Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 28

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.609 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2007       Mesaj #271
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
top8 KEREM İLE ASLI
Bu aşk hikayesinin Aşık Kerem ya da Kerem Dede diye anılan Azerbaycan yöresi halk şairinin aşk serüvenini konu eden şiirleri halk arasında yayıldıktan sonra adı bilinmeyen halk hikayecileri tarafından bu şiirler çerçevesinde oluşturulduğu ileri sürülür .( XVII. yy. )

Sponsorlu Bağlantılar
İsfahan Padişahı'nın oğlu Kerem keşiş kızı Aslı'ya gönül verir .Ancak din ayrılığı yüzünden onunla evlenmesi mümkün olmaz . İlden ile göçen keşişle kızı Aslı'nın ardından uzun yolculuklar yapan delikanlı Halep Paşası'nın emri üzerine Aslı'yla evlendirilir .Ancak düğün gecesi keşişin kızına giydirdiği gömleğin düğmeleri bir türlü çözülmeyince Kerem ah edip yanarak ölür . Onun külleri arasında kalmış kıvılcımla Aslı'da saçlarından tutuşup can verir .

Hikaye boyunca Kerem arkadaşı Sofu'yla birlikte uzun yollar aşar . Anadolu'nun birçok yerini gezer ,Hanlarda kahvelerde şiirler söyler ,yollara , dağlara , akarsulara, hayvanlara Aslı'ya benzettiği güzellere şiirler söyleyerek derdini anlatır .Aslı'yı yakından görebilmek için kızın annesine bütün dişlerini çektirir .

Hikayeye olağanüstü ögeler de karışmıştır .İki sevgilinin doğumları bir dervişin verdiği sihirli elmayla olmuştur .Zorda kalan Kerem'i Hızır kurtarır .Dağlar ırmaklar o şiir söyleyince geçit verir .

Sevgilisine kavuşma yolunda çileler çeken ve onun uğrunda yanan Kerem , modern edebiyatta bir ülküye bağlanıp can verebilen kahramanın simgesi sayılmıştır .



heartmini

Ala gözlerine kurban olduğum
Hep senin derdinden yanar ağlarım
Kime arzedeyim garip halimi
Ellerin yanında görür ağlarım ..

Benden kaçar sevdiğim, gayrden kaçmaz
Dahi pek küçüktür, aşıkın bilmez
Yalvarsam Mevla'ya dileğim geçmez
Yüzümü yerlere sürer ağlarım ..

Yine düşt'ayrılık vücut şehrine
Yürek mi dayanır dilber cevrine
Sürülünce insan mahşer yerine
Hak'kın divanına durur ağlarım ..

Kerem der bu firkatla yanarsam
Tükenir ömrümüz bir gün ölürsem
Bu hasretle kıyamete kalırsam
Kefenim boynuma sarar ağlarım ...

Aşık Kerem

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #272
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YÜREK YORGUNDA – DİL SERZENİŞTE…

Sponsorlu Bağlantılar
İçimi üşüten… Ne bulutların kurşuni rengi… Ne havanın soğuğu… Beynimi kemiren… Senden ayrı kalmanın, daha ne kadar sürecek sorusu… Yetmedi üç hazan alışmaya… Sen kışın beyaz örtüsüne sakladın yüreğimi… Ben baharlarda göz yaşlarımla suladım ve yeşerttim… En kuytu köşelerini seçtim doğanın… Yaprak oldum… Dokunmanı bekledim… Ne sararmak ve ölmek üzdü beni… Ne de görmediğin için dokunmayışın… Bende kalan saç telindi kalemim… Seni anlatan şiirler yazdım, kır çiçeklerine… Sevgililere sunulan ucuz demetler oldu birer birer… Koparıldılar… Hoyrat ellerce… Gece gecekonduların soluk ışıklarını seçtim kendime… Fal bakmak için… Yanıyorsa düşünüyor… Yanmıyorsa unuttu diye… Mantığım ve duygularım arasında med - cezirleri oynamaktan yoruldum… Sevgimin, benden başka kimseye zararı yok ispatından sıkıldım… Ne zormuş seni, sensiz yaşamak… Ne zormuş seni, kendime dahi anlatamamak… Ne zormuş, insan kalabalığında yalnız bırakılmak… Güzelliklerde, sevinenlerin çok olması beni de sevindirmişti daima… Ayrılıklarda ise neden yalnızlığında kaybolur insan… Kendimde sürekli suç aramaktan, yorgun düştü düşüncelerim… Söz - lere sığındım yetmedi… Son - lara sığındım bitmedi… Kaç üç hazan daha sürecek alışmam… Kaç üç hazan daha sürecek sözümü tutmam… Yürek yorgunda can… Dil serzenişte… başlangıçtan bitime, hata hep bende… Biliyor musun… Aslında serzenişim… Yaşattıklarımdan ötürü özür dileyişim… Yürek yorgunda sensiz... Dil serzenişte kendine...

Üç hazan bana kalsın
Baharları sen yaşa
Bil ki
yakınmam özünde sevgimdendir…
Bir kır çiçeğine iliştireceğim
o teli
ve yazdığım son şiir
Veda busemdir…

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #273
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
AYAZDA İKİ YÜREK


Bu sabah beni uyandırmadan işe gitti. Giyindiğini duydum, ama kalkmadım. Kalkmak istemedim. Bir ara yatağa eğilip bir süre yüzümü seyretti. Soluğunu hissettim. Uyumadığımı fark etti sanıyorum. Ama bir şey demedi. Gözlerim kapalıydı, ama yüzüme umutsuz bir hüzünle baktığını hissettim. Günlerdir doğru dürüst bir şey konuşamıyoruz. Birbirimizden saklanarak yaşıyoruz sanki. Oysa bir yıl önce ne büyük bir hevesle başlamıştık birbirimizi sevmeye... 5 aydır bende kalıyor. Günlük hayatın o basit, o bayağı ayrıntıları sevgimizi acımasızca kemiriyor. Ama o bu konuyu açmaktan ısrarla kaçıyor. Ne zaman ilişkimizin nereye gittiğini konuşmak istesem, ya konuyu değiştiriyor, ya kaçamak cevaplar veriyor... Kalktığımda mutfakta notunu gördümMsn Confusedevgilim, öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım. Bu gece işyerinde nöbetçiyim. Beni merak etme. Sevgiyle, yazıyordu... Notunu okuyunca gözlerim doldu. Bir bıçağın ucu kalbimde hafifçe gezindi sanki... Ona karşı hoyrat davrandığımı hissettim bir an. İlişkimizin sürmesi için asıl çırpınan oydu sanki. Bir de bana bu aralar çok ihtiyacı vardı. Başka bir eve taşınacak gücü yoktu. Aslında ben de onu hayatımdan kolay kolay çıkaramazdım. Bir tek onunla huzur içinde uyuyabiliyordum.Bu sevginin en gerekli koşullarından biridir, bilirsiniz. Ama başka bir sevgiliyi, başka bir aşkı özlüyordum. Ve bu kentten uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordum. Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk... Bütün gün onu düşünüp içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Akşam oldu. Şehrin ışıkları yandı. Kalktım internetimin başına geçtim. Aslında yaptığım büyük bir hataydı. Bu ilişkiyi tamamen bitirebilirdim. Ama nedense kendime karşı koyamadım. Ve internette onun sayfasına girdim... Sayfasının ismi Ayazdaki Bir Yürek?ti. Fransız yönetmen Claude Saute'nin bu filmini birlikte gözyaşları içinde seyretmiştik... Filmin ismini günlerce sayıklayıp durmuştu. Benim de yüreğim hep ayazdadır, diyordu. Sinema tutkunuydu. Para bulduğunda çekmeyi düşündüğü birsürü senaryosu vardı... Ama parası hiç olmuyordu. Zamanının daraldığını düşünüyor, yaptığı işlerin onu asıl yapmak istediklerinden uzaklaştırdığını fark ettikçe hırçınlaşıyor, bu yüzden çalıştığı yerlerde fazla barınamıyordu... Kendimi tiyatrocu Ümit olarak tanıttım ona... Dedim ya, yaptığım büyük bir hataydı diye... - Sizi tanımak istiyorum.. Ben tiyatroyla uğraşıyorum. Adım Ümit. Arada sırada dublaj yaparım. Adını söyledikten sonra, onu aramama iten nedenin ne olduğunu sordu. - Sitenizin ismi Ayazda Bir Yürek. Yanılmıyorsam bu bir filmin adı. - Evet, Claude Saute?nin filmi. Çok etkilenmiştim. Siz seyrettiniz mi?.. - Seyrettim. Ben de çok etkilenmiştim. Sinemayla ilgilisiniz galiba.İlgili ne demek. Sinema benim tek tutkumdur. Senaryo yazıyorum. En büyük idealim yazdığım senaryoları çekebilmek... Ama para meselesi işte... - Şu an ne iş yapıyorsunuz? - Reklamcılıkla ilgili bir dergide editörlük yapıyorum.Çok sıkılıyorum ve atılmam an meselesi... Sizin işler nasıl? - Pek iyi sayılmaz, hatta berbat diyebilirim. Tiyatro çevresini bilir misiniz, bilmem. Hep ahbap çavuş ilişkileri geçerlidir. Yoz, çürümüş bir dünya. İdealist, dürüst insanlara yer yoktur bu dünyada... -Desenize sinema dünyasından pek bir farkı yok. Peki söyler misiniz, bizim gibi insanlara ne zaman şans tanınacak? - İşimiz çok zor. Ya kurallara uyacağız, ya da köşemizde bekleyip hüzün biriktireceğiz... - Hayır, ben köşemde oturup beklemek istemiyorum. Mutlaka birşeyler yapmalıyım. -Şu an neredesiniz? -Lanet olası işyerimdeyim. Bitirilmesi gereken sayfalar var. Yarın dergi baskıya girecek. Ya siz, siz neredesiniz? - Ben evimdeyim. Ve canım hiçbir şey yapmak istemiyor. -Yalnız mısınız? - Evet, yalnızım. - Birlikte olduğunuz kimse yok mu? -Neden sordunuz? - Hiç işte, öylesine sordum. - Hayatımda biri var. Ama şu an evde değil. -Peki siz, sizin hayatınızda biri var mı - Evet, var... - Ne iş yapıyor? - Yazar. Oldukça da tanınmış bir yazar. Bir yılı aşkındır beraberiz. - Nerede yazıyor? - Nerede yazdığını söylemesem. Onu bilmenizi istemiyorum. Kitapları da var. Peki, siz ne zamandır birliktesiniz? - Ne tesadüf bizim de ilişkimiz bir yılı aştı. Ama yolunda gitmeyen şeyler var. Tıkandık. Galiba. Birbirimizden gizlenerek yaşıyoruz ne zamandır. Aynı evdeyiz, ama birbirimizden çok uzaktayız... -Bizim ilişkimiz de pek farklı sayılmaz. Biz de tıkandık. Ne zamandır yoğunlaşamıyor bana. Varsa yoksa yazıları ve okurları. Bazen beni görmediğini bile düşünüyorum. İlişkimiz tıkandıkça kendini yaptığı işe daha çok veriyor ve benden daha çok uzaklaşıyor. -Hayatında başka biri olabilir mi? -Biri değil, birileri var. Flört etmeyi çok sever. Ama ilişkiler biraz derinleşmeye, ciddileşmeye başlamaya görsün, hemen bitirir. Bağlanmaktan çok korkar. -Peki, nasıl katlanıyorsunuz bu duruma, çok zor olsa gerek. Ben olsam dayanamazdım. Ayrılmayı düşünmüyor musunuz? - Çok düşündüm. Ama bu konuda biraz korkağım galiba. Bir de ona çok alıştım. Yalnızca onunla uyuyabiliyorum. - Sizin de hayatınıza başkaları giriyor mu? - Evet, giriyor. Ama hiçbiri onun yerini tutmuyor. Hay Allah, neler konuşuyorum sizinle ben böyle... Ben en yakın arkadaşlarımla bile bunları rahat konuşamıyorum... - Ama bana rahatça anlatıyorsunuz... -Bilmiyorum, belki sizi hiç tanımadığım için, bana bir yabancı olduğunuz için bu kadar rahatım sizinle... Hiç tanımadığı insanlara daha kolay anlatıyor insan kendisini... Peki, siz birlikte olduğunuz insanla her şeyinizi konuşabiliyor musunuz?.. - Evet, desem yalan olur. Ben de sizin gibi hiç tanımadıklarıma daha rahat anlatıyorum kendimi... -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Ben de sizin sevgilinizin yerinde olmak istemezdim. - Hayatımız ne kadar yorucu değil mi? Belirsizlikler beni çok yıpratıyor. Her şey net olsun isterdim. Hiç tanımadığım birine en gizli şeylerimi anlatmak bana acı veriyor. Kendimden utanıyorum. Ama yine de yapıyorum. Ne kadar yalnızım demek ki, ne kadar susamışım birine kendimi anlatmaya... Sabah işe gelirken onu uyurken seyrettim. Öyle masum görünüyordu ki... Neden hiç başladığı gibi sürmez ilişkiler... - Aşk çok güzel birşeydir, ama kısa ömürlüdür. -Kısa ömürlü olduğuna inanmıyorum. Aşkta Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, hemen tüketiyoruz. İlk günlerimizi öylesine çok özlüyorum ki. Soluk alamazdım bazen. Kış günü bütün pencereleri açardım. Yanımdayken bile özlerdim. Soluksuz kalıp öleceğim sanırdım hep. Nereye dokunsam ona dokunmuş gibi olurdum. Nereye gitsem beni gördüğünü hissederdim. Tanrım gibiydi o. Bedenime dokunurdum ve dokunduğum yer hazla titrerdi. Çünkü kendime dokunduğumda ona dokunmuş gibi olurdum. Kanardı dokunduğum heryerim, tıpkı onunla sevişirken kanadığı gibi... Ama son zamanlarda onu öptüğümde bir boşluğu öper gibiyim... Artık birbirimize tahammül etmek zorundayız. Para biriktiriyorum, ayrı bir eve çıkmak için. Bir süre daha onun evinde kalmaya ihtiyacım var. - O bunları biliyor mu? -Biliyor, ama bunları hiç konuşmuyoruz onunla. Gitmemi bekliyor sanırım. Yalnızlığı ve yazılarıyla baş başa kalmak istiyor ve uzaktaki bir sürü sevgilisiyle... Ayazda iki yüreğiz biz şimdi... -Soluksuz kalırdım, dediniz ya, aklıma bir şey geldi. Gazetelerden birinde yazmıştı.Küçük bir çocuk karpuz yerken, kaçırmış. Aradan günler geçmiş. Çocuk gittikçe soluk almakta zorlanıyormuş. Tıkanmaları artınca doktora götürmüşler. Röntgen çekilmiş ve soluk borusunda karpuz çekirdeğinin kök yaptığı görülmüş...Soluğunu tıkayan buymuş. Hemen ameliyata sokmuşlar ve bu kökü söküp almışlar. Çocuk rahat soluk almaya başlamış. Ama birkaç gün sonra ölmüş!.. Aşktan söz edilince hep bu olay gelir aklıma. Aşıkken soluk almakta zorlanırız,ama aşk olmayınca, onu bizden aldıklarında ölürüz. Ve kimse niye öldüğümüzü anlamaz... - Çok kötü oldum. Bütün bedenim ürperdi.Bana ne yaptınız böyle. Her şeyi unutmaya çalışıyordum oysa. Bütün duygularım ayaklandı birden... Sizde anlayamadığım bir şey var... - Nasıl bir şey? - Sanki sizi çok eskiden beri tanıyormuşum gibiyim... Biliyor musunuz, insanda uzun yola çıkmak duygusu uyandırıyorsunuz. - Aşık olduğumu hissettiğim anlarda uzun bir yola çıkmayı çok isterim.. -En çok nereye mesela?.. - Trabzon?daki Uzungöl?e... Orada hem kendinizi sonsuzluk içinde hissedersiniz, hem de acı veren, ama şefkatli bir korunaklılık içindesinizdir.... Tıpkı aşk gibi... - İnanmayacaksanız belki ama, ben de orasını düşünmüştüm.Ne tuhaf, internette kurulan dostluklara, yakınlıklara pek inanmaz, gülüp geçerdim. Ama şu an sizi görmeyi ve yüzyüze tanışmayı öyle çok istiyorum ki... - Farkında mısınız, sabah oluyor?.. - Evet, vaktin nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Peki siz, siz benimle yüzyüze görüşmek istiyor musunuz? - İstemiyorum, desem yalan olur... Hatta ben sizinle hemen bugün Uzungöle yola çıkmak istiyorum.. -Siz ciddi misiniz, yoksa benimle dalga mı geçiyorsunuz? - Hayır, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ama siz bu yolculuğa hazır mısınız, sorun o... - Hazırım... Ben biraz deliyimdir.Siz benim deli yanımı bilmiyorsunuz daha... - Peki işiniz, asıl önemlisi sevgiliniz... - İşimin canı cehenneme. Zaten bugün yarın çıkartacaklardı. Onlar atmadan ben ayrılırım şerefimle... - Peki sevgiliniz?.. -Nasıldı o dizeler:Can çekişen aşkları vurmalı / Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli... Akif Kurtuluş?un dizeleri yanılmıyorsam.. -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Nerede ve kaçta buluşuyoruz? - Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde, saat 12.00?de... Peki sevgilinize ne diyeceksiniz? - Onu arar, herşeyi söylerim, o işi bana bırakın. Hadi, şimdilik hoşçakalın... Ve birkaç dakika sonra telefonum ardarda kez çaldı. Açmadım tabii ki, telesekreter devreye girdi. Telesekreterin sesini iyice açtım. Konuşması tedirgindi. Beni incitmekten korktuğu belliydi: Canım, birbirimizi çok sevdik, ama ne zamandır sevgimiz bizi korumuyordu.Son günlerde ikimizde çok yalnızdık. Bitmesi ikimiz için de iyi olacak. Seni hep güzel anmak istiyorum. Uzun bir yola çıkıyorum. Beni merak etme ve bekleme. Belki bir gün seni ararım. Hiç beklemediğin bir anda... Seni incittiysem bağışla. Evet, ben de en az onun kadar deliydim. Hemen bavulumu hazırlamaya koyuldum. Beni görünce ya mahvolacak ya da uzun yola çıkacaktık. Birlikte ne zamandır çıkmayı düşlediğimiz, ama birtürlü çıkamadığımız o uzun yola...

CEZMİ ERSÖZ
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #274
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dr.Gabor ve mühendis Foster için ilik ve bulutsuz bir bahar sabahı da olsa yakın arkadaşları Dr.Richardson’un cenaze töreninin dehşet ya da zevk verici bir yanı yoktu.
Dr.Richardson’un “İnsanlar, doğar ve ölür; işte bütün mesele bu” diyen o tombul ve kırmızı dudakları kendi zamansız sonu karşısında sonsuzluğun en uzak noktasına, belki daha da ötesine kadar kıpırdanmamak üzere donmuştu.
“Ölüm, tamamen yok olmak değildir; belirlenemeyen bir zamanda gerçekleşen ve bizim kontrol edemediğimiz bir transformasyondur” derdi, Richardson.
Dr.Gabor’un üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Oysa Richy (Ona kısaca böyle derlerdi) “Sen öldüğün gün beyaz bir pantolon ile sarı bir gömlek giyeceğim ve mezarının başımda brendi içip şarkı söyleyeceğim” diye dalga geçerdi Gabor ile.
Richy, Gabor ve Foster’a karşı gerçekte derin bir saygınlık duyar, fakat sözleriyle de hep aşağılamaya özen gösterirdi. Foster ise onu “Tanrı seni ukalalığın sınırlarını belirleyebilmek için yaratmış olmalı, zavallı kaçık!” diye azarlar sonra da kahkahalarla gülerlerdi.
Dr. Gabor, aslında soğuk kanlı bir bilim adamıydı. Ölümün ebediyyen yok olmak olduğu şeklindeki klasik düşünceye bağlıydı ve Richy, artık yoktu. Babasını onsekiz yaşındayken kaybetmişti ve o günden beri ilk defa ağlıyordu; tam yirmibir yıldır ilk defa.
Teskin edilen hep Foster olmuştu o güne kadar. Halbuki mühendis Foster, kendisinden beklenmeyecek ölçüde sakin ve ılımlı görünüyordu. Ama bu görüntünün altında dev fırtınaların koptuğu darmadağın bir atmosfer bulunduğunu Dr.Gabor’dan daha iyi hiç kimse bilemezdi. Tabi bir de Richy... Zavallı Richy.
Cenaze törenlerinin klasikleşmiş bir programı vardı. Bir din adamı, kulak okşayan türden laflar eder, o sırada orada bulunanlar da kendi cenaze törenlerini tasavvur edip tuhaf duygulara kapılırlardı. Herkes siyaha yakın tonları tercih ederek matemini ispat etmeye çalışır; gerçekten üzgün olanlar ile olmayanları ayırmak daha da zorlaşırdı.
“İnsana bir gün öleceği gerçeğini hatırlatan tek şey, cenaze törenleridir. Fakat bu bile çoğu insanın sanki sonsuza kadar yaşayacakmış gibi hesap yapmasını engellemeye yetmiyor” diye hayıflanırdı, Dr. Richardson.
Dr. Gabor, şekilci bir insan değildi. Elini Foster’ın omzuna koydu ve kulağına eğilip “Kendimi iyi hissetmiyorum. Gidelim buradan” diye fısıldadı. Ağır adımlarla kalabalığın arasından sıyrılıp arabalarına doğru yöneldiler. Dr.Gabor’un göz yaşları durulmuştu, ama daha epey bir süre nemli kalacağa benziyordu.
Foster, Dr.Gabor’u ve kendisini birazcık olsun rahatlatmak amacıyla öne eğik başını soylu bir İngiliz edasıyla dikti ve kendini toparladığından emin olduktan sonra “Haydi dostum, koca bir şişe brendi evde bizi bekliyor. Eminim Richy bundan hoşlanırdı” dedi sakin bir ses tonuyla. Gabor, Foster’ın ne demek istediğini anlayabilecek kadar iyi tanıyordu. Hafifçe gülümseyip “Neden olmasın” diye destekledi arkadaşını.
Gabor ve Foster, aynı dairede oturuyorlardı. Ithaca’nın ortanın biraz üst seviyesindeki insanları için uygun bir bölgeydi. Üniversiteye yakın sayılmazdı, ama tehlikesiz ve gürültüden uzak bir yaşam için pek fazla bölge kalmamıştı. Cinayet soygun ve tecavüz haberleri günlük bir gazetenin neredeyse yarısını dolduracak kadar geniş yer tutuyordu.
Dr. Gabor, biyokimya uzmanıydı. Uzun boylu, geniş omuzlu ve yeşil gözlü bir adamdı. Fakültedeki bekar bayanların gözdelerinden olmasına karşın hiç evlenmemişti. Foster da evli değildi. Gerçi Gabor kadar çekici değildi, ana etkileyici bir pratik zekası vardı. İyi de bir bilgisayar mühendisi sayılırdı. Ancak yine de Dr.Gabor kadar tanınmış bir bilimci değildi.
Dr.Gabor, felsefe ve resme ilgi duyardı. Platon’dan Seneca’ya, Spinoza’ya kadar geniş bir felsefe kitaplığı vardı. Gerçi hepsini özümsemiş saymazdı kendini, ancak en az uzman felsefeciler kadar bilgiye sahip olduğunu da reddetmezdi.
Dr.Gabor işinde çok titizdi ve bilim çevrelerindeki etkinliğinin de farkındaydı.
Oysa Dr. Gabor bile Richy kadar başarılı ve ünlü değildi. Hiç bir zaman da o seviyeye ulaşamayacağını biliyordu. Daha üç ay önce Şubat 1990 sayısında National Geographic dergisi “Evreni en iyi tanıyan beş adam” başlıklı bir yazısında Hawking ve Sagan’dan sonra Richy’yi üçüncü adam olarak ilan etmişti.
Dr.Richardson, dört yıldır “Yapay madde” adında çok önemli bir projenin başındaydı. Bu tip projeler genellikle isimleri ile anılır, fakat içerikleri çok gizli tutulurdu. Dr.Gabor, en azından yüzeysel bazı bilgileri Richy’nin ağzından almayı başarmıştı; ancak bu, bir dostun bilinmezliğin gizemlerine duyduğu doğal meraktan öte bir şey değildi. Dr.Gabor, iyi bir sırdaş olmasaydı, Richy tek kelime bile etmezdi.
Foster, özel günler için sakladığı bir şişe brendiyi çıkarıp büyük pencerenin önündeki sehpaya bıraktı..
Dr.Gabor ise ceketini ve kravatını çıkararak bu şekilsel rahatlamayı ruhsal rahatlamaya dönüştürmeyi ummuştu ama yararı olmadı.
“Kötü olan ne biliyor musun, Foster” dedi ve bir yudum aldıktan sonra devam etti.
“İnsanın beraberinde getirdiği ya da kendisine alıştırdığı onca şeyi izin almaksızın yarıda bırakıp gitmesi.”
“Herkes böyle yapıyor, dostum. Herkes.” dedi, Foster.
Dr. Gabor, öfkeli bir biçimde göğe baktı bir süre. Sonra da işaret parmağıyla bulutları göstererek “Eğer dün akşam bulutlar orada yoğunlaşmasaydı ve Richy’nin arabası, bozulup da o delice yağmurun altında yürümek zorunda kalmasaydı ve eğer belli bir noktada bulunmasaydı; o lanet olası yıldırım, onun tepesine değil de boş bir kaldırıma düşecekti” dedi isyan edercesine.
“Eğer büyük patlama olmasaydı biz de olmayacaktık, eğer nedenler olmasaydı sonuçlar da olmayacaktı. Ancak hepsi oldu dostum. İnan bana hepsi oldu” dedi sakince Foster.
“Ne yazık ki haklısın Foster. Bunu ban de biliyorum. Bildiğim halde kabullenmek istemiyorum.”
Dr. Gabor, çok fazla içmezdi fakat kadeh, doldukça boşalıyor boşaldıkça doluyordu. Foster da onunla adeta yarış ediyor havasındaydı. Bir yandan içiyorlar, bir yandan da hepsini bildikleri halde Richy ile ilgili anılarını tekrar tekrar anlatıp ya dakikalarca gülüyorlar ya da donuklaşıp iç çekiyorlardı. Bir ara:
“Biliyor musun, Foster” dedi Gabor. “Şu yapay madde projesi çok önemliydi Richy için. Nereye vardığını çok merak ediyorum doğrusu.... Üç gün önce telefonda bana bir şey söylemişti” Gözlerini yumup dikkatini toplamaya çalıştı bir süre. Sonra birden devam etti:
“Tamam, hatırladım: Büyük Sır’ı çözmek üzereyim. Bu çok korkunç bir şey olacak demişti. Ertesi gün de buraya gelmişti ve çok tuhaf bir hali vardı.”
“Gerçekten öyleydi” dedi Foster. “Kendini kaybedecek kadar içmişti o gün. Halbuki, Richy sarhoş olmaktan nefret ederdi.”
“Ben sadece uyumak istiyorum” dedi Gabor. Gözlerini açık tutabilmek için çok zorlandığı belli oluyordu.
Dr.O’Brien, Dr.Richardson’un yakın arkadaşlarındandı ve üniversitenin fizik laboratuarlarının direktörüydü. “Garip bir adam. Bazen akıl almayacak laflar söyler. Ya boş konuşan bir aptal ya da kendini saklayan bir dahi olmalı” derdi Richy, Dr.O’Brien için. Bir konferansta Dr.Gabor’la da tanıştırmıştı onu.
Dr. O’Brien’ın “Yapay Madde” projesinde rolü vardı ama Richy, onun bu konuda fazla bir şey bilmediğini, simetriler konusunun uzmanı olduğunu söylenmişti.
O’Brein, orta boyda, hafif göbekli ve tombul yüzlü bir adamdı. Ama en göze batan özelliği hep ciddi ve serinkanlı olmasıydı.
Dr.Gabor, elinde kalınca bir kitap ve bir de bilgisayar disketi ile O’Brien’ın odasına alınmayı bekliyordu. Ne de olsa görüşmek istediği kişi oldukça meşgul bir insandı.
Beş-altı dakika süren sıkıntılı bir bekleyiş sonrasında “Dr.O’Brien sizi bekliyor bay Gabor” diye seslendi sekreter kapı aralığından.
Dr.O’Brien’ın makam odası baştan başa lambri kaplıydı ve gösterişe meraklı bir adam olduğunu söylemek için psikolog olmak gerekmiyordu.
Dr.Gabor, içeri girdiğinde O’Brien’ın elinde bir pipo vardı. Epey de dumanlanmıştı oda. O’Brien, nazikçe ayağa kalkıp aynı şekilde selamladı Dr. Gabor’u:
“Bay Gabor, sizinle tanıştığımı hatırlıyorum. Ziyaretinizin sebebini öğrenebilir miyim?”
Gabor, hemen konuya girdi:
“Ben, Richy’nin yani Dr. Richardson’un en samimi arkadaşlarından biriyim, bay O’Brien”
“Evet, biliyorum” diye tasdik etti O’Brien.
“Ölümünden bir gün evvel evindeydi ve sarhoş olana kadar içtik o gece. Daha sonra da taksi ile evine gönderdim” Gabor, kitap ve disketi masaya koyup devam etti:
“Bunları bizde unutmuş. Öldüğü günün sabahı, yani cuma sabahı telefon etti ve bunları bugünden için size bırakmamı söyledi. Bu sebeple buradayım.”
Dr.O’Brien’ın yüzü bir anda sertleşmişti. Piposunu acemice söndürdükten sonra disketi masasının çekmecesine koydu. Ama bütün bunları yaparken sinsice bir şeyler düşündüğü de belli oluyordu yüz ifadesinden. Yavaşça ayağa kalktı:
“Bay Gabor, ziyaretiniz için teşekkür ederim. Umarım tekrar görüşürüz.”
Dr.Gabor, bunun bir tür kovulma olduğunu farketmişti, ama bu hızlı gelişmeye bir anlam veremiyordu. Bir şey söylemeden kalkıp kapıya yöneldi. Tam çıkmak üzereyken dönüp “Dr.Richardson bana telefonda Büyük Sır’a çok yaklaştığını ve bunun ürkütücü olduğunu söylemişti. Sizce ne demek istemiş olabilir diye sordu.
Dr.O’Brien, soğuk tavırlarla ellerini “Bilmiyorum manasında iki yana açtı. İnanın bana hiç bir fikrim yok. Üzgünüm” diye de ekledi.
Dr.O’Brien, iyi bir bilimci olabilirdi, fakat kötü bir aktör olduğunu kendisi bile farketmiş olmalıydı. Yazık ki Dr.Gabor, Dr.O’Brien’dan bir açıklama isteyecek durumda değildi. “Anlıyorum” diyerek odadan ayrıldı.
Richy’nin ölümünden bu yana bir aydan biraz daha fazla zaman geçmişti. Dr. Gabor ise, bir hafta sonra vereceği konferansı düşünüyordu. Gerçi konu hakkında fazlasıyla bilgi sahibiydi, ama bilimcilere konferans vermenin sıkıntısını hissederdi hep.
Kendisine sorulabilecek en can alıcı soruları daha şimdiden tahmin edebiliyor ve bu saldırılar dan nasıl kaçabileceğini tasarlıyordu.
Yere oturmuştu. Önünde kitap, dergi ve makale fotokopilerinin oluşturduğu sığ bir kelimeler denizi vardı. Ancak Gabor’un canını sıkan, karaya oturma tehlikesi değildi. Foster’dı.
Hemen hemen üç haftadan beri çok tuhaflaşmıştı. Eve geç saatlerde geliyor, bazense bir-iki gün hiç uğramıyordu. Daha da kötüsü ağzından çıkan kelimeler “Merhaba”, “İyi geceler”, “Görüşürüz” gibi açıklayıcılığı olmayan sıradan laflardan ibaretti.
Yine geç gelmiş; Gabor’u umursamadan bir daha çıkmamak üzere odasına kilitlemişti kendini.
Gabor, Foster’ı fakülte yıllarından beri tanırdı. İyi yürekli ve sakin bir insandı, Foster. Biraz da romantik bir yapısı vardı. Frank Sinatra ve Dean Martin’in hemen hemen tüm albümlerini yıllardır satın alırdı.En büyük zevki, loş bir odada yumuşak bir koltuğa gömülüp Sinatra dinlemekti. Fakat bu sakin ve romantik görüntünün altında muhteşem bir zekanın şüpheciliği, en akla gelmeyecek sorulara cevaplar arardı. Foster’ın pek fazla konuşmayan bir insan olmasının nedeni belki de buydu: Zamanını düşünerek geçirmeyi tercih ediyordu. Halbuki Richy ya da Gabor kadar tanınmış değildi. Richy bir keresinde “İnan bana, Foster kendini dev bir patlama ile belli edecek ve izleri bir daha kolay kolay silinmeyecek” demişti Gabor’a.
Dr.Gabor, iki ihtimal üzerinde yoğunlaşmıştı: Foster ya depresyondaydı ya da kafası çok karışıktı.
Ani bir biçimde önündeki kitapları, dergileri bir bir toplayıp masanın üzerine koydu. Yarısı boşalmış bir şişe viski ve iki de bardak alıp Foster’ın kapısına geldi. (Bu, bir anlaşmazlık olduğunda diyalog teklif eden özel bir davranıştı). Son anda kapıyı çalmaktan vazgeçip dosdoğru içeri daldı. Foster’ın üzerinde sadece atlet ve pantolon vardı; ayakları çıplaktı ve bilgisayar ekranından kağıda devamlı bir şeyler yazdırıyordu. Çalışmaya öyle dalmıştı ki içeri birisinin girdiğini farketmemişti bile.
“Foster” diye seslendi, Gabor. Duymamıştı. Sesini yükselterek “Foster!” dedi ikinci kez.
Foster, kafasını birden sesin geldiği yöne çevirdi. Bir süre boş boş baktıktan sonra şişeyi işaret ederek “Şu an hiçbir şey içmek istemiyorum. Çalışmam lazım, tabi izin verirsen” dedi.
Gabor, bu cümle karşısında çok şaşırmış ve açıkçası sinirlenmişti. Belki O’Brien’dan hesap soramazdı, ama Foster’ı dövebilecek kadar samimi hissediyordu kendini.
“Neler oluyor Foster! diye sertçe sordu, Gabor.
Havayı yumuşatmak için “Özür dilerim, dostum. Seni kırmak istememiştim. Sadece kafamdaki tuhaf sorulara yanıt arıyorum ve sanırım birkaç saate kadar mümkün olanları cevaplamış olacağım. Lütfen bana biraz izin ver, herşeyi açıklayacağım sana” dedi Foster.
Dr.Gabor’un “Elbette” diyerek çekilmekten başka çaresi kalmamıştı. Ama arkadaşının bunalıma girmiş olmadığına da sevinmişti.
Önce bir bardak viski doldurdu ve ardından da rahat bir koltuğa oturup meraklı bir biçimde beklemeye koyuldu.
Saat, gecenin onbiriydi ve canı makale okumak istemiyordu. Dışarı çıkıp kısa bir yürüyüş yapmak için de pek uygun bir vakit değildi. “Sokaklar, serseri kaynıyordur şimdi” diye mırıldandı. Nihayet TV seyretmekte karar kılıp çarçabuk bilim kanalını buldu. Karşısında Dr.O’Brien’ı görünce bir an kapatmak istedi, ama neler konuşulduğunu da öğrenmek istiyordu. Sesi biraz daha açıp iyice yayıldı koltuğa.
Spiker soruyor; O’Brien da cevaplıyordu o sırada:
“Eğer yanılmıyorsam ‘Herhangi bir şeyin bozuluşuna karşın mutlak bir oluş ve herhangi bir şeyin oluşuna karşın mutlak bir bozuluş vardır ve bu ayrımın nedeni de maddedir’ dediniz. (O esnada sahtekar hırsız diye içinden geçiriyordu, Gabor) Bunu biraz açar mısınız”
“Hayır, Bay Winslow. Ben bunu tekrarladım. Zira bu paragraf Aristoteles’e aittir. Ancak modem bilimin öngörüleri ve çıkarımlarını göz önüne getirdiğimizde, eski filozofların pek çok düşüncesinin ne denli haklı olduğunu da görüyoruz. (Gabor, biraz utanmıştı). Bunu bugün Einstein ile açıklıyoruz. Yani enerji-madde dönüşümünün tersinirliği ile. Tabi bozuluş kelimesini çok iyi değerlendirmek gerekir. Kasıt, bir maddenin çeşitli nedenlerle çözünmesi ve yapıtaşlarının doğal bir oluş için çalışmasıdır. Hatta bazı araştırmacılar, zekanın ürüne dönüşmesini ve ürün çeşitliliğinin de zekaya neden olmasını bu mekanizma içine dahil ediyorlar. Ben şahsen buna katılmıyorum”
“Dr.O’Brien, sanırım siz ‘zekacılar’ gurubundansınız. Konuyla ilgili olanlar eminim ki ne demek istediğimizi anladılar. İzin verirseniz öğrenmek isteyenleri aydınlatalım” dedi spiker.
(Dr.Gabor, Zekacılar grubunu Richy’den duymuştu. Ama pek fazla bilgisi yoktu. O sırada Dr.O’Brien sakince anlatıyordu)
“Zeka, birim zamandaki akıl miktarıdır, bay Winslow. Bu nedenle biz, mikrokozmik boyutlarda zamanı en iyi nasıl kullanabileceğimizi araştırıyoruz. İnsanoğlunun bugüne yalnızca zekası sayesinde geldiğini kabul ederseniz koca bir gezegene hükmettikten sonra sıranın koca bir evrene de geleceğini çıkartabilirsiniz. Ancak bu çok kısa zamanda olmalıdır. Yakın gelecekte bizleri ne gibi doğal ya de yapay felaketlerin beklediğini kestiremeyiz. Detaylara girmenin yararı olacağını zannetmiyorum” dedi Dr.O’Brien ukalaca.
“Televizyonu kapat, dostum. Sana anlatacaklarım çok daha önemli” dedi Foster. Anlaşılan işini, söylediğinden daha çabuk bitirmişti. Elinde bir tomar kağıt ve birkaç dergi vardı. Görünüşü ise Dr.Gabor’u bile tedirgin edecek ölçüde donuktu. Evvela Gabor’un karşısındaki koltuğa yerleşip elindekileri kucağına koydu. Aynı odada bulunan ve ideolojik olarak birbirine düşman iki parti liderinin ağır ve soğuk havasını soludular bir süre. Ve ardından da konuşmaya başladı Foster.:
“Sana anlatacaklarım, kafanı allak-bullak edecektir, dostum. İnan bana yaşama hevesini ve azmini kaybedebilirsin. Ve yine inan bana, söylediklerimin zerresinde bile abartı yok. Şimdi lütfen tekrar düşün ve eğer bedelini ödeyebileceğinden eminsen anlatayım. Foster’ın ne kadar ciddi olduğunu bir çocuk bile kolayca farkedebilirdi. Ancak bu uyarı Gabor’u daha da meraklandırmıştı.
“Anlatmanı istiyorum.”
“Sen bilirsin”
Foster, kucağındaki yığın arasından bir dergi çıkardı. Aradığı sayfayı bulduktan sonra da dışa doğru katlayıp uzattı:
“Şu sayfayı sesli olarak okumanı istiyorum”
“Hepsini mi?”
“Tabi ki hayır. Dr.Gregory Martin ile ilgili olan bölümü oku sadece” deyip beklemeye başladı.
Dr.Gabor, çabuk hareketlerle gözlüğünü takıp okumaya koyuldu:
“Dr.Gregory Martin, öldü.
(LA - California) Trafik kazaları, sadece dikkatsizlerin, içkili sürücülerin veya hız hastalarının değil, dünyaca ünlü usta bilimcilerin de hayatına mal oluyor. Dr.Martin, hurdaya dönen arabasından çıkartıldığında tanınmayacak haldeydi
Dr.Martin, henüz 51 yaşındaydı ve California Üniversitesi’nin önde gelen fizik profesörlerindendi. Daha iki hafta önceki Wyoming konferansında, fizikçilerin ‘Büyük Sır’ da dedikleri Yapay Madde Projesi’ni tamamlamak üzere olduğunu söylemişti. Yazık ki ‘Büyük Sır’, Dr. Martin ile beraber gömüldü.
1939’da Kuzey Carolina’da...........
“Tamam, bu kadar yeter” dedi, Foster.
“Richy bana Dr. Martin’in de yapay madde projesinde çalışmış olduğunu söylemişti... Nereye varmak istediğini bilmiyorum, ama bunda bir gariplik sezemedim” dedi Gabor ve ardından derginin ilk sayfasını çevirip tarihini mırıldandı:
“2 Mart 1986. Yaklaşık dört yıl önce.”
“Bir haber daha var dostum. 18 Temmuz 1983 tarihli bir gazetede. İlk sayfa ikinci sütun en altta. Altı çizili olan yerleri okur musun lütfen” diyerek uzattı gazeteyi.
Haberi bir çırpıda okuyan Gabor, bir süre düşünüp “Dr.Petersdorf ha!” diye sessizce söylendi. Sonra da:
“Uçak kazasında öldüğünü, duymuştum... Ama Dr. Martinden bahsettiğimiz gün, bu Yapay madde projesini ilk kez Berlin Üniversitesi’nin başlattığını da söylemişti bana. Ancak Dr.Petersdorf’un proje ile ilgisi olduğundan hiç bahsetmemişti. Yoksa hatırlardım” dedi ve biraz bekledikten sonra “Uçak kazası ha!” diye yineledi birkaç defa.
Petersdorf ile ilgili olanlar bu kadar değil, devamını dinle. Bir sigara yakıp devam etti:
“Pek ünlü olmayan bir bilim dergisi, 9 Temmuz’da yani kazadan dokuz gün önce detaylı bir röportaj yapmış. ‘Problem, Büyük Sır’ı çözebilmek değil, çözümü’ demiş Petersdorf.”
Dr.Gabor bu sözler üzerine heyecanla atıldı:
“Dur biraz! Çok bariz bir bağlantı var bu olaylar arasında. Richy de telefonda Büyük Sır’ı çözmek üzereyim; bu korkunç bir şey demişti”
O sırada Foster, Gabor’u sakince dinliyordu. Ne söylemek istediğini anlamıştı ancak bu, yeni bir şey değildi onun için. Üstelik daha da fazlasını biliyordu. Yine de arkadaşının ağzından duymak istedi:
“Varsayımın ne, dostum?”
Ama Gabor, Foster kadar serinkanlı görünmüyordu:
“Bak şimdi! Yapay madde projesini yürüten, ayrı dönemlerde üç kişi vardı: Petersdorf, Martin ve Richardson. Üçü de başarılı oldu; üçü de Büyük Sır’a çok yaklaştığını söyledi ve gariptir ki; bunu söyledikten kısa süre sonra ölüverdiler. Bir trafik kazası, bir uçak kazası ve bir de yıldırım!.. Buradan çıkan bir sonuç daha var üçünün de cesetleri dolaylı yöntemlerle belirlendi. Yani tanınacak halde değillerdi. Bütün bunların rastlantı olabileceğini sanmıyorum.
“Bunları ben de biliyorum, dostum” dedi Foster. “Ama daha sı var” diye ekleyip devam etti:
“Dr.O’Brien ile ilgili. 1980-1983 döneminde Berlin’de bulunmuş ve Dr. Petersdorf’un en yakın arkadaşlarından biriymiş. Üniversitenin araştırma kurulu başkanlığını yapmış... 1983’de Amerika’ya dönüp California Üniversitesi’nde fizik laboratuarları direktörü olmuş. Dr.Martin’le arası iyiymiş. Ve..1986da Cornell’a gelmiş; aynı görevle. Richy ile de iyi bir ilişkileri vardı.”
“O lanet herifte bir tuhaflık olduğunu anlamıştım zaten!” diye seslice söylendi Dr.Gabor. Ardından da sordu:
“O’Brien hakkında sen ne düşünüyorsun?”
Foster, nükteli bir biçimde “Onun hikayesini kısaca anlatmamı ister misin, dostum?” diye sordu.
Nasılsa Gabor’un düşünceleri akıntıya kapılmıştı bir kere ve kozlar da Foster’ın elindeydi.
“Anlat!” dedi sertçe, Gabor.
“Dinle öyleyse... Kayıtlara göre Robert O’Brien, 1942 Decatur’da, İllinois’de doğmuş ve ailesinin tek çocuğu imiş. İşin ilginç yanı, anne ve babası da kendi ailelerinin tek çocuklarıymış. Üniversiteden önce hep İllinois’de yaşamış. 17 yaşındayken ailesi ile birlikte bir trafik kazası geçirmiş Annesi de, babası da ölmüş... O’Brien’ın yüzü de tanınmayacak derecede parçalanmış. Ama plastik cerrahi, mucizevi bir şekilde kusursuz ve yepyeni bir yüz yaratmış. Ailesinden kalan para ile de Cornell’a gelmiş. Ötesini zaten biliyorsun.”
Dr.Gabor, tam yorum yapmaya hazırlanıyordu ki Foster, “Bekle biraz” anlamında bir işaret yaptı ve yeni bir sigara yakıp tekrar konuya döndü:
“Dr.O’Brien’ın yakın arkadaşlarını araştırdım. Birinin hikayesi, O’Brien’ınki ile örtüşüyor. Dr.Carl Braunwald’ın öyküsü.”
Gabor, atılıverdi söze:
“Dr.Carl Braunwald? Bilimsel Araştırmalar Komisyonu Başkanı değil mi o?”
“Evet” diye yanıtlayıp kaldığı yerden devam etti:
“Otuzdört yaşındayken birkaç serserinin saldırısına uğramış. Suratını epey çizmişler, fakat vücudunun diğer kısımlarında tek bir kesik bile olmamış. O da O’Brien gibi bıçak altına yatmış tabi, ama tuhaf olan bir şey var: Hastaneden çıktıktan iki ay kadar sonra karısı ondan boşanmak istemiş ve evi terketmiş. Terkettikten bir ay kadar sonra da mantardan zehirlenip ölmüş.... Üstelik her ikisini de aynı doktor ameliyat etmiş. Cliff Pernoll diye biri... Muayenehanesine gidip konuştum onunla. Hatırladığı tek şey, ikisinin de yakışıldı bir yüz yerine kendi hazırladıkları bir modelde ısrar etmiş olmaları. Yazık ki ondört sene önce çıkan bir yangında tüm kayıtları yanmış.”
“Yine yüzler ha” diye birkaç kez tekrarladı. Ardından da kaşlarını çatıp Foster’ın suratına baktı dik dik:
“Bütün bunları nasıl öğrendin sen?”
Foster, gülümsedi.
“Kapalı bilgisayar ağını kullandım. Bilirsin, oradan herşeyi öğrenmek mümkündür.”
“Yani usulsüz kullandın. Kariyerini ne kadar büyük bir riske attığının farkında mısın sen?”
“Her şeyin farkındayım ama buna değerdi, dostum.”
Dr. Gabor, ayağa kalkıp ağır adımlarla dolanmaya başladı odada. Belki de bütün bu bilgileri harmanlayıp bir sonuca gitmeyi umuyordu. Foster ise sakindi ve gözleriyle Dr.Gabor’u takip ediyordu.
Sessiz geçen bir-iki dakikadan sonra tekrar koltuğuna dönüp “Peki, neden bütün bu olayları araştırmak gereği duydun?” diye sordu Foster’a.
“Disket, dostum Disket”
“Ne disketi?”
“Senin Dr.O’Brien’a götürdüğün disket.”
Gabor, O’Brien’ın odasındaki tuhaf atmosferi hatırlayıvermişti bir anda. O sırada Foster, devam ediyordu:
“Onu masanın üzerinde görmüştüm. O gün kopya etmem gereken disketler vardı ve onlardan biri sandım. Epey sonra benimkilerden olmadığını farkettim. Öyle olunca da tekrar masaya bıraktım. Kopyasına da dokunmadım. Nasılsa üzerine başka kayıt geçebilirim diye. Üç hafta önce, içinde ne olduğunu merak ettim ve baktım. İşte hepsi bu.”
“Ne vardı içinde” diye sordu, Gabor. Fakat sert bir fırtınanın kopmak üzere olduğunu da hissetmiş olmalıydı. Çünkü, sesi titriyordu sorarken.
“Karmaşık denklemlerin türetildiği bir programdı. Sonunda da şifrelenmiş bir mesaj vardı. Ben, bu düzeydeki fizikten anlamadığım için denklemlerle uğraşmadım. Mesajı deşifre etmek daha cazip geldi ve bir hafta kadar sonra da başardım. Yani, iki hafta önce. Aslında bunu sırf merak ettiğim için yaptım başka bir nedenle değil. Tabi esrarengiz cümlelerle karşılaşınca da gerisini getirdim.”
Dr.Gabor, kalbinin kulağının dibinde vurduğunu hissediyor heyecandan bayılmamak için kendini zorluyordu. Yine de tüm cesaretini toplayıp sordu:
“Ne yazıyordu?”
Foster, konuşmanın başından beri sehpanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran bir sayfayı alıp usulca Dr.Gabor’a uzattı. Gabor biraz önce çıkarttığı gözlüğünü tekrar taktı ve kendisinin duyabileceği bir sesle okumaya başladı:
“ Bizler yıllarca kendi çıkarlarımız için hayvanları kullanmadık mı?
Atları,
Domuzlan.
Bazısının sırtlarına bindik,
Bazısını kesip yedik.
Her yeni ilacı bir kobayda denemedik mi?
Çoğu öldü.
Ya fareleri labirentlerde koşuşturmadık mı?
Nasıl düşündüklerini anlamak için.
Hatta bir köpeği Sputnik-2 ile uzaya göndermedik mi?
İnsanın zarar görmeden yörüngede dolaşabileceğini kanıtlamak için.
Ve daha neler neler yaptık
İnsanları bile kullandık deney için.
O halde O’Brien’ı, Braunwald’ı ya da diğerlerini nasıl suçlayabilirim?
Bir fare, bir insanı nasıl suçlayabilir ki?
Hayır, suçlamıyorum, aksine saygı duyuyorum tüm gerçek evren
Dr. Jim Richardson ”
Dr. Gabor, bir yandan tekrar tekrar okuyor; her bitirişinde de cıkcıklayıp “Çıldırmak işten bile değil” diyordu içinden. Bozuk bir plak gibi “Gerçek evrenler de ne demek oluyor?” diye ardısıra soruyordu kendine.
Hep aynı türden sorular, bir demircinin ağır çekici gibi amansızca dövüyordu beynini.
Hem düşünme disiplininden kopmamaya çalışıyor hem de o güne dek kobaylar üzerinde yaptığı deneyler bir bir gözünün önünden geçiyordu ışık hızıyla. Arada bir lanet olsun!” diye söylenip başa dönüyordu yeniden.
Foster ise düşünen adam heykelinin atlet giymiş halinden pek farklı değildi.
Nihayet, arkadaşının kafasındaki dalgaların durulmasını beklememeye karar verdi:
“Uyarmıştım seni”
“Fareler!.. O’Brien!.. Braunwald!.. Gerçek evrenler!..” diyerek ayağa fırladı Dr. Gabor. “Ne diyor bu adam?” diye de bağırdı.
“Bilmiyorum” dedi, Foster ve hemen ekledi “Galiba oyun oynamaktan hoşlanan birileri var. Richy, bunu çözmüş olmalı”
Dr.Gabor, “Nasıl bir oyun bu?” diye sormaya hazırlanıyordu ki; kapının zili, her ikisini de yerlerinden sıçratacak kadar kuvvetlice çaldı. Oysa iki saniye bile sürmemişti.
Öylece kapıya bakıyorlar, fakat yerlerinden kımıldamaya da pek niyetli görünmüyorlardı. En sonunda, daha sakin olan Foster, ayağa kalkıp “Bu saatte kim gelmiş olabilir” diye içinden geçirerek kapıya yöneldi. Ama sezgileri, bunun normal bir ziyaret olmadığını söylüyor, içini ürpertiyordu.
Dr.Gabor ise tekrar koltuğuna oturmuş; infazdan önce son isteği sorulan bir mahkumun kaderine razı görüntüsünü taşıyor ve suskunluğu tercih ediyordu.
“İyi geceyarıları bay Foster” dedi Dr.O’Brien kapı aralığından.
Foster, emin olmak istiyordu “Bay O’Brien?”
“Ta kendisiyim.Sizinle kapı aralığında da olsa tanışmaktan büyük zevk duydum bay Foster”
Foster, kapı zincirini çıkartmak ve davetsiz konuğu içeri almak zorunda kalmıştı.
O’Brien’ın üzerinde lacivert bir takım elbise vardı ve elinde de bir pipo yanıyordu. Kendini beğenmiş bir saray soylusunun ukalaca tavırlarıyla odanın ortasına kadar yürüyüp, durdu.
“Merhaba, bay Gabor”
Dr. Gabor, belli belirsiz başını salladı sadece. O sırada Dr. O’Brien, şüpheci bakışlarla etrafa göz gezdiriyordu. Duvardaki tabloyu göstererek “Lucas Cranach. Onaltıncı yüzyıl. Eğer yanılmıyorsam, insanın cennetten kovuluşunu, yani ayıp duygusunu keşfedişini anlatıyor. İyi bir kopya.” dedi.
“Buraya neden geldiniz bay O’Brien” diye sordu Foster.
“Her şeyin bir sırası vardır” deyip piposundan bir nefes çekti. Sonra da koltuğu işaret ederek “Bay Foster, lütfen bay Gabor’un yanına oturun” dedi.
Foster, sakince söyleneni yaptı. Sonra da bir kaşını kaldırıp
“Şimdi sıra sizde, bay O’Brien. Dinliyoruz” dedi.
Dr.O’Brien, biraz evvel Foster’ın oturduğu koltuğa yerleşip “Buraya laf olsun diye gelmediğimi anlamışsınızdır baylar. Dr.Gabor’un disketi getirmesinden sonra bay Foster’ın da kapalı ağı yasa dışı yollardan kullanması şüphelerimi pekiştirdi... Ama herşey kontrolümüz altında olduğu için müdahale etmedim. Hatta cerrahımla yani Dr.Pernoll’la konuşmanıza bile izin verdim. Biraz oyun oynamak sizin de hakkınız; her ne kadar oyun içinde oyunun fazla bir anlamı olmasa da. Bizim için tedbirli olmak çok önemlidir, baylar.”
Foster, oyunun sonuna geldiklerini hissettiğinden rahatça sordu:
“Dr.O’Brien, kimsiniz siz?”
“Bunu çok merak ettiğinizi biliyorum, baylar. Emin olun ki tüm merakınızı gidermek için buradayım. Ayrıca neleri öğrenmek istediğinizi de çok iyi biliyorum” dedi, kulağını göstererek.
Foster, atılıverdi hemen:
“Demek dinliyordunuz bizi.. Bunu tahmin etmeliydim.... Peki, ne zamandan beri?”
“Başından beri, baylar. Başından beri. Dr.Richardson’un konuştuğu herkesi. Karısını, arkadaşlarını, yani herkesi. Tedbir, baylar. İyi bir düzen için tedbir şarttır.”
Foster’ın merak ettiği de buydu.
“Gerçekte ne için tedbirli olmanız gerekiyordu?”
“Projenin düzeni için tabi. Bazı şeyler vardır; herkese, özellikle de halka açıklayamazsınız. Sonra ortalık karışır ve düzen bozulur. Düzen bozulursa da projeler yarım kalır. Öyle değil mi, bay Foster?”
“Benim ne sorduğumu gayet iyi anladınız, ama sadece laf kalabalığı yapıyorsunuz, bay O’Brien ya da isminiz her ne ise?” dedi Foster. Bunun üzerine sıkı bir kahkaha attı ziyaretçi. “Sohbete biraz ısınalım istedim, baylar. Lütfen sabırsızlanmayın. Nasılsa zamanımız konuşmak için yeterli” deyip Foster’a döndü:
“Söyler misiniz, bay Foster; ne biliyorsunuz bu konuda?”
“Yapay madde projesinin sadece bir oyun olduğunu. Bu oyunda sizin, Braunwald’un ve başkalarının rolü olduğunu ve bazı insanların seçilmiş farelerden farksız olduğunu”
“Mükemmel!.. Gerçekten mükemmel!” dedi, O’Brien. Hayranlık dolu gözlerle bakıyordu Foster’a.
Dr. Gabor ise henüz bir şeyler anlayabilmiş değildi ve sessizliği tercih ediyordu.
“Belirsizlikleri bir kenara bırakıp gerçekleri konuşalım artık” dedi Foster. “Haydi artık ne anlatacaksan anlat” dercesine ellerini açıp konuşmaya davet etti O’Brien’ı.
“Sanırım bazı şeyleri yüzeysel olarak konuşmanın zararı olmaz. Nasılsa gerekli tedbirler alındı” dedi O’Brien ve sönmüş olan piposunu tekrar yaktıktan sonra anlatmaya koyuldu:
“Düşüncenin boyutlar arasında hareket edebilmesi, yani boyut değiştirebilmesi mümkündür baylar. Gerçek evrenlerde en hızlı madde, düşüncedir. Oysa şu an içinde bulunduğunuz 4 boyutlu kuramsal evren, ışık hızı ile sınırlıdır. Bu da boyut atlamayı imkansız hale getirir ve düşünceyi kendi içine hapseder. Tabi bu, bazı matematiksel zorunluluklardan kaynaklanır.... Ben, Dr.Braunwald ve birkaç arkadaşım daha gerçek bir evrenden olmanın avantajını kullanıyoruz. Aksi takdirde bu vücudu (kendini gösteriyordu) kullanamazdım... Bunu televizyonun uzaktan kumanda mekanizması gibi düşünebilirsiniz. Biz buna ‘Direkt bağlantı’ deriz. Kolay bir iştir. Ancak önemli olan nokta iyi bir şekillenmedir. Düzgün olmayan farklı yüzeylerin ışığı farklı şekilde kırdığını bilirsiniz. Eğer iyi bir şekillenmeyi pseudokozmik koşullarda sağlayabilirseniz bağlantı tamamlanmış olur. Yüz üzerinde birkaç ince değişiklik problemi çözüyor, ama kişilik gibi içgüdüsel, duygusal ve düşünsellikle içiçe olan bazı y!
apay canlı özelliklerini etkisizleştirmek hep zor olmuştur.”
Dr. Gabor, O’Brien’ın sözünü kesti:
“Şu ameliyat hikayesinin nedeni bu demek Ayrıca, akrabası olmayan bir aileyi seçmenizin ve karısını Dr.Braunwald’u terketmesinin sebebi de anlaşıldı, şimdi: Kişilik! öyle değil mi?”
“Doğru, bay Gabor. Bu nedenle arkada iz bırakmak istemedik. Yani, tedbir meselesi.”
Dr.Gabor, biraz suçlayıcı bir melodi ile “O halde, Petersdorf’un, Martin’in ve Richardson’un yüzlerini tanınmayacak hale getirmenin ne anlamı vardır diye sordu.
“Siz, sandığım kadar zeki değilmişsiniz, bay Gabor’ diye karşılık verdi, O’Brien .
Foster, hiç beklemeden atıldı söze
“Yani onların aslında ölmediğini mi söylemeye çalışıyor sun?”
“Aynen öyle.
“Bunu tahmin etmiştim. Ölenler başkalarıydı. Bir başka deyişle onların yerine fiziken uygun olanlar gömüldü. Richy ve diğerleri de labirenti tamamlayan farelerdi” dedi, Foster. Yavaş yavaş herşey netleşiyordu.
“Büyük Sır’ı inceden inceye bilen kişilerin elini kolunu sallayarak sokakta dolaşmalarına izin veremezdik. Ayrıca, onlar bizim için çok değerli. Herşeyi onları elde edebilmek için yaptık.”
Foster, birden kahkahalarla gülmeye başladı. Oysa, Gabor’un ağzını bıçak açmıyordu o an.
O’Brien, bir süre Foster’ın susmasını bekledi, ama o da açıkça hoşlanmıştı bundan. Kahkahalar kesilince sordu:
“Neden bu kadar güldünüz?”
“Galiba anlıyorum bazı şeyleri. Bu, aslında hem çok korkunç hem de çok gülünç bir durum... Ama doğrusu, sizin ağzınızdan duymak isterim.”
“Sanırım, büyük sırın tam manasıyla ne olduğunu bilmek istiyorsunuz.”
“Evet” diyerek başını salladı, Foster.
“Bunu zevkle anlatırım” deyip piposunu sehpanın üzerine bıraktı ve ciddiyetle anlatmaya koyuldu:
“Gerçek bir evren en az 7 boyutlu olmak zorundadır. Yani; 7 boyuttan daha az boyuta sahip evrenler yapaydır ve çeşitli nedenlerle laboratuarda yapılırlar: Deney için olabilir, eğlenmek için olabilir ya da bizimki gibi ödev için olabilir. Tabi daha pek çok sebebi olabilir.
Ama önemli olan onu çok iyi organize etmektir. Küçük bir hesap hatası her şeyi allak-bullak edebilir. Ve cezalandırılırsınız. Eğer bu, bizimki gibi bir ödev meselesi ise her şeyi iki yüz yerel yılda halletmeniz gerekir.
Bir ödev çalışmasında üç aşama vardır, baylar: İlki, ön çalışmalar ve inandırıcı modeller; ikincisi, iyi bir düzen ve üçüncüsü ise iyi bir seçimdir. Her aşamada çok dikkatli olmak gerekir. Neyse ki okulun en çalışkanı, yani sizin Dr.Braunwald olarak bildiğiniz kişi bizim grupta. “
Foster, O’Brien’ın sözünü kesip “Şu birinci aşamadan bahsetsene biraz” dedi, merakla.
“ Kısaca anlatayım, bay Foster. Bu gezegenin ve dış sisteminin çok iyi hazırlanması demektir. Üst düzey işlemciler, uygun yazılımlar ve telemikrorobotlar sayesinde hallederiz bu işi.
Sizler, dünyanın 4.6 milyar yaşında olduğunu söylüyorsunuz. İşte inandırıcı modellerin başarısı budur. Halbuki dünyanın yaşı, tabi diğer sistemlerin de, sadece 198’dir.
Yani, bu gezegende hiçbir zaman dinazorlar olmadı. Eski Mısır diye bir yer de yoktu. Ne Aristoteles, ne Leucippos ve ne de Büyük İskender diye biri vardı. Aztekler, Mayalar ve diğer eski medeniyetler. Hepsi de Dr.Braunwald’un sıradan birer tasarımıydılar.... Mükemmel bir tasarımcıdır O.
Herşey 1792’de başladı. Tabi biz bu sayıyı verdik; başka bir sayı da olabilirdi.
Demek istediğim, eğer tasarım iyi olursa düzen de kendiliğinden geliyor. Ancak biraz teknik bir uygarlık oluşturduğumuzda problemler de artıyor. Neredeyse projeyi bozacak kadar silahlandınız. Neyse ki zamanında müdahale ettik de kurtardık”
Dr. Gabor, dilini ya yutmak üzereydi, ya da yutmuştu. Bir koltuğa oturtulmuş donuk yüzlü bir manken kadar çaresiz görünüyordu.
Foster ise genellikle sakin ifadesini koruyordu. Bazen heyecanlanıyor, ama kısa sürede toparlıyordu kendini. O’Brien’ın cümlesi biter bitmez söze girdi:
“Yani, kayalardaki Uranyum 238-Kurşun 206 oranı kasıtlıydı. Tabi karbon testleri de istenen sonucu veriyordu. Toprak altından çıkarılan iskeletler, fosiller, hatta antik şehirler bile sahteydi”
“Bravo, bay Foster” dedi O’Brien.
Ya düzen?” diye sordu, Foster.
O’Brien, bir süre düşünüp gülümsedi.
“Ben, ortaokuldayken eğitmenimiz bir dönem bitirme ödevi vermişti. İki reel boyutlu düzlemsel yapay canlılarda en hızlı hareket edebilenleri elde edecektik. Biraz üstünkörü çalıştığım için durumu farkeden bir kaç zeki düzlemsel varlık, haberi yayıverdiler. Ve ortalık karıştı. Sonuçta düzen bozuldu ve biz de en hızlıyı bulamadık... O sene sınıfta kalmıştım.
Daha önce de söyledim; iyi bir tasarım ardından düzen de geliyor ama tedbirlerle desteklemek lazım.
Madem bunlardan bahsettik seçimin ne olduğunu da açıklayayım, baylar” dedi, O’Brien. Ayağa kalkıp ceketini çıkardı; gömleğinin birkaç düğmesini açtıktan sonra “Böyle daha iyi” diyerek devam etti:
“Yapay evren denklemi, 7 boyutlu gerçek evrenlerde sıradan bir lise sorusudur. Ama teorik olarak, 4 boyutlu bir yapay evrende düşünce, ışık hızı ile sınırlı olduğundan; çözülebilecek en zor sorulardandır. Bir başka ifadeyle, 4 boyutlu bir yapay canlı bu sorunun altından kalkabilirse, zekasının doruk noktasında demektir. Bizim için önemli olan da bu.”
“Sizin için önemli olan en zekileri seçmekti o halde” dedi,
“Evet, bay Foster. En zeki beş yapay canlıyı elde etmek. Birincisi Einstein’dı. Martin, Richardson ve Petersdorf; etti dört. Herşey 1792’de başladığına göre geriye sadece iki yıl kaldı ve bu sürede kimse Yapay Evren’ denklemini çözemez.”
O’Brien, gözlerini Foster’a dikip bir süre düşündü. Ardından da “Siz de beşincisiniz, bay Foster”dedi.
“Ama ben, sandığınız kadar zeki olmayabilirim.”
“O kadar mühim değil. Amacımız ödevi iyi bir şekilde tamamlamak sadece. Diğer grupların bizim kadar başarılı olacağını sanmıyorum.”
Foster, tekrar gülmeye başladı Bu sefer Dr. Gabor da ona eşlik ediyordu. Koca oda, çılgınca uçuşan kahkahalarla dolmuştu bir anda.
Foster, bir yandan kadehleri dolduruyor diğer yandan da “Büyük adam!.. Büyük Richy!” diye bağırıyordu. Kadehini kaldırıp “Farelere, insanlara ve O’Brien’a içiyorum!” diye haykırdı delice
O’Brien, bir ara “Biraz susun” anlamında bir işaret yaptı eliyle.
“Baylar, sizler için yarın bir cenaze töreni hazırlayacağım. Biliyorsunuz; Foster benimle gelecek.Bay Gabor içinse, bir şeyler yapabileceğimi sanmıyorum. Üzgünüm bay Gabor.
Dr. Gabor, hiç umursamadan “Boş ver. Sen uygun bir şeyler ayarla yeter” diye karşılık verdi. Sonra da kahkahalarla gülmeye devam ettiler.
“Düzen, tedbirle sağlanır, baylar diyordu O’Brien ara sıra.

-SON-

“Eğer bir gün, matematiksel olarak yokluğumuzu ispat edersek, yokluğunu kanıtlayan şey karşısındaki durumumuz ne olacak?”


erkan ergen
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #275
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KARANLIĞA AĞIT

Yarın güneş doğmayacak insanların evreninde… Tanrı bütün şefkatini çekmiş olacak bu lanetli şehirler üstünden… Karanlığın kutsadığı bir yalnızlığın kurbanı ve şeytanın yitik ruhlarında anlam bulan bakışlarını yıkacaksın bu lanetlilerin şehirleri üstüne. Asla ama asla dönmeyeceksin yolundan! Uyandığında hatırla bütün bunları çünkü senin kelimelerin hiçbir anlam ifade etmiyor bu lanetlenmişlerin dünyasında. Ruhlarının en büyük karanlığında, en yakıcı ateşinle yak bütün bu soysuzları. Henüz evrimini tamamlamış bu maymunların içinde cennet değil, ilahi bir aşk değil ancak ve ancak iblisin cehennemini ara… İnsan olmaktan uzak ve kendini düşündükçe, kendini hayal ettikçe, çirkefleşen bu topraklarda açan yediveren güllerini değil karaçalıları ara… Baharın ezgilerinden, bülbülün hüznünden, yavaş yavaş yok olup gitmekte olan dünyadan, kirlenen hayatlardan, açlıktan ölenlerden, savaşlarda yitip gidenlerden ve bütün masumiyetiyle(!) dünyaya sırıtanlardan çek elini… Yarın kendine bir iyilik yap; bu kararmış evrende tek bir ışığın bile yansımasına izin verme. İster zebani ol söndür bütün iyilikleri, ister Tanrı ol çek ellerini lanetlilerin üstünden. Kendi dünyanın Tanrısı olmayı öğren ve hiç kimseye merhamet etme yeniden kurduğun bu dünyada. Unutma senin kelimelerin hayvan ırkın dünyasında sabahları aydınlatmayan bir güneş kadar korku verici. Yarın güneş doğmayacak! Kalın karanlıklar içinde, kalbime gelip yerleşen şeytanın ateşiyle yaşayın. Sizler yanmayacaksınız bu ateşin içinde, şeytan kendini yakacak her nefeste. Tanrı kendi dünyasını yaratacak yeniden ve içinde hiçbir insana yer olmayacak. İlk kurulduğu gün ve yok edileceği gün hep aynı olacak! Küresel bir felaketin mimarları, yaşamak için dişlerini çocuk enselerine saplayan vampirler, bir kadının etine hayvani derecede pençelerini geçirenler, hayatlarını tozlu raflar arasında yitirmeyenler ve her şeyden önemlisi kelimeleri olmayanlar var olmayacak bu dünyada… Unutma, uyandığında hatırla bütün bunları! Çünkü ne şekilde uyanacağını çok iyi biliyorsun sessizliğin evreninde… Yarın kendine bir iyilik yap ve var olan dünyadaki hiçbir âdemoğluyla konuşma. Kitabende insan olduğun yazabilir ama diğer insanlardan uzakta ve hatta yukarılarda ol; böceklerin içinde yerin yok senin. Sen Volkan’sın kendine patlamaktan vazgeç, milyonlarca Pompei varken külleştirilecek… Sen Ateş’sin kendini yakmaktan vazgeç yakılacak bu kadar lanetli ruh varken.
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #276
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
ALEVLER İÇİNDEKİ BEYAZ TÜY

Günlerdir her gözümü kapadığımda onları görüyorum... Süt beyazı elbiseler giymişler. Yüzlerinin ışıltısı göz kamaştırıcı güzellikte. Gözlerimi alan o büyülü ışıltının ardında, başlarını sarmış birer taç seçiyorum.
Taçlarının birazcık yana kaydığını fark edip, düzeltmek istiyorum. Parmaklarım yumuşak bir şeylere dokunuyor. Bebek teni yumuşaklığı gibi... Kuş tüyünden yapılmış olmalı bu taçlar. Altın sarısı ışıltılar barındıran beyaz tüylerden örülmüş... Evet, kuş tüyünden...
Ancak, alelade bir kuşun tüyü değil. Ne tüyü bunlar? Hiç böyle tüy görmedim. Hangi kuşun tüyü olabilir diye soruyorum kendime... Hangisi?
Sonra karnımda gezinen bir sancı hissediyorum...
Bu taçlar, Tanrısal ya da mistik bir şeyi simgeliyor diye düşünüyorum, ama çözemiyorum... Aklım tüylerin gizemine kilitleniyor sanki. O tüylerden bulmalı ve onlardan öreceğim taçları doğmamış çocuklarım için hazır etmeliyim...
.....
"Öyle tüyler, olsa olsa Zümrüt-ü Anka'nındır. Kubilay Han'ın bile arattırdığı ama yerine, bir palmiye yaprağına razı geldiği Anka'nın... Yüreğinin atışlarını dinle"... "Onu bulamazsın... Yüreğinin bembeyaz atımlarını hissederse, O seni bulur." diye mırıldanıyor bir ses. Arkama dönüyorum, kimseyi göremiyorum. Elimde birkaç sebze ile donakalıyorum Pazar yerinde.
.....
Yüreğimin tüm koyu renklerine ket vurmayı öğreniyorum. Gecelerin korkularına, yalnızlığına kaş çatmayı; gündüzlerin öfkelerine, yalanlarına, her sahteliğine dudak bükmeyi... Olanca gücümle iteliyorum benden uzaklara. Çocuklarıma yapacağım taçları düşlüyorum. Onu bulmalıyım...
Beyaz düşünmeyi öğrendikçe, diğer tonların korkusu, "ben" oluyorum.
.....
Her sabah, Kanle'nin kurak köylerini seyrediyorum Naju tepesinden. Ona yakın olmak arzusu çağırıyor beni her gün buraya.
.....
Artık yüreğimin beyaz atmayı öğrenemeyeceğini çaresizce kabullenmeye başladığım bir anda, hiç duymadığım bir şarkıyı, adeta ilahi bir sesin dillendirdiğini işitiyorum. Sırtımdan boşanan soğuk bir terle ayağa fırlıyorum. Her yöne dönüp bakınıyorum ve üstüme çöken bir gölge ile yere kapaklanıyorum. Başımı topraktan çekip göğe yöneltiyorum. Tanrım!
Otuz kuş büyüklüğünde, otuz renkli, süt beyazı gerdanının yukarısında mağrur bakışlarla beni izliyor... Anka Kuşu...
Yüreğim çılgınca çarpıyor. "Ne olur beyaz atmaya devam etsin!" diye yakarıyorum Tanrı'ya. 'Ne olur beyaz atmaya devam etsin!'...
Yanı başıma indiriyor ayaklarını. Yüzündeki gülümsemeye, heyecanımı yenme gayretiyle, gülümseme ile karşılık vermeye çalışıyorum.
"Sakin olmalısın" diyor bana, o büyülü sesiyle.
Vücudu rengarenk ve Tanrılara layık hint ipekleriyle kuşanmış gibi duruyor. Göz alıcı, heybetli, onurlu...
Kekeleyerek soruyorum:
"Gerdanından birkaç tüy verebilir misin bana?"
Tebessüm ediyor:
"Tüylerimin sana ne yarar sağlayacağını düşünüyorsun?"
Her iki gözümden birer damla yaş süzülüyor. Sesim kısılmış, yutkunuyorum önce...
"İki tane taç yapacağım, doğacak kızım ve oğlumun başları için"...

Kaşları çatılıyor.
Bakışlarını ufka yöneltip bir şeyler mırıldanıyor.
Aniden gözlerini gözlerime kilitliyor.
"Geceyi beyazla mı örteceksin?" diye soruyor,
Tam yanıtlayacakken devam ediyor :
"Hastalıklar, sıhhatin lekesi ise, kara da beyazın lekesi olur.
Benim beyaz gerdanımla hangi lekeyi temizleyeceksin?"
Tekrar yutkunarak cevap veriyorum:
"Çocuklarımın geleceğindeki lekeleri"
"Öyle eminim ki bundan... "
Önce incecik bacakları bükülüyor ve ardından devasa gövdesi usulca yere çöküyor. Bakışlarından birkaç tüy almama izin verdiğini anlıyorum.
Ayak parmaklarımın ucunda yükselip gerdanını okşuyorum önce. Ellerimdeki ince titreyişi yenmeye çalışıyorum. Avucumla birkaç tüyü kavrıyorum ve tüyler sanki kendilerini hediye ediyorlarmış gibi ellerimde kalıyorlar. Beyazlık üzerinde göz kırpan yıldızlar görür gibi oluyorum. Birden gövdesi hareketleniyor ve ayakları üzerinde doğrulup başını göğe çeviriyor. Gölgesi tekrar üzerimde beliriyor ve hızla küçülerek gözden yitiyor.
.....
Tüyleri, elbisemin içine gizliyorum. Karanlık basmadan evime varmak istiyorum. Hava kararmakta iken ılık bir rüzgar tozlandırıyor zemini.
Kentte savaş hala sürüyor. Dar bir sokakta kaba saba bir adamın iki küçük kız çocuğunu dövdüğünü görüyorum. Bir arka sokaktan bir kadın çığlığı geliyor. Tedirgin oluyorum... Adımlarımı iyice sıklaştırıyorum. Pazar alanına girdiğimde birkaç kişinin kovaladığı başka bir çocuk fark ediyorum. Elinde bir tavukla adamlardan kaçmaya çalışıyor.
Kentin uzaklarında evler hala yanıyor. Uğultulu patlamalar göğe doğru yükseliyor. Tanrım savaş hala devam ediyor... Yüreğimin atışlarını işitebiliyorum.
Görmeye hala alışamadığım görüntülerin eşliğinde evimin bahçesine ulaşıyorum. Evden birkaç çıra alıp bahçeye çıkıyorum tekrar.
Yine arkamdan birinin sesini işitiyorum. Bu ses; Pazar yerinde duyduğum ses. Arkamı dönüyorum, onunla göz göze geliyoruz... "Her şeyi biliyorum..." dercesine bir Fakir bana bakıyor...
Ona arkamı dönüp, elbisemin içine sıkıştırdığım tüyleri çıkarıyorum ve yere bırakıyorum. Ateşi yakmaya çalışıyorum. Rüzgar birkaç defa söndürüyor ateşi. Fakir'in siper olmasıyla cılız ateşi kuvvetlendirebiliyorum.
"Taç yapmaktan vaz mı geçtin?" diye soruyor. 'Doğmamış çocuklarına taçlar yapacaktın bu tüylerle... Biri kız diğeri erkek doğmamış iki çocuğuna, iki taç... Hani onların geleceklerindeki lekeleri temizleyecektin?'
Onun her düşüncemi okuduğundan emin oluyorum artık.
"Neden geldin buraya?" diye soruyorum, yanıtını bildiğim halde.
"Bütün çocukları taçlandırdığını görmek için..." diyor.
Ona gülümsüyorum... "Evet, bütün çocukları taçlandıracağım..."
Artık alevleri insan boyuna ulaşmış ateşi izliyoruz beraber, kentin dört bir yanından acı dolu bağırışları, yakarışları daha iyi duyabiliyoruz şimdi. Tüyleri alıyorum yerden.
"Senin yüreğin ne renk atıyor?" diye soruyorum.
Her yanı sökülmüş yeleğinin tek düğmesini gevşetip, kuşağını açıyor ve göğsünü gösteriyor bana.
Karanlığın içinden bir şey seçemiyorum önce, ateşten bir dal tutup meşale yapıyorum kendime. Yeleğin içi boş, bomboş!
Gülümsüyor bana...
Ellerim yine titreyerek tüyleri kavrıyorum ve ateşin tam göbeğine fırlatıveriyorum. Tüylerin siyahlaşmaya başladığını fark ediyorum. Eliyle beni biraz öteye itip, ateşin içine giriyor. Mum gibi eridiğini görüyorum. Hala gülümseyen dudaklarını seçebiliyorum. Alevler giderek güçleniyor. Başının yok oluşunu izliyorum. Önce büyük bir parıldama ile gözlerim kamaşıyor. Rüzgar, tüm kollarını toplayıp ateşin etrafında bir hortum oluşturuyor. Hortum renkten renge bürünmeye başlıyor. Giderek dönüş hızını artırıyor. Saçlarım havada uçuşuyor. Gözlerimi kısıp izliyorum bu ilahi seremoniyi...
Aniden sessiz ama büyük bir ışık patlaması içinde kalıyorum. Rüzgarın eşlik ettiği rengarenk ışık huzmeleri, önce bir tur atıyor etrafımda, ardından sözleşmiş gibi hepsi göğe yöneliyorlar. Aralarında beyaz tüyler içinde fakirin gülümsediğini görür gibi oluyorum. Gökyüzüne doğru yükselen yıldız kümeleri...
Sokağa çıkıp kısa bir süre onları takip etmeye çalışıyorum.
Rüzgar aniden kesiliyor. Kanle'nin üzerini yıldızlardan oluşmuş bir taç kaplıyor. Patlamalar, gürültüler sonlanıyor. Acı dolu haykırışlar yitip, gidiyor. Tam bir sessizlik hakim oluyor. Tanrım savaş bitiyor, Tanrım savaş bitiyor...
Herkesin sokaklara çıkıp rengarenk ışıldayan yıldızlara hayranlıkla baktıklarını görüyorum.
.....
Ayın parıltısını bir çift kanatın gölgelediğini görür gibi oluyorum. Bana göz kırptığını hissediyorum. İçimi saran sıcaklık beni ilk defa böylesine huzurla gülümsetiyor.
Kaf Dağının ardında mı, bilinmez. Dünyanın her döneminde sadece bir Anka Kuşu yaşarmış. Ancak içsel bir yolculuk sonrasında kanatlarını böylesine çırparmış... Ancak.....
.....
Ardımdan yine o sesi işitiyorum; "Unutma!" diyor. "Dünyanın bir yerleri hala yanıyor, bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor, bir yerlerde hala çığlıklar yükseliyor.''... ''Bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor!... "

Leyla Ayyıldız
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #277
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bu sabah uynadığımda ...
Bir melek vardı yanımda.Tatlı bir sıcaklık yayıyordu etrafa.Yüzü gülücük saçıyordu.O konuşunca, konuşurdu çiçekler, kuşlar daldan dala hoplayaraksöylerdi şarkısını.Ya o kahkahaları, insanı cehennemden alır götürürdü renkli diyarlara.Uçardım kuşlarla birlikte mutlu ve rahat...
Bir evimiz vardı.Pencelerden sarkan çiçekler.Evimizin önünde kahkahalarla koşan çocuklar; bağrışırlar, bağrışırlar...
O kapıdan her geçişinde martılarla dans edercesine çalardı rüzgar gülü.Yere her ayak basışında tabanlar coşardı, coşardı...ya o kışın soğuğunda sobanın karşısına geçip, boğazına kadar gelen kazaklarla, pembe pembe yanaklarıyla gülümseyişi...
Hele kışın soğuğunda yenilen akşam yemekleri yok mu.O sıcacık çorbayı höpürdeterek içerek, sobanın sıcağını içine sindire sindire ısınmak yok mu.Mis gibi kokan ekmek ve her zaman masamızdan hiç ayrılmayan lavanta kokusu yok mu.Ve de karşında O varsa bu kadar mı keyifli olur bir akşam yemeği...
Fakat artık O'nun sıcaklığını hissedemiyorum.Aynaya baktığımda kendimi renkli diyarlardan kopmuş artık orada yaşamıyormuşum gibi geliyor.Artık yeryüzünde geziyorum, veda ettim kuşlara..
Annemsiz olmuyor bu hayat, eskisi gibi çalmıyor rüzgar gülü...
Düşünüyorum da ya yarın sabah uyandığımda...


Benim anneme hissettiğim sevgi belki bu aşk denilen şeyin en büyüğü, en güzeli, en yücesi....



gülçin ünal
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #278
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Karanfil Sokağı


Saat yirmi dördün dörtte biri Karanfil Sokağı’nda buluşma vakti, sen karanfile vurgun bense güle tutsak. Köşe başındaki çiçekçiden bir gül karanfili alırdık, nehrin kenarında yürürken aşkımızdan konuşurduk. Farkında olmadan ellerimiz tutuşur göz göze bakışırdık. Ayrılma vaktine beş dakika kala gülü ve karanfili suya atardık. Yan yana giderlerdi hiç ayrılmazlardı, aşkımızı anlatırdı gül ve karanfil. Yürürken bomboş sokaklarda evinize iki sokak kala ayrılırdık. Geceleri yıldızları seyrederdim hep seni düşünür hep seni yaşardım, sen benim gönlümde bir dev gibi açan çiçektin. Ve aşkımızın üçüncü ayı, ne güzel yaşayıp gidiyoruz mutluluktan uçuyorduk sevincimizi kimseyle paylaşmıyorduk olur ya mutluğumuzu engel olurlar diye korkardık. Karanfil Sokağı’nda Karanfil Cafe de saat on dokuzu yirmi geçe buluşacaktık buluşma vaktini 2 dakika geçti evet yine gecikecektin derken bana bir sürpriz hazırlayacağını nerden bilebilirdim. Etrafımda iki tane keman sesi karşımda henüz seçemediğim bir peri gibi ya da bir prenses o kadar güzelsin ve o kadar harikasın ki içimden ağlamak geldi. O günü bir türlü unutamadım senden bir saniye ve biran bile ayrılmak istemiyordum, SENİ ÖZLÜYOR SENİ DELİLER GİBİ SEVİYORDUM. Mutluluk buydu benim için sadece sen, benim mutluluğum sendin. Merakla ikimizde hafta sonunu bekliyorduk, sabahtan akşama kadar beraber olacaktık. Bu kez benden önce gelmiştin elinde gülle beni bekliyordun ben gülümü aldım sense benden bir şey bekliyordun ama ben unutmamıştım bende sana sürpriz yapacaktım. Birden benden uzaklaştın çocuklar gibi küsmüştün bende seni daha fazla üzülmemen için hemen bunu bir sürpriz olduğunu söyledim sende hemen peki sürprizim nerde diye sordun. Ne kadar meraklıydın, gel dedim! Karanfil Cafe ye götürdüm kapının girişi, merdivenler, masalar hatta cafe nin içinde bütün her yer karanfillerle süslü idi. Hafiften bir müzik Sezen Aksu’ dan sen ağlama şarkısı evet bu bizim şarkımızdı akşama kadar aynı şarkıyla dans ettik. Ne güzel geçmişti ne zaman buluşsak o günü hatırlıyorduk.

Her geçen gün sana olan aşkım bir kat daha artıyordu yine Karanfil Sokağı’nda yürürken sen çiçekçi den bir gül bende karanfil almıştık ve yine ikisini nehrin akıntınsa bırakmıştık ve yine ikisi birlikte gidiyorlardı. Yine evinize iki sokak kala ayrılmıştık. Bu ayrılıklar bana her gün bir ölüm gibi geliyordu ve hafta sonunu yine iple çekiyorduk bu kez farklıydı çünkü bu kez aşkımızın bir yılına girmiştik. Seninle aşkımızın başladığı yerde yani Karanfil Sokağı’nda seni bekliyordum. İçimde öyle bir heyecan vardı ki hiç sorma bir yıl aşkımızı sorunsuz geçirmiştik dilerim Yüce Mevla dan hep böyle geçer. Hala seni Karanfil Sokağı’nda bekliyor bekliyordum içimde ki hatıralarla bu kez buluşma yerine ben önce gelmiştim. Sokağın başucunda bekliyordum gelince beraber Karanfil Sokağı’nın diğer başlangıç yerine kadar yürümek için. Buluşma saatini on dakika geçirmiştin olur ya belki yine bana sürpriz yapacaktın olur ya yine işin çıkmıştır belki biraz daha gecikecektir diye anılarla kendimi avutuyordum. Dalmışım maziye geçen her bir günü düşlüyordum sensiz yaşadığım o bitmeyen geceleri düşlüyordum ilk defa bu kez gecikmiştin bir saat oldu hala yoktun acaba gelmeyecek miydi diye düşünüyor ve seni Karanfil Sokağı’nda bekliyordum. Akşama kadar bekledim yerimden biran bile ayrılmadım, ilk defa beni bu kadar yalnız bıraktın. Gözlerimde hayalin gözlerimde yaş aklıma kötü şeyler geliyor kötüleri silemiyorum aklımdan hislerim beni yanıltsın ne olur yalvararak Yüce mevlama koştum, soluk soluğa kaldım. Heyecanla sarıldım telefona? Gelmemenin bir sebebi vardı söylemeliydin bana telefon tuşlarını yanlış çeviriyordum şaşkınlığımdan ve ne yaptığımı bilmeden bu kez doğru çevirmiştim birden meşgule düştü tekrar çevirdim yine meşgule düştü sonra defalarca çevirdim yok yok olmuyordu bir türlü telefon düşmüyordu.

Telefonu bıraktığım gibi koştum Karanfil Sokağı’na her yere bakıyordum yoktun deli oluyordum sinir oluyordum seni arıyordum Allah’ın cezası seni! Nehir kenarında yürürken sensiz ve yalnız elimdeki karanfili suya bıraktım, karanfil sanki yetim kalmış gibi sessizce nehirde ilerliyordu. Sanki karanfil sevgilisini kaybetmiş gibi nerde benim sevgilim dercesine bana hesap soruyordu. Gece oldu uyuyamadım sabaha kadar, seni düşündüm seni andım perişan ve çaresiz bir durumda sabahın ilk ışıkları vururken kalbime dolaşırken uykulu gözlerle Karanfil Sokağı’nda seni aramaya devam ediyordum. Nerdeyse uğramadığım yer kalmadı evet son çare evinize gitmek kaldı. Koştum hızlıca, önüme bile bakmıyordum, hiçbir şey gözüme gözükmüyordu aklımda sen gözümde hayalin vardı sadece. Koşuyor koştukça bir yandan senin göreceğimin hayali diğer yanda gelmemenin nedeni, yorulmuştum hafifçe başımı kaldırdım fark etmedim evinizin önüne gelmişim. Birden gözlerimde çarpıcı bir his gözlerime inanamıyordum şaşkınlığım kursağımda kaldı bir de ne göreyim; perdeler çekilmiş camda kiralık ev levhası? Birden şaşırdım kısa süreli şuurumu yitirmişim acaba yanlış mı geldim? Evet, sizin evinizin sokağıydı yüz yedi numara yanlış değildi. Hemen ev sahibine sordum gittiler dedi ya adres onu bırak küçük bir not dahi bırakmamışsın. Sen evi terk etmemişsin kaçmışsın beni bırakıp kaçmış. Ağlamak istemiyordum ama gözyaşlarımı tutamıyordum sessizce Karanfil Sokağı’na doğru yürüyordum. Akılama akıl almaz kötülükler geliyor ki düşünmek bile istemiyordum, hani verdiğin sözlerin hani yeminlerin bu kadar kolay mıydı? Kalbinde ki yerim, aşkın, sevgin bu kadar basit miydi? Başka hiçbir şey düşünemiyorum seni de silip atamıyorum neden gittin gideceksen bana bir veda edebilirdin bir hoşça kal diyebilirdin. Son bir defa saçlarımı okşar ve her ne olursa olsun seni deliler gibi seviyorum diyebilirdin böyle çekip gitmemeliydin. Nehrin kenarına vardığımda dalgalar vururken hızlıca kıyıya sanki bana bir şey anlatmak istiyordu ama ben anlamıştım gülü ve karanfilini istiyordu. Son bir defa karanfil bıraktım ama faydası olmadı nehirde sana kızıyordu nerde benim gülüm diye sanki bana hesap soruyordu. Sen hiç nehrin ağladığını gördün mü ben gördüm bir uğultusu bir sızısı vardı dalgalar yeri göğü inletiyordu anlatamam. Yavaş yavaş Karanfil Sokağı’na daldım, yakalanmayan bir hırsız gibi alıp gittin umutlarımı, sevgimi, hayallerimi, benliğimi o kadar çok kızıyorum ki sana beni yalnız bıraktığına şu an seni görsem kızgınlığımı yine de alamam. Hemen hemen tam bir ay oldu aramadık yer sormadık yer bırakmadım neredeyse çalmadığım kapı kalmadı yoktun yok, içimden hangi cehennemdesin diyerek kaç defa güneşin doğuşunu ve batışını seyrettim. Aklıma birden Karanfil Sokağı geldi hemen bir karanfil alarak koştum karanfil sokağına. Karanfil Sokağı neredeyse bana iki saatlik yoldu ama ben seni görmenin ümidi ile yarım saate varmıştım. Ne olduğunu bilmeden elimde ki karanfil birden boynunu bükmüştü ama ben ne olduğunu sonradan tahmin ettim sen yoktun yok yok. Senin ardından ıssız çöllerde suya hasret toprak gibi aşka susattın kalbimi, gözümün çırası, kalbimin yarısı Karanfil Sokağı’nda özledim seni. O mahzun bakışını, yüreğimi yakışını, siyah saçlarını bana her zaman veda ederken attığın öpücüğü özledim. Gel artık senin sevgine o kadar çok ihtiyacım var ki yalnızlığımı bir arkadaşımla asala paylaşamıyorum. Kahverengi gözünü, o bembeyaz yüzünü, o mahzun bakışını özledim, sen yoksun şimdi ben ne yapar neylerim. Karanfil Sokağı’nda bizim baş tacımız olan karanfil cafe deyim şimdi artık evim yurdum orasıydı hiç çıkmıyordum sürekli içiyor içiyordum. Benim için her şey bitmişti artık cafe benim için meyhane olmuştu Karanfil Sokağı’nda karanfil meyhanesi gecemin gündüzümün geçtiği yer evim yurdum olmuştu.



Biliyor musun içtikçe hiç sarhoş olmuyorum? Neden mi kalbim o kadar kırık ki sana o kadar dargın ki, seni düşünmek, senin yüzünü görmek bile istemiyorum ama içimdeki his her şeyden vazgeçiriyordu beni senden. Meyhaneci benim en yakın dostum kadehler benim sırdaşım olmuş ama onlar her ne olursa olsun senin yerini tutmuyordu. Bir gün meyhaneci; kalk biraz dışarı çık temiz hava al yeter burada kendine eziyet ettiğin diyordu, ben oralı bile olmadım ama buna ihtiyacım vardı. Dışarı çıktım dolaşıyordum çoğu yer değişmiş hatta ben bile, sokaklarda ilerlerken nereye baksam hep seni görüyorum seni gelecek diye hayaller kuruyorum ama faydası yoktu seni geri getirmiyordu. Köşeyi döndüm o da ne birden karşıma sana ona benzeyen biri çıktı senin baktığın gibi gözlerime baktı o dedim! Koşup boynuna sarıldım ağlayarak dizlerine kadar eğildim. Ne olur bir daha beni terk etme diyordum yalvarıyordum ama faydasızdı yüzüne baktım gözlerimi iyice ovaladım ama sen değilmişsin. Ne kadar çok benziyordu saçları, gözleri, kaşları, yüzü hatta boyunuz bile aynıydı. O da halime acımış boynuma sarılmıştı kusura bakmasını söyledim ve kendisinden çok çok özür diledim. Ve arkama bakmadan daldım yine sokağa her zaman ki yerime meyhane benim evim yurdum olmuştu kim beni ararsa nerde bulacağını biliyordu. Aradan seneler geçti artık ben bende değildim hani sarhoş olmam diyordum ya şimdi sarhoş oluyorum seni unutmuşum artık seni düşünmüyordum. Hayatımı mahvettin meyhane köşelerinde ne güzel mutluluğum vardı hepsini aldın bitirdin sende başladı ve sayende yine sende bitti.

Ve uzun zaman oldu artık çıktım meyhaneden tövbe ettim bir daha girmeyecektim ve bir daha asla sevmeyecektim diyordum ama kendimi kandırıyordum. Mutsuzluğumun mutlu akşamında uykusuzluğumun yalnız sabahında gecenin bir yarısında yine seni düşünüyordum ama yanında ölümü de düşünüyordum. Önceden bu kelimeyi söylediğimde elini dudaklarıma götürür kapatırdın ağzımı; “sus ölüm kelimesini söyleme derdin” ama şimdi gittin ve beni öldürdün. Yaşayan ölülerden hiç farkım yoktu aslında beni öldüren senin sevgin çekip gitmen yok mu çılgına dönmüştüm? Ama içimdeki his seni gelecek diye her bir şeyden vazgeçiriyordu beni senden. Karşıma çıksan geçen yılların hesabını soracaktım ve kahretsin seni unutamadığımı hala deliler gibi sevdiğimi söyleyecektim. Yüreğimin uçurum kenarında gözlerim darağacında içimdeki Allah korkusuyla vazgeçtim ölümü düşünmekten. Bu kaçıncı bahar hangi mevsim günlerden aylardan ne olduğunu bilmiyordum zaman su gibi akıp gitmiş aradan tama otuz beş sene geçmiş. Kim ne olmuş, kim ne yapmış, kim şimdi nerede nasıldı her şeyden uzakta umutsuz çaresiz hala yaşıyordum sesiz. Elimde karanfille, karanfil meyhanesinin önünden geçip karanfil sokağına doğru ilerliyordum. Nehrin kenarında yürürken elimdeki karanfili suya bıraktım ve yalnız gidiyordu umutsuzluğa doğru derken! Yanına bir gül geldi şaşırdım! Nerden geldi kim attı diye etrafıma bakınırken ilerdeki bankta oturan başı eşarplı iyice fark ettim saçları da ağarmış, nehirde ilerleyen gül ve karanfile oda benim gibi hayretle bakıyordu. Gül ve karanfil sanki birbirlerini görmemiş iki sevgili gibi sanki yıllar sonra yeni görüşüyorlardı. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum bankta oturan yaşlı kadında şaşırmış olsa gerek ada ayağa kalkıp şaşkın halde nehirde ilerleyen gül ver karanfile bakıyordu. Bende yaşlı kadına gizli gözlerle izliyordum acaba kimdi bu yaşlı kadın. Akşam olmuş, hava bulutlanmış, yağmur yağdı yağacak ben kadına bakarken birden o da bana baktı; kimdi acaba bu içimden bir ses evet oydu diyordu ve gözümü hiçbir yana çevirmeden sadece o yaşlı kadına bakıyordum. Yağmur hafiften yağmaya başlamıştı gidecektim, rüzgârın, yağmurun kulağıma incecikten sesleri geliyordu. Evet, oydu yıllar sonra karşıma çıkmıştı epeyce değişmiş haldeydi beni tanımamıştı, arkamı dündüm yavaşça ilerliyordum başımı çevirerek ona son bir defa daha baktım ve orda hızlı bir şekilde uzaklaştım.

Ama gözüm arkada kalmıştı, derken omzumda bir el damarlarımda hissettim, dönüp yüzüne bakamadım, sessizce ağlayışını gözlerimde hissettim, dayanmak mümkün değildi, içim kan ağlıyordu ve dayanamadım bende ağladım. Şimdi ne olacaktı bana çektirdiğin geçen yılların hesabını mı sorayım, sebepsiz yere çekip gittiğin günü mü yoksa beni bu hale koyduğun yılların hesabını mı? Sen söyle şimdi ben ne yapayım!

Bir şehrin bilmediğim sokaklarında yürüyorum hiç bir şey yabancı değil köşe başındaki isminin baş harfi, yalnızların, acının, mutluluğun bir arada olduğu, sevenlerin bir arada yaşadığı benimse isyan ettiğim yerdir burası hiç kimse bilmez bir ben bilirim bir ben ve burası KARANFİL SOKAĞI.


Bu gece senin hayalini kuracağım Karanfil Sokağında
Ve ben uyanıp ağlayacağım sadece
Pişmanlık duygusu saracak her yanımı
İşte o zaman isyan edip haykıracağım Karanfil Sokağında

Bu gece gözlerim görmeyecek seni Karanfil Sokağında
Bu gece elini tuttum sanacağım ama boş kalacak
Bu gece hala seni seviyorum diye bağıracağım sokaklarda
Ve benim sesimi kimse duymayacak
İşte o zaman isyan edip ağlayacağım Karanfil Sokağında

Bu gece dolaşıp seni arayacağım Karanfil Sokağında
Her gördüğüm kapının zilini çalıp seni soracağım
Ve sen yoksun her zaman ki gibi yine yalnız kalacağım
İşte o zaman isyan edip yakacağım her yeri Karanfil Sokağında...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #279
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yağmalanmış bir şehir gibi sessizliğe bürünecek anıların...Karakışın koynunda kuruyacak baharın...İsminle başlayan tüm şiirlerim yanacak bir bir...Koynunda ihanetinin akrepleri kol gezecek...Ve sen uykularda kaçıncı rüyanı görürken ben toprakta çürürken yine sana ağlar olacağım....

Kanatları parçalanmış bir serce düşecek avuçlarına...Bensiz geçen günlerinde gözyaşların karışacak nehirlere....Gözyaşların bile fayda etmeyecek Cehennemin ateşine...Gece olup ıssızlığına büründüğünde beni arayacaksın....Tavan arasında sana gülümseyen yıldızları anlatan bu adamı arayacaksın...Duvarlara bakıp bakıp gözlerimi bulamayacaksın...Denizlerin dalga dalga acıyı taşıyacak sahillerine....

Ben senin uğruna canımı vermişken sen benim ismimi unutacaksın belki de....Sensiz yaşayamam derken bile bana inanmamıştın.Hangi yitik mevsimlerde acar artık baharların.....Hangi güneşte kurur ihanetinle dökülen gözyaşların.....Tüm şiirlerim yanacak ihanetinde...Beni düşünürken bir gece aklına düşecek sana yazdığım şiirlerin satırları.....Ağır gelecek yokluklumum.....Yıllanmış şaraplar kesmeyecek sarhoşluğunu.....Bir Maltepe paketi daha bitecek durgunluğunda....Arayacaksın beni sokak basında....Bulamayacaksın artık.....

Sorgusuz sualsiz beni sırtımdan bıçaklığın anlar gözlerine düşecek perde perde....Güneşli sabahlarda ihanetin gölgelerinde üşüyeceksin...Üşüyen ellerini ısıtacak bir el arayacaksın....Kaldırımlarda gezerken düştüğünde seni kaldıracak bir adam bulamayacaksın....Kursuna dizdiğin düşlerimi arayacaksın perdesiz anılarında....Baharın koynunda karakışı yaşayacaksın.....Günden güne bir tomurcuk gibi kuruyacaksın...Ve ağlarken gözyaşlarını silecek bu adamı arayacaksın...Ama bulamayacaksın artık....

Firari sevdalarda adın unutulacak.Martılara anlattığım gözlerin bir bir kaybolacak...Gökyüzünde gülüşlerini çizdiğim yıldızlar sönecek....İntihar kokan çiçeklerin eriyecek avuçlarında....Öldürdüğün bu adamın vicdanı çıkacak sokak başında.....Ve günden güne solarken yeniden yeşermek için bir dal arayacaksın...Ama bulamayacaksın artık...

Ben gözlerine ölmüşüm..Mezarıma adımı bile yazmadılar..Gelirde onu da silersin diye.


ömer faruk sancaklı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2007       Mesaj #280
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DIŞARDA KAR YAĞIYOR

Hayatı boyunca çok sevmişti vapurları. Deniz üzerinde dans edercesine ilerleyen büyük beyaz balıklara imrenerek bakmıştı hep. Vapura ilk bindiği günü bugün bile tüm detaylarıyla hatırlıyordu. Beş yaşını doldurduğu gün doğum gününü kutlamak üzere Kuzguncuk’taki halasına gitmek için binmişlerdi vapura. Tam yirmi yıl geçmişti üzerinden. Ne Kuzguncuk’taki halası hayattaydı nede hayat o gün ki kadar güzeldi. Yaşamının altüst olduğu bugün bindiği bu vapura yirmi beş yıl önceki saf ve sorusuz haliyle binebilmeyi çok isterdi. Şu an bu vapurda o sevecen, hayat dolu çocuk değil yıkılmış, ezilmiş ve hayattan kopmuş bir insan vardı. Bir gece öğrendiği korkunç gerçek onun hayatını alt üst etmiş ve intihar noktasına getirmişti. Şimdi hayatı boyunca öğrendiği tüm kutsal değerleri reddederek vapura binmiş ve boğazın azgın sularına boş bakışlarla bakıyordu.
Orta halli bir ailenin tek çocuğu olarak doğmuştu. Babası bir doktor annesi ise ev hanımıydı. Tek çocuk olmanın sağladığı tüm avantajları yaşamıştı. En iyi okullarda okumuş, en pahalı kıyafetleri giymiş ve ilginin en alasını görmüştü. Üniversite eğitimini babasının isteğiyle Fransa ‘da tamamlamış ve mimar olmuştu. Daha birkaç gün önce dönmüştü ülkesine. Uçakta gelirken hayaller kurmuştu dönüşüne dair. Evindeki bayram havasını hayal etmişti. Annesinin gözyaşlarıyla karışık mutluluğunu, babasının gururlu bakışlarını hayal ederken gözleri dolmuş ve diğer yolculara fark ettirmeden ağlamıştı. Babası söz vermişti; diplomasını alıp eve döndüğü gün son model bir araba alacaktı. Acaba ne marka almıştı arabasını? Hayallerinin sınırı yoktu. Mutluluğa dair kurduğu tüm hayaller gerçekleşmişti şimdiye kadar. Ve uçaktan iner inmez yine kurduğu hayaller gerçek olacaktı.
Eve geldiğinde onu karşılayanlar arasında annesi yoktu. Meraklı gözlerle etrafı araştırıyor alacağı cevaptan korktuğu için kimseye soramıyordu. Babasıyla beraber oturma odasına geçtiler. Babası yaşlanmış gibi görünüyordu ve bu görüntü kötü bir şeylerin yaşandığının sinyallerini veriyordu. Babası tedirgin ses tonuyla anlatmaya başlamış acı gerçekleri su yüzüne çıkartıyor, genç delikanlı ise duydukları karşısında dehşete kapılıyordu. Babası sözünü bitiremeden hıçkırıklara boğulmuş, kendi kontrol edemez halde ağlıyordu. Genç delikanlıya cebinden çıkardığı bir mektubu uzattı titreyen elleriyle. Delikanlı babasının anlattıklarının ezici ağırlığının yanında birde bu mektubu okumak zorundaydı. Evden koşarak adımlarla çıktı ve çocukluğundan beri en çok sevdiği yere ;vapur iskelesine gitti. Zarfı açmak istemiyor fakat içinde yazılanları merak ediyordu. Üzerinde Canım Oğluma yazan bu zarfı açtığında altüst olmuş hayatının daha da çıkmaza gireceğini tahmin edebiliyordu. Ve tüm cesaretini toplayarak mektubu açtı;
‘’ Canım Oğlum! Bu satırları okuduğuna göre her şeyi öğrendin. Baban, yani senin bildiğin baban sana ne anlattıysa hepsi doğru. Bana kızdın biliyorum hatta benden nefret ediyorsun. Sana mantıklı bir açıklama yapamam ama biliyor musun oğlum, aşkın mantığı yoktur. Evet ben kocamı aldatarak en büyük günahı işledim. Ama tanrı bana bu günahın karşılığı olarak seni; dünyanın en büyük hediyesini verdi. Bu benim en büyük tesellim. Mutlu bir yuvam vardı fakat bana daha büyük mutluluklar yaşatan gerçek babana karşı koyamadım. Sevdim; sadece sevdim oğlum, kocamdan öncede sevmiştim, kocamla beraberken de sevdim.
Yüreğimde başka birinin sevgisini taşıyarak evlendim kocamla ve o sevgiyi yüreğimden atamadım. Bir yüreğe iki sevda sığdıramadım oğlum ve birini tercih etmek zorunda kaldım. Yirmi beş yıl gecikmelide olsa ben gerçek sevdama gidiyorum. Yaşlanmış bedenim toprağa uzanacaksa bu onun yani gerçek babanın kollarında olmalı. Sana yanımıza gel, bizimle yaşa diyemem. Senden tek isteğim benden nefret etme ve sende annen gibi her şeyi göze alarak sev. Seni seviyorum; annen.’’

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat