Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 17

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.668 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #161
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kapımızda nöbet tutuyor ölüm

Sponsorlu Bağlantılar
Diyecektim ki; gülüm,
Mevsim hazan mevsimi, mevsim gözyaşı mevsimi... Mevsim ayrılık mevsimi. Tarifsiz bir hüznün sarmalındayız. Anlatılması zor, ifadesi güç. Fikirler tel tel, şehra şehra düşünceler, duygular buruk buruk....
Bir yanı bahardır kıyılarımızın bir yanı cehennem.
Durmadan gözyaşı dökülüyor yüreğimizin üstüne. Acıdan, ayrılıktan haritalar ekleniyor alnımızın çizgilerine...

Sararan yapraklar tutunamıyor artık dallarda gülüm, rüzgar estikçe savrulup gidiyor her biri bir yana. Katar katar turnalar göçüp gidiyor üstümüzden...

Diyecektim ki; gülüm,
mevsim hazan mevsimi, mevsim hüzün mevsimi, har düşmüş bağlara, bahçelere. Yapraklar üşüyor, yapraklar düşüyor dalından. Turna göçü gibi yapraklarında göçü başladı gülüm...

Diyecektim ki; gülüm,
mevsim hazan mevsimi, mevsim kıran mevsimi. Her taraf ölümlerle acılarla dolu. Kan gölüne döndü dünya. Dört bir tarafta barut kokuları geliyor. Her tarafta savaş, kan gözyaşı var. Her tarafta bir kaos sürüyor... Bu yüzden karalar giydik gülüm. Utandık insanlığımızdan.
Bacakları kopan çocukların feryatları doluyor yüreklerimize. Çığlıkları, çocukları ölen anaların. Hiç bu kadar sahipsiz, hiç bu kadar umutsuz, bu kadar çaresiz kalmamıştı yüreğimiz. Kan ve barut kokan ağır bir hava hüküm sürüyor gecelerde Havaya karışan iniltiler feryatlar ağıtlar.

Gerçeklerle hayallerin karıştığı, rüyalar şehri İstanbul da bombalar patlıyor durmadan. Özlemler, hayaller ıstırap veriyor artık... Her ah çekişte içimiz titriyor... Derin bir ah gibi sızlıyor yüreğimiz... Yüreğimiz parça.parça..
Güvercinlerin öldürüldüğü, defnelerin sessizce ağladığı günlerdeyiz gülüm...

Diyecektim ki; gülüm,
Çiçektir çocuklar: Bakım ister, özen, özveri, güven ve sabır ister, açmak için çiçeklerini bahara... Hepsinden önemlisi şefkat, sabır ve sevgi ister... Sulanmak ister sevgi pınarlarıyla ... Tomurcuk tomurcuk açmak için dünyaya çiçeklerini ... Sevgisizlikle solmamak için yaprak yaprak ...

Diyecektim ki; gülüm,
Bahçedir çocuklar:. Tohumdur ekilir, sürer filiz filiz.. Umudu besler bağrında. Emek ister, bakım ister... Büyür, olgunlaşır , sevgi meyvesi verir, karşılık beklenmez... Verdiğini alırsın...

Diyecektim ki; gülüm,
Yüreklerimizi yıllardır sıcak ve hillesiz bir sevgiye kilitleyip, umutla ,özlemle geleceğe dair apak düşler kurduk. Güneşli, aydınlık, güzel günlerin özlemini çektik. Belki biraz yorgun, belki durgun, ama yine de umutlu, yine de mutlu, sevgiyi işleyip mavilere, bütün yollara, dallara, dağlara gül yazdık.
Sevgiyi, umudu, güveni, dostluğu, barışı, özgürlüğü, mutluluğu ve bunların getireceği güzellikleri bekledik ölümüne...

Diyecektim ki; gülüm,
Geleceksin diye bütün yollara gül döktük. Güvercinler uçurduk mavilere.
Sevgiyi,dostluğu, barışı, baharı, sevinci getireceksin diye dağlara, ovalara, denizlere . Bunca çirkinliklerin içinde güzelliği, saflığı, temizliği getireceksin diye kirlenmiş hayatımıza, yıldızlara haber saldık...


Diyecektim ki; gülüm,
Yaşamak güzel... Yaşamak bir çiçek gibi, dört mevsim güzel kokular saçıyor üzerimize... Sevgiyle bakıyor herkes biribirine, sevgiyle sarılıyor... Kinler, düşmanlıklar, kötülükler kafdağının ötesine sürülmüş...

Diyecektim ki; gülüm, gel.
Yorulduk yollarına gül döküp beklemekten. Ey ömrümüzün taze gülü, ey gözleri öksüzümüz, her hazan bir gül getirip yüreğimize bırak ki, sevdamızın ateşiyle yakalım saçlarını yeryüzünün...

Diyecektim ki; gülüm,
Herşeye rağmen yüreğinde bin umut taşıyor çocuklar gelecek baharlara...
Dünyanın dört bir tarafında barış ve umut şarkıları söylüyor... Özgürlük ve mutluluk şarkıları söylüyor çocuklar, diyecektim...

Ama diyemedim, diyemedik gülüm...
Kapımızda nöbet tutuyor ölüm...


nuri can
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #162
kambis - avatarı
Ziyaretçi

Sponsorlu Bağlantılar
ALINTI BİR YAZI.


Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler.


30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez.
Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım.
Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk.
Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk.
Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hala hiçbir şeyde bulamıyorum.
Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hala gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuztaş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi.
İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak"diye bir deyim vardı.
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adi Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.
Diyarbakırlı Kürt bir Karpuzcumuz vardı . Salı Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.
Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtıraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası onu kalem açma kuyruklarını unutan var mı?
Plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.
O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor.

Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları.

Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.
O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçurtmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar.
Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.
Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.
Mutlular mı?
Umarım öyleler.
Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?
Umarım ...



Seval
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #163
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dokunuşlar

Dalgalar kıyıya vurdukça yayılan beyaz köpüklerin,geri çekilirken çıkardığı gizemli fısıltıyla beraber, suyun ayaklarımın altındaki incecik kum tanelerini,sanki bedenimi okşayan sihirli parmaklarının içimde yarattığı boşluk duygusu gibi benden uzaklaştırmasıyla, başım hafifçe dönüyor, deniz tutkulu bir aşığın dayanılmaz arzusuyla içine çekiyordu beni.
Ben bu arzulu dokunuşların sarhoşluğuyla dengemi yitirdikçe kasıklarımdaki binlerce kelebek,suya düşmemek için havalanıyor, kanatlarının rüzgarları tenimi yalarken içimdeki boşluk daha da büyüyor, o boşluğu senin doldurmanı isteyen bedenim gökyüzünde uçuşan martılar gibi çığlıklar atıyordu.
Kumsalda dalgalarla sevişirken, dokunuşlarındaki beni çıldırtan gizemin en nadide parçalarından birini görmenin içimde yarattığı “keşif heyecanının” keyfini sürüyor,demek böyle dokunmayı dalgaların kıyıyı okşamasından öğrenmiş diye geçiriyordum içimden.
Oysa hep başka kadınlardan öğrendiğini düşünmüş, kimi zaman kıskanmış, kimi zamansa anlamsız bir minnetle anmıştım onları. İçim sana haksızlık ettiğimi fark ettiğim zamanlardaki garip huzursuzlukla kaplanırken, seni kıskanmamdan ve bunu sana itiraf etmemden aldığın keyfi hatırlayıp endişeye mahal olmadığına inandırdım kendimi.
Bir define avcısının eline geçirdiği asırlık define haritasına ilk bakışındaki şaşkınlık gibi, artık dokunuşlarının gizemini nerelerde arayacağımı fark etmenin heyecanı ve bir an önce bu keşif yolculuğuna çıkmanın telaşı kapladı yüreğimi.
Hafif esen rüzgar, güneşin altında pırıltılar saçan saçlarımın her kıvrımını, kendini eşsiz hissettiren bir özenle okşarken, savrulan saçlarımın boynuma dokunuşlarıyla ürperen tenim, bu tanıdık dokunuşun hazzıyla kendiliğinden kapanan göz kapaklarım ve derin iç çekişimle zaten yola çıktığımı fark ettim çoktan.
Tenimde dolaşan parmak uçlarının, ürkek ama bir o kadar da kendinden emin tavrında hafif esen rüzgarın saçlarımı okşayışındaki özeni bulurken, tenime hiç değmeyen avuçlarının sıcaklığının bütün hücrelerimi güneşin tenimi yakması gibi yaktığını fark ettiğimde artık şaşırmıyordum.
Kumsalda oturmuş resim yapan usta bir ressamın tuvale vurduğu belli belirsiz fırça darbeleri gibi her tenime dokunduğunda, beni tabiatın o eşsiz renklerine boyadığını ve içimi yaşama sevinciyle dolduranın sen olduğunu anlayarak varlığına şükrederken, bu keşif yolculuğunun bir sonraki durağının neresi olacağının ve bir sonraki dokunuşunun bendeki yansımalarının merakıyla sana doğru yürümeye devam ediyorum.

tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #164
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
TUZLU KAHVE

Kıza bir partide rastlamıştı.Harika bir şeydi.O gün peşinde o kadar delikanlı vardıki..
Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı,ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti.Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.Delikanlı öyle heyecanlıydı ki,kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı."Ben artık gideyim"demeye hazırlanırken,delikanlı birden garsonu çağırdı.

"Bana biraz tuz getirir misinz" dedi. "Kahveme koymak için".
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı....

Kahveye tuz!...
Delikanlı kıpkırmızı oldu utançdan,ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.Kız merakla"Garip bir ağız tadınız var" dedi.
Delikanlı anlattı:

"Çocukken deniz kenarında yaşardık.Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi.Bu tatla büyüdüm ben.Bu tadı çok sevdim.Kahveme tuz koymam bundan.Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem,çocukluğumu,deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum.Annemle babam hala o deniz kenarındaki evde oturuyorlar.Onları ve evimi öyle özlüyorum ki".

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.Kız dinlediklerinden çok duygulanmışdı.
İçini bu kadar samimi döken,evini,ailesini bu kadar özleyen bir adam,evi,aileyi,seven biri olmalıydı.Evini düşünen,evini arayan,evini sakınan biri.Ev duyusu olan biri.

Kız da konuşmaya başladı.Onun da evi uzaklardaydı.Çocukluğu gibi.Oda ailesini anlattı.Çok şirin bir sohbet olmuşdu.Tatlı ve sıcak.

Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade başlangıcı güzel başlangıcı olmuştu tabii.

Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi,prenses,prensle evlendi.Ve de sonuna kadar mutlu yaşadılar.
Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu,hayat boyu.Onun böyle sevdiğini biliyordu çünki.

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti"Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.Şöyle diyordu satırlarında.

"Sevgilim,birtanem.
Lütfen beni affet.Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet.
Sana hayatımda bir kere yalan söyledim.Tuzlu kahvede.İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?Öyle heyecanlı ve gergindim ki,şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.Sen ve herkes bana bakarken,değiştirmeye o kadar utandım ki,yalanla devam ettim.Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti.Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm.Ama her defasında korkudan vazgeçttim.Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiç bir sebeb yok.İşte gerçek.Ben tuzlu kahve sevmem.O garip ve rezil bir tat.Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.Hemde zerre pişmanlık duymadan.Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluyum.

Dünyaya bir daha gelsem,her şeyi yeniden yaşamak,seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,ikinci bir hayat boyu daha tuzlu bir kahve içmek zorunda kalsamda".

Yaşlı kadının göz yaşları mektubu ıslattı.

Lafı açıldığında bir gün biri,kadına"Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu..

Gözleri nemlendi kadının,

"Çok tatlı" dedi.

Richard Fawler
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #165
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KIZDAN SEVGİLİSİNE MEKTUP


Elime son kez aldim kagit kalemi, Bu sana son mektubum. Postaci son bir kez haber getirecek...Benden sana. Canim bilirim aldirmazsin hiçbirseye, Ne sevgiye ne de hislere. Simdi elimde bir sigara var, Bugün çok içtim. Bilirim kizacaksin, "Içme demistim" diyeceksin,
Ama ben yine ayni cevabi verecegim: Dertliyim. Son kez bu kalp derdinle dolu. Bu mektubumda Seni ne kadar sevdigimi Özledigimi yazmayacagim. Artik degistim ben. Seninm umursamaz tavirlarindan biktim SERSERIM. Takmiyorum artik ben de seni. Hani bende bir resmin varya, Arkadasima verdim SERSERIM. Çok begenmis seni, "Al senin olsun" dedim Ama dikkat etmesini de söyledim, Olur ya çikarsaniz "Boynuzlamasin seni" dedim. Yüzünün seklini görmeni isterdim SERSERIM. Bu mektup digerine benzemiyr degil mi? Dün gece yiktin, öldürdün beni SERSERIM. Dilindeki hece bir kursun gibi saplandi yüregime. Tüm gece kanadi durmadan, Gözlerim doldu aglayamadim. Yataklara düstüm ne zamandir. Ama iyi oldu aslinda Seni umursamiyorum artik, Sen ne demistin SERSERIM. "Üzülme!" Üzülmüyorum zaten gülüyorum, Bu acilarin getirdigi mutsuzlugu seviyorum. Lanet olsun sana SERSERIM.
Bu kadar degersiz miydi sevgim? Biliyorsun ben seni çok sevdim. Bu sana son mektubum SERSERIM. Yak istersen,istersen baskalarina okut. Ya da evet Içip içip agla, Ama sunu bil ki bu sana son mektubum. Bundan sonra hain yazar mezar tasinda Bir ölüsün artik sen hatiralarimda...




SERSERIDEN CEVAP


Bugün hiç beklemedigim bir anda, Mektubunu aldim GÜZELIM. Son mektubum demissin, inanmam Sen dayanamazsin bensizlige, Erirsin,bitersin günden güne. Bak ne diyorum GÜZELIM Gönlün olsun,birkaç gün daha çikalim Sevinirsin belki. Hediye olur ya da bir elma sekeri. Sen bensiz yapamazsin GÜZELIM. Seni öptügüm o ilk ani hatirla, Nasil da çocuklar gibiydin, Bayilacaksin diye korkmustum GÜZELIM. Ben senin gibi neler geçirdim elimden,
Bilirim haberim yok sevmeden, sevilmeden. Sen beni gerçekten sevdin mi GÜZELIM? Sana bu mektubu meyhaneden yaziyorum, Biraz önce birkaç çocuk dövdük GÜZELIM, Onlarin serefine içiyoruz. Bak GÜZELIM!Ben sana ne demistim hatirlamiyorum "Üzülme" yazmissin Sahiden dedim mi? Içkiliyken herhalde, bilirsin. "Yiktin" yazmissin Sahiden yikildin mi? Umursamazsin sanmistim Takmazsin diye ummustum, Ama madem beni umuttun, Bu sana son sözüm olsun
Ben de seni sevdim haberin olsun GÜZELIM.




KIZIN ARKADASIN'DAN SERSERIYE


Seni tanimiyorum serseri, Ama arkadasim seni çok sevdi. "Son mektup" demisti dogru, Hem o seni çoktan unuttu. Seni çok begendim be serseri, Belki seversin, belki de... "Güzelim" demissin bizimkine, Ben de seni zevkli bilirdim. Ben ondan daha güzelim. Bak serseri! Ben seni ondan daha çok severim. Telefon numarami yaziyorum,arkada, Onu aradigin gibi beni de ara. Ayrica senin güzel gariplesti bu ara "Kalbim agriyor" diyor, Doktor bir teshis koyamiyor.Aman canim o da bir baska, Aglasa da gülüyorum der etrafa Sakin unutma beni ara.




SERSERIDEN ARKADASA


Bak kizim ben seni sevmedim daha en basta, Ben güzelimi sevdim herseyden çok. O bana "serserim" derdi canindan koparcasina, Sen ise "serseri" diyorsun sokakta kalmisçasina.
Senin gibi arkadas olmaz olsun. Güzellige gelince,kimse yarisamaz benim GÜZELIMLE. Simdi birak bunlari "son mektup" derken yalan sanmistim Daha beter içer oldum, Her gece sarhosum. Bir daha ki mektupta güzelimden bahset bana. Simdi gerçekten mutlu mu? Yoksa baskasini mi seviyor? Hasta demistin,kalbinden hasta Yoksa bu ask hastaligimi? Benden baskasi ile... Çabuk yaz arkadas Herseyi arkadas, herseyi anlat bana.
Anladim ki yasayamam ben onsuz bu dünyada.



ARKADASTAN SERSERIYE


Afedersin serseri yanlis yapmisim ben, O seni gerçekten çok sevmis. Son nefesinde bile adini söyledi, Yüregim parçalandi,anlayamazsin. éSERSERIM" deyisini duysaydin gözleri kapanirken.Askin öyle sarmis ki bedenini Kaybedince, yasayamadi öldü iste. Son mektunda ne yaptin? Içip içip agliyor musun? O simdi mezarinda huzurlu yatarken, Yilanlara bile seni anlatir süphen olmasin. Zaten mezar tasinda
"SENI SEVMISTIM SERSERI"
Yazisini görünce anlarsin. Belki bir umut vardi yasamasinda, Ama senin de ciddi olmandi. "Birkaç gün çikalim" demissin ona. "Elma sakari olur" demissin. Iste o vurdu senin güzelini, Indi zavallicigin yüregine. Simdi mezarinda derin bir uykuda, Sevgisi de sonsuzlasti onunla. Aslinda o hiç istemedi öldügünü bilmeni Ama dayanamadim yazdim iste. Simdi ne yaparsin,nasil yasarsin? Içer misin, adam mi döversin? Sen de onu sevmissin öyle yazmissin,
Öyleyse birak askiniz yasasin.



SERSERININ ODASINDAKI NOT ;

Sana GeLiyorum GüzeLim..
SeNi SeviyoRum GüzeLim...

Tarkan İKİZLER.
Son düzenleyen kompetankedi; 15 Şubat 2007 12:10
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #166
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yine bir gece ve yine baş başayım kendimle, işte yine seni bulup
kaybettiğim yerdeyim.

İnsanın bir şeylere karar vermesi ne kadar zor; ya seni içime gömmeli ya da artık içimden söküp atmalıyım. Ama her ne olursa olsun susmalıyım. Hangisi daha zor, hangisi daha acı? Gerçekten gitmeli miydin, yoksa yanımda kalıp savaşmalı mıydın?…
Bir yol arıyorum kendime, bulduğum tüm yollarsa sana çıkıyor…
Kapanmalı artık gözlerim. Sonsuz bir karanlıkta tek başıma yürümeye devam etmeliyim uçsuz bucaksız yollarda…
Yürümeliyim ardıma bile bakmadan, yürümeliyim parçalayarak uğrunda ölebileceğim değerleri ve sevgileri, yok ederek yaşadığım tüm zamanları…
Nasılda acımasız zaman. Nasıl da yüceltmiştim seni gözümde. Tutup kendi
ellerimle koymuştum en yükseğe, sonra keyifle izlemiştim yüceliğini. Ama
yine ben bitirmeliyim. Tutup kollarından indirmeliyim olduğun yerden. Ya da seni ölene kadar yaşatmalıyım taş kalpli dediğin yüreğimde…..

Ne kadar zor bir karar Hiç bu kadar zorlanmamıştı zonkluyan beynim..
Bir yanım: “Bir daha kimse, hiç kimse onun kadar çok sevilmeyecek”, derken, bir yanım sakin, sessiz…
Zaman geçiyor, yüreğim acıyor. Kapanmıyor yaralarım..
Tükenirken ben, aklımda bir tek sen varsın…
Görüyor musun, yine konuşuyorum ama sessizce….
Susmayı öğreniyor yüreğim..
Ama ben kararımı verdim…
Seninle olduğum zamanları düşünmek bile bana mutlulukların en büyüğünü yaşatıyor..
Seni ne çok seviyormuşum…Söküp atamıyorum düşünlerimden…
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
14 Şubat 2007       Mesaj #167
kambis - avatarı
Ziyaretçi
MUTLULUK ÇANI


'' Mutluluk çanı'nın'' bir tek aşk'ın ve sevgililerin özel günü olan, '' 14 Şubat sevgililer günü'nde'' çaldığını biliyor muydunuz?

Birbirlerini gerçekten yürekten seven ve bütün sevgililerin gerçek mutluluğu için çalan '' Mutluluk çanı '' hikayesini yazacağım şimdi sizlere..



Son yüz yıla damgasını vuran bir aşk filmi dediğimizde ilk aklımıza gelenlerden bir tanesi mutlaka '' Aşk Hikayesi '' olacaktır eminim..

Başrollerini Ali McGrew ve Ryan O'Neal'in paylaştığı '' Aşk Hikayesi '' filminde, unutulmaz bir cümle geçer ;



'' Aşk, hiç bir zaman pişmanlık duymamaktır.''



Yaşadığımızı sandığımız aşklarımıza şöyle bir baktığımızda mutlaka kalp kırıklıklarına da rastlarız.. Bunlar, yapmış olduğumuz yanlış seçimler kararlar pişmanlıklar neticesinde yaşamış olduğumuz izlerdir..



Hangimizin aşk hayatında inişler, çıkışlar, dargınlıklar, kırgınlıklar ve hatta istemediğimiz halde ayrılıklar olmadı ki?



İşte! '' Gerçek Sevgi '' bunların hepsini aşmış ve başarmış sevgidir..



Hele ki iki kişinin yaşadığı bu kırgınlıklarda mutlaka haklı olan bir taraf vardır.. Ama çokça sı da

'' gururumuz '' bunu itiraf etmemizi engeller..

İstediğimiz halde özür dilememize izin vermez..



İşte '' Mutluluk çanı '' bizlerin böyle bir durumla karşı karşıya kaldığımız da yani sevgilimizle istemeden ters düştüğümüzde iletişime geçmemizi sağlamak için düşünülmüş..



Sevgililerden hatalı olan taraf, '' 14 Şubat sevgililer günü'nde'' bu çanı çalarak, kendisinin söyleyip dillendiremediği mesajını sevgilisine iletmesi içinmiş.



'' Mutluluk çanı '' çaldığında şu anlama geliyormuş..



'' Sevgilim, aşkım, beni affet; Evet, ben hatalıyım. Ne yazık ki bunu sana ifade etmeyi kendime ve kör olası gururuma yediremedim.. Bak işte ; şimdi bizim için çalıyorum bu çanı..

Ve diyorum ki ; Hatalıyım sevgilim affet. Seni seviyorum..

Çanımın sesini duy ve ne olur cevap ver....? ''



Sevmeyi bilen sevgililere diyorum ki bu yazım sizin mutluluk çanınız olsun.. Siz seven kalpler ulaştırabildiğiniz kadar ulaştırın ki bütün seven gönüllere mutluluk postasından armağan olsun..



Seven kalpler! Bu son satırlarımı iyi okuyunuz lütfen..



'' Yaşamak sevmekle birleştiği vakit AŞK doğar ‘’



Hiç unutmayınız!





'' 14 Şubat sevgililer günü'' Mutluluk getirsin hepinize..



'' Sevgili melekler yüreğinizden öpsün.''



Zaman mı? '' 14 Şubat 2007 sevgililer günü'' zamanı. Artık mutluluk zamanı..



( Heeeyyy bana bak hele hikayeyi dinledik tamam da bu çanlar bizim için ne zaman çalacak adamım ? )





Sabiha Rana

satirikon - avatarı
satirikon
Ziyaretçi
14 Şubat 2007       Mesaj #168
satirikon - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
kambis adlı kullanıcıdan alıntı


ALINTI BİR YAZI.


Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler.


30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez.
Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım.
Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk.
Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk.
Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hala hiçbir şeyde bulamıyorum.
Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hala gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuztaş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi.
İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak"diye bir deyim vardı.
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adi Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.
Diyarbakırlı Kürt bir Karpuzcumuz vardı . Salı Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.
Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtıraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası onu kalem açma kuyruklarını unutan var mı?
Plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.
O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor.

Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları.

Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.
O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçurtmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar.
Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.
Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.
Mutlular mı?
Umarım öyleler.
Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?
Umarım ...



Seval

Şimdi ise çocuklar çocuk olmadan büyüyorlar ve üzüntü duyuyorum, şimdi çocuklar; yarın ne olacak demeyi öğrenemeden büyüyorlar, üzgünüm çekirgeye benziyorlar... herşeyleri buldukları an tüketiyorlar... çocukluklarını, gençliklerini geri gelmeyecek zamanlarını...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Şubat 2007       Mesaj #169
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Birlikte kiralık ev bakmaya gittiğimiz Osman abi, beni köşedeki kahvede bulup da yanıma oturduğunda, “Geç otur şöyle yeğenim.” diyen emlakçının kapısından niye fırladığımı henüz bilmiyordu.
– Ne kalkıp fırladın öyle birden? Ne olduğumuzu şaşırdık.
– Aman Osman abi, sinirim bozuldu dayanamadım kaçtım…
– E! Ne yaptı ki adam sana?
– Daha ne yapacak abi. “Yeğenim.” dedi ya yetmez mi?
– Ne var oğlum bunda? Adam sana küfretmedi ya.
– Küfretseydi daha iyiydi abi. Belki kızmıştır diye sesimi çıkartmazdım, bu ondan da kötü. Biri bana yeğenim derse biliyorum ki ortada mutlaka karışık bir iş var ve en sonunda kabak benim başıma patlayacak.
– Allah Allah. Ne var bunda bu kadar abartacak, hiç bir şey anlamadım.
– Başıma gelenleri bir anlatsam, sen de bana hak verir benden önce fırlardın dükkândan dışarı.
– Bak şimdi iyiden, iyiye merak ettim.
Yanımızdan geçen çaycıya; “Ver oğlum şurdan iki çay daha.” dedikten sonra Osman abi bana döndü.
– Anlatsana be oğlum işte çayları da tazeledik. Meraktan öldürecek misin beni?
– İyi o zaman, anlatayım da kendin karar ver bakalım Osman abi, kaçmakta haklı mıyım değil miyim?
– Hele sen bir anlat da önce.
– Bir tatil günü, sıcak iyice bastırmış, serin diye aklıma ilk gelen yer deniz kenarı. İndim yokuştan aşağıya, bindim gelen otobüse. Boğazda beğendiğim bir yere gelince, biraz da kalabalıktan bunalmış olarak indim otobüsten. Öylesine, sahilde yürümeye başladım. Çimenlerde yatanlar mı istersin, o yaz sıcağında ızgara için ateş yakanların atletle mangalları yellemeleri mi? Kol kola gezen genç çiftler, koşuşan çocuklar falan, ne ararsan var yani. Etrafımdakilerin hareketliliği, yavaş yavaş beni de kendime getirmeye başladı. Neşeyle insanları seyredip, geze geze gidiyorum.
Ben böyle dondurmacıya, sucuya baka baka yürürken, kimi yerde grup grup toplanmış balık tutmaya çalışanlar dikkatimi çekti.
Yakından bakmak için daha da bir denize doğru yaklaşıp, kovaların yanına bırakılmış çaparilere, sağa sola dağılmış misinalara basmamaya dikkat ederek yürümeye devam ettim… Kovalarda hoplayıp zıplayan balıklara bakarken, bir anda adamın biri beni çocukluğumdan beri tanıyormuş da on yıl aradan sonra görmüş gibi sevinçle üstüme atladı. Lahmacuncuya benzeyen beyaz kıyafetli, başında kırmızı çizgili beyaz kepi olan bir adam. Bir yandan ikide bir boynuma sarılıyor, bir yandan da iki yanağımdan öpüp öpüp; ”Aslan yeğenim benim, nereye kayboldun beş dakikanın içinde? Şimdi buradaydın.” diyor.
–Allah, Allah. Kimmiş peki?
–Ne bileyim ben, tanımıyorum ki adamı. Adam bana sarıldığı anda yanımızda iki zabıta belirdi. Zabıtalardan yaşlı olanı bana soruyor; “Yeğeni misin çaycının esastan?” Çaycı olduğunu o anda yeni öğrendiğim adam benden önce atlıyor “Yeğenim tabii, Ne sandın? Biz yeğenimle her hafta böyle boğaza gelir deniz sefası yaparız. Değil mi benim aslan yeğenim? Yalnız kendisi çayı çok sever, ver bir semaver dolusu demli çayı tek başına içsin.”
Ben hiç bir şey anlamamış aptalca bir yüz ifadesiyle çaycıya bakarken, çaycı da her göz göze geldiğimizde göz kırpıp duruyor. Bir zabıtalara bakıyorum bir çaycıya, bir zabıtalara bakıyorum bir çaycıya.
Çaycı, benim olayı anlamadığımın farkına varmış olacak ki, ayrıntıya giriyor;
“Bu zabıta memuru arkadaşlara o kadar söylüyorum, ben çayı satmıyorum, içmek için yanımızda getirdik diye ama anlayan kim. İllaki işgaliye harcı istiyorlar. Tabii onlar da araştıracak, soracak…”
Zabıtalar sabırsız, dayanamıyor; “Bal gibi de satıyorsun ulan işte, bir de bize yalan söylüyor, yer miyiz biz böyle numaraları?”
Ben durumu biraz anlar gibi oluyorum, ekmek parası yüzünden mecbur kalmış elin garibanını sıkıştırmışlar köşeye, fare gibi oynuyorlar.
Tutuyor zabıtalardan biri termosun sapını.
–Ver lan şunu, ver dedim bak fena olacak.
Bizimki de yapışmış öbür ucuna direniyor.
–Niye vereyim canım, evimden getirdiğim termosu. Çay içmek de mi yasak?
–İçmek yasak değil ammaaa, satmak yasak.
– Yahu siz ne laf anlamaz adamlarsınız, satmıyorum ki içiyorum.
Çaycı bir yandan bunları diyor ama öbür yandan da cebinden çıkarttığı bardağa zabıtanın çekiştirip durduğu termostan zorla çay koymaya çalışıyor.
–Bu kadar çayı kendine yaptın ha, ulan sen bizi salak yerine mi koyuyorsun?
–Yeğenimle içiyoruz diyorum ya…
Artık ben bu sinir harbine dayanamayarak araya giriyorum.
–Dayım doğru söylüyor, ben sigara almaya gidince aranızda bir yanlış anlaşılma olmuş herhalde.
Bu sefer şaşırma sırası zabıtalarda. İkisi de benim konuşabildiğime inanamamış gibi bana bakıyorlar.
Çaycı atlıyor: “Aslan yeğenim!”
Adamlar çabuk toparlanıyor.
–Demek yeğenisin ha? Demek zevk olsun diye her gün boğaza gelip bir kova çayı beraber içiyorsunuz ha? Ulan yoksa sen mafya mısın bunu koruyorsun? Biz çok gördük böyle gömlek kravat, esnafın akrabası gibi görünüp de haraç toplayanını.
–Bakın yanılıyorsunuz. Ben bu adamın yeğeniyim, birlikte çay yapıp içmeye geldik.
–Peki bu beyaz elbise, kasket ne? Yanılıyormuşuz… Dur bakalım sen bir dur. Kendine yanlış dayı seçmişsin. Yürüyün amirliğe orada anlatırsınız.
Ben bulaştığım belayı anlayıp kurtulmak için adamlara ne diller döküyor, neler sayıp söylüyorum ama adamlar “Yürüyün yürüyün, hiç uzatmayın.” diyerek tartışmayı bitiriyorlar.
İtişe kakışa, bize bakan insanların arasında yürürken bir ara yanımıza zabıtaları daha önceden tanıdığı her halinden belli olan ondört-onbeş yaşlarında bir çocuk geldi. Elindeki simit tablasından simitçi olduğunu anladığım çocuk, zabıtalara “Abi bu günlük bu kadar valla daha anca on tane satabildim.” deyip bir miktar para uzattı.
Zabıtalar da “Bizi başka birine benzettin herhalde.” diyerek çocuğu terslediler.
Kendimi zabıtalardan bir kurtarabilsem, simitçi çocuğu da yanıma alıp öyle gideceğim amirliğe. “Bunlar bütün sahildeki işportacıları; çaycıları, dondurmacıları haraca kesmişler. Evine götüreceği üç kuruş ekmek parasından başka bir şey düşünmeyen bu garibanlardan kendilerine para veremeyen olursa, böyle tutup getiriyorlar.” diyeceğim ama simitçi olanlara bir anlam veremeden, gördüğü tepki üzerine hemen yanımızdan uzaklaştı.
Bari gelen geçene rezil olmayalım diye ben artık kendimi teslim ettim. Uslu uslu zabıtalarla amirliğe doğru gidiyoruz… Bir yandan da, sıkıntılı sıkıntılı, bu işin sonunda başıma gelebilecekleri düşünüyorum; önce amirlik, sonra karakol, sonra savcılık, sonra yine karakol falan… İş oraya kadar varır mı acaba? İyice canım sıkılıyor, kendi kendime kızıyorum…
Beş dakikalık bir yürüyüşten sonra zabıta amirliğinin kapısına geldik, binaya girdik. Geniş bir salon. Karşıda ve yanlarda bir sürü oda. İçlerinden en büyüğü olduğunu tahmin ettiğim hariç, bütün odaların kapıları ardına kadar açık.
Kapılardan içeriye baktığında açık camlardan dışarısı görünüyor. Biz içeri girince, büyük odanın önünde niye toplandıklarını bilmediğim memurlar odalara dağılıyor.
Ben tam şimdi ne olacak diye beklerken, birden büyük odanın kapısı açılıyor.
Üzerindeki resmi elbiseden amir olduğunu tahmin ettiğim adam ve ardındaki birkaç kişi bize doğru geliyorlar. Amir bana sarılıyor. Evet sarılıyor, öpüyor, bir sevgi bir sevgi, görmen lâzım.
Bu sefer hem bizi getiren zabıtalar, hem çaycı, hem ben hep birlikte şaşırıp birbirimize bakıyoruz. Zabıta amiri arkasını dönüp odadan çıkan adamlara beni gösteriyor.
– İşte beyler sizin yanlış bir ihbar sonucu yaptığınız baskında çekmecemde bulduğunuz parayı bana borç olarak veren yeğenim bu. Size az önce buradaydı demiştim de inanmamıştınız…
Bana göz kırpıp devam ediyor.
– Bir sigara almak bu kadar uzun sürer mi aslan yeğenim?
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
14 Şubat 2007       Mesaj #170
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
İNCİ TANESİNDEN İSTİRİDYESİNE

"UNUTMA KABUĞU AÇILAN İSTİRİDYENİN İNCİSİ BÜYÜMEZ GÜL YÜREKLİM....."



Beyin emir verir, zihin düşünür, dil dönmez konuşmaya, bi gayret eller devreye girer beyinden dile verilen emir, ellere parmak uçlarına kaydırılır. Buruk duygularla yüklü, kırık kalbiniz uzanır klavyeye yada en azından bir tükenmez kaleme... Parmaklar yürekden gelecek emri bekler, gözler parmak uçlarına bakar pür dikkat. İnadına kıpırdamaz parmaklar yine inadına titrer gözbebekleri ve hiç umulmadık ani bir sağanak boşalır göz pınarlarından "nar" yanaklara, dudaklar katılır göz bebeklerinin titreyişlerine ve yürek hıçkırığı doğuruverir, bazen sessizce bazende derin göğüs sarsıntılarıyla. Her doğum gibi bu da zordur. Hıçkırıklar gürler, gözyaşları yağar, beden sarsılır. Ne kadar süreceği belli olmaz, nasıl başladığına ve nasıl bitirileceğine göre değişir . Kimi zaman benliğinizde fırtınalar kopartan ve gözlerinizden sağanak yağdıran "O"sert, soğuk ve acımasız rüzgar, değişiverir yarattığı tufanı görünce, ılık ılık esen bir meltem olur etrafınızda ve dindirirverir fırtınayı, ruhunuz huzura erer bir anda "O"rüzgarın kollarında yeniden. Rüzgar saçlarınıza dokunur, onları koklar tıpkı yağmur sonrası duyulan mis gibi toprak kokusunu içine çeker gibi.. Sonra "sahil" ve "dalga" misali atılırsınız birbirinize ve dalgayla sürüklanen kum tanesi gibi bırakırsınız kendinizi dalgaya sizi çekip denizlerin derinliğine götürsün diye. Bir daha hiç ayrılmamak için dalgadan sonsuza dek denize sürüklenmeyi seve seve kabullenirsiniz. Bilirsiniz özleyeceğinizi güneşi , rüzgarı ve nemlenip dalgayla ayak izi olmayı bir sonraki dalgaya dek... Ama kopamazsınız dalgayla bütünleşmekten, sessizce sürüklenirken açık denizlerin derinliklerinde, mutlusunuzdur sizi çekip götürdüğü içine aldığı için. Gün gelir yorulduğunuz hissedersiniz sürüklenip durmaktan derinliklerde, dibe inip biraz dinlenmek istersiniz. Gözleriniz karanlığa alışınca birden farkediverirsiniz acı gerçeği ... Orası sizin gibi niceleriyle doludur. Hepsi sesiz umarsız ve mutsızca çöküvermişlerdir enginlerin dibine.. İşte o an anlarsınız herşeyi, dalganın aşkına kapılıp sürüklenenin bir tek siz olamadığını. Tüm mutluluklar sizi terk eder, birer hava kabarcığı olup yüzeye doğru çıkmaya başlarlar Ardından tüm umutlarınız ve hayallerinizin ıslanıp eridiğini farkedersiniz, hesap sormak için bakınırsınız etrafa ama dalga yoktur artık ... Derin bir okyanusun karanlık dibinde çaresizce kalakalmışsınızdır.Yüzeye çıkamak için çabalamak istersiniz ama dalganın aşkına kapılıp enginlerde sürüklenmekden tüm gücünüzün tükendiğini farkedersiniz. Yaşadıklarınızın tüm ağırlığıyla dibe vurusunuz . Ve lanet okursunuz" AŞKA"... Günlerce, zamanlarca beklersiniz çaresizlikle, tek umudunuz Tanrının şefkatıdır, sizi ancak o kurtarabilir bu acı dolu karanlık ve soğuk bekeleyişten... Dalganın aşkını Tanrının şefkatinden daha üstün tuttuğunuz için kendinize kızarsınız.

Bir gün kendinizi karanlık ama yumuşacık bir yerde buluverirsiniz... Siz hiç farketmeden sizi içine almış yüreğinin,varlığının en içinde saklamaya başlamış bir şey olduğunu farkedersiniz. Kimsin? benden ne istiyorsun diye bağırırsınız .. Şefkatli kararlı ve sevgi dolu bir ses yanıt verir size..

“Adım istiridye, benim korumamdasın artık, seni içimde, varlığımın en derin ve güvenli yerinde korumaya aldım, artık sürüklenmek yok, yapayanlız beklemek yok, sığınacak bir yerin var artık.”

“Neden ben?”

“Uzun zamandır seni gözlüyordum ben, yüzeye çıkmak için nasıl çırpındığını, çıkamayınca nasıl umutsuzlukla dibe vurduğunu gördüm. Diğerleri gibi teslim olmak üzereydin sende sonsuza dek bu karanlık derinde kaybolmaya hazırlanıyordun, tüm bu süre içinde seni izlemeye öyle alışmıştimki, olduğum yerden kıpırdak bile istemez oldum. Senden ayrı kalmamak için seni her gün görüp izleyebilmek için bir gece aniden seni içime alıverdim .Benimle kal lütfen ve bana güven.”

“Peki şimdi ne olacak bana?”

“Kötü hiç bir şey korkma, seni koruyup büyüteceğim benliğimde. Daha sonrasını Tanrı bilir. ”

Başıma daha kötü ne gelebilirki diye düşünürsünüz bir an ve kabul edersiniz istiridyeyle yaşamayı. "Nasıl olsa artık eski yaşantıma dönmeme imkan yok hiç değilse burada emniyette ölürüm" diyerek yeni bir yaşmı kabullenirsiniz. Her geçen gün biraz daha alışıp bağlanırsınız istiridyeye, ara sıra dalgayı ve size yaşattıklarını anımsayıp hüzünlenirsiniz ve bir daha asla aşık olmamaya söz verirsiniz kendi kendinize. Sessiz sakin ve güvenli bir yaşama alışmışken günlerden bir gün her şey değişiverir aniden, korkunç bir aydınlık gözlerinizi kamaştırır, nemli bir el sizi söküp alır istiridyenin bağrından, neler olduğunu anlamaya çalışırken birden farkına varırsınız artık istiridyenin içinde olmadığınızı, yeniden yer yüzüne dönmüşsünüzdür. Peki ama neler olmuştur ? Çevrenize bakınca istiridyenin can çekişen vücudunu farkedersiniz ve söylediği son sözleri duyarsınız..

“Ne kadar güzel bir inci olmuşsun sen...”

“Susma susma ne olur konuş benimle neler oluyor? Nerdeyiz? ”

“Ayrılık vakti geldi aşkım”

“Ayrılık mı? neden? ”

“Tanrıya yalvardığın o günleri anımsa, işte o günlerden birinde Tanrı yakarışlarını duydu ve beni sana gönderdi. Senin yeniden güneşe ve kumsala kavuşman için beni vesile kıldı. Seni çime alıp korudum sakladım, büyütüp geliştirip güzelleştirdim, çektiğin tüm acılarının mükafatı olarak bunları yaptım. Benim görevim bitti artık. ”

“Peki ben ben ne olacağım senden ayrılmak istemiyorum istiridye. Sensiz ne yaparım? ” “Tanrı seninle olacak korkma, O senin için en iyiyi verecek sana. Şimdi artık hoşçakal aşkım”

Kadının döktüğü göz yaşlarına daynamayan adam sessizce evden dışarı çıktı. Otomobile atlayıp biraz dolaştıktan sonra şehrin en lüks ve meşhur mücevher dükyanına girdi, kısa bir süre bakınıp düşündükten sonra aldığı hediyeyi güzelce paketletip yeniden eve doğru yola çıktı. Eve vardığında kadın ağlamaktan bitap düşmüş yatağın üzerinde uyuyakalmıştı. Adam onu uyandırmaya kıyamadı ve hediye paketini sessizce baş ucuna bırakıp çıktı. Bir süre sonra uyanan kadın ağlamaktan şişmiş gözlerini açar açmaz baş ucundaki paketi farketti, şaşkınlıkla doğrulup önce derin bir iç çekti ve yavaşça pakete uzandı, üzerindeki kordelayı ve kağıdı çıkartınca bunun güzel kırmızı kadifeden bir kutu olduğunu farketti. Kutuyu şaşkınlık ve heyecanla açtığında önce içinde kendisine yazılmış bir not buldu ... "Seni haksız yere üzüp ağlattığım için beni affet aşkım, bu gerdanlıktaki inciler bana ağlarken döktüğün gözyaşlarını anımsattı. Keşke hiç dökülmemiş olsalardı . Bu gerdanlığı boynuna takıp odadan çıkarsan beni affettiğini anlamış olacağım ve seni asla bir daha ağlatmayacağım sevgilim. Kadın notu kucağına koydu ve gerdanlığı ellerine aldı, bu bütün ömründe gördüğü en güzel ve zarif inci gerdanlıktı. Tam o anda ağlayarak uyuduğu için göz pınarında kalmış bir damla yaş gerdanlığın üzerindeki en iri ve güzel incinin üzerine damladı. Kadın bunu farketmedi ve aynanın yanına doğru yürümeye başladı . İnci tanesi üzerine düşen bu damlayla irkildi. Bu da neydi? Bir kaç saniye sonra karşısındaki aynada kendi yansımasını gördü, çok zarif ve güzel bir kadının boynunu süslüyordu. İstiridyeden ayrıldıktan sonra ilk kez kendisini görüyordu, istiridye ona inci olduğunu söylemişti ama bu denli güzel olduğuna kendisi bile şaşırmıştı. Birden hafifçe sallandığını hissetti, kadınla birlikte odadan dışarı çıkıp yavaşça adama yaklastılar. Adam bir kaç saniye kadına ve boynundaki gerdanlığa baktı ve sonra aniden her ikiside birbirlerinin koynuna atılıverdiler. Tıpkı kendisi ve dalga gibi.....


İNCİ TANESİİ
incitanesiresimcy0

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat