Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 25

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.688 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #241
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tüm Işıklar Söndü

Sponsorlu Bağlantılar
Yokluğumda boşlamamışsınız buraları ne güzel!Dönüşü bekleyen birilerini bırakmayı sevmiyorum aslında..Belkide ben beklemeyi sevmiyorum ondandır..Olan bitenden halamız haberdar etmiş sizleri, iyi dileklerinize içtenlikle teşekkür ederim.Miniğim şimdi çok daha iyi!En azından bizi havale korkusuyla hoplatamayacak kadar iyi..Şimdi dizimin hemen dibinde uzanmış keyif yapıyor.Kimi zaman gizliden izliyorum onu o hissetmeden..Öyle huzurlu ki..Öyle mutlu ki..Korkuyorum bir gün neden bu dünyadayım?Sorusunu gökyüzüne salıverecek diye..Aslında ameliyata girmeden bir kaç dakika önce ellerini başına götürüp “neden ben Allah’ım?” diye sorduğunu biliyorum icon smile Henüz dört yaşında fazla mı bilmiş ne? icon smile


Bense tüm bedensel yorgunlukları unutmuş, nasıl dingin bir ruh halindeyim anlatamam.Hiç bir şeye öfkelenesim yok kiii ben çabuk öfkelenirim!!!Sonbaharın ılık yağmurları altında ıslanmış ruhumu temizlemişim sanki..Mümkün mü ruhun arınması?Yaşam gün be gün kirlenirken?!

Bir gece önce rüya gördüm.Korktum mu?Hayır üzgünüm çok üzgünüm..Yeryüzü ve gökyüzünü kanatlarında taşıyan binlerce melek vardı..Hepsi ağlıyordu..Sabahın beş otuzunda tüm gözyaşları avuçlarıma çiğ tanesi olup düştüler..İçlerinden kan kırmızı olanları yüzüme, yüreğime sürdüm..Öyle ya onlarda yıllardır kanıyordu..Bir çığlıktır uyandığımda yatağımda uyanmış olmanın huzurunu yaşayamadım..Öylesine gerçekti ki..

Kelimelerin dur dediği ve hatta öl dediği yerdeyim şimdi..Ecelin boynumu sıktığı yerden selamlar olsun hepinize..

…………………………………………………………………………………………………………………………………..

C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #242
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılık Aramızda, ayrılık sadece bir kelime, neden terk etmiyorsun beni bir türlü,
söyle!
Sponsorlu Bağlantılar

Annemin saçlarımı taradığı günler gibi aklımdan hiç çıkmıyorsun, neden insan
hafızasından bazı şeyleri silemiyor acaba...

Ruhuna kazınmaya görsün bir an, çakılıp kalıyor içine sonra çıkartabilene
aşk olsun.

Bir şeyler esir alıyor ruhunu ve seni terk etmiyor asla.

Sonra oyalanıyorsun orada, burada benim gibiysen çoğu zaman kitaplarda...

Kimi başucumda, kimi salondaki sehpalara dağılmış kitaplarım, sayfalarının
arasına işaret koyduğum, nerede kaldıysam oradan devam ettiğim kitaplarım
artık beni oyalamıyor, ne yalan söyleyeyim bıktım okumaktan çünkü hiç biri
seni anlatmıyor.

Seni en fazla hiç tanımadığımız insanlar anlatıyor gözümün bebeği. Hepsinin
yaşadıklarındasın. Galiba aşk, bir adamı bin insanda görmek.

Salı pazarında dolaştım gene, baş parmaklarının uçları bıçak kesiği kadınlar
ellerinde torbaları karınca misali yuvalarına bir şeyler taşıyan kadınların
pazarı.

Herkes tanıdık, herkesin yamalı bohça gibi hayatı yanında, öyle ortak yanlar
var ki şaşırıyorum baktıkça kadınlara. Hepsi biraz benim, satıcıların
öfkesinde biraz sen. Çınlıyor sesin ekmek parası derdinde, ve her tezgah
kendinin ağası. Kadınlar, parfüm satan tezgahın önünde mutlaka duruyorlar,
bakıyor, kokluyor ve çoğu kez almıyorlar, öyle ya o paraya çocuğa eşofman
alınır, yani o paraya, ne beğendiyse yerine neler alınır diye hesap yapan
kadınlar var her tezgahta.

İşittikleri son sevgi sözcüğü neydi acaba, biri ortada kurulmuş çay ocağında
yanıma oturuyor. Çoğu konuşmaz, konuşkan değildir Salı Pazarı kadınları ama
pek sıkılmış belli bana askerdeki oğlundan söz ediyor, çok özlemiş, hangi
sebzeye baksa, oğlunun sevdiği yemek aklına gelmiş anlatıyor ve gözleri
doluyor.

Savaş çıkmaz değil mi diye soruyor, bilmem diyorum; savaşlara karar verenler
askerlik yaşı geçmiş erkekler, ne yapacakları belli mi olur, bekliyoruz
hangi namluda öfkeleri durulur diye.

Sağ kalmayı becerdikse, hani bizi de yaşarken öldürmelerine sustuğumuz
içindir.

Doğru diyor kadın, dikleşiyor yorgun vücudu bıraksalar koskoca bir orduyu
haklar bir oğul uğruna.

İşte böyle bir şey kadın olmak, annelik var ucunda, elinde file, torba, üst
baş pejmürde ama oğlu düşünce aklına kafa tutuyor dünyaya.

Neye baksam Salı Pazarı’nda seni anlatıyor bana, arkamdan konuştuklarında
utanmamalıyım diye yaşadığım hayatım, sana anlatamadıklarım, yarım kalan ne
varsa aramızda aşk oluyor Salı Pazarı’nda, herkesin alabileceği kadar ucuz
bir aşk.

Affediyorum bugün ne varsa beni inciten sırf intikam olsun diye. Telefon
çalıyor, beni arıyorsun birden sesler kesiliyor, duyacaklar diye ürküyorum
ondan bir an sessiz kalışım.

Ama tabii sen bunları bilmiyorsun,
Telefonda neredesin diyorsun
Bıraktığın yerdeyim.

Salı Pazarı’nın ortasında

Denizi seyrediyorum

Ya da bir yürüyüşte

bir toplantıda

Ne derlerse yapıyorum.

Ne kadar zaman oldu görmeyeli seni

Diye soruyorsun

Zaman artık yok ki bilmiyorum

Neyse ki

Ellerim hep benimle

Sana dokunmayan

Durmadan içinde senin olduğun şiirler yazan.

Tarih

Sabahları seni özlemiş kalktığım

Kahve vakitleri

Şimdi telvelerden medet umma günleri

Her yalana razı geldiğim

Kahve falları.

Peki sen hatırlıyor musun beni ,

Çantasında mutlaka kitap gezdiren bir kadın

Ve küçük bir kolonya şişesi, bir de kalp ilacı.

Ne zaman mı,

Sağır zaman, çıt yok.

Salı Pazarı’nda durduğuma bakma

Çoktan çekip gittim başka diyarlardayım.

Aramızda, ayrılık sadece bir kelime

Neden terk etmiyorsun beni bir türlü, söyle!
vecihe - avatarı
vecihe
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #243
vecihe - avatarı
Ziyaretçi
Ne yapmaya çalıştığını sorabilir miyim?Ben bu yazıyı alıntıladığın site sessizcenin sahibiyim..
C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #244
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
Seni Seviyorum "Seni seviyorum." Önce bu sözcükleri bir rafa kaldırmalıyız; dirseğimizle kırmak zorunda kalacağımız bir camın arkasındaki bir kutuya; bir bankaya koymalıyız. Onları bir tüp C vitamini hapı gibi ortalarda bırakmamalıyız. Bu sözler dilimize çok kolay gelirse düşünmeden kullanabiliriz; dayanamayız. Söylemeyiz deriz ama söyleriz. Sarhoş oluruz ya da yalnızlık hissederiz, ya da büyük ihtimale, düpedüz umutlanarak, bir de bakarız o sözleri sarf etmişiz, kullanmışız, kirletmişiz. Kendimizi aşık olmuş ve uygun düşüp düşmeyeceğini sınamak için kullandık sanırız. Söylediklerimizi kulağımız duyana kadar ne düşündüğümüzü nasıl bilebiliriz? Bırak bunları; geçerli değil. Bunlar büyük sözlerdir; onları hak ettiğimizden emin olmalıyız. Onları bir kez daha duy: "Seni seviyorum."(I love you). Özne, fiil, nesne. Özne sevenin kendini ifade eden kısa bir sözcük. Nesne de özne gibi kısa ve dudakları öpmek için gibi uzatarak söylenen bir söcük. "I love you." Ne ciddi,ne ağırlıklı, ne yüklü geliyor kulağa.

Sanıyorum dünya dilleri arasında ses uyumu açısından gizli bir anlaşma var. Sanki toplanmışlar ve bu cümlenin kazanılması gereken, ulaşılmak istenen, layık olunacak olağanüstü bir şey tınısı vermesini kararlaştırmışlar. Ich liebe dich: bir gece yarısı, sigara sesli o fısıltı ve özne ile nesnenin mutlu kafiyesi. Je t'aime: değişik bir yöntem; önce özne ile nesne aradan çıkarılıyor ki o hayranlık ifade eden uzun ünlü harfin dibine kadar tadına varılsın. (Gramer de bir güven unsuru: nesne ikinci sıraya alınarak sevilenin birden başka biri olarak karşımıza çıkması engelleniyor.) Yatebya lyubulu: nesne yine teselli edici ikinci sırada, ama bu kez -özne ile nesnenin ses uyumu göstermesine rağmen- bir zorluk, aşılması gereken bir engel ima ediliyor. Ti amo: belki biraz fazlaca bir aperatif adına benziyor, ama özne ile fiil -eden ile edilen- aynı sözcükte birleştiğinden yapısal güven dolu.

Bu amatör yaklaşımı bağışlayın. Projeyi memnuyietle kendini insanların bilgi hazinesini arttırmaya adamış bir yardım kurumuna devredebilirim. Onlar bu ibareyi dünyanın bütün dillerinde incelemek, farklılıkların neler olduğunu saptamak, onları duyanların üzerinde ne etki yaptığını öğrenmek, hissedilen mutluluk derecesinin ibarenin zenginliği ile orantılı olarak değişip değişmediğini anlamak için bir araştırma komitesi kursunlar. Benden bir soru: acaba dillerinde seni seviyorum ibaresi bulunmayan kavimler var mıdır? Ya da hepsi ölmüşler midir?

Biz bu sözleri camın arkasındaki kutuda saklamalıyız. Onları kutudan çıkardığımızda çok dikkatli olmalıyız. Erkekler bir kadını yatağa atabilmek için "Seni seviyorum", kadınlar erkeği evliliğe zorlamak için "Seni seviyorum diyebilirler; her ikisi de korkuyu yatıştırmak, kendilerini eyleme sözcüklerle ikna etmek, vaat edilen koşulların gerçekleştiğine kendilerini inandırmak, aşkın henüz bitmediği konusunda kendilerini anlatmak için aynı ibareyi kullanırlar. Bu tür kullanımlara karşı tedbirli olmalıyız. Seni seviyorum dünyaya açılmamalı, bozuk para ya da hisse senedi gibi kullanılmamalı, bize kar getirmemelidir. Ama bu değerli cümle olmayan saçların yukarı kaldırıldığı çıplak bir boyuna fısıldanmak için saklanmalıdır.

Şu anda ondan uzağım; belki de tahmin ettiniz. Transatlantik telefon alaycı ve daha-önce-de-duydum türünden bir yansıma yapıyor. "Seni seviyorum"; ve o dahayanıt vermeden kendi metalik sesimin yanıtını duyuyorum: "Seni seviyorum." Bu beni tatmin etmiyor; yansıyan sözcükler herkes tarafından duyulur. Yeniden deniyorum; aynı sonuç. Seni seviyorum, seni seviyorum - bu sözler çılgın bir ay süresince liste başı olan, sonra saçları yağlı, sesleri özlem dolu bodur rock şarkıcılarının ön sırada oturan ve sallanan kızları baştan çıkarmak için kullandıkları cırtlak bir şarkı haline dönüşüyor. Baş gitar kıkırdarken ve bateristin dili açık, ıslak ağzından sarkarken seni seviyorum, seni seviyorum.

Aşk konusunda, aşk dilinde ve hareketlerinde tam doğruyu bilmeliyiz. Hayatımız buna bağlı ise, ölüme bakmayı öğrenmemiz kadar açıkça bakmalıyız aşka. Aşk okulda öğretilmeli mi? Birinci sömestr: arkadaşlık; ikinci sömestr: şefkat; üçüncü sömestr: ihtiras. Neden olmasın? Çocuklara yemek pişirmesini, araba tamirini ve gebe kalmadan nasıl birbirleriyle sevişeceklerini öğretiyorlar; ve biz, çocukların bu konuda bizden daha iyi olduğunu farz ediyoruz, ama eğer aşkı bilmiyorlarsa bunların onlara ne yararı olabilir? Bu konuda kendi başlarına bata çıka ilerlemelerini bekliyoruz. Ve, anlamadığımız her şey için sorumlu tuttuğumuz Doğa, otomatiğe bağlandığı zaman o denli iyi işlemiyor. Evliliğe kaydedilen saf bakireler ışık söndürüldükten sonra Doğanın tüm yanıtları bilmediğini keşfetmişlerdir. Saf bakirelere aşkın vaat edilen cennet, bir çiftin içinde Tufandan kurtulabileceği bir gemi olduğu söylenmiştir. İçinde bol vahşi hayvan bulunan; kaptanlığını, başınıza gofer ağacından yapılmış çomakla vuran ve her an sizi küpeşteden denize fırlatabilecek deli bir kır sakallının yaptığı bir gemi.

Baştan alalım. Aşk insanı mutlu eder mi? Hayır. Aşk sevdiğiniz insana mutluluk verir mi? Hayır. Her şeye kadir midir? Gerçekten hayır. Ben de bunlara inanıyordum, elbet. Kim inanmıyordu ki (ruhun alt katlarında hala inananlar yok mu)? Bütün kitaplarımızda, filmlerimizde var; aşk binlerce öykünün gün batımıdır. Eğer her şeyi çözümlemezse, aşk neye yarar? Bütün hayallerimizin gücünden şunu çıkarabiliriz ki, aşk bir kez elde edildi mi, günlük acıyı hafifletir ve kolay bir uyuşturucu etkisi yapar.

Bir çift birbirini sever, fakat mutlu değildir. Bundan ne sonuç çıkarırız? Birinin öbürünü gerçekten sevmediğini mi, yoksa bir birbirlerini yeteri kadar sevmediklerini mi? Ben buna GERÇEKTEN karşı çıkıyorum. Ben hayatımda iki kez sevdim (bu da bana çok gibi geliyor), bir kez mutlu, bir kez mutsuz. Bana aşkın ne olduğunu öğreten mutsuz aşk oldu -o zaman değil, yıllar geçtikten sonra. Tarihler ve ayrıntılar -onları istediğin gibi doldur. Ama aşıktım ve uzun bir süre, yıllarca sevdim. İlk önceleri şımarıkçasına mutluydum, kendimden başka hiçbir şeyin varolmadığı inancının keyfiyle hoyrattım; ama çoğu zaman şaşılacak kadar, içim içimi kemirecek kadar mutsuzdum. Onu yeterince sevmedim mi? Sevdiğimi biliyorum -onun için geleceğimin yarısından vazgeçmiştim. O beni yeterince sevmedi mi? Sevdiğini biliyorum -benim için geçmişinin yarısından vazgeçmişti. Beraberce keşfettiğimiz denklemde yanlış olan nedir diye kendimizi yiyerek yıllarca yan yana yaşadık. Karşılıklı sevgi mutluluk sonucu vermedi, ama biz verdi diye ısrar ettik.

Daha sonra aşk hakkında neye inandığıma karar verdim. Biz aşkı aktif bir güç olarak düşünüyoruz. Benim aşkım onu mutlu "ediyor"; onun aşkı beni mutlu "ediyor"; bunun neresi yanlış olabilir? Oysa yanlış; böyle bir denklem yapay bir kavramcı model akla getiriyor. Ona göre aşk herşeyi değiştiren, dolaşmış bir düğümü çözen, hokkabazın şapkasını mendillerle dolduran, havaya güvercinler uçuşturan bir peri değneğidir. Ama modelin kaynağı büyü değil, atom fiziğidir. Benim sevgim onu mutlu etmiyor, edemiyor; benim sevgim sadece ondaki mutlu olma yeteneğini ortaya çıkarıyor. Ve böylece her şey daha bir anlaşılır oluyor. Nasıl olur da ben onu mutlu edemem, nasıl olur da o beni mutlu edemez? Basit: beklediğimiz atomik tepki oluşmuyor, atom zerrelerini bombardıman etmek için kullandığınız ışın başka bir frekansta çalışıyor.

Ama aşk bir atom bombası değildir, onun için daha sade bir kıyaslama yapalım. Ben bunları Michigan'daki bir arkadaşımın evinde yazıyorum. Amerikan teknolojisinin yarattığı, mutluluk makinesi dışında her türlü alet ve edevatın bulunduğu tipik bir Amerikan evi. Arkadaşım dün beni Detroit havaalanından arabayla getirdi. Evin kapısına yaklaşırken torpido gözüne uzanıp uzaktan kumanda aletini çıkardı; usta bir dokunuş ve garaj kapıları yukarı doğru sarıldı. İşte benim önerdiğim model: Eve geliyorsun -ya da geldiğini sanıyorsun- garajın önünde her zamanki büyünü kullanmayı deniyorsun. Hiçbir şey olmuyor. Önce şaşkın, sonra endişeli, en sonunda kızgın bir inanamazlıkla, arabanın motoru çalışırken kapının önünde duruyorsun; orada haftalarca, aylarca, yıllarca, kapıların açılmasını bekliyorsun. Ama yanlış arabadasın, yanlış kapı önündesin, yanlış evin dışındasın. Sorunlardan biri de şudur; yürek yürek biçiminde değildir.
C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #245
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
SEVMEK Mİ SEVİLMEK Mİ? Genç kız nihayet uyanmıştı. Tüm gece boyunca uyumuştu. Gözlerini ovuşturdu. Elbiselerini düzeltti. Şaşkındı.

- Neredeyim ben? Siz kimsiniz?

- Demek dün gece neler olduğunu hatırlamıyorsun?

- Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar...

- Evet, kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun gerçekten. Kapıyı açar açmaz bana ilk söylediğin söz suydu:

"Ben Tanrı'nın hediyesiyim" Genç kız bu söz karşısında utancını gizleyemiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Şaşkınlığını biraz olsun gizlemek için:

- Peki ya sonra ? dedi.

- İşin doğrusu ben Tanrı'dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan birisine senin gibi bir serabın gösterilmesi doğal gelmedi bana. Ben bunları düşünürken sen de şu anda yattığın yerde sızıp kaldın zaten.

- Dün geceden beri yerde mi yatıyordum? Diye sordu şaşkınlıkla.

- Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı'nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrı'nın hediyesisin böyle?

Ferda sitem dolu bir utangaçlıkla:

- Lütfen benimle alay etmeyin, dedi.

- Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. İstersen önce sana bir kahve yapayım da kendine gel. Kemal kahveleri getirdiğinde Ferda biraz olsun kendine gelmişti. Üzerindeki yabancılığı atmaya, doğal olmaya çalışıyordu.

- Benim adim Ferda. İki sokak ilerideki sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaşlarla yasadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum.

- Ben de Kemal. Bu evde tek başıma yaşıyorum. (Bir an duraksadı Kemal). Senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?

- Biraz öyle...

- Hiç... Hiçbir şey düşünmedim.

- Neden?

- Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek.

- Gecenin yarısında kapını çalıp evinde yatan bir kız hakkında bile mi?

- Evet...

- Çok garip bir insansın.

Kemal sustu... ve sonra

- Söylesene maskeli bir baloda insanların gerçek yüzlerini tanımak mümkün müdür sence?

- Tabii ki değil.

- İşte şu toplumda gördüğün bir çok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo... Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.

- Kendini soyutluyorsun insanlardan.

- Öyle de denebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye de hazırım onlara.

- İnsanların sevgisini de reddeder misin, örneğin?

- En başta onu. Bugünün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.

- Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...

- Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil severek yaşar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Kısacası sorun bence sevilmek değil sevmektir.

- Sevdiğin halde sevilmiyorsan?

- Sevilmek senin sorunun değil onun sorunu. Bence sevmek bir insanı kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.

- Nasıl yani?

- Evrensel anlamda sevmek kainatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir. Ferda'nın kafası karışmıştı. Hiç bu kadar derinlemesine düşünmemişti sevgi üzerine.

Bunu fark eden Kemal:

- Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen umarım anlayabilirsin. Şunu unutma ki insanlık bugün ikinci tas devrini yaşıyor. Birinci taş devrinde insanlar yumuşacıktı. Sevgi sayesinde her şey yumuşacıktı. Sadece evleri ve aletleri taştandı. Simdi ise her şeyimiz yumuşacık, yüreklerimiz taş gibi. Hatta taştan da katı. Çünkü öyle taslar vardır, üzerlerinde otlar yetişir ve öyleleri de vardır ki... Kemal'in gözleri nemlendi bunları söylerken. Yılların acılarını, ihanetlerini, buruklukların, kelimelere döküyordu aslında. Ağlamaklı bir hale dönüşüyordu sesi kesik kesik...

Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat şeridi geçti Ferda'nın gözleri önünden. Eğer Kemal'in anlattıkları doğruysa sevgi hiç olmamıştı hayatında. Bir anda gözleri duvarda bir çerçevede olan mısralara takıldı:

"Donuk sevgiler çağındayız Sıcak sevgiler cehennemde yanıyor Sevgi... Yaşanmayacak kadar güzel, Fark edilmeyecek kadar sade, Duyulmayacak kadar doğaldır."

Kemal duvarda ağlayan bir çocuk portresi gösterdi Ferda'ya:

- Biliyor musun bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu işte şu insanları görürsün karşında... Şefkat ve cesaret kurbanları... Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kırılırlar. Dünya çok acımasızdır öylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti öğrenememiştir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan: " Dağ düştü üstümüze Yıkılmadık ama İnsan değdi tenimize Acısı yıktı bizi...! Cesaret onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürür.

Kemal sustu birden. Ferda bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Çözmek istiyordu Kemal'i.

- Niye sustun?

- Bana ne şefkati öğrettiler nede cesareti.

- Ama tüm bunları biliyorsun sen

- Nasıl olduğunu merak ediyorsun değil mi, anlatayım. Bir an durdu sonra:

- İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.

- İnsanlar bu kadar acımasız mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?

- Bırak sevgilerini gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir. Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmuru altında ölümü beklemendir. Anlıyor musun?

- Sen sevilmekten korkuyorsun

- Belki...

- Neden? - Neden mi? Ben her insani kalbime misafir edebilirim, sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insani rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsılaşacağımı. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?

- Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevmek sevilmek, nefret sevgi... Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum.

- Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.

- Nasıl?

- Kendini tanıyarak... Yalnız kaldığın anlarda...

- Yalnızlıktan kaçmışımdır hep...

- Yalnızlıktan kaçmak kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene, doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yasarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?

- Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki sıkıntı ve boşluktan başka?

- Kendini gerçekten tanıyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç uzayın olduğunu görebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra başına geçip ağıt yakıyoruz... Benliğindeki zenginliği fark etseydin dünyada ikinci bir insan aramazdın biliyor musun?

- Anlamadım!

- Dünyada bir tek kişi vardın aslında. O bir tek kişinin içinde beş milyar insan.

- Benliğim bu kadar kalabalık mi?

- Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana... Hatta o kadar acı çekersin ki acı, acı olmaktan çıkar...

- Sözlerin çok karışık.

- Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz. Zaman bir hayli ilerlemişti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dağılmıştı ki hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Bütün gece boyunca Kemal'in sözleri ile uğraştı Ferda. Bazen onu anladığını düşünüyor, bazen saçmaladığına karar veriyordu. Her şeye rağmen hayranlık duyuyordu ona. Ara sıra arkadaşlarına anlatmak istiyordu onu. Ama kimsenin anlamayacağından emindi. Günler geçiyor, yüreğinde Kemal'e, karşı konulmaz bir sevgi taşıdığını hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi. Aylar geçmiş ama bir türlü ona gitmeye karar verememişti. Çekiniyordu. İnsanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kızı ciddiye alır miydi? "Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölmüş değildir hiçbir zaman". Evet, bu söz de onun değil miydi? Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona sevdiğini söylemeliydi.

Ferda Kemal'in evine gittiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi. Evde kimse yoktu, taşınmıştı... Evin bekçisi yaklaştı Ferda'ya:

- Kızım, adinizi öğrenebilir miyim?

- Adım Ferda, Kemal Bey taşındı mi?

- Evet kızım, taşındı. Ve kimseye söylemedi nereye gittiğini, bana bile. Bir mektup bıraktı sana. Gelirse verirsin dedi. Ferda mektubu aldı. Tereddütlü adımlarla evine gitti. Yıkılmıştı. Derin bir boşluk hissetti yüreğinde. Birden ümitle doldu yüreği. Belki de onu yanına çağırıyordu.

Sabırsızlıkla mektubu açtı. "Ey sevgili, Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım (ne kadar öğretilebiliyorsa). Dilerim kalbine kalbimden verdiğim şey yüreğinde yeşerip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız.

Sakin sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdeği hem de meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.

Ey sevgili, Sen bir sığınak arıyorsun ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun. Bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun. Ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun. Bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun. Bense ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu olan bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun, bense haykırıyorum.

Sakin unutma:

Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile. (Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #246
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bıçaklı Eller

BIÇAKLI ELLER
Bir yerdeyim, nerde olduğumu bilmiyonum. Bir kapı var; arkasından sesler geliyon. Konkutucu ve sanki biri acı çekiyonmuş gibi. Konkuyla kalkıyonum yerimden, kapıyı aralıyonum. Bir adam elinde kanlı bir bıçakla yere bakıyon. Yaptığından pişman olmuşçasına
—Ne yaptım ben? Diye bağırıyon.
Yavaş yavaş kapıyı aralarken kapının seslerinden gözünü kapıya çeviriyondu, yüzünü seçemiyondum. Beni gördü ve sanki beni de öldürecekmiş gibi baktı. Sinsice yanıma yaklaşıyondu. Kaçmaya çalışıyondum ama sanki her adım attığımda ondan uzaklaşacağıma yaklaşıyondum.
İmdat çığlıkları arasında yatağımdan fırladım. Yataktan kalktığımda hayla bağırıyondum. Yavaşça yastığın altına başımı koyup bir süre öylece bekledim. Sonrada kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Saat gecenin üçüydü ve ben bir kâbus görmüştüm. Şimdi durumum iyiydi, yatacaktım ama zaten saat altı da işe gidecektim. En sonunda duş almaya karar verdim ve banyonun kapısını açtım, duşumu aldım. İşe gitmek için yola koyuldum. Dışarısı karlıydı bu yüzden mümkün olduğunca yavaş gidiyondum. E–5 kara yolundan Göztepe mevkiine doğru giderken birden yolda bir çocuk gördüm. Çocuğa çarpmamak için arabayı sağa kırdım ama maalesef başka bir araca çarptım.
Gözlerimi açtığımda bir hastane odasında yanımda eşimin olduğunu fark ettim. Tam ne olduğunu sonacaktım. O anlar gözümde canlandı. O çocuk kimdi? Eşimin titrek sesiyle düşündüğüm şey uçup gitti.
—Nasılsın Samet?
Bende onun titrek sesine cevap olarak heyecanlı ve dinç bir ses tonuyla,
—İyiyim ya sen nasılsın? Diye sondum.
Böyle hal hatır sonmalar bittikten sonra gözyaşlarını gizlercesine elini yüzüme koyup okşadığı sırada anlıma yanaşıp öptü. Beni ne kadar çok sevdiğini bir kere daha anlamıştım.
Hastane den taburcu olduğum gün perşembeydi. Eşim beni alıp hemen eve götürdü. Durumum iyiydi. Sadece biraz başım ağrıyondu. Bunun için de dokton çok etkili bir ilaç vermişti, onu hemen aldım. Baş ağrım nerdeyse hiç kalmamıştı.O akşam eşimle güzel bir gün geçirdik.Diğer gün sapasağlam işime gittim ve arkadaşlarımla görüştüm.Beni çok güzel idare etmiş işi de yarım bırakmamışlardı.Hepsine teker teker teşekkür edip masamın başına geçtim.Bir süre çalıştıktan sonra uykuya dalacağımı anladım ve kendimi koyuverdim.Bir yerdeydik neresi olduğunu bilmediğim bir yer,o çocuk yine yolun ontasında sanki bir şey bekliyonmuş gibi.Kimdi bu çocuk? Hiç bilmiyondum ve sanırım öğrenemeyecektim.Bir arkadaşımın beni çağırmasıyla uyandım.
İşimi bitirdikten sonra psikiyatriye gitmeye karar verdim.İstanbul'da bir hastane de psikoloğa gittim.Psikolog bana olanları sonmadan ben başımdan geçenleri teker teker anlattım.Dokton bunun bir psikolojik travma olduğunu söyledi ve vereceğim ilaçları kullanırsan geçeceğini söyledi ve bende reçeteyi aldıktan sonra çıktım.Bir eczaneden ilaçları aldım.Yaklaşık bir hafta iki gün kullandıktan sonra artık çocuğu görmüyondum.Artık geçmeliydi zaten on yaşında bir oğlum vardı ve ben dahil olmak üzere annesi de onunla ilgilenemiyonduk.
Oğlum yani Cem çok iyi bir çocuktu ve usluydu benden de fazla bir şey istemezdi.Onunla oyun oynar şakalaşırdık ta ki eve geldiğimde elinde bıçak gizlediğini görene kadar.Bunun zararlı ve tehlikeli olduğunu ona on defa anlatmıştım ama o beni bu konuda hiç dinlemiyondu.Kim eline bıçağı veriyondu diye düşünüyondum içeri dadısı girdi ve dadının çocuğa yaptığı kaş göz işaretlerinden dadıdan şüphelendim,bunu dadıya çaktırmadan çocuğun odasına kamera koydurdum ve tabiî ki oturma odasına da.
Dadını çocuğa nasıl davrandığını merak ediyondum.Eşimin bu olaylardan hiç haberi yoktu.Eve erken gelip dadıya ben bugün erken geldim sen git dinlen gidebilirsin dedikten sonra Cem'le oynayarak eşimi bekledim.Eşim geldikten sonra çocuğu uyuttum ve olan biteni anlattım.Kameranın düğmesine bastım ve izlemeye başladık sonra da o iğrenç görüntüler geldi oturma odasından dadı Cem'in eline bıçak veriyon ve kanlı filmler izletiyondu öldürmenin güzel bir şey olduğunu öğütlüyondu.Hemen polisi aradık ve kadın tutuklandı.Davalar sonucu otuz üç yıl hapse çarptırıldı.
Bizde çocuğu psikoloğa getirdik ve uygun adımlarla nonmal hayata dönmesini sağladık.Artık hepimiz mutlu ve huzurluyduk.Eşim işi bırakıp çocuğa bakmaya karar verdi.
C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
24 Şubat 2007       Mesaj #247
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
LEYLA İLE MECNUN Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur.
Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır.
Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen
bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner,
başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun' un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun
(deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur.
Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve
mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz.
Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür.
Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn,
kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.
Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir.
Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de
mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür.
Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir.
Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır.
Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner.
Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar.
Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın
maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz.
Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer.
Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir.
Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;

"Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez
Cânânsuz cihân gerekmez."

Der, kabri kucaklayarak ölür.

Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında,
Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür.
Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki:
"Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri,
Aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

LEYLA ve MECNUN

Ey Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştır
Beni bir an bile olsa; aşk belasından ayırma!

Detlilerden yardımını uzak tutma.
Yani beni daha çok belalara müptela eyle!

Ben var oldukça, beladan, isteğimi uzaklaştırma!
Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister.

Sevgi belasıyla ağırbaşlılığımı gevşetme!
Ta ki dostlar beni kınayıp vefasız demesinler!

Gidip geldikçe, sevgilimin güzelliğini arttır,
Sevgilimin derdine beni daha çok mübtela et.

Ben nerede, mevki ve itibar kazanma nerede?
Bana yoksulluk ve yokluk ulaşma kabiliyeti ver

Senden ayrıyken, bedenimi öyle zayıf kıl ki,
Bahar yeli beni sana kavuştursun.

Fuzûlî' nin nasibi gibi beni gururlandırıp,
Ey Rabbim, asla beni bana bağlı kılma!

Sonunda yar, ağlayıp inlememize acıdı ve
Bugün hüzünler evimize ayak bastı.

Gözyaşı yağmurum, demek, öyle tesir etti ki,
Gül bahçemizde taze bir gül dalı düşürdü.

Ah ateşinin bizi yaktığı,
Ayrılık gecesini aydınlatan meş' aleden bellidir.

Eğer ağlayan gözümüzde uyku olsaydı,
Bu kavuşma uyku halinde görülen bir rüya demek mümkün olurdu.

Gördüğümüz bir hayal mi?
Yoksa sevgilinin yanımıza geleceği aklımıza bile gelmezdi.

Ey can ve gönül! Sevgili, misafirimiz oldu!
Neyimiz varsa, misafirimizin ayaklarına dökelim.

Ey Fuzûlî! Sevgilinin kasdı, canımızı almakmış.
Gel.. Güzel uğruna can vermeyi kendimize bir borç bilelim.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Şubat 2007       Mesaj #248
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Zavallı Çoban



Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş.

Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş.
“ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar.

Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye:

“ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı.
Kuru ekmeğe de razıydım…Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında;

“ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş.

Genç kız sesi:

“ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..”

Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış:

“ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..”

Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış.
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
25 Şubat 2007       Mesaj #249
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
ARADA BiR ÇOK BUNALDIĞINIZDA


Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı...

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir
metod vardı içinde..
Deniyordu ki; 'arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için
çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve
kendi cenaze töreninizi düşünün'...
Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...
Diyordu ki; ' bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı
terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için
öneminizi anlayacaksınız... özellikle insanların sizin için neler
söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın...
O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin
bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...
Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...
Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve
geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...
Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz...
Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...
Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...
Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...
Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen
düşünmeye başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve
diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki
yerlerine... birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...
hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı... görüyordum işte
'babaaaa...' diye ağlayan biricik oğlumu...
Eşim kucağında 'ağlayan emanetimle' ayakta durmaya çalışıyordu
perperişan...Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu...
Kardeşlerim, akrabalarım 'çok erken gitti, doyamadı oğluna..'diyordu
acıyan ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı
'daha dün birlikteydik, nasıl olur..' diyordu...
Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...Belki de hiç
aklımızagelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti
yazar...
Canım oğlumun söyleyecek çok ]şeyi yoktu... Özleyecekti, yokluğumu
hissedecekti..ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün ne anlama
geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine
geçmeyecekti duyguları...
Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum...
Nasıl dayanır bensizliğe O ki, benim için herşeyini feda edip koşmuştu
Bana... Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı...Bir daha ' Seni
seviyorum ' diyemeyecekti... Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı...
Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz
başlayacaktı koca gün...
Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen
YENİDEN DOĞDUM...
Bilgisayar diliyle 'format attım hayatıma'...Sahip olduklarımın farkına
vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...
gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde
demişti...Peki ya hayal değil de,gerçek olsaydı ve perde bir daha
açılmamak üzere kapansaydı...
İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...
Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer
bence...
Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...
İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi
yapın, ertelemeyin...
Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin...
Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...
Ve en önemlisi;
VERDİĞİ -VERMEDİĞİ, ALDIĞI - ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR
ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A...


CAN DÜNDAR
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Şubat 2007       Mesaj #250
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Belki Tanrı yanlış insanlarla tanışmamızı istedi. Doğru insanı tanımadan önce,
böylece en sonunda doğru insanla tanıştığımızda, bu hediyenin ne yüce olduğunu anlamamız için. Belki mutluluk kapısı kapandığında, başkası açılıyordur. Fakat böyle zamanlarda kapanan kapıya öyle uzun bakarız ki, bizim için açılan diğer kapıyı görmeyiz bile. Belki en iyi arkadaşlık, sallanan bir koltukta beraber sallandığınız, tek bir kelime etmediğiniz ve giderken bunun hayatınızdaki en iyi sohbet olduğunu düşündüğünüz kişilerde saklıdır. Belki, elimizde olanın kıymetini kaybettiğimizde anladığımız doğru olabilir, fakat elimize gelene kadar, neler kaçrdığımızın farkına varamadığımız da doğrudur. Birine sevginizin tümünü sunmak, asla sizi de aynı şekilde seveceğinin garantisi değildir. Sevgiye karşılık beklemeyin; sadece sevginin karşıdakinin kalbinde büyümesini bekleyin. Fakat olmazsa da, sizin kalbinizde büyüdüğüne emin olun. Birine çarpılmak için bir an yeterlidir, birinden hoşlanmak bir saat ve birini sevmek için de bir gün yeterlidir... Ama birini unutmak bir ömür sürer. Görünüşe aldanmayın; kandırıcı olabilir. Zenginliğe aldanmayın; yok olup gidebilir. Sizi güldüren birini seçin. Çünkü karanlık bir günü aydınlatan tek şey bir gülümsemedir. Kalbinizi gülümsetebilen birini bulun. Öyle zamanlar vardır ki, bazen birini öylesine çok özlersiniz ki, onu hayallerinizden çıkarıp, gerçek hayatta kucaklamak istersiniz. Hayal etmek istediğiniz şeyi hayal edin, gitmek istediğiniz yere gidin, olmak istediğiniz kişi olun, çünkü yaşayabileceğiniz tek bir hayatınız var. Ve tüm bunları yapabilmek için tek bir şansınız... Sizi tatlı kılacak kadar yeterli mutluluğunuz olsun, güçlü kılacak kadar acı deneyiminiz, insan kılacak kadar üzüntünüz, ve sizi mutlu kılmaya yetecek kadar umudunuz olsun. Daima kendinizi başkalarının yerine koyun. Eğer kalbiniz acıyorsa, o kişininkiler de acıyordur. En mutlu kişiler, her şeyin en iyisine sahip olanlar değildir, onlar karşılarına çıkan her şeyin değerini en iyi bilenlerdir. Mutluluk; ağlayanlar, incinenler ve çabalayanlar için vardır. Çünkü böyle insanlar, hayatlarına giren her insanın önemini takdir edenlerdir. En parlak gelecek, unutulmuş bir geçmişin üstünde yükselir. Geçmişinizdeki kalp kırıklıklarını ve hataları silemezseniz, hayatın içinde ilerleme şansınız olmaz.


ali bozkurt

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat