş gökyüzünün karşısında mahcup, heyecanlı, toy ve daha pek çok duygu yoğunluğuyla yoksunluğu yaşar Ceylan bakışlı. Tek farkı kuş sesi. Yanı başında güneş ve ay, parlayan tüyleri ve dost gözleriyle toprak toprak bakar genç oğlana. Genç oğlanın ellerinde göz, kuşun kanadında ses… Dilinde ses… Bir süre döner gencin etrafında, sonra uçup gider bilinmeze.

Genç haykırır arkasından:

- Söyle bana, bu ne?

Yanıtı gizlenir kanat seslerine. Denizin şırıldayan melodisine bir de…

Genç, kendini biraz Mevlevî, biraz da deli hisseder –ki Mevlevî’ye dönmüştür Ceylan bakışlı, nedeni aşk ve keder- Ve hem şaşkın hem gülen bir yüzle bakar elindeki göze. Hayatında ilk defa bir insanın gönül gözünü tutar. Biraz çekingen, biraz telâşlı, biraz meraklı bir gözle sadece bakar. Anlar ki, rüyasında gördüğü kızda kendini görmüştür. Anlar ki, denizdeki yansıma kendi yansımasıdır. Anlar ki, genç kızdan ayrılırken ondan bütün olarak kopmaya da dayanamaz, kendinden kopmak istemediği kadar. Kimsenin ona bakmasına dayanamaz, onun kimseye bakmasına dayanamadığı kadar. Kararını verir; rüya gerçeğe dönerken, başkasına bakmamalı bu göz. Bir cananda kalmalı yaşayabilmek için, bir de kendinde…

Ceylan bakışlı Mevlevî, elinin arasındaki can’ı ne yapacağını bilmez halde düşsün yollara, biz gelelim Rüya gözlü dervişe.

Derviş, gittikçe dervişleşir. Çileler yavaş yavaş çekilmeye başlar. Bir gözü kör, bir gözü aydınlıktır artık dervişin. Bir yanı eksik, bir yanı tam. Bir yanı gerçek, bir yanı yalan. Bazen aklına gelir eksikliği utanır, bazen aklına gelir tamlığı çoğalır. Her çoğaldığında bir Mevlevîlik sarar içini. Bir ilahî duyar gibi, uzaklardan duyulan bir kuş sesi, yüreciğini pır pır kanatlandırır. Semâ eden elleri, gönlüne, bir göğü, bir toprağı sardırır; dünyevî hayattan inzivaya çekilmesine vesile olur. Olur da; yine de bir tarafı eksik, tam olduğu kadar diğeri. Aklında o gözler. Tek gözünde o gönül. Aradığının aşk olduğunu bile bile, kendinde tam olanın aşk olduğunu göre göre. Tam bir eksik, eksik bir tam. Arar durur gönülden içeri…

Anlar, kuş seslerinin neden duyulduğunu. Bilir, bu eksikliğin ancak özgür kalınca tamamlanacağını. Bilir bilmesine de, diğer tam, geri iter her defasında adımlarını. Adımlar, bir ileri, iki geri. İki ileri, üç geri…

Gel gitler oladursun, bilir bir gün kuş sesini duyduğu yere varacağını. Orada oturup şerbetten tatlı içecekler içeceğini, baldan tatlı yiyecekler yiyeceğini. Bilir, aradığı gözünü ve gözü alanı bulacağını; sesini duyduğu kuşun yardımını… Ya da tuzağını…

Derviş bunları göredursun, varalım Mevlevî’nin yanına. Yanından aralayalım bağrını, girelim gönlüne. N’eylersin, ağır gelmiş bu yürek. N’eylersin ağır gelmiş üçüncü göz. N’eylersin, iki gözü bir göze bedel. Üçüncü göz ikinci oluvermiş, n’eylersin. Mevlevî, eksik olduğu gönlü bulmuş, körlükten kurtulmuş, fazladan üçüncü bir göze kavuştuğu için de derin bir yükün altına girmiş. Ne yapacağını bilemeyip, dolaşıp durmuş bir süre öyle. Sırtındaki yükten bîhaber, gönlündeki bütünleşmeden bîhaber. Hem tam, hem fazla. Onu tamamlayandan ayrı düştüğü için eksik, onun yarısını alıp geldiği için fazla… Kendi yükü yetmezmiş gibi bir can’ın yükünü sırtlamak şu toy sırta. Toy atlar durur mu, bir tarafı sakin sessiz, deniz yanında; bir tarafı koşar durur dört nala. Koşar koşmasına da, bilmez ki varılan yol hiçlik, aranan yol bilinmezliktir. Tek işareti vardır bildiği bunlar dışında; tek kuşun kanat sesleri ile ötüşü suskunca.

Bir gün yorulur Mevlevî bu dört naldan. Toy olduğu kadar olgun, olgun olduğu kadar yaşlı, yaşlı olduğu kadar genç yüreği ve ellerindeki serveti… Karar verir karıştırmaya… -Sırta mı alınmış yük, gönle mi?..- Ellerinin arasındaki ışıltıya bakıp son kez atar havaya, ardından bekler düşmesini gönül toprağına…Yük eğer sırttaysa atar gidersin, yük eğer gönüldeyse saklar gidersin, diye diye başlar bir şarkı fısıldamaya…

Bilmez ki, havaya attığı aşktan bir tutam çalmıştır toprak gözlü kuş… Ve toprak gözlü kuş, o tutamı tuttuğu andan, benzemiştir altın gözlü kuşa…

-Kuş, haberdir; habercidir.
Ya vuslatı haber verir, ya ayrılığı.
Ya aşkı, ya aşksızlığı…
Kuş, özgürlüktür.
Kanadına takar aşkı,
Serper yere göğe, aşka hasret herkese.
Kuş, mucizedir.
Billûr sesiyle ulaşır gök kubbeye.-

Altın gözlü kuş, geçtiği her yere savurmaya başlamış aşkı. Serpmiş umudu aşka hasret gönüllere. Ulaşmış yüreği aşkı bilen herkese. Ama bir dervişe başka gelmiş bu aşk, bir Mevlevî’ye. Düşmüş ikisi de kuşun peşine. Kuş uçar, gönül kovalar. Kilometrelerce mesafe aşılmış kuşun kanadıyla. Ve taşınmış vuslat anına…

Kuş uçmuş, Mevlevî yorulmuş, oturmuş Kız Kulesi’nin karşısına. Kuş uçmuş derviş kovalamış, varmış Kız Kulesi’nin yanına. Bir yaz akşamı, bulmuş dervişle Mevlevî birbirini göz göze; gönül gönüle. Eller korkulu, taşmaya kıyamamış bedene. Aşk, dokununca kaçacak ürkek bir kuş. Gönlün acısına dayanamadığı, vuslatına ömrünü adadığı.

Bir derviş bakmış Mevlevî’ye, bir Mevlevî dervişe. Bu rüya mı, yoksa ne? Dile gelse Kız Kulesi, neler dermiş kim bilir bu an içinde.

Gözler dile gelmiş:

- Bir kuş buldum allı pullu renklerde
Bıraktım kondu bir dalın tepesine
Dönüp baktı altın gözlerle
Bir tüy bıraktı ellerime
Uçup gitti sonra bilinmeze
Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne

- bir kuş kondu dostum, ellerime
güneş ve ay parlayan tüyleriyle
kondu bir çiçeğin saçına
dönüp baktı toprak gözlerle
uçup gitti sonra bilinmeze
söyle bana dost
aşk mı?

- Çözülen dil mi, gönül mü?
Ben en iyi beni bilirim dost
Sen en iyi seni
Ben senim dersin ne zaman ki
O zaman bilirim ben en iyi…
Söylerim sana dost
Aşk mı?

Aynalar gönüllere tutulur:

- Gözlerini göster bana dost
Görmeliyim en derinde gizlenenleri
Gülücükler savrulurken rüzgâr misali
Dokunmalı dudaklarıma ellerin
Ve ellerim dokunmalı dudaklarına divâne deli...

Dışarıda yağmur yağıyor, benim yüreğimde damlalar
Karşımda bir deli toy, kelimelerim yarım yarım taşar...

Söze vur derim beni, söze vur kendini
Gözlerin çocuk, yüreğin çocuk
Nasıl taşır yüreğin bu sevdayı?

Anlıyorsun yağmurun neden yağdığını?
Mayıs sonu neden toprakları yıkadığını
Sonbaharın bedenimden kayarken
Sol yanıma imzasını bıraktığını?

Konuş çocuk, susma öyle?
Bırak dudakların mıhlansın
Bana esas yüreğini söyle.

- yüreğim ne desin
yüreğim ürkektir benim
cesaret ister
kördür
gözünün içine sokmadıkça göremez
anlasa da söyleyemez

- Bir korku telâşıdır kaçmak
Benden bana kaç yürek
Kördüğüm olsun her yerin
Senden bana taş yürek...

- ne taştır yüreğim ne de kaya
bil ki yumuşaktır pamuktan daha
dedim ya biraz ürkektir
ama yumuşaktır inadına...

- Başımı yaslasam dizlerine
Yüreğimi dayasam yüreğine
Bir uyku mahmurluğuyla
Pamuktan daha yumuşak göğsüne
Dalsam toplasam ne kadar sevda varsa
Taşsam karışsam kanına...

- gel,
benim yüreğim seninkinden az yalnız değil,
gel,
az hasretli değil, gel,
sevdaların hepsi sana ait,
sen onları toplamadan
onlar seni toplayacak
gel...

- Siyah saçına takılır savrulur
Ceylan gözlerine kanar kavrulur
Nice sevdalar var söze dokunur
Nice sevdalar göze dem vurur...

- her şeyin başladığı,
ve her şeyin bittiği gözler,
kendimi kaybettiğim,
ve kendimi bulacağım yegâne yer...

- Gözyaşım kandı yağmurun yağışına
Bir biçâre takıldı bu satırlara
Bir bıçak yardı, tek kelime etmedi
Bu gözler bir baktı çöller yetmedi
Arar durur sevdalıyı bu derviş
Bilir mi karşısında değil mi ermiş
Bir kanada kanıp uçar görünür
Bir bakışında yürek dövünür

- bulutlardan beyaz
gökyüzünden mavi aldım
denizlerden sonsuzluk
gözlerinden umut aldım
yıldızlardan ışık
kuşlardan haber aldım
ben bu masalla sana vardım

- Masal var masal sade
Masal var gezer avare
Masal var aşkı dile
Getirir de susar öyle...
Söyle bana ey dost
Bu taşanlar söz mü sade?
Yoksa gizliden gizliye
Bu gönülde var mı yare?

- söyle o zaman bana ey dost...
aşk mı?

- Aşk, hiç ben aşkım der mi dost?
Bir kuş buldum allı pullu renklerde
Bıraktım kondu bir dalın tepesine
Dönüp baktı altın gözlerle
Bir tüy bıraktı ellerime
Uçup gitti sonra bilinmeze
Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne.
Bir kuş kondu dostumun ellerine
Güneş ve ay parlayan tüyleriyle
Bıraktı kondu bir çiçeğin saçına
Dönüp baktı toprak gözlerle
Uçup gitti sonra bilinmeze.
Bulundu bilinmez, aşıldı yollar
Karşımızda bir ben, bir de sen var
Söyle bana dost
Aşk mı?

- en iyi sen bilirsin?
dilim ancak bu kadar çözülüyor bunu bil...
ama bağlanmasın asla sendeki dil

- Bağlanan dil mi gönül mü?
Ben en iyi beni bilirim dost
Sen en iyi seni
Ben senim dersin ne zaman ki
O zaman bilirim ben en iyi...

*

“-Tık tık
-Kim o?
-Benim
-Seni tanımıyorum, git ve bul kendini
-Tık tık
-Kim o?
-Senim
-Gir içeri...”

Gözler kalbin aynasıdır; sözler kapı dışarı. Eller aşkın ağları; kördüğüm sarmış gönülleri. Görülen bir gerçek, bir rüyaymış. Her şey birbirine karışır olmuş. Gözler neye inanacağına şaşırmış. Aslında baştan başa yalanmış, baştanbaşa bulanmış.

Çözülen dil mi gönül mü?
Akan gerçek mi, rüya mı?
Söyleyin dostlar
Bu, aşk mı?

Mevlevî uzatmış elini dervişin gönlüne. Derviş uzatmış elini Mevlevî’nin gönlüne. Birbirlerini bir süre dinlemişler. Sonra bakışmışlar…

Aşk ağır ama engel tanımaz. Aşk hafif, hayatın kendisi engel. Dilim varmıyor sonunu yazmaya. Bazı masallar böyle yarım kalmalı. Varmıyor dilim dokundurmaya elleri, varmıyor ayırmaya… Rüya hangisi, hangisi gerçek? Bu masal bitmemişse var bir sebep. Kimi vuslata erdirir aşkı, söndürür sonra. Kimi hicrana bırakır, susturur sonra. Ne söndürmeye dilim varır dost, ne susturmaya. Bu, ya hep yaşamalı kuşun kanadında, ya dökülmeli sonsuza.

*

Masallar, bir gerçek bir rüyayla başlar hep. Gerçek ama aslında rüya… Ben de masalıma öyle başladım ve öyle bitirdim. Bir varmış, bir yokmuş. Bir yokmuş, her zaman olacakmış...

Söyleyin
Aşk mı?..

RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1087
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Akşam yemeğinden sonra erkekler, sigara içme salonunda konuşuyorlardı. Söz ettikleri konu, ölenlerin geride kalanlara bıraktıkları değişik ve acayip miraslardı. O sırada, ünlü bir noter ve usta bir avukat olarak tanınan Mösyö Le Brument söze karışarak, "Korkunç şartlar altında kaybolan bir mirasçıyı arıyorum. Bu, basit fakat acı dolu bir dramdır. Her gün olabilen, ancak şimdiye kadar tanık olduğum en korkunç olaylardan biridir" dedi ve anlatmaya başladı:

Yaklaşık altı ay önce, ölmek üzere olan bir kadının evine çağrıldım. Bana şöyle dedi:

"Mösyö, size çok zor, çok nazik bir görev vermek istiyorum. Masanın üstünde vasiyetnamem var, lütfen alıp okuyun. Eğer başaramazsanız, ücret olarak size beş bin frank, başarırsanız yüz bin frank bırakılmıştır. Sizden istediğim, ölümümden sonra oğlumu bulmanızdır".

Daha kolay konuşabilmek için yatağında doğrulup oturmasına yardım etmemi istedi. Çünkü kesik kesik gelen sesi, boğazından ıslık çalarak çıkıyordu.

Çok zengin bir evde bulunuyordum. Şatafatlı odanın duvarları kalın kumaşlarla kaplıydı. Oda, göze o kadar yumuşak görünüyordu ki, kumaşlar bir okşama duygusu uyandırıyordu ve öylesine sessizdi ki, konuşulanlar havada kaybolup gidiyordu.

Ölümün eşiğindeki kadın, yeniden konuşmaya başladı:

- Siz, korkunç öykümü anlatacağım ilk insansınız. Sonuna kadar anlatmak için gücümü toplamaya çalışacağım. Sizi mert ve iyiliksever, aynı zamanda seçkin bir toplum içinde yaşayan biri olarak tanıyorum. Bana bütün gücünüzle yardım etme arzusunu sizde uyandırabilmek için başımdan geçenleri olduğu gibi anlatacağım. İyi dinleyin.

"Evlenmeden önce, genç bir adamı sevmiştim. Fakat ailem, yeteri kadar zengin olmadığı gerekçesiyle, onun evlenme isteğini geri çevirdi. Bir süre sonra, çok zengin bir adamla evlendim. Korku, aileme boyun eğme ve cahillik yüzünden ona varmıştım. Ondan bir oğlum oldu. Birkaç yıl sonra da kocam öldü.

Bu arada, benim sevdiğim genç de evlenmişti. Benim dul kaldığımı görünce, artık serbest olmamaktan dolayı büyük bir acı duydu. Beni görmeye geldi ve önümde diz çökerek, yürekleri parçalarcasına hıçkıra hıçkıra ağladı. Dostum oldu. Kim bilir, belki de onu hiç kabul etmemeliydim. Ne yapabilirdim? Öylesine üzüntülü, yalnız ve umutsuzdum ki!... Ve hâlâ onu seviyordum. Kimi kez insan öylesine acı çekiyor ki!

Anne ve babam da öldüğü için dünyada ondan başka kimsem yoktu. Sık sık beni görmeye geliyor, bütün akşam benimle birlikte kalıyordu. Aslında evli olduğu için bu kadar sık gelmesine izin vermemeliydim. Fakat ona engel olacak gücüm yoktu.

Ne söyleyeyim size? Artık benim sevgilim olmuştu! Nasıl oldu bu? Biliyor muydum bunu ya da bilen biri var mıydı? Ortak aşkın dayanılmaz gücü, iki insanı birbirine ittiği zaman başka türlü olması mümkün mü sanıyorsunuz? Sevdiğim adamın yalvararak, göz yaşları içinde diz çöküp çıldırtıcı sözlerle, sevgiden coşarak dile getirdiklerine, sevdiğiniz adamın en küçük arzularını yerine getirerek onu mutlu görmek istemeye, şu dünyanın namus anlayışına uymak için bütün sevinç kaynaklarını kurutmaya ve umut kesmeye karşı sürekli mücadele etmenin ve sırt çevirmenin mümkün olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Mutluluktan vazgeçmek için, ne büyük güç ve fedakârlık ve hatta dürüstlük gerekir, öyle değil mi?

Sonunda Mösyö, onun metresi oldum; mutluydum. On iki yıl boyunca çok mutluydum. Karısıyla dost olmuştum. Bu benim, en büyük alçaklığım ve zayıflığımdır.

Oğlumu beraber büyütüyor, onu aklı başında bir insan gibi, düşünceli ve iradeli olarak yetiştirmeye çalışıyorduk. Oğlum nihayet 17 yaşına geldi.

O da, sevgilimi, neredeyse benim onu sevdiğim kadar çok seviyordu. Çünkü, o her ikimize de aynı derecede sevgi gösteriyor ve ilgileniyordu. Oğlum, sevgilimi "arkadaşım" diye çağırıyor, sonsuz saygı gösteriyor ve ondan hep namuslu, onurlu ve dürüst bir davranış görüyordu. Onu, benim eski ve sadık bir arkadaşım, ne bileyim işte, bir koruyucu ya da manevî bir baba olarak kabul ediyordu.

Küçüklüğünden beri bu adamı evin içinde, hep benim yanımda gördüğü ve bizimle sürekli olarak ilgilenmesine alıştığı için, oğlum belki de bu konuda kendisine hiç soru sormamıştır.

Bir akşam, üçümüz birlikte yemek yiyecektik. Bu, benim en mutlu olduğum anlardır. İkisini de bekliyor ve hangisinin eve önce geleceğini düşünüyordum. Kapı açıldı; gelen aşığımdı. Kollarımı açarak ona doğru ilerledim ve o da beni dudaklarımdan uzun uzun öptü.

Birdenbire bir gürültü, bir hafifçe dokunup geçme, başka birinin varlığını belli eden gizemli bir heyecan bizi titretti ve birden arkamıza dönüp bakmamıza neden oldu. Oğlum Jean, karşımızda ayakta duruyor, beti benzi atmış, bize bakıyordu.

O an, dayanılmaz bir şaşkınlık anıydı. Ellerimi oğluma doğru uzatarak, ona yalvarırcasına geri çekildim. Fakat göremiyordum onu; ortadan kaybolmuştu.


Yıldırım çarpmış gibiydik; konuşmaktan aciz, öyle karşılıklı bakakaldık birbirimize. Sonra koltuğa yığıldım; gecenin karanlığı içinde kaçıp gitmek, sonsuza kadar ortadan kaybolmak arzusu kapladı içimi. O anda bir annenin yüreğine düşen korkunç bir utanma duygusu, çaresi bulunmaz bir acının verdiği dehşetli bir heyecanla sinirlerim gergin, ruhum paramparça, hıçkırıklar boğazıma düğümlendi ve hüngür hüngür ağladım.

O ise, ürkmüş, şaşkına dönmüş, karşımda duruyor, oğlumun geri döneceği korkusuyla, ne yaklaşmaya, ne konuşmaya ne de bana dokunmaya cesaret ediyordu. Sonunda dayanamadı ve "Gidip onu arayacağım ve durumu anlatacağım. Zaten artık onun da bilmesi gerekir..." dedi.

Ve çıkıp gitti...

Bekledim... En ufak bir gürültüde yerimden sıçrayarak, korkudan irkilerek, şöminede yanan odunların çıkardığı seslerden dahi rahatsız olarak, sözcüklerle anlatamayacağım bir heyecanla bekledim.

Yüreğimde bilinmez bir korkunun, yaman bir sıkıntının büyüdüğünü hissederek, bir saat, iki saat bekledim. Hiç kimsenin, böyle anlar yaşamasını istemem. Jean neredeydi, ne yapıyordu acaba?

Gece yarısına doğru, sevgilim bana birisiyle bir pusula yolladı. Pusulada yazılmış olanlar bugün bile hatırımdadır:

"Oğlunuz döndü mü? Onu bulamadım. Bu saatte yukarı çıkmak uygun olmadığı için aşağıda bekliyorum" diye yazılıydı pusulada.

Ben de, kurşun kalemle, "Jean dönmedi, onu bulmanız lazım" diye yazarak kağıdı geri yolladım. Ve bütün geceyi koltukta oturup bekleyerek geçirdim.

Delirecektim neredeyse. Bağırmak, kaçıp gitmek, kendimi yerden yere atmak istiyordum. Hiçbir şey yapmadan, öylece hareketsiz bekledim. Nereye gidebileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Bütün çabalarıma, ruhumun çektiği acıya rağmen, hiçbir şey düşünemiyordum.

Şimdi de karşılaşmalarından korkuyordum Ne yaparlardı karşılaşsalar? Oğlum nasıl davranırdı? Korkunç duygular, ürperti veren varsayımlar parçalıyordu içimi.

Bunu iyi anlıyorsunuz Mösyö, öyle değil mi?

Ne olup bittiğini bilmeyen ve hiçbir şeyin farkında olmayan oda hizmetçim, hiç şüphe yok ki, çıldırdığımı düşünerek hep yanıma gelip gidiyordu. Her gelişinde, bir iki kelimeyle ya da bir baş hareketiyle geri gönderiyordum onu. Daha sonra, sinir krizi geçirdiğimi görünce doktor çağırmış...

Beni yatağa yatırmışlar, ateşim varmış. Nice sonra kendime geldiğimde, başucumda onu, sevgilimi... tek başına... gördüm. "Oğlum, oğlum nerede?" diye bağırdım. Cevap vermedi.

- Öldü mü? Oğlum kendisini öldürdü mü yoksa? diye kekeledim.

- Hayır, yemin ederim ki hayır, diye cevap verdi, fakat bütün çabalarıma rağmen onu bulamadım.

O anda birdenbire öfkeye kapıldım, çileden çıktım. Bilirsiniz, bazen insan, açıklanamayan, aptalca bir öfkeye kapılır. "O halde, dedim, eğer oğlumu bulamazsanız, siz de buraya gelmeyin artık. Beni bir daha görmenizi istemiyorum. Hadi, defolun gidin şimdi".

Gitti... Ondan sonra, ne oğlumu, ne de onu gördüm. Yirmi yıldır böyle yaşıyorum Mösyö. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz? Bu korkunç azabı, hem anne, hem de kadın olarak duyduğum büyük yürek acısını, bu berbat ve sonsuz... sonsuz bekleyişi anlayabiliyor musunuz?

Ama artık bitecek bu bekleyiş. Çünkü ölüyorum. Ne onu, ne de oğlumu yeniden göremeden ölüyorum! Sevgilim yirmi yıldır her gün bana yazdı; bense onu bir saniye olsun görmek istemedim. Çünkü, o buraya gelirse, tam o anda oğlum yeniden ortaya çıkacakmış gibi geliyordu bana! Oğlum... Oğlum! Öldü mü acaba? Yoksa yaşıyor mu? Nerede saklanıyor? Uzaklarda, belki de uçsuz bucaksız denizlerin ötesinde, adını bile bilmediğim çok uzak bir ülkede! Beni düşünüyor mu? Ah, bir bilseydi çocukların ne kadar zalim olduklarını! Anne sevgisinin bütün gücüyle sevdiğim oğlum, henüz gençliğimi yaşarken, son günlerime kadar sürecek ne korkunç bir işkencenin ve umutsuzluğun içine attığını, beni hangi korkunç acılara mahkum ettiğini anladı mı acaba? Söyleyin, ne zalimce bir şey bu, değil mi?

Bütün bunları söyleyin ona Mösyö, ayrıca şu son sözlerimi de iletin ona:

"Oğlum, sevgili oğlum, zavallı insanlara karşı bu kadar katı olma. Hayat zaten yeteri kadar sert ve acımasız! Sevgili oğlum, terk edip gittiğin günden beri annenin, zavallı annenin ne hale geldiğini düşün. Annen öldüğüne göre, affet ve sev onu. Çünkü o, cezaların en ağırını çekti..."

Sanki karşısında oğlu varmış gibi konuşuyordu. Soluk soluğa kalmıştı. Sonra yeniden başladı söze:

"Mösyö, sevgilimi bir daha hiç görmediğimi de söyleyin ona".

Yine sustu, sonra tekrar yorgun bir sesle konuşmaya başladı:

"Rica ederim artık gidin Mösyö, onlar benim yanımda olmadıklarına göre yalnız ölmek istiyorum"...

Avukat Le Brument devam etti:

"Baylar, ağlaya ağlaya dışarı çıktım. Öylesine ağlıyordum ki, faytoncu da şaşırmış; ne olduğunu anlamak için bana bakıyordu!

- Şunu da eklemeliyim ki, her gün buna benzer bir sürü dram yaşanıyor çevremizde...

Oğlunu bugüne kadar bulamadım... Siz ne derseniz deyin bu çocuk için; ben onun bir cani olduğunu düşünüyorum..." SELVİ ZAFEROĞLU..
MMDMR - avatarı
MMDMR
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1088
MMDMR - avatarı
Ziyaretçi
YEŞİM TAŞI

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. "Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı."

Diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.

Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış.
"İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın." Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.

Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:

"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1089
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Genç bir adam kendi kalbinin yörenin en güzel kalbi
olduğunu ilan etmişti.Onu görenlerde bunu
onaylamıştı.Birden kalabalığı tam ortadan yaran yaşlıı
bir adam genç adama doğru yürüdü ve :

"Ne için senin kalbin benim ki kadar güzel değil "dedi.
İste tam o anda kalabalık ve genç adam yaşlı adamın
kalbine doğru baktılar. Çok hızlı çarpıyordu fakat
içinde çok fazla yara ve zaten çok az kalan boşluklarda
çentikler vardı, onlarında üzeri keskin çentiklerle
dolu idi.Yaşlı adamın yaşlı kalbinin çok acı çektiği belli oluyordu

İnsanlar şaşırmıştı, yaşlı adam nasıl bu kalbin en
güzel kalp olduğunu söyleyebilirdi.

Genç adam gülerek "saka ediyor olmalısın" dedi yaşlı
adama" benim kalbim pürüzsüz mükemmellikte iken
seninki gözyaşları ve acılardan oluşmuş yara izleri ile dolu"

"Doğru" diye yanıt verdi yaşlı adam
" Senin kalbin mükemmel gözüküyor fakat ben asla yaşlı
kalbimi senle değişmem.O gördüğün her yara benim
sevgimi verdiğim bir kişiyi gösteriyor, onlara
kalbimin bir parçasını seve seve verdim onlarda
kendilerinden bir parçayı bana verdiler bu yüzden bu
parçalar benim verdiğim parçalara bazen tam uymadılar
ve üstünde yada köşelerinde pürüzler oldu fakat ben
onların her parçasını tek tek seviyorum , çünkü
onların her biri paylaşılan sevgileri , dostlukları
bana hatırlatıyor. Bazen de sevgimin ve dostluklarımın
karşılığını alamadım ,o kalbimin içindeki yara dolu
boşluklarda bu yüzden ucu kıvrık bıçak gibi ve oldukça
da acı verir, fakat hala bosturlar ve başka bir
kalplerinde bana sevgi ve dostluklarını
verebileceklerini böylece de bu boşlukları
doldurabileceklerini gösterir ve benim hala o umutla yasamamı sağlar.

Simdi söyle genç adam sence hangi kalp daha güzel ?"
Genç adamın gözleri sevgi gözyaşlarıyla dolmuştu Yaşlı
adama doğru yürüdü ve kalbinden genç ve güzel bir
parçayı dostça ona doğru verdi. Yaşlı adamın kalbinde
hala bir çok boşluk vardı.Yaşlı adam genç adamın
cömertçe verdiği kalbi dostlarının olduğu bölüme
yerleştirdi,üzerine çentikler attı ve yerine bir
güzel oturturdu. Genç adam kendi kalbine doğru baktı
artik eskisi kadar mükemmel ve pürüzsüz değildi ta kiii
yaşlı adam ona kendi kalbinden eski fakat güzel bir parça verene kadar.

Sonunda genç adam ve oradaki kalabalık gerçek kalbin güzelliğini anlamıştı.
Kalbi güzelleştiren onunla paylaşılan sevgi ve
dostluktu.İçinde sevgi barındırmayan ve taşımayan hiç
bir kalp gerçekten güzel olmazdı SEVGİ BAHÇIVAN...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Temmuz 2007       Mesaj #1090
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Delikanlı, saatlerdir genç bir kızın peşinden gidiyordu.Genç kız dayanamayıp arkasını döndü ve 'neden saatlerdir peşimden geliyorsunuz?' diye sordu.
-Sizi seviyorum.hem de canımdan çok seviyorum!
Genç kız:
-Bak benim arkamdan ablam geliyor.o benden daha güzel.benden sana hayır gelmez,sen ona git.
Delikanlı arkasını dönüp bakınca çok çirkin bir kızın geldiğini görüp sinirlenmiş ve genç kıza dönüp:
-Bana neden yalan söylediniz?
Genç kız:
-Asıl siz bana neden yalan söylediniz? Eğer beni yeterince seviyor olsaydınız dönüp arkanıza bakmazdınız,çünkü gözünüz benden başkasını görmezdi!!

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat