Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 168

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.709 Cevap: 1.812
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #1671
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
Düşmandan Dost Olmaz Hikayesi


Sponsorlu Bağlantılar

Akşam vakitleriydi… Güneş yeni batmış ve akşamın karanlık örtüsü her yeri kaplamıştı. Gecenin cazip yönleriyle beraber vahşi yönleri de ortalığı kaplamıştı. Uluyan köpekler, öten baykuşlar… Gündüzün aksine, her taraf tehlike kokuyordu.
Yemeğini yemiş halde aheste aheste yürüyen hamam böceği de, pür dikkat kesilmiş ve tehlikelere karşı bütün önlemini almaya çalışmıştı. Ancak duyargaçları ileride bekleyen örümceği ve ağını algılamamıştı. Bir anda kendini, örümceğin ağlarında bulmuş ve muazzam bir şekilde korkmuştu. Hele birde kendisine doğru yavaş yaklaşan örümceği görünce iyice afallamıştı. Çırpınıyor, ağlardan kurtulmaya çalışıyor; ancak çabalarının boşa olduğunu görüyordu. Örümcek konuşur:
-Boşuna debelenme, sen benim avımsın…
-Lütfen örümcek kardeş, benim bir tutam gövdem var, beni yiyip ne yapacaksın?
-Bu doğanın kanunudur böcek kardeş, karnımı başka nasıl doyurabilirim?
Bu lafları derken bile örümceğin ağzı sulanmış ve salyalarını akıta akıta yürümesini sürdürmüştü. Tam bu sırada yaklaşan akrep gözüne ilişir ve kısık bir sesle:
-Eyvah! Benim de sonum geldi…
Kısık bir sesle söylemişti, ancak hamam böceği olanları takip etmiş ve örümceği duymuştu. Ona bir öneride bulunup hayatını kurtarabileceğini düşünür ve konuşur:
-Örümcek kardeş, ben seni bu akrepten kurtarırım, ancak beni salman koşuluyla…
Başka çaresi olmadığını düşünen örümcek, hamam böceğini serbest bırakır. Hamam böceği iyice yaklaşmış olan akrebin üzerine yürür. Akrep onu sokmaya çalışır, ancak çok kalın olan zırhından iğnesini geçiremez… Akrebi parça parça yiyen hamam böceği, örümceğin iştahının da kabarmasına neden olmuştur. Örümcek, bir taraftan yeme seansını seyreder, bir taraftanda ağzındaki salyaları silerek konuşur:
-Afiyet olsun böcek kardeş…
Yeme işlemi bittikten sonra örümcek konuşur:
-Gel sana bir sarılayım böcek kardeş, beni büyük bir tehlikeden kurtardın…
Gayet uzak durmaya çalışan hamam böceği konuşur:
-Biraz önce doğanın kanunlarından bahsediyordun, o zaman işleyen kanunlar şimdi işlemeyecek mi? Ben sana söz verdiğim için bu akrebi ortadan kaldırdım, yoksa senin için değil.
Uzaklaşırken konuşmasını sürdürür:
-Unutma ki: “Domuzdan post, düşmandan dost olmaz.”

RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #1672
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Bir süre önce bir arkadaşım,
üç yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını
Sponsorlu Bağlantılar
ziyan ettiği için cezalandırmıştı.
Durumları iyi değildi ve kızının, kâğıtları
ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması
onu çok sinirlendirmişti.
Buna rağmen küçük kız,
ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi
ve "Bu senin için babacığım." dedi.
Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti
ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de
kendini alamadı.
Kızına bağırdı:
"Birine bir hediye verdiğin zaman
içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?”.
Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
"Ama babacığım, kutu boş değil ki.
Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim.
Hepsi senin için babacığım."
Babanın içi paramparça olmuştu;
kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.
Arkadaşım, bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda
yıllarca sakladığını anlattı bana.
Ne zaman cesaretini kaybetse,
kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor
ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.
Gerçek anlamda bakmak gerekirse, hepimiz,
arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından
bize sunulan, karşılıksız sevgi ve
öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz.
Dünyada sahip olabileceğimiz
daha değerli bir şey olamaz.
Hayata iyi bakın...



GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #1673
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
MEZAR ODASININ SIRRI


O muzenin kapisindan iceri girerken, karsima
‘Da Vinci sifresi’ gibi esrarengiz bir hikayenin
cikacagini bilmiyordum.

Bu, bir sanduka ve onun altindaki mezarin hikayesi.

Ama oyle basit bir hikaye degil.

Hikaye 13’uncu yuzyilda basliyor ve
1930’da esrarengiz bir aile trajedisine
kadar uzaniyor.

Hikaye beni cok etkiledi.

Sizi de etkileyecegini tahmin ediyorum.

SAF TUTMUS SANDUKALAR ARASiNDA

Hayatimda ilk defa Konya’ya gitmistim.

Konya’da Mevlana Muzesi’nin kapisindan
ilk adimimi attigimda, belki de sadece benim
hissettigim mistik bir ruzgar esti ve beni icine
alip goturdu.

Hayatimda hicbir mekan daha ilk anda beni bu
kadar etkilememisti.

icerden cok hafif bir ney muzigi geliyordu.

Sag tarafta, sanki saf tutmus sandukalari
goruyordum.

Yanimda Mevlana Muzesi Mudur Yardimcisi
Dr. Naci Bakirci vardi.

Mevlana’nin sandukasinin onune gelinceye kadar,
mistik bir turistten farkli degildim.

Ancak o sandukanin onunde Dr. Bakirci’nin anlattigi
o muthis hikaye basladi.

Daha dogrusu, o sandukanin altindaki
‘mezar odasinin sirri’...

500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE

Nefesimi kestim ve onu dinledim.

iste ondan dinlediklerim.

Anlatildigina gore her sey 1273’te Konya’da
kaldirilan bir cenazeden sonra basladi.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralik 1273
gunu vefat ediyor.

Cenazesine yuzbinlerce insan katilmis.
Naasi, iplikci Camii’nden, 500 metre ilerdeki
bu turbeye 8 saatte getirilebilmis.

Muslumanlar Mevlana’nin naasini defnedebilmek
icin gayrimuslimlerin cenaze cemaatinden cikmasini
istemisler. Ancak onlar, ‘Bize İsa’yi da Musa’yi da
Mevlana ogretti’ diyerek bunu reddetmisler.

Mevlana’nin kabrinin altina bir ‘mezar odasi’
bulunuyor.

MEZAR ODASİNA 700 YİLDA 1 KİSİ İNDİ

Eski Turklerde mezarlarin altina Farsca ‘zir-i zemin’
yani ‘zeminin alti’ denilen bir mezar odasi yapilirmis.

Mevlana’nin naasi da boyle 4 metrelik bir mezar
odasina konmus.

Ancak o tarihten bu yana mezar odasina kimse
inmemis.

Sadece bir kisi haric.

Rivayete gore Sultan Dorduncu Murad,
Mevlana’nin turbesini ziyarete geldiginde,
mezar odasinin icinde ne oldugunu cok merak etmis
ve bu odaya girmek istemis.

Ancak donemin Mevlevi buyukleri, buna kesinlikle
karsi cikmis ve girmesini engellemisler.

Bunun uzerine Sultan, elindeki tespihi, agzi acik
odanin icine atmis.

Veya dusurmus.

Bu tespihi almak uzere 7 yasinda bir kiz cocugu
mezar odasina indirilmis.

Bilinen tek sey, odanin iki tarafindan asagi dogru
merdivenlerin indigiymis.

Kiz cocugu mezara inip ciktiktan sonra dili tutulmus.

Dr. Naci Bakirci, ‘Cocugun dilinin neden tutuldugu
hala bilinmiyor’ diyor.

KUCUK KİZ MEZAR ODASİNDA NE GORMUSTU

İste bu olaydan sonra ‘mezar odasinin sirri’ iyice
merak edilmeye baslanmis.

Acaba kiz cocugu orada ne gormustu de dili
tutulmustu?

Bir iddiaya gore, oda cok karanlik oldugu icin cocuk
cok korkmus ve gecirdigi travmadan dolayi dili tutulmustu.

Ancak bir baska iddia daha var ki, o ‘mezar odasinin
sirrini’ daha da koyulastiriyordu.

Selcuklu Turkleri o tarihte mumyalama teknigini
biliyorlarmis. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padisahin
naasi mumyalanmis.

Mevlana’nin naasi da mumyalandigi icin muhtemelen
oyle duruyordu.

Kiz cocugu orada yatan Mevlana’yi gorunce bu hale
gelmis olabilirdi.

Bu olay donemin onde gelen Mevlevilerini harekete
geciriyor ve 1640 yilinda mezar odasinin agzi
tuglayla orulup uzeri kursunla kaplaniyor.

O tarihten sonra mezar odasinin agzindaki kursun
hicbir zaman kaldirilmadi.

Mezar odasi, sirlariyla birlikte belki de ebediyete
kadar sessizlige gomuldu.

1930’LU YİLLARDA MUZE MUDURUNUN ODASİNDA

Ancak odanin hikayesi burada bitmiyor.

Aradan 300 yil gectikten sonra, Misir’daki piramit
sirlarina benzeyen bir dizi olay daha yasanacakti.

Bu olayin iki tanigi vardi.

Biri olayi yasayan Yusuf Akyurt isimli biri.

Oteki de onun yasadigini Murat Bardakci’ya anlatan
Abdulbaki Golpinarli Hoca.

1930’lu yillarin guzel bir gununde, Mevlana Muzesi’nin
Muduru Yusuf Akyurt odasinda tek basina otururken,
aklina sandukanin altindaki mezar odasi gelir.

İcinden ‘Acaba su odaya bir girsem de icinde ne
oldugunu gorsem’ diye gecirir.

Ancak tepki cekecegini dusundugu icin kararsizdir.

O AN KAPİ CALİNDİ YASLİ ADAM GİRDİ

Tam o esnada kapi calinir ve iceri, muzenin yasli
odacisi girer.

Bu yasli adam aslinda, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin
ilanindan sonra tekke ve zaviyeler kapandigi icin muzeye
cevrilen turbede odaci olarak calismayi kabul etmistir.

Yasli Mevlevi dedesi saygili bir sekilde iceri girer ve
Yusuf Akyurt’un tuylerini diken diken eden su cumleyi soyler:

‘Sakin oraya inmeyi dusunmeyin...’

Ancak bu saskinlik, muduru kararindan vazgecirmez.
Mezara inmek uzere kursunla kapli kapagin onune gelir.

Haliyi kaldirir. Tam kapagi acmak uzereyken, bir adam
haykirarak iceri girer:

‘Mudur bey, yetis evin yaniyor...’

Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kul olmustur.

İste tam o sirada eline bir telgraf tutusturulur.

Muze muduru baska bir yere tayin edilmistir.

KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA

Konya-Ankara yolu o gun cok issizdi.

Gun batmis, alacakaranlik etrafa hakim olmaya
baslamisti.

Uzaktan gelen kamyonun farlari, henuz tam karanlik
hale gelmemis ufukta ciliz iki nokta gibi duruyordu.

Soforun yaninda kapiya dayanmis sekilde oturan cocuk
kimbilir hangi hayallere dalmisti.

Kamyon bir kavise girdigi sirada kapi aniden acilir ve
cocuk alacakaranligin icinde kaybolur.

Kamyon durup, icindeki iki adam kapidan ucan
cocuga ulastiklarinda is isten gecmistir.

Cocuk oteki dunyaya gocmustur.

Cocugun basinda duran ikinci adam, basi ellerinin
arasinda hungur hungur aglamaktadir.

O adam, Konya’dan tayini cikan Muze Muduru
Yusuf Akyurt’tur.

Kimine gore, mezar odasinin sirri, onu hala
takip etmektedir.

MEZARİN BASİNDA SOYLENEN SON SOZLER

Yusuf Akyurt oglunun cenazesini alip Konya’ya doner.
Cenaze toreninden sonra dogruca Mevlana Muzesi’ne
gider ve sandukanin basinda ellerini acip haykirmaya baslar:

‘Yetmedi mi? Affet artik...’

Butun bunlar neydi? Efsane mi? Gercek mi?

Kucuk kizin dili niye tutulmustu? Yasli odaci,
mudurun kafasindan gecen dusunceyi nasil anlamisti?

Bunlarin cevabi yok.

Ben bunlari anlatan insanlardan dinledim.

Bildigimiz tek sey var. Mezar odasi 731 yildan
bu yana sirrini muhafaza ediyor.

Umarim bundan sonra da muhafaza etmeye
devam eder.

Cunku bilinmezligin yarattigi bazi mistik duygulara
ebediyen ihtiyacimiz olacak.

Cunku hepimizin icinde, sadece kendimize ait sirlarin
saklandigi kucucuk odalar var.

Uzerleri kursunla kapli kucucuk odalar...
The_DeViL - avatarı
The_DeViL
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #1674
The_DeViL - avatarı
Ziyaretçi
Acele etmeye hiç niyeti yoktu solgun yaprağın düşmek için yere…

Anlamda veremiyordu diğerlerine .. neden bu kadar istekliydiler sanki …

Hepsi düşüyorlardı birer ikişer birbiri ardına yere…

Ama hayır! o atmayacaktı kendini, hemen kopmayacaktı çok sevdiği dalından …

Aşağı baktı …

Ne kadar da yüksekti düştükleri yer … hem bir de düşen yapraklar insanlar tarafından çiğneniyorlardı hiç umursanmadan…

“Asla kendimi çiğnetmeyeceğim “dedi ve dalına daha sıkı tutunmaya başladı …

Diğer yapraklardan duymuştu bu yaşadıkları “son bahar”dı …ilk kez görüyordu son baharı …acaba ismi gibi son muydu onun için bu bahar?… bu düşünceyi hemen attı zihninden, düşüncesi bile ürkütücüydü solgun yaprak için…

Oysa ilk baharı ne çok sevmiş olduğunu hatırladı .. Heryer yemyeşildi ,hava sıcaktı, su sesleri, kuş cıvıltıları… Rengarenk kelebekler yaprağa konduğunda nasılda gıdıklanırdı …Düşüncesi bile içini ısıtmaya yetiyordu …

Ama bu kadarıyla yetinmek istemiyordu. bir daha ilkbaharı yaşamalıydı …Tek istediği buydu o güzel günleri tekrar görmeliydi…Bu düşünceyle, güç geldi birden yorgun yaprağa ve dalına biraz daha sıkı tutundu …O asla dalından ayrılmamalıydı …Hem diğerleri gibi aciz değildi …

Etrafına baktı …Yeşillik yok denecek kadar azdı..Herşey soluk sarı heryer ıslak…Hava bile hüzün kokuyordu …Sanki doğa bir şeye üzülmüş de göz yaşı döküyordu …Ağaçlar da yapraklarını dökerek eşlik ediyordu ona …

Bu manzara karşısında birden bitkin düştü yeniden…Zar zor topladığı gücünü kaybetmeye başlıyordu …

Aniden irkildi güç toplamak için silkelenmişti sanki ya da rüzgarın minik bir hamlesiydi bu inatçı yaprağı düşürmek için …Ama yaprağın düşmeye niyeti yoktu düşmeyecekti !Yok olmayacaktı göz yaşı olup akmayacaktı diğerleri gibi ve asla ortak olmayacaktı doğanın üzüldüğü şeye …

Umursamadan bakmaya çalıştı bu kez etrafa …yine bi yaprak düştü ve bir tane daha … Onlara bakarken “yaptıkları delilik!”diye geçirdi içinden…Gitmeselerdi ya yanlız bırakmasalardı onu…Direnselerdi kendisi gibi.. ne kadar da acizdiler..

Neyse boşver diğerlerini die geçirdi içinden .Öyle ya kendi tercihleriydi isteseler onlarda direnirlerdi…Tam bu esnada bir tane daha düştü…Bu kez dikkatle baktı düşene, yaprak ..Çok çaresiz görünüyordu düşen acıdı ona birden …İçi bir tuhaf oldu ..Etrafı da iyice boşalmaya başlamıştı…

Tekrar sıkı tutunmayı denedi dalına …Daha sıkı…Hiç olmadığı kadar belki de..İçini iyiden iyiye bir korku sarmıştı tek kalıyordu!..Ne yapacaktı ki tek başına?

Çok geçmedi gücü yeniden ve bu kez hızla azalmaya başladı …Eskiden hiç bir güç harcamadan ne sıkı tutunurdu dalına…Dalda ona sımsıkı bağlıydı …Şimdi ne olmuştu böyle birden bire dal neden sırt çevirmişti yaprağa ..rengi soldu diye mi beğenmiyoru artık onu …?Tüm bunların cevabını bilmiyordu …Bunları düşünürken sadece direniyordu, düşmemek için …

Tek istediği bir bahar daha yaşamaktı …O güzellikleri bir kez daha görmek.Çok şeymi istiyordu acaba ..?

Tam bu düşüncelerdeyken bir yağmur damlası hızla çarptı güçsüz bedenine ..Sadece minicik bir damlaydı çarpan ama nasıl da etkilenmişti …Halbuki daha evvel ne sağnaklar yağmıştı yaprağa da hiç etkilenmemişti bile…Bu minik damla nasıl bu kadar güçlü olabilirdi …Az kalsın düşmesine sebep olacaktı …ikinci bir damla çarptığında gücünün artık bitmekte olduğunu hissetti ..bunu kabul etmek çok zordu onun için…

Üçüncü damla ise son baharın son yaprağına düşen son damlası olmuştu …Birlikte süzüldüler toprağa…Çaresizlik bu kez son yaprağı esir almıştı…Ama onu gören başka yaprak olmamıştı..

Düşerken tam da o anda anladı yaprak ,düşmek hiç bir yaprağın tercihi değilmiş aslında…En az bahara açmak kadar da gerçekmiş …

Ve toprakta son bulduğunda bu hüzünlü düşüş, yaprak için artık yolculuk bitmişti …

fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #1675
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
OSİRİS EFSANESİ

Osiris Mısır kültünde, en önemli tanrılardan biridir. Tanrıça İsis'in hem kocası, hem kardeşi. Horus'un ise babasıdır. Osiris bu dünyanın kural koyucusudur. Aynı zamanda tarımın ve bereketin simgesidir.

Mitolojiye göre insanlar Osiris'i severler. Koyduğu kuralları severek yerine getirirler. Kardeşi Seth onun bu başarısını kıskanır.Seth Osiris'ten kurtulmak için bir plan yapar. Kardeşinin ölçülerine uygun bir tabut yaptırır. Bir şölen düzenler ve Osiris'i de o şölene davet eder. Şölenin en sonunda önceden yaptırdığı tabutu çıkararak bu tabutun kime uyarsa ona verileceğini söyler. Herkes dener ve tabut sadece Osiris'e uyar. Bunun üzerine Seth hemen tabutun kapağını kapatır ve Osiris'in içinde oldugu tabutu Nil'e atar.
Osiris
Osiris'in karısı İsis kocasını aramaya başlar. Sonunda tabutunu bulur ve onu da alıp Mısır'a döner. Cenaze töreni yapmak için tabutu bir bataklığa saklar. Seth avdan dönerken tabutu bulur ve çok sinirlenir. Osiris'in vücudunu tabuttan çıkarıp parçalara böler ve Mısır'ın çeşitli yerlerine dağıtır.

İsis bu parçaları teker teker bulur. Bir parçası eksiktir. Buna rağmen sihir ve büyü gücünü kullanarak dağılmış parçalarından Osiris'i canlandırır. İsis ve Osiris'in Horus adında bir çocukları olur. Horus büyüyünce Seth'e savaş açar. Bu savaşın sonuçları çeşitli şekillerde anlatılmaktadır.

Bu savaşın sonucunda Osiris - yer altı dünyasının kralı, Horus yaşamın kralı, Seth ise şeytanlık ve kötülüğün kralı olarak kabul edilmeye başlanmıştır.


İSİS

İsis, Osiris'in (aynı zamanda kocasıdır), Nephthys ve Set'in kardeşidir, Nut ve Geb'in kızları ve çocuk Horus'un annesidir. Bazı kaynaklara göre Anubis de İsis ile Osiris'in oğludur.

Bir çift boyuzun arasında güneş diski bulunan akbababa şeklinde bir şapka giymiş kadın olarak gösterilir. Çok seyrek olarak, bir çift koç boynuzu yada Ma'at tüyü ile beraber Güney ve Kuzey çift tacını giyer. İsis bir tanrıça olarak değil ama kadın olarak ise sıradan saç biçimiyle gösterilir, ancak her zaman alnında bir yılan figürü bulunurdu.

Osiris'in karısı olarak ise, İsis, yeryüzü krallığı boyunca karısına yardımcı olmuştur. Piramit yazıtlarında, İsis'in kocasını ölümünü önceden gördüğünü göstermektedir. Onun ölümünün arkasından, İsis, kocasının yeraltı dünyasında huzur içinde yatması ve uygun şekilde gömülmesi için gövdesini yorulmaksızın aramıştır. Büyüleri sayesinde, Osiris'i hayata geri döndürmüş, kendini ondan erkek çocukları Horus'a hamile bıraktırmıştır.

İsis, tanrılar ile insanoğlu arasında hayati bir bağlantıdır. Firavun yaşayan Horus olarak onun oğlu olarak kabul edilirdi. Piramit yazıtlarında, İsis'in kutsal memelerinden emzirilen olarak gösterilmiştir. İsis'i genç Horus'u kucağında gösteren çok sayıda heykel ve resim vardır. Sıklıkla, ana kraliçenin resmi ve o anki firavun aynı yerde resmedilmiştir. İsis, Horus'u çocukluğu boyunca onu öldürmek isteyen amcası Seth'ten korumuştur. Onun bir gün büyüyüp babasının intikamı alması onun hayatındaki boşluğu doldurmuştur.

Ölüler kitabında, hayat verici ve ölümün gıdası olarak gösterilmiştir. Ölümün yargıçlarından biri olarakta düşünülebilir. Ona atfdilen bir başka rol ise Horus'un dört oğlundan biri olan İmsety'nin koruyuculuğudur.

İsis, büyük bir büyücü ve büyü yeteneklerinin kullanması ile meşhurdur. Örneğin, ilk kobrayı, onun zehirli ısırığını kullanarak Ra'ya gizli ismini itiraf ettirmek için yaratmıştır.

Mısır tarihinin başından sonuna kadar, İsis, Mısır'ın en büyük tanrıçası olmuştur. Yararlı bir tanrıçadır ve sevgisi tüm yaşayan canlıları kapsayan bir annedir.

Ona tapınma Mısır'ın sınırlarının çok ötesinde İngiltere'ye bile yayılmıştır. Klasik yazarların eserleri, O'nu Persephone, Tethys, Athene, Osisris'i ise Hades, Dionysos ve diğer yabancı tanrılar ile eşleştirmiştir.

Aslında, erken Hristiyanlık, O'nun bazı özelliklerini Bakire Meryem'e atfetmiştir. Şevkatli ve koruyucu anne olarak, onun kültüne yakın olan doğu insanlarına İsis çekici gelmiştir. Hiç kuşkusuz, bir çok Madonna ve çocuk ikonaları, çocuğu Horus'u emziren İsis görüntülerini çağrıştırır
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
12 Eylül 2008       Mesaj #1676
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaş Mücevher Gibidir Hikayesi


Kötü karakterli bir genç varmış. Bir Gün babası ona çivilerle dolu
bir torba vermiş.
"Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta
perdeye bir çivi çak" demiş. Genç, birinci gün
tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini
kontrol etmeye çalışmış ve geçen her Günde daha az çivi çakmış.

Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip
söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence
bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için
tahta perdelerden bir çivi çıkart, sök" demiş. Günler geçmiş. Bir
gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi
davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Çok delik var. Artık
geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.

Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği
zaman kötü kelimeler söylenilir. Her
kötü
kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini
affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak
(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni
güldürür yüreklendirir, sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur,
seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
17 Eylül 2008       Mesaj #1677
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
ŞAHMERAN VE LOKMAN HEKİM EFSANESİ
Vaktiyle, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla giren bir adam, yılanlar tarafından padişahları Şahmeran'a götürülür. Şahmeran adama canını bağışlayacağını ancak kendisini misafir etmek zorunda olduğunu söyler. Yerini bilen birini serbest bırakarak kendi hayatını tehlikeye atmak istememektedir. Şahmeran ona çok iyi davranır. Adam bir dediği iki edilmeden bütün ihtiyaçları sağlanarak yaşamakta, günlerinin büyük bölümünü Şahmeran'la sohbet ederek geçirmektedir.
Ne kadar rahat da olsa, gerçek dünyadan uzak bir mağarada süren bu hayattan sıkılan adam, bir gün yeryüzüne dönmek için Şahmeran'dan izin ister. Şahmeran adama güveninin tam olduğunu, yerini kimseye söylemeyeceğine inandığını belirterek gitmesine izin verir. Ancak kendisini gördüğü için vücudunun pul pul olacağını, bu yüzden vücudunu kimseye göstermemesi gerektiğini de tembih eder.
Yeryüzünde normal hayatına dönen adam, Şahmeran'ı gördüğünü hiç kimseye söylemez. Bu arada padişahın kızı hasta olmuş, tedavisi için bütün ülke seferber edilmiştir. Kızın iyileşmesini en çok isteyenlerden biri de vezirdir. Gerçek amacı kızla evlenip oğlu olmayan padişahın yerine ülke yönetimini ele geçirmek olan vezir, bütün büyücüleri toplayarak, bu hastalığa çare bulmalarını ister. Büyücülerden birisi, Şahmeran'ın bulunup öldürülmesi ve vücudundanalınacak bazı parçaların kaynatılıp içirilmesi durumunda kızın iyi olacağını söyler. Şahmeran'ı bulabilmek için de vücudu pullu kişilerin aranması gerektiğini ekler. Vezir ülkedeki herkesi zorunlu olarak hamama götürüp soydurarak, Şahmeran'ı gören kişiyi bulur. Adam, Şahmeran'ı öldüreceğini vaat ederek mağaraya gider.
Şahmeran'a bütün gerçekleri anlattıktan sonra, ne yapması gerektiğini sorar. Şahmeran: "Ölümümün senin elinden olacağını zaten biliyordum" diyerek kendisini öldürmesini, ancak bunun gizli tutulmasını ister. Çünkü öldüğü duyulursa, dünyadaki bütün yılanlar, insanlardan öç almaya kalkacaklardır. Daha sonra: "Kuyruğumun suyunu kaynat ve vezire içir ki kısa zamanda ölsün. Gövdemin suyunu kaynat ve kıza içir ki iyileşsin. Kafamın suyunu kaynat ve iç ki Lokman Hekim olasın" diye ekler. Adam biraz da buruk bir şekilde bunları dinler. Şahmeran yılanlara, adamın misafiri olarak gideceğini, çok uzun yıllar dönmeyeceğini, kendisini merak etmemelerini söyler ve yeryüzüne çıkarlar. Adam Şahmeran'ın dediklerini yapar. Vezir ölür. kız iyileşir, kendisi de Lokman Hekim olur (Ki).
ŞAHMERAN VE BİR İNANIŞIN EFSANESİ
Çukurova bölgesinde halk arasında Şahmeran Efsanesine bağlı olarak söylenen: "Misis yılandan, Ceyhan yelden. Adana selden gidecek" şeklinde bir söz vardır. Bu sözün temelinde şu inanış yatmaktadır:
Adana, Seyhan Nehri'nin yanı başında bir düzlükte kurulmuştur. Eskiden nehir sık sık taşar, evleri, köyleri yıkar, tarlaları su altında bırakırmış. Adana'da sık sık sel olduğu için bir gün şehrin bu yüzden yok olacağına inanılır. Ceyhan'da ise evler çok eskiden topraktan ve kamıştan yapılırmış. Her yanı açık olduğu için, kuvvetli bir rüzgarda birçok ev yıkılıp gidermiş.
Misis'in yılandan gitmesine gelince, bu da yine yörede çok bilinen Şahmeran efsanesi ile birlikte anlatılır. Efsaneye göre Misis yakınında küçük bir dağın tepesine kurulmuş, Yılankale denilen bir kale vardır. Bu kalede sütle beslenen birçok yılan varmış. Bu yılanlar, bir gün sütsüz kalıp kaleden çıkacaklar ve Misis'e inerek orada yaşayanları sokacaklarmış (K2).
GÜLEK BOĞAZI'NDAKİ EJDERHA İLE KRAL KIZININ EFSANESİ
Toros Dağları'nda bulunan Gülek Geçidi'nde, bir kızla ejderhaya benzetilen şekillerle ilgili olarak şu efsane anlatılır:
Çok eski çağlarda Toros Dağları'nın tepesinde bir kral kızı yaşarmış. Dağların çevresi çok sık bir ormanla çevrili olduğu için buralarda dolaşmak tehlikeliymiş. Çünkü ormanda büyük bir ejderhanın yaşadığı söylenirmiş. Kral da kızına sık sık çevreyi tek başına dolaşmamasını söyletmiş.
Günlerden bir gün, kızın canı çok sıkılmış ve ormanda dolaşmaya karar vermiş. Bir süre gezdikten sonra dik ve sarp bir kayalığın üzerine oturarak Gülek Boğazı'nı seyretmeye başlamış. Birden büyük bir gürültü duymuş. Aşağı baktığında kayalıklardan ejderhanın geldiğini görmüş. Ne yapacağını şaşırmış. Kurtulamayacağını anlayınca: "Allah'ım, beni ejderhaya yem yapacağına burada taş yap daha iyi." diyerek Tanrıya dua etmiş. Kızın duasını kabul eden Tanrı hem kızı hem ejderhayı orada taşa çevirmiş (K3).
ANAVARZA TAŞININ EFSANESİ
Bundan çok eski yıllarda Kozan ve Anavarza civarında uzun ömürlü insanlar yaşarlarmış. İnanışa göre bu insanlar o kadar uzun ömürlülermiş ki, ölüm nedir bilmezlermiş.
Tarihi Anavarza Kalesi yapılırken, kalenin temel taşlarını, çevre halkı Kozan Kalesi'nden sırtında geti-rirmiş. Naş adlı kişi, Kozan'dan yüklediği taşı Anavarza'ya götürmek için yola koyulmuş. Kayhanburnu Köyü'nü biraz geçtikten sonra, karşısına bir kalabalık çıkmış. İçlerinden tanıdık birine, ellerinin üstünde götürdükleri şeyin ne olduğunu sormuş. Adam oğlunun öldüğünü söyleyince, Naş sırtındaki taşı yere bırakarak şu tekerlemeyi söylemiş:
Adım Naş
Yaşadım bin beş yüz yaş
Oğlum beş yüz yaş
Yüzü ham traş
Bilseydim dünyada ölüm var
Koymazdım taş üstünde tas (K4).
TAŞKÖPRÜ'NÜN KURULUŞ EFSANESİ
Adana'da, Seyhan Nehri üzerinde bulunan tarihi Taşköprü'nün kurulması ile ilgili olarak birçok söylenti vardır. Bunlardan bir tanesi de şöyledir:
Adana'da bir padişah yaşarmış. Padişahın kızı bir yılanın ölümüne sebep olmuş. Bu yılanın eşi, kızı öldürmek için peşine düşmüş. Padişah bunun farkına varmış. Kızını tanıdığı birisinin evine saklamış. Evden çıkması yasak olan kız, bir gün dayanamayarak bahçeye çıkmış ve elma toplamaya başlamış. Bunu gören yılan, kızı sokarak öldürmüş. Padişah da kızının anısına Taşköprü'yü yaptırmış. Halk bugün bile padişahın, yıkıldığında yeniden yaptırılabilsin diye köprünün altına para ve altın koyduğuna inanır (K5).
ULUCAMİ EFSANESİ
Adana'nın tarihi camilerinden Ulucami, Ramazanoğulları tarafından yaptırılmıştır. Caminin yapımı ile ilgili olarak şöyle bir efsane anlatılır:
Ramazanoğlu'na bir gece düşünde, cami yaptırmasını söylerler. O da bu günkü Ulucami'yi yaptırmaya karar verir. Caminin temeli atılır. Bir gece yine düş görür. Kendisinden çocuğunun kanını caminin temeline akıtması istenir. Ramazanoğlu'nun bir tek erkek çocuğu vardır ama, "Allah bir tane daha verir." Diyerek O'nu kurban etmeye karar verir. Temeli atan ustalara: "Çocuğumun kanını temele akıtın ama ben görmeyeyim. Kanlı gömleğini getirin yeter" der. Ustalar "Bey'in bir tane çocuğu var o da kesilmez" diyerek, yoldan geçen garip, bir çocuğu keserler. Kanlı gömleğini Bey'e götürürler.
Aradan zaman geçer. Bey, çocuğunun ölmediğini anlar. Temel atan ustaları çağırır ve hangi çocuğun kanını akıttıklarını sorar. Oradan geçen garip bir çocuğun kesildiğini öğrenince ustalara kızar.
"Vay Adana'm, gariplerin şehri olacak" der.
Cami, yapılıp bitirilir ve ibadete açılır. Adana da gerçekten gariplerin şehri olur. İnsanların her yerden akın akın Adana'ya göç etmeleri bu efsaneye bağlanır (K6).
LOKMAN HEKİM EFSANESİ
Adana ve çevresinde yüzyıllardır yaygın olarak Lokman Hekim efsaneleri anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
Lokman Hekim, inanışa göre bütün hekimlerin piri, üstadıdır. Her çiçeğin, her otun özelliklerini tanıyan Lokman, ilaç yapar, derilere deva bulunmuş. Bütün dünyayı dolaşmış. Çukurova'ya gelince ovanın bereket ve güzelliğine hayran olarak Misis'e yerleşmiş. Çevredeki bütün hastaları iyileştirmiş. Anık hastalığın ne olduğunu unutan Çukurovalılar, ölümsüz hayatın peşine düşmüşler. Kendileri için ölümsüzlük ilacını yapmasını istemişler.
Lokman Hekim Çukurova'yı adım adım dolaşmış, bütün bitkileri incelemiş. Bir gece dolaşmaktan yorgun düşmüş ve ulu bir çınarın altında uyuyakalmış. Bir ara bir ses duymuş:
"Ey Lokman, anık araman bitsin, ben ölümsüz hayatın devasıyım. Bundan böyle insanlara ve hayvanlara ölüm yok".
Lokman Hekim, sesin geldiği bitkiye doğru yürüyüp koparmış. Bu arada Tanrı Cebrail'e: "Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğe çare bulursa bu insanların hali ne olur?" demiş.
Bunun üzerine Cebrail, pir-i fani kılığında Misis Havraniye tarafına bir gelmiş. Misis Köprüsü'nün üstünde Lokman Hekimle karşılaşmış. Cebrail: "Selamü-naleyküm" dedikten sonra. Lokman'ın elindeki kitaba bakmak istemiş. Kitabı alıp coşkuyla akan Ceyhan Nehri'ne atmış. Kitabın ardından Lokman da suya atlamış ama bulamamış. Yaz gelip sular çekilince, ırmak boyunda aramaya devam etmiş. Sonunda kitabın sadece bir yaprağını, arpa tarlasında bulmuş. Bugünkü tıp biliminin, o günkü yapraktan geliştiğine inanılır. Yörede hâlâ, efsanenin izlerine rastlanılmaktadır. Kitabın bulunduğu arpa tarlasının toprağı kutsal sayılır. Çocukların karınları ağrıdığında bu toprağı ısıtıp beze sararak çocuğun karnına koyarlar (K7, K8, K9, K10).
LOKMAN HEKİM EFSANESİ II
Lokman Hekimle ilgili olarak anlatılan efsanelerden bir tanesi de şöyledir:
Lokman Hekim doktor ve eczacıymış. Dükkânında her türlü hastalığın devası olan ilaçlar varmış. Hastalar içeri girdiklerinde, hastalıklarına iyi gelecek olan ilaç şişesi sallanırmış. Bir gün içeri birisi girmiş. Ancak hiçbir şişe sallanmamış. Lokman Hekim bunun üzerine:
"Senin hastalığının çaresi yok, öleceksin" demiş.
Adam ölümden kurtuluşun olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Her şeyini satmış. Yanına bir at tüfek ve av köpeği alarak dağlara çıkmış. Vurduğu hayvanları yiyip, yörüklerden yoğurt, süt alarak yaşıyormuş. Bu arada hastalığı da iyice artmış.
Bir ağacın altına gelmiş. Atını bağlayıp köskelmiş. O sırada bir yürük kadını, bir tas sütü saylığa koymuş. Yılanların sütü sevdikleri bilinir. Tasa yaklaşan bir yılan sütü içmiş, sonra da zehrini süte kusmuş. Tas yemyeşil olmuş.
Ağrıları iyice anan adam:
"Gidip şu zehri içeyim de ölüp kurtulayım" diyerek zehirli sütü içmiş. Bir süre sonra ishal olmuş ve kusmaya başlamış. Ancak oldukça hafiflediğini hissediyormuş. Ölmek için içtiği zehirden sonra daha iyi olduğunu görmüş. Gün geçtikçe iyileşmiş ve hastalığı tamamen geçmiş. Lokman Hekim'e gidip: "Sen bana öleceğimi söylemiştin. Ama ölmedim" demiş.
Bunun üzerine Lokman: "Ben sana ala ineğin sütünü nereden bulayım, sütü yılana içirip, nasıl tasa kusturayım. Hastalığının çaresi vardı ama bu ilacı temin etmek zor olduğu için öyle dedim" diye cevap vermiş.
O gün bu gündür tas ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması, halk tarafından Lokman Hekim'e dayandırılır.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
19 Eylül 2008       Mesaj #1678
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Kocam bir muhendisti. Onunla sâkin tabiatini sevdigim icin evlenmistim. Bu sâkin adamin gogsune basimi koymak icimi nasil da ısıtırdı.

Gel gor ki iki yil nisanlilik ve bes yil evlilikten sonra bu sâkinlik beni yormaya baslamisti. Esimin -bir zamanlar cok sevdigim bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.

Is iliskiye gelince oldukca icli, hattâ asiri hassas bir kadinim. Romantik anlara, kucuk bir cocugun sekere duskunlugu gibi can atıyorum.
Oysa kocamin sakinligi, baska bir deyisle vurdum duymazligi, evliligimize romantizm katmamasi Beni aşktan almis, uzaklastirmisti.
Sonunda kararimi ona da acikladim: bosanmak istiyordum. Saskinliktan gozleri acilarak 'niye?' diye sordu.
'Gercekten belli bir sebebi yok' dedim, 'sadece yoruldum.' Butun gece agzini bicak acmadi. Dusunuyordu. Bu hâli ise hayal
kirikligimi daha da artirmaktan baska bir ise yaramiyordu: iste, sıkıntisini disari vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim.
Ondan ne bekleyebilirdim ki!
Sonunda sordu: 'seni caydirmak icin ne yapabilirim?' Demek ki soyledikleri dogruydu: insanlarin mizaci asla
degistirilemiyordu. Son inanc kirintilarim da kaybolmustu. 'Iste mesele tam da bu' dedim. 'Sorunun cevabini kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararimdan vazgecebilirim.' 'Diyelim dagin tepesinde bir ucurum kenarinda bir cicek var.
O cicegi benim icin koparmak, dusup vucudunun butun kemiklerinin kirilmasina, hattâ olumune mâl'olacak. Bunu benim icin yapar misin?'
Yuzumu dikkatle inceledi ve 'Sana bunun cevabini yarin verecegim' dedi. Bu cevapla son umidim de yok olmustu.
Ertesi sabah uyandigimda evde yoktu. Bos bir sut sisesini mutfak masasinin uzerine koymus, altina da bir not birakmisti.
'Sevgilim' diye basliyordu, 'O cicegi senin icin koparmazdim' Kalbim yine kirilmisti. Okumaya devam ettim.
'Cunku her zaman yaptigin gibi bilgisayarin altini ustune getirip cokerttikten sonra monitorun onunde agladiginda, onu tekrar duzeltebilmem icin ellerime ihtiyacim var.'
'Anahtarlari her zaman evde unuttugunu bildigimden, senden once eve varabilmem uzere kosmam gerektiginden bacaklarima ihtiyacim var.'
'Arabayi kullanmayi cok sevdigin halde sehirde hep yolu kaybettiginden, yolu gosterebilmem icin gozlerime ihtiyacim var.'
'in her ayki ziyaretinde sebep oldugu, karnindaki kramplari rahatlatabilmem icin avuclarima ihtiyacim var.'

'Evde oturmayi sevdiginden, ice kapanikligini dagitmak, can sıkıntini hafifletmek uzere sana sakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem icin agzima ihtiyacim var.'

'Sabahtan aksama kadar bilgisayara bakmaktan gozlerinin bozulmasi kacinilmaz oldugundan, yaslandigimizda tirnaklarini kesebilmem, saclarinda -gorulmesini istemedigin- beyaz telleri ayiklayabilme merdivenlerden asagi inerken elini tutabilmem, ciceklerin renginin -
gencliginde senin yuzunun rengi gibi oldugunu soyleyebilmem icin gozlerime ihtiyacim var.'

'Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o ucuruma gidip, o cicegi senin icin koparirim bir tanem.'

Baktim, mektuptaki yazinin murekkepleri yer yer dagiliyordu. Goz yaslarim mektuba dusuyordu. 'Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa luften kapiyi ac canim. Cok sevdigin susamli ekmek ve taze sutle kapida bekliyorum.' Kosarak kapiyi actim. Endiseli bir yuzle ve ellerinde sıkıca tuttugu susamli ekmek ve sutle kapinin onundeydi.

Artik cok iyi biliyordum: beni ondan daha cok kimse sevemezdi. O cicegi ucurumun kenarinda birakmaya karar verdim.
Bu gercek askti.

Ilk yillardaki heyecanlar icinde gormeye alistigimiz askin, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiginde, huzur ve durgunluk icinde dehep var olmaya devam ettigini goremeyebiliyoruz.
Oysa ask hep vardir. Belki artik heyecansiz, belki artik romantic degil... Belki sıkıcı, tekduze, hatta belki yuzsuz... Ama hep oralarda bir yerdedir.
Cicekler ve romantik dakikalar iliskinin baslamasi icin elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gercek askin sutunu ebedi kalir.

Hayat tam da boyle bir seydir.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
20 Eylül 2008       Mesaj #1679
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Bir dolmuş hikayesi

Pazartesi günlerini kendimi bildim bileli hiç sevemedim. Ne okulda, ne askerde, ne işte… Bende sendrom oluşmuş ; Stresleniyorum, gün hiç bitmiyor.
Yine bir pazartesi. Park yeri dolu olacak, park yeri arayacağım. Araziye gidip geç döneceğim kapı kapanmış olacak…Arabayı almıyorum, işe dolmuşla gideceğim.
***
Tombul, al yanaklı bir adam. Altmışlı yaşlarında. Yaz, kış ceketi ve altında illaki süveteri vardır. Bir alt sokağımızda oturur. Parasını iç cebinde sarılı bir naylon torbadan çıkarır her zaman.
Saat yediden sonraya kaldık mı denk geliriz.
O sabahta bindi dolmuşa. Naylonun katlarını açtı, yeşil bir yirmi liralık çıkarıp sanki arkadan yollamışlar havası yaratarak şoföre uzattı “ Alasın buradan bir üğrencı” Şoför paraya baktı, adama baktı başını salladı. Paranın üzerini uzattı. Adam avucunun içine yaydığı parayı tombul parmakları ile ayrıştırarak saydı. Yüzü kızardı “Ben demişım sana alasın bir üğrencı, sen almışsın tam”
Şoför yine başını salladı, duymazdan geldi. Adam ısrar etti. “Niçın alırsın tam?”
Şoför yine duymazdan geldi.. “Duymazsın sen benı? Yoksam duyarda sallamazsın bilmem nerena? Demişım alasın üğ-ren-cı”
Sinirlendiği her halinden belli şoförün. “Niçın alacakmıjım sendan üğrencı… Niçın ha... niçın ... niçın…. Sen üğrencisın? Çıkarasın bakayım üğrencı kimliğina”
Bizimkisi gayet pişkin “Biner bura üğrencılar, nah bendan kocaman, bir üğrencı der geçerlar, sorarsın unlara da kimliğinı?”
Şoför döndü “ Atsak senı cekiya gelirsın yüz ukka, birda dersın utanmadan " Üğ-ren-cı..." Ayıp değıl yaptığın? Hem sen üğrencisın, utanmazsın yalan demeğe? “ Sustu, bir süre gittikten sonra tekrar adama döndü “Almam lazım gelır esasında sendan tam dürt üğrencı parası”
Sinirlendi, yüzündeki kızartı boynunu aşıp düğmeleri ilikli mintanının alt taraflarına doğru indi. Ağzını dolduruyor ama lafı doğrultamadığından yutkunuyordu. Sonunda doğrulttu lafları. “Binen üğrencılar bendan daha ukkalı, niçın almazsın unlardan da tam yulcu parası, niçın alırsın üğrencı?” Ve devam etti “ Hem senın babanın parasını yemişım ulmujum yüz ukka? Gözün iki dirhem etimdedır? Yiyesın sende malını ulasın benım gibı.”
“Heee” Dedi şoför. “Her sabah yersın yirmı bej kurujumu, yirmı bej kurujda dönüşta yersın ettı ellı kuruj. Ben iyı tanırım senı, Alaybeyda evın var, Karaköyda evın var, Bozköyda evın var, Lalelida evın var, dükkanın var icarda, ayıp değil tenezzül edersın yirmı bej kuruja? Domuzun bilem var senin. Kız, kızan sarmıj bacaklarını? Kayıncoların yiyecek paranı bilesın” Anlaşılan şoför çok dolu, bayağı biriktirmiş. "Utanırım sizın gibilar yüzündan diyeyım benda gücmenim... Reziller!! Kurban ulasınız diğer gücmenlere"
“Var… Her - şe - yım - var!!! Sen kazanmışsın? Senın malına konmuşum? Çalıjmıjım eşşek gibı; Tarlalarda çalıjmıjım, fabrikalarda çalıjmıjım, gecelerı inşaatlarda yapmışım bekcilık, kazanmıjım servet” Konuştukça boynunun damarları şişiyordu, ter akıyordu bir yandan.
Cebinden mavi kaplı sağlık karnesini çıkardı, yokladı yerine koydu tekrar. Ben kavganın keyifli anını bırakıp iş yerimde inmedim, sonuna kadar gideceğim. Hastanenin önünden geçiyoruz.”Durasın burada, ben binmem bir da senın dolmuja” Ayaklandı…
Şoför sağ tarafa yanaşıp durdu. “İn, bir daha binmeyesın benım dolmuja, isdamam senın gibi pinti müjteri. Sıkarsın bir yercağızını, kurkarsın bir susam tanesi düşer diye” Düğmeye dokunup kapıyı açtı. Bizimkisi ayakta “Binmam be binmam bir daa!! Veresın yüz yirmı bej kurujumu”
“Vermem sana yüz yirmı bej kuruj, sen zaten ineceksın hastanede, dikizdan görmüjüm sağlık karnenı”
Kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı “Hem bilirsın hastanede ineceğimı utanmazsın nah iki adımlık yola alırsın tam yulcu parası, üğrencı biner tee gider şehrın öbür bajına… U zaman bende giderim teee son durağa, vermişım nasılsa paramı.”
Kapıyı kapattı, gaza bastı “İstersan gidesın cehenneme”
Oturduğu koltuğa kadar gidemedi, yanıma ilişiverdi. “Edecam senı şikayet, göresın kaç bucakmıj dünya…Sen bilmezsın benı, ben ciğerci hüseynın sağdıcıyım” Şoför uymadı bu kez.
“Dayı var ya sen haklısın” dedim. Yüzüme baktı, ona hak veren biri vardı. Devam etim kulağına fısıldayarak “Aynı duraktan bir öğrenci biniyor, senden daha kilolu, ondan neden bir lira alıyorlar? Sana gıcığı var şoförün. Şikayetçi ol, ben sana şahidim. Bende öğrenci parası veririm çoğu zaman.”
Duraktan iki kız bindi dolmuşa, ikisi de birer öğrenci ücreti verdiler.
“Bak dayı bu kızlar en az yirmi iki – yirmi üç yaşlarında, bunların neresi öğrenci?” Döndü kızlara baktı. “Kızcağızım kaç yaşındasın?” diye sordu biraz daha olgun görülen kıza. Bir yandan da kızı süzüyor tepeden tırnağa, sanki alıcı gözüyle…Kızın gözleri büyüdü, ben dudaklarımı ısırıyorum. Yüksek sesle “Dayı ayıp ya, ne yapacaksın yaşını kızın, sorulur mu hiç, birde bakarsın kıza yiyecek gibi!!” Döndü yüzüme baktı. Devam ettim “Sapık mısın, nesin ya? Kalk buradan!” Dayı şaşkın. Bir bana bakar, bir kıza. Kız pirelenir durmadan; Korkmuş. Dayı kalkıp eski yerine oturdu. Kız telefonla birilerini aradı “Abi dolmuşta bir sapık var, bana bakıyor durmadan, taciz edecek.” Karşı taraf ne dedi bilmem ama, kız “Malta’ya doğru gidiyoruz” Bir süre sonra “Tamam” Deyip telefonu kapadı. Şenlik çıkacak, ama sebep olan benim. Olay büyümeden, dayı dayak yemeden yatıştırmam gerek.
Malta çıkışında arabaya bir genç bindi, kızın işaretiyle dayıyı ense kökünden yakalayıp vurmaya başladı. Bu kadar çabuk beklemiyordum doğrusu. Araya giresiye kadar dayı enseye birkaç tokat yedi. Genci tutup arka tarafa aldık, durumu anlattım.
Zavallı dayı neye uğradığını şaşırmış halde. “Dayı sen in arabadan, bu şoför seni hırpalatacak, yaşlı başlı adamsın” Dayı iniyor. Saat yedi buçuk olacak neredeyse, mesaimin başlama saati. Bende iniyorum “ Seni yalnız bırakmayayım dayı. Şoför milleti ne olur, ne olmaz.” Geri dönüş dolmuşuna biniyoruz. “Deydi mi be dayı? Yirmi beş kuruş için başına gelenlere bak.” Dayı put gibi, şokta. Deşiyorum, konuşturuyorum. Zengin ve çok pinti olduğunu mahalleden biliyorum. Apartmanın bahçesindeki erikleri evin önünde tezgah kurarak satıp, otomatiğin elektrik parasını çıkarmayı hesaplayacak kadar paragöz. Aslında oh oldu dayıya. Çocuk birkaç tane daha mı vursaydı ense köküne?
Dayı her gün binişte bir lira verip geçermiş. O gün bozuğu yokmuş belki arada kaynatırım diye öğrenci ayağına yatmış. Üstelik yirmi beş kuruş tamahı ona fazladan bir yüz yirmi beş kuruş daha ödetti, ilave olarak ense köküne okkalı birkaç tokat ve en önemlisi deşifre oldu; artık “Buradan alasın bir üğrencı” ayakları yenmeyecek.
***
A be agam… Alasın bir lacivert ceket, içına bir mavi gömlek, kravat. Giyesın bacağına gri bir pantolon . Kestirasın saclarını alabros, olasın tam bir üğrencı, kurulasın koltuğuna dolmujun….
***
Sigaramı yakıyor, çayımı yudumluyorum… “Bu gün üyla keyifliyım be kızanlar üyla keyifliyım üyla keyiflı surmayın...” Yüzümde bir tebessüm. Sigaramın dumanını üflüyorum tavana doğru. Haftaya ne güzel bir başlangıçtı…
Sonraki günlerde onu bir daha görmedim ama her pazartesi sabahında aklıma gelir, gülümserim.
Sağ olsun, uzun zamandır haftaya iyi başlangıçlar yapmamı sağlar…
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2008       Mesaj #1680
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç adam, işe giderken hergün yolunun üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi.
Her sabah o rengarenk güller içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikce güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı.
Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her geçisinde güllere ve pencerede belli belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördügü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu. Genç adam, artık hergün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir silüetten baska sey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu. Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş müydü !..
Genç kız yine hergün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu. Genç adam bir gün yine geçti bahcenin önünden. Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti. Ama ümit icinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı.
Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse yaşamıyor mu? " Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan korkarcasına, başka bir soru sordu; " Burda yaşayan genç kız ne oldu?" Çocuklardan biri atıldı; "O öldü." dedi, genç adamın yana düsen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı; "Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.. " Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu.
Fakat gözleri kapalıydı...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat