Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 106

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.622 Cevap: 1.812
YaKaMoZcuk - avatarı
YaKaMoZcuk
Ziyaretçi
11 Temmuz 2007       Mesaj #1051
YaKaMoZcuk - avatarı
Ziyaretçi

yeşildi her yer...yemyeşil...en sevdiği renkten..ve yeşil kokuyordu etraf..içine çekti bir nefeste yeşilin o insanın taa içine işleyen,onu sarıp sarmalayan samimi kokusunu...tıpkı onun gibiydi yeşil.onun gibi sıcak,onun gibi içten..onun da yanıp tutuşurdu içi sevdiklerini bağrına basabilmek,kucaklayabilmek için..ve istiyordu ki herkes böyle hissetsin.sırf bu sebepten herkes en çok yeşili sevsin..dağları,tepeleri,büyülü ormanları,uçsuz bucaksız çayırları kaplayan yeşili...bir annenin şefkatli kolları misali dünyayı kucaklayan yeşili..ilgilenilmediğinde sararıp solan,sevildiğini hissettiği vakit ise eskisinden de canlı bir halde geri gelen yeşili...
o hep ilgilenmişti yeşille,hep sevmişti onu..bir tutkuydu çünkü yeşil,onu görüp de vazgeçmek imkansızdı..görünce bu katıksız,bu cömert sevgiyi yeşil de vazgeçmemişti ondan,bırakmamıştı peşini,nankör değildi ki yeşil,olamamıştı da hiçbir zaman..bu yüzden sevmişti ya yeşili..sevginin rengiydi o,sevginin kıymetini bilenlerin..onun gibi sevgi dolu olanların..bencilliklerine yenilip sevgilerini kendilerine saklayanların değil,paylaşabilenlerin rengi.. bencil olamamamıştı hiç..hep istemişti;ama sadece 'istiyor olmak' yetmezdi ki çoğu zaman..ve çok isteyip de yapamamak bir şeyi..insanı en çok yaralayan da bu olsa gerekti.istemek hayal kırıklığı getirirdi beraberinde..biraz da pişmanlık.. hele hele bu istek az gidip uz gitmekle,dere tepe düz gitmekle ulaşılamayacak kadar uzaklardan,masallar diyarının derinliklerinden kopup gelen bir yürek çığlığıysa iş hepten zorlaşırdı..hayal kırıklığı pişmanlıkla karışır,arzulanana duyulan özlem ise çırpınır dururdu bu çaresizlik batağında...seni de sürüklerdi peşi sıra...batmaya başlardın yavaş yavaş...sürüklenirdin derinlere.taa ki bir el gelip çıkarana kadar seni bu bataklıktan...beklerdin..ne kadar zor olduğunu bilsen de beklerdin..kendi çaresizliğinin,kendi bozgunun bataklığına gömülmüş;çılgınca istediği şey ve o şeye sahip olamamanın yarattığı hayal kırıklığı arasında sıkışıp kalmış,aslında 'batak için de batak yaşayan' birini tekrar hayata döndürmek her yiğidin harcı değildir;bilirdin...işte bu çaresizlik çöktü mü bir kere içine,acısını iliklerine kadar hissettin mi,o büyülü yeşil bile kar etmezdi artık..eli kolu bağlanırdı..bencillikle karşı karşıya geldiği vakit ne yapacağını,nasıl davranacağını bilemeyecek kadar uzaktı ruhu ondan yeşilin..istese de olamazdı onun gibi...çaresizliğe çıkardı yolun sonu... hep şaşkınlıkla,kimi zaman da hasetle bakmıştı bencil olmayı başarabilenlere...uzak bir bakış..tüm yapabildiği bu olmuştu..ve her yenilgide yeni baştan söz vermişti yakın olmaya...bundan sonra başkaları için yaşamak yoktu,kendinden ödün vermek yoktu,başkalarının mutluluğu için kendini feda etmeyi seçmek de! başından geçenleri düşündü sonra bir bir..bu kadar ağır şeyler miydi ki yaşadıkları?altında ezilecek kadar,gücünü tüketecek kadar ağır ve acı mıydı?duraksadı…eskiden olsa hiç düşünmeden ‘evet’ derdi..ama şimdi..asıl cevabın ‘evet’ olmadığını biliyordu.eğer cevap bu değilse geriye tek bir seçenek kalıyordu:hayır..ama yok, bu da değildi..aslında ‘belki’ demek en doğrusu olacaktı.çünkü hak etmediği şeyler yaşamıştı,bu inkar edilemez bir gerçekti.başkalarını kırıp üzmekten,acıtmaktan ödü koparken,onların kötülüklerine maruz kalmıştı..evet ve hayır’ın ortasında kalmış,kendisinin bile bir ad koymayı başaramadığı şeylerdi yaşadıkları..bilemezdi ağırlığını..tek bildiği onu acıttığıydı..şiddetiyse belirsizdi,bir ‘belki’ydi.. hiç sebepsiz düşmanlıklar,nefret,yalan,ikiyüzlülük…ve tüm bu siyahın içinde bir kadın,yeşiller içinde..peki siyaha hangi renk karşı koyabilmiştir bugüne kadar?hangi renk solmamıştır üstüne atılan siyah bir çizikle?her çizikte benliğinden bir şeyler kaybetmemiş midir?ve her şey bittiğinde kendi renginin tanınmaz hale geldiğini,alacalı bulacalı da olsa siyahın baskın olduğu bir renge dönüştüğünü görmez mi?ve biz bilmez miyiz kaybettiğimiz rengi geri getirmenin bir yolunun olmadığını,denesek de elde edeceğimiz tek şeyin o rengi daha da siyahlaştırmak olduğunu?boyamıza bulaşan siyah gibi bulaşır ruhumuza da kötülükler,rengimizi çalar bizden..acıtır içimizi.. korkmuştu siyahtan,siyahın içinde kaybolmaktan..boyun eğmişti bu yüzden..hiç denememiş bile olsa sonucu tahmin edebiliyordu.yorgunluğu,bu kendiden bezmiş hali de bundandı..bilmenin verdiği bir yorgunluktu bu belki de ..acıyı da,sevgiyi de,mutluluğu da,hüznü de tatmış olmanın..yeşili ve siyahı bilmenin..biliyordu çünkü,bir şeylerin farkında olmadan yaşamak en kolayıydı ve de en acısızı..her şeyi bilmekse en tehlikeli olandı hiç şüphesiz.bilinenlerin içinde boğulmak,kendini yitirmek de vardı işin sonunda..hem herkesin her durumu,her olayı aynı yüreklilikle göğüslemesini beklemek de saçmalıktan başka bir şey olamazdı..zaten bu yüzden değil miydi yaşadıklarının şiddetini bilemeyişi?herkes için ‘belki’ olan cevap,bütün her şeyi yaşayan o olmasına rağmen,onun için de aynıydı.yarın daha büyük bir sorunla karşı karşıya geldiğinde tüm bu yaşadıklarının basitliğine gülmeyeceği ne malumdu? bir kere daha çekti içine yeşili..ve gülümsedi..bir şey fark etmişti:siyahın içinde kaybolmadığını! aynı anda hem yeşil,hem de siyah olabildiğini..yeşil hala gülümsetebiliyorsa onu,huzur veriyorsa ona yine,demek ki siyah sandığı kadar baskın değildi…siyahı yenmek elindeydi..evet,siyahı yeşile çeviremezdi artık,ama o sayfayı yırtıp,ardındaki tertemiz sayfayı yeşil yapmak hiç de zor olmasa gerekti.yeşiline sahip çıkmanın verdiği hazla gülümsedi,kocaman bir gülüştü bu..coşku dolu ve güçlü..bu gülüşün onu isteği yere götüreceğini biliyordu..bencillik değildi ihtiyaç duyduğu şey..güçlü olmak gerekirdi bazen,hayatı yenebilecek cesarete sahip olmak,sonradan pişman olmamak için gerekliydi bu..tüm gücünü toplayıp,başka bir yol izleyecekti yeniden mutlu olabilmek için..ve mutluluk yeşildeydi..ve o yeşildi..yeşilin gücü her şeyi silmeye yeterdi,siyahı bile.. hiç tereddütsüz,onu bekleyen ağaçlarla kaplı yola doğru başladı yürümeye..yeşilin en güzeline,ormana doğru… ‘’ormana gittim, çünkü bilinçli yaşamak istiyordum hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak için… ve ecel geldiğinde fark etmemek için aslında yaşamamış olduğumu…’’

Sponsorlu Bağlantılar
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
12 Temmuz 2007       Mesaj #1052
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
ahekiparlmcasenizledimva9() genç kızın birinci mektupu ()
Merhaba askim.Suan odamdayim ve seni düsünüyorum.Aklima sen geldin ve yaziyorum.Bugün 3 Aralik Cuma sasirdin degilmi askim.Yillar geçti ama yine ben seni seviyorum.Belkide kaç Aralik geçirecegim sensiz.Sen yüregimde,canimda,kalbimdesin.Sakin kizma askim,Bu mektubu okuyunca seni ne kadar çok sevdigimi anlayacaksin.Sakin mektubu okumadan yirtma askim.Hiç olmazsa seni sevdigimi düsün.
Sponsorlu Bağlantılar
Arkadaslarina;
Beni delice seven bir kiz var.Ben onu sevmesemde o beni seviyor.Benim için ölür.Ben onun ilk askiyim.Karsiliksiz yasadigi aski kagitlara dökmüs.Her gece benim için agliyor adima siirler yaziyor dersin askim.
Iste bunlari söyle askim.Inanmazlarsa mektubu göster.Herkes bilsin seni sivdigimi.Artik utanmiyorum,korkmuyorum.Baskasinla beraber oldugunu biliyorum.Ve sana son olarak sunu söylüyorum.
"istesende istemesende ölene dek sene sevecegim askim"

() genç erkeğin ilk mektupu ()
Bugün 5 Aralik.Sen bana "askim"dedin.Ama ben sana demeyecegim.Çünkü hiç bir zaman askim olamazsin.Sana ettigim bir teklifle seni sevdigimi sandin.Ben kimseyi sevmem kizim.Seninle ilgilendiysem bu seni seviyorum anlamina gelmez.Bana mektup yazman büyük cesaret.Beni sevdigini biliyorum.Ama bu senin suçun.Sana ümit vermedim.Ne kadar da cesaretlisin.Hemen bana baglanmissin.Ne de olsa ilk askinim degil mi?Çok komiksin."Ask" diye bir sey yoktur.Bunu bilmelisin.Seni sevecegimide bekleme.Beni unut.Mektubuna cevap yaziyorum diye ümitlenme.Sunu kafana sok.Seni sevmedim,sevmeyecegimde.Bu yazdiklarimdan sonra beni unutursun heralde.Duydum ki sikintidan sigaraya baslamissin.Sigara içmen çözüm degil.Ne yaparsan yap hayaline kavusamayacaksin.Sana son sözüm beni unut ve herseyi bitir.

() genç kızın ikinci mektupu ()
Merak etme askim.Senin dedigin olacak.Herseyimle beraber seni de bitirecegim.Artik seni rahatsiz eden biri olmayacak.Sonkez bir sey istiyorum senden.Sana gönderdigim bu mektupla beraber defteride oku.Sonkez bunu yap.Sana yazdigim siirleri,hayalinle agladigim o geceleri ve adina yazdigim defteri sonkez oku.
Okuda seni gerçekten sevdigime inan.Dönüsü olmayan bu yolda pes etmeyecegim.Seninde dedigin gibi herseyi bitirecegim.Ama seni unutacagimi aklindan çikar.Bunu bana kimse yaptirmadi ve sende yaptiramazsin.Seni unutamam askim.Sana sonkez "askim"diyorum.Senin için önemli olmasada.
ELVEDA ASKIM.

() genç erkeğin ikinci mektupu ()
Bugün 7 Aralik.Merhaba "askim".Bak sana "askim" diyorum.Çünkü artik seni seviyorum.Bana gönderdigin defteri okudum.Ve sevgine hayran kaldim.Anladim ki ben ancak seni sevebilirim.Çünkü beni senden fazla seven biri olmaz.Hep benden duymak isterdin "seni seviyorum" kelimesini.Iste söylüyorum ve "seni seviyorum askim".
Mektubu okuyunca sasiracaksin.Ama çok sinirleneceksin.Ilk mektubuma aldirma,beni bu kadar çok sevdigini bilseydim..........neyse bosver bunlari.Bana hemen cevap yaz.Sen bana "elveda"^dedin ama ben sana "benimle evlenirmisin" diyorum.Çünkü biliyorum ki hayatinda duymak istedigin ilk söz bu.Seni seviyorum askim cevabini bekliyorum.

() genç kızın arkadaşının yazdığı mektup ()
Merhaba genç erkek.Ben mektup yazdigin kizin en yakin arkadasiyim.Sana söylemek istemizdim ama "seni seviyorum" dedigin kiz yok artik.Onu iki kez öldürdün.Birincisi yasarken,ikincisi gerçekten öldü.O kiz 5 Aralik'ta intihar etti.Son mektubunu okumadan.Sana ancak sunu söyleyebilirdi;
"SON PISMANLIK FAYDA ETMEZ"

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Temmuz 2007       Mesaj #1053
arwen - avatarı
Ziyaretçi
ölümüne sevmek


Hayatımdaki her şey onu tanımamla değişti tanıştığımız gün bile beni dünyamı ters döndürecek kadar etkilemişti. Onu o kadar beğenmiştim ki hep onun gibi birini hayal etmiştim esmer uzun boylu ve de gözü kara insana güven veren bir tarafı vardı ilk tanıdığım gün güvenimi kazanmıştı diyeceksiniz ki nasıl olur insan daha ilk gün tanıdığı insana bu kadar güvenir mi ama bende nasıl olduğunu anlamamıştım ilk günden ona güvenebileceğimi hissetmiştim bakışlarından anladığım kadarıyla sanırım o da benden etkilenmişti küçük küçük sohbetlerle arkadaşlığa başlamıştık başlamamızla hayatımı alt üst edecek ve beni yıkacak o gerçeği öğrenmiştim evliydi bu kişi olamaz yaaa neden …
Evli olduğunu öğrendiğimde iş işten geçmişti ona çoktan aşık olmuştum ne olmuştuda ben bu insana ölürcesine aşık olmuştum . heömde hayatımdan geleceğimden vazgeçecek kadar ona duyduğum aşk o kadar büyüktü ki onun evli olduğu gerçeğini hayatımdan silmeme sebep olmuştu aradan 3,5 yıl gibi büyük bir zaman geçmiş ve eşi tüm her şeyi öğrenmiş ama ne hikmetse hiç sesini çıkarmamış ve aksine normal karşılamıştı bu onun daha cesaretli olmasına yol açmış ve artık her şeyi korkusuzca yapmasına yetmişti benimle o kadar ilgileniyordu ki anlatamam resmen artık ona bağımlı hale gelmiştim arada canım sıkılsa ona bu olayın yanlış ve bitmesi gerektiğini söylediysem de hiç aldırış etmemiş biterse kendine zarar vereceğini yaşayan bir ölüye döneceğini söyleyerek beni vazgeçirmişti ve biliyordum ki dediğini yapardı. Aradan birkaç ay geçmişti duyduğum bir haberle hayatım altüst olmuştu sevdiğim insan ağır bir kalp krizi geçirmişti ve hastaneye kaldırılmıştı arkadaşlarından öğrenmiştim bu olayı neden Allah’ım neden bu olmamalıydı ona olmamalıydı benim ömrümü ona ver yeterki yaşasın diye ne dualar etmiştim. Olayı duyduğum günden beri iki gün geçmişti ve onu görme arzuma karşı koyamıyordum onu görmeliydim arabama atladığım gibi onu görmek için yola çıktım sürekli hayali karşımdaydı ve kafam ,yüreğim onunla o kadar meşguldü ki kırmızı aşıkta geçtiğimi fark edememiştim hatırladığım tek şey karalığın için de uçtuğum ve hala karşımda sevdiğim insanın hayali ama bu sefer farklıydı gördüğüm hayali bana gitme diyordu ne olur gitmeeeeee…
Kendime geldiğimde boş ve loş bir ışığın hakim olduğu yerde yatıyordum ama hiç bir şey hissetmiyordum o an bir ürperti duydum tüm bedenim sarsılmıştı birisi vardı bir varlık göremediğim duyamadığım ama hissettiğim biri ve ya bir şey anlatamıyorum..
Hissettiğim o şey yüreğimde ki büyük aşkın hürmetine ve sürekli ömrümün sevdiğim insana verilmesi için dua ettiğim den dolayı son bir kez uğruna hayatımdan vazgeçtiğim ve sevdiğim insanı görmeme izin verildiğini söyledi. Ne kadar sevinmiştim sevdiğim insanı görecektim ama..! neden son kez demişti niye son kez görecektim onu diye düşünürken her şey bir anda aydınlandı her şey film şeridi gibi kafamdan geçmeye başladı ben ölmüştüm evet ölmüştüm..
Ama olsun sevdiğim insan yaşıyordu yaaa öne mli olan buydu içimdeki ses gözlerimi kapamamı söyledi gözlerimi açtığımda sevdiğim insanın hastanede yattığı odanın kapısının önündeydim. Kapıyı tıklatarak içeri girdim eşi de dahil olmak üzere sevdiğim insan ve herkes şaşırmıştı ben girince odada bulunan misafirler dışarı çıktı sadece eşi ben ve sevdiğim insan vardı hiç bir şey düşünmeden doğruca sevdiğim insanın yanına gittim ve yatağının yanında diz çöktüm bana biraz şaşkın biraz mutlu ve en çokta özlemle baktığını hissedebiliyordum nasıl olduğunu sordum iyiyim diyebildi kekeleyerek sonra kendini biraz toparlayarak.
-Burada ne işin var ne cesaretle gelebildiğimi sordu ama ben cevap vermeden sorduğu soruyu kendi cevapladı beni bu kadar çok mu seviyorsun diye ..?
-Bende evet hem de her şeyden vazgeçecek kadar dedim..
ve o an ağlamaya başladım bana büyük bir şaşkınlıkla baktığını görebiliyordum..
-Ne oldu neden bana öyle bakıyorsun dedim.
-Gözlerinden yaş yerine kan geliyor dedi. gözlerini eşine çevirdi eşi belkide ilk kez sevdiğim insanın dediğini gözlerinden anlamıştı sanki hiç bir şey demeden gördüklerinin şaşkınlığıyla odadan çıktı..
sevdiğim insanla nihayet baş başa kalmıştım onu o kadar özlemiştim ki doyasıya bakıyordum gözlerine bir daha göremeyeceğimi bile bile .
-Artık gitmeliyim dedim
-Neden .? lütfen gitme bak her şey çözüldü her şey çok güzel olacak gitmene gerek yok dedi.
-Gitmem gerekli aşkım tek isteğim son kez seni görebilmekti gördüm ve çok mutluyum lütfen kendine çok iyi bak ve beni asla unutma olurmu dedim.
ve konuşmasına fırsat vermeden alnına yürekten bir öpücük kondurarak odadan çıktım.kapı önünde eşi meraklı gözlerle bekliyordu ona dönerek sevdiğim ve uğruna her şeyden vazgeçtiğim insana iyi bak onu üzdüğünü hissedersem diğer tarafta iki elim yakanda olur dedim ve oradan ayrıldım..
sevdiğim insan olanlardan hiçbir şey anlamamıştı eşi de ne olduğunu sormuyor konu hakkında hiç konuşmuyordu …
sevdiğim insan tüm her şeyi bir gün sonraki gazeteden öğrenmişti çünkü gazetede kırmızı ışıkta geçen bir taksiye kamyonun çarptığı ve taksideki bayanın hayatını kaybettiği yazıyordu…

RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Temmuz 2007       Mesaj #1054
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Fincan ve Kahve

İs yasaminda önemli yerlere gelmis bir grup eski mezun arkadas grubu üniversitedeki hocalarindan birini ziyarete gitmis.

Cesitli konular konusulduktan sonra sohbet, isin yarattigi strese ve hayatin zorluklarina gelmis. Yasli üniversite hocasi ziyaretcilerine kahve ikram etmek üzere mutfaga gitmis ve degisik boy, renk ve kalitede bir cok fincanin bulundugu bir tepsiyle geri dönmüs.

Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam,kimi plastik olan fincanlari ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarini söylemis. Tüm eski ögrenciler kahvelerini alip koltuklarina döndügünde hocalari onlara sunu söylemis:

"Farkina vardiniz mi bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahali fincanlarin hepsi alindi, masada yalnizca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldi.

Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama iste bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni.


Hepinizin istedigi fincan degil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldigi fincanlari gözleyerek daha iyi olan fincanlari almaya ugrastiniz.


Yasam kahveyse, is, para ve mevki fincandir. Bunlar yalnizca Yasam'i tutmaya yarayan araçlardir, ama Yasam'in kalitesi bunlara göre degismez.


Bazen yalnizca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çikarmayi unutabiliyoruz."
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
14 Temmuz 2007       Mesaj #1055
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Yaşanmış Bir Sevda Masalı


“Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biribirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler biribirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş…

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hisesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa.. topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve tanrı heykelleri gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biribirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terkedip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler…

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.br>
Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini… Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağacların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çicekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yurek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler…

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe cangülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Herşeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biribirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere....

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara bu iki çiçeğin, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar biribirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin xxxxnda ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir.

Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler…

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide...
eSTeL - avatarı
eSTeL
Ziyaretçi
14 Temmuz 2007       Mesaj #1056
eSTeL - avatarı
Ziyaretçi
Küçük bir çocuğun duygu yüklü hikayesi.


Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek:

Küçüüük!... diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun?

Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, tek kelimeyle dökülüyordu. Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra :

Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine uyacak mı?

Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonra da şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonrada dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama her zaman hasta dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu işe bir kere bile itiraz etmemişti.

Şimdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala... Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki herbir cep, en az elli misket alabilirdi.

Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek: Elbiseleri torunuma alıyorum dedi. Kendisine sürpriz yapacağım için, onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı da...

Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi. Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu işten sıkılmıştı.

Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı. Arkadaşları: Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın.

Çocuk, inci gibi yaşlar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken: Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.

ASLINDA HER YAŞTA AMA FARKLI ŞEKİLLERDE HEP BİRİLERİ TARAFINDAN KANDIRILIP SONRA DA BİR KENARA FIRLATILMADIK MI??

İŞİMİZDE - AŞKTA - DOSTLUKTA - ARKADAŞLIKTA - BELKİ DE AİLEMİZDE... KİMİN UMURUNDA -BİR BAŞKASININ- DUYGULARI, HİSSETTİKLERİ VEYA KANDIRILMASI, GÖZYAŞLARI YA DA KALP KIRIKLIKLARI, BÜTÜN BİR ÖMÜR BOYU KALAN İZLER ?? NE YAZIK Kİ HİÇ KİMSENİN...

KEŞKE.... KEŞKE... FARKLI OLABİLSEYDİ HERŞEY... BİRAZ DAHA İNSANCA, BİRAZ DAHA HASSASCA, DÜRÜSTCE VE BİRAZ DAHA YÜREKLİCE...
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
14 Temmuz 2007       Mesaj #1057
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
AFFETMEK
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: 'Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 'O zaman' der öğretmen. 'Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin' öğrenciler bunu da yaparlar.
Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır.
Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: 'Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.' Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine 'Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: 'Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.'
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 'Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.' 'Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?'
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 'Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
14 Temmuz 2007       Mesaj #1058
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
GEL KENDİNİ ÖZLETMEDEN

Sabahın ilk ve en güzel saatlerinde uyanmıştı. Yanında yatan ve horlayarak uyuyan adama baktı iğrenerek. Nasıl evlenmişti bu adamla, nasıl düşmüştü bu hataya. Dün gece yine eve sarhoş gelmişti kocası. Leş gibi alkol kokan vücudunu genç kadının yanına uzatıp yatmış ve sızmıştı. Kocası bir psikologdu fakat kendi psikolojisini bir türlü düzeltemiyordu. Hırçın, pervasız, alkol bağımlısı bir adamdı. Genç kadın sessizce yataktan süzülüp banyoya gitti. Aynada gördüğü yüzüne bakınca içi ezildi. Çökmüştü adeta, eski güzelliğinden eser kalmamıştı. Aynadaki yansımasını izlerken dalıp gitti uzaklara. Tüm suç kendisine aitti, bu yolu kendi seçmiş, bu sonu kendi hazırlamıştı.

Tıp fakültesinde okuduğu yıllarda bir gençle tanışmıştı. Aynı üniversitenin tiyatro bölümünde okuyan bu genç çevresinde çok seviliyor tüm kız öğrencilerin dikkatini çekiyordu. Yakışıklı, espritüel ve çekici olması kızların rüyalarını süslemesi için geçerli bir sebepti. Ama o genç adam sadece o nu aldı rüyalarına. Bir arkadaş toplantısında tanıştılar ve sevdiler birbirlerini. Flörtleri tutkulu bir aşka dönüştüğünde okulları bitmek üzereydi. Genç kız birkaç ay sonra doktor olacaktı, sevdiği adam ise tiyatro oyuncusu. Aşkları üniversitede bir destan misali anlatılıyor, Leyla ile mecnun sevdaları unutulmuş sadece onların aşkı konuşuluyordu. Çok geçmeden diplomalarını alıp mezun olduklarında ayrılıklarını başlatan olaylar zinciri start vermişti. Genç kızın tayini ülkenin bir ucunda bir sağlık ocağına çıkmış, sevdiği adam ise hayallerini gerçekleştirmek üzere yurt dışına çıkmıştı. Bağlarını hiç kopartmadılar, sevdalarını yollara ezdirmeden devam ettirdiler. Hasretle geçen birkaç yıldan sonra tekrar buluştular başkentte. Genç adam sevdiği kadına her kadına nasip olmayacak şekilde evlenme teklif ettiğinde genç adeta bulutlara uçuyordu. Olaya ailelere intikal ettiğinde ise ayrılık bombasının fitili ateşleniyordu. Genç kızın babası ülkenin önde gelen tıp adamlarından biriydi ve kızının bir tıp adamıyla evlenmesinden yanaydı. Fakat genç kız kararlılığını devam ettiriyor sevdiği adamla evlenme isteğinden vazgeçmiyordu. Ailenin en sevdiği ferdi olan halası bir akşam yemeğe davet etti genç kızı. Yemek sonrası halasıyla yaptığı sohbet yılların birikimi sevdalarını yok etmeye yetmişti. Kariyerini düşünmeliydi, macerayla yaşanacak bir ülkede değillerdi ve hayat zordu. Ve kaçınılmaz son gerçekleşmiş ailesinin çabaları Muaffak olmuştu. Sevdiği adamın evlenme teklifini reddederek yakın aile dostlarından birinin oğlu olan psikolog doktorla evlenmeyi kabul etmişti. Evlendikleri günden bu yana geçen beş yılda her gün pişman oldu verdiği karara. Ama iş işten geçmişti artık. Sevdiği adam yurt dışında önemli bir sanat adamı olmuş, ülkeye her geliş gidişi basında yer bulmuştu. Genç kadın ise kocasının alkol problemleri yüzünden cehennem hayatı yaşamış ve sevdiği adamın hasretiyle yaşamıştı. Aynada yansıyan gözlerine bakarak birkaç kelimelik bir cümle döküldü dudaklarından ‘’ seni bir kez görebilsem; öyle özledim ki seni; gel kendini özletmeden’’
Birden irkilerek saate baktı, hastaneye geç kalmıştı. Bu gece acil serviste nöbeti vardı. Önce vizite yapıp yatan hastalarını kontrol edecek akşam ise acil serviste yorucu bir gece yaşayacaktı.

Koşar adımlarla çıktı evden. Hastaneye varana kadar sevdiği adamı düşündü. Özlemişti ve küllenen aşkı evliliği kötü gittikçe alevleniyordu. Keşke şuan yatak odasında yatan kocasının yerinde sevdiği adam olsaydı, hayat bu kadar çekilmez olmazdı belki. Hastaneye varır varmaz işe koyuldu. Akşama kadar yatan hastalarını ziyaret etti, onların sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Akşam yemeğinden sonra acil servise indi. İçinden bir ses sakin bir gece olacak diyordu. Düşündüğü gibi oldu. Sabahın üçüne kadar fazla bir yoğunluk olmadı. Bir trafik kazası yaralısı ile iki kalp krizi vakası gelmişti. Diğerleri ise ufak tefek olaylardı. Sakin bir gecede olsa yorulmuştu. Kahve makinesinden aldığı bir bardak kahveyle dinlenme odasına gitti. Uyumak istese de aklındaki düşünceler buna müsaade etmiyordu. Nöbetlerin en sevdiği tarafı kocasından uzak kalıyor olasıydı. Dinlenmeye çekildiğinde pişmanlıklarını özgürce yaşayabiliyor, kendi acısıyla kendi yarasını tedavi ediyordu. Yine öyle oldu; sıcak kahvenin buharını izlerken yine daldı gitti uzaklara. Sevdiği adamı düşündü yeniden,şu an neredeydi acaba, evlenmiş miydi, unutabilmiş miydi sevdalarını. Belli belirsiz hayaller ve düşünceler arasında uyuklamaya başladığı anda dudaklarından belli belirsiz bir cümle döküldü; ‘’ gel kendini özletmeden ‘’

Sıçrayarak uyandığında kapı sertçe vuruluyor herkes ona sesleniyordu. Trafik kazasında yaralanmış birini getirmişlerdi ve durumu ağırdı. Kazanın şiddetinden göğüs kafesi parçalanan hastayı gördüğünde kanının donduğunu hissetti. Kırılan kaburgaların akciğerleri
parçaladığı belliydi. Genç kadın yüzü kan içindeki hastanın dudaklarındaki gülümsemeyi gördüğünde belki de hayatının en büyük şokunu yaşıyordu. Sevdiği adam önündeki sedyede kanlar içinde yatıyor ve son nefesini vermek üzereyken bile ona sevgi dolu gözlerle bakıyordu. Günün başladığı andan itibaren hasretinin acısıyla sarsıldığı genç adam şuan önündeki sedyede son nefesini vermeye çalışıyordu. Genç adam son bir hamleyle kanlı ellerini sevdiği kadına uzattı. Genç kadın şok halinde tuttu sevdiği adamın elini. Genç adam kendine doğru çekti genç kadını ve nefes borusundaki son nefesini verirken küçük bir cümleyle veda etti. ‘’ sana geldim sevgilim ‘’
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
15 Temmuz 2007       Mesaj #1059
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
İmkansızdık

Sen; içinde baharı gizleyen kışımsın benim...

Ve biliyorum ki o baharın güneşinde tenim esmer olmayacak hiç. Bana susmak
düşecek, payıma kilitlenmiş bir yürek kalacak. Kaderi önceden belirlenmiş
konuşmalar, paylaşmalar, bakışmalar olacak. Bir yerde aykırılığım tutup sarılsam
da içimde sana, sen bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin...

Git diyorum sana, kalma yüreğimde, bu kadar özleteceksen kendini. Bir bakış;
gözüm gözüne değiyor; hissediyorum... Gitme diyorum. Kal geldiğin yerde. Ne
gitmelerin bitiyor; ne de benim sana kal demelerim...

Hangi aralıkta girmiştin içime anlamadım. Tüy gibi hafif, usul usul inivermiştin
yüreğime. Kabullenemedim önce. kocaman yalanlar söyledim kendime. Ben dışımda
tutmaya çalışırken seni, meğer içerde hakimiyetin çoktan başlamıştı. Kuşatmıştın
dört yanımı; ve kendim için çok geçti. Yerle bir olmuştu her şey. Olmazsa
olmazlarım; ilkelerim, yargılarım...

Nasıl bir şeydi, bu beni böyle yağmalayan. Şimdi karşı durmuyorum Sana, nasılsa
buluyorsun bir yolunu ve sarmalıyorsun içimi dışımı. Ayak seslerini duyuyorum
hangi yöne gittiğini bilemeden. Ben yaşanmış bir aşkta eski yaralarıma
yanıyorum, Sen yaralarına benden sevda sürüyorsun. "Belki"lerden,
"ihtimal"lerden, "keşke"lerden medet umuyorum, Senin belki de yabancısı olduğun
düşler büyüterek...

Ben, suretine değil, aslına dokunma ihtimallerinde mutlu oluyordum.
Ben seninle, aynı coğrafyada yaşayabilme ihtimalinden huzur buluyordum.

Şimdi, bilinci küflerinden kurtulmuş bir yürekle, süresi diğer aşklardan çok
daha uzun olacak bir aşkın ömrünü anlatıyorum, Sana dair yazılanlarda...

Şimdi, bir sayfa dolusu cümlelerle; bir imkansızlığın mucizeye dönüşünü
anlatıyorum...

Şimdi, bozgun sonrası imkansız bir zafer kazanan bir orduyum, bir yenilgide
zafer ne kadar anlam taşıyorsa o kadar anlamlaşıyorum...

Şimdi ben, dağıldıkça kurulan yeni düşlerde Sana bakıyorum… Umut; hep var olacak
çünkü...

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
15 Temmuz 2007       Mesaj #1060
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Keloğlanın ak saçlı anası bir gün yolda bir beş kuruş bulmuş. Ana oğul çok sevinmişler, bu parayı ne yapacaklarını günlerce düşünmüşler. Onlar için büyük bir paraymış bu. Keloğlan bir at almak istiyormuş. Anası ise bir eşek alınmasından yana imiş. Hem de dişi eşek. Dişi eşek yavrular, sonradan birçok eşekleri olur diye tasarlıyormuş. Bir ara, “kaval alalım!” diye tutturmuş Keloğlan. Anası: En iyisi bir çiftlik alalım!” demiş. “Ama bütün bunlar bir beş kuruşçuğa alınır mı” diye akıllarından bile geçirmemişler.

Güneş bütün karanlıkları aydınlığa kavuşturur, sabah olup, geceleyin konuştuklarını anımsayınca, ana oğul gülmüşler de gülmüşler... En sonunda, beş kuruşla bir olta almayı kararlaştırmışlar. Keloğlan hemen çarşıya koşmuş, bir olta alıp gelmiş. Oradan da doğru ırmak kıyısına... Keloğlan her gün birkaç balık tutuyormuş. Onları da götürüp pazarda bir güzel satıyormuş. Bu parayla ekmek, peynir, helva alıp karınlarını doyuruyorlarmış. Eve her gün para girdiği için ana oğul sevinçlerinden uçuyorlarmış. Keloğlan bir gün büyük bir balık tutuncaya dek sürmüş bu sevinçleri.

Çok büyükmüş bu balık. Bakmaya doyulamayacak kadar da güzelmiş. Keloğlan’ın balık tuttuğu yer de padişahın sarayına çok yakınmış. Padişahın dünya güzeli kızı, Keloğlan’ı izliyormuş. İzlemekle kalsa gene iyi! Keloğlan’ın kel kafasına durmadan şeker atıyormuş. Şekerler, mermerden sert bu kafada atak tak” diye ötüyormuş. Bu sesi duydukça, padişahın kızı gülmekten katılıyormuş. Keloğlanın canı acıyormuş ama, bir yandan da düşünüp duruyormuş: Aptal mı bu kız, güzelim şekerleri yiyeceğine, tak tak benim kafama atıyor? Bir iki şekeri yerden alıp cebine de koymuş Keloğlan, ama bu işe çok kızmış.

Neyse, işçi işinde gerek, koskoca balığı güç bela taşıyarak pazara gelmiş. Balığı gören, yanından ayrılamıyormuş Keloğlanın. Herkes elini sürüyormuş balığa. Aman ne güzel balık,” diyorlarmış, “pulları da sanki altından!” En az veren, yirmi beş kuruş veriyormuş balığa. Daha dün dört balığa on kuruşu çok görenler, bu balığa nasıl yirmi beş kuruş verir diye düşünüyor, açıkçası, bu işe çok içerliyormuş. Keloğlan, kendisiyle alay edildiğini sanıp içten içe öfkeleniyormuş. Balığı almak isteyenleri ise, Keloğlan’ın öfkesini, parayı az bulmasına bağlıyorlarmış. Bunun üzerine kimi elli, kimi altmış, kimi seksen kuruş verip almak istemiş balığı. Hele biri, bir tek balığa yüz kuruş verince, Keloğlan öfkeden delirecekmiş. “Satmıyorum bu balığı” deyip evinin yolunu tutmuş. Koca balığı gene üç bela taşıyarak eve gelmiş. Anası, Keloğlan’da bir tuhaflık olduğunu hemen anlamış:

“Hayrola Kel Ağa, bu ne hal böyle, balığı neden satmadın?”

“Benimle alay ettiler! Güle güle fiyatı hep yükselttiler. Belki yüz para verselerdi, balığı satacaktım; ama böylesi çıkmadı.”

Anası gülmüş:

“Bu balık çok güzel bir balık. Seninle alay etmemişlerdir. Demek ki gene huyun tuttu. Neyse, nasıl olsa daha paramız var, bu balığı da biz kendimiz pişirip yiyelim. Hadi, ırmağa götür,güzelce yıka da gel.” Demiş.

Keloğlan, balığı sırtına almış, ırmak kıyısına gelmiş. Balığın karnını yarmış, başını keşmiş. İçini temizlerken eline sert bir şey dokunmuş. Aaaa!.. Balığın karnında bir tas! Tasın üzerindeki yosunları hemen temizlemiş. Tas pırıl pırıl yanmaya başlamış. Keloğlan’ın gözleri kamaşmış. Tası suya batırınca ne görsün! Tasın içindeki su, altın oluvermiş, ırmağın dibine dökülmüş. Keloğlancık şaşakalmış. Başından çok şey geçmiş ama, böylesini hiç görmemişmiş. Tası doldurup doldurup boşaltmış. Tam bu sırada omzuna bir el dokunmuş. Keloğlan dönüp bakmış ki, sabahleyin, kafasına şeker atan kız! Padişah kızı!.. Kız tatlı tatlı gülümsüyormuş. Öylesine de güzelmiş ki kız, aya sen doğma ben doğayım diyormuş sanki. Keloğlan’a, gülerek:

O tası bana verir misin?” Keloğlan hiç aldırış etmemiş. Gözü nü de kızdan ayıramamış. “0 tası bana verirsen, ne dersen yaparım; nereye dersen, arkandan gelirim.” Demiş kız.

Padişahın kızı, sanki sabahleyin kendisiyle alay eden, koca şekerleri tak tak kafasında öttüren o kız değil! Dur,” demiş Keloğlan, “Şu kıza bir kel oyunu oynayayım da görsün, el mi yaman Keloğlan mı yaman!” Kıza dönmüş:

Gel öyleyse ardımdan!” demiş.

Keloğlan önde, padişahın güzel kızı arkada, bağları bahçeleri geçmişler. Görenler, padişahın kızını kınamışlar. “Utanmadan, bir çulsuz Keloğlan’ın ardına takılmış gidiyor, yazıklar olsun senin sultanlığına diyorlarmış. Kız ise, Keloğlanın kendisini kaçırdığını sanıyormuş. Ağaçlık bir yere gelince Keloğlan durmuş. Kız da durmuş. Keloğlan bakmış, kentten epeyce uzaktalar:

“Hadi sultan hanım, başla takla atmaya şu otların üzerinde! Ben dur deyinceye kadar durmayacaksın. İstediğim kadar takla atarsan, tası da alıp gideceksin!” demiş.

Kız bir üzerindeki sırmalı giysilere bakmış, bir de çerli çöplü yerlere. Ama sözünde durmuş. Başlamış takla atmaya. Durmadan dinlenmeden atıyormuş taklaları. Keloğlanın keyfine de diyecek yok, bir ağaca sırtını dayamış, uyur gibi yapmış. İçinden de, “Şu yalan dünyada padişahın kızına takla attırmak da hünerdir!” diye geçiriyormuş.

Kız durmadan takla atıyormuş. Keloğlan bıkmış kızın taklasından, kız bıkmamış. Sonunda “Dur!” demiş, tası kıza uzatmış. Kız, böyle değerli bir tası elde ettiği için ne yapacağını şaşırmış. “Demek ki cömertlikleri yüzünden yoksul kalıyor bunlar!” diye geçirmiş içinden.

Keloğlan evine gitmiş, kız saraya gelmiş. Kızının Keloğlanın ardından gittiğini, padişah babasına daha önce söylemişlermiş. Padişah, “Bir sümüklü Keloğlanın ardından giden kız bana gerekmezl” diye bağırıp, kızını saraydan koymuş Kız nice zaman dağlarda dolaştıktan kurtlarla kuşlarla arkadaşlık ettikten sonra bir kuyunun başına gelmiş Tasını doldurup doldurup boşaltmış , Uzaktan da kent gözüküyormuş. Kente gitmiş. Oranın yapı ustalarıyla konuşmuş. Kendisine öyle bir saray yaptırmış ki dilleri destan! Ama bu arada hep erkek giysileriyle görünüyormuş. Kız olduğunu kimse bilmiyormuş. Keloğlanı çok aratmışsa da bulduramamış. Kız, “Keloğlan!, diye; Keloğlan da, “Vay tasım!” diye yanıyorlarmış, ama birbirleriyle bir türlü buluşamamışlar.

Elinde altın doğuran tas olduğu için, kızın bulunduğu ülke öyle sine zenginleşmiş ki, dilenciler bile milyoner olmuş. öylece, başka bir yerden gelip bu ülkeye yerleşen kızın ünü her yere yayılmış. Çevre ülkelerin padişahları, sultanları, sarayı ve delikanlıyı merak etmişler. Her gün biri gelip biri gidiyormuş. En sonunda babası da katılmış bu meraklılara. O da, aylarca at sırtında yol alarak bu sarayı ve delikanlıyı görmeye gelmiş. Kız hiç belli etme den, babasını karşılamış.Büyük bir sofra donatmış. Yemişler içmişler... Kız, yemekten sonra, elinde tası alıp altın üretmeye başlamış. sunu gören padişahın gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacakmış. Padişahın altına gözü doyar mı? Padişah, verilen altınlar yetinmeyip tası elde etmek istemiş. Kıza dönüp:

“Bu tası bana verirsen, ne istersen veririm, ne dersen yaparım...” demiş.

“Her şeyiniz kendinizin olsun! Sizden hiçbir şey istemiyorum. Bir tek şey istiyorum! Adamlarınızla birlikte karşımda takla atacaksınız. Kabul mü?” diye koşullarını bildirmiş kız.

Olur mu, olmaz mı demeye kalmadan, gözünü altın hırsı bürümüş olan padişah, vezirleriyle, büyük büyük adamlarıyla birlikte, kızın önünde takla atmaya başlamış. Padişah şişman, vezirler öylesine, üç atmış, beş atmış, soluk soluğa kalmışlar. Kız bakmış ki hepsi çatlayıp ölecek, başka bir odaya gidip erkek giysilerini çıkarmış, babasının kovduğu o günkü elbiselerini giymiş, saçlarını dağıtmış. Takla atanlara dönüp:

“Yeter babacığım! Bir tas için canından olacaksın nerdeyse.” Demiş. Babası taklayı bırakarak:

“Ah, kızım! Allah’a çok şükür, seni sağ salim buldum.” Diye sevinmiş. Öbür adamları hala yuvarlanmakta imişler sarayın ortasında. Padişah gene kızına seslenmiş:

“Ben onlardan daha iyi takla attım değil mi kızım? Tas benim olmalı...” diye yalvarmış.

Kız gülerek babasının sakalını okşamış:

“Böyle bir yarışa katıldığım için beni evden kovmuş, dağlara salmıştınız, babacığım. Siz ise kaybettiniz! Nerdeyse soluğunuz boğacaktı sizi!” diyerek, bu para delisi babaya kapıyı göstermiş.

Padişah, adamlarıyla birlikte kızın sarayından ayrılmış. Kız ise, tasın gerçek sahibi Keloğlanı yedi yıl aratmış. Yedi yılın sonunda Keloğlancık bulunmuş. Kız bakmış ki, nasıl bıraktıysa öyle bir Keloğlan. Yanında da anası... Düğünler dernekler kurulmuş, kızla Keloğlan evlenmişler. Anası da bir köşeye oturmuş, onlara, onların çocuklarına kazaklar, çoraplar örmüş. Onlar ermiş muratlarına... Murat muratlıların, yaşamak yaşayanların olsun,..

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat