Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 38

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.634 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #371
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir kız vardı.Adı Defne idi.Defne ne olursa olsun umudunu yitirmezdi.Bir yakını hastalansa umutla hallederdi hatta diğerlerini de umutlandırıdı.
Bİr gün çiçekleri sularken aklına şu söz geldi''HERŞEY UMUTLA HALLEDİLİR.SIKINTILAR,ÜZÜNTÜLER HERŞEY.YETERKİ SENİN KENDİNE GÜVENİN OLSUN,KIRILMAYACAK BİR UMUDUN OLSUN.İŞTE O ZAMAN HERŞEYİN ÜSTESİNDEN GELİRSİN''Evet Defne'ye göre çok güzel bir sözdü.Çünkü Defne'nin kendine olan bir güveni ve asla kırılmayan bir umudu vardı.Hemen defterine büyük harflerle bu yazıyı yazdı.Aylar sonra Defne bir yakınının yataklara düşecek kadar hastalandığını duydu.O kadar çok üzüldü ki odasına kapanıp ağlamaya başladı.Ama umudu geldi aklına.O kırılmayan umudu.Durdu,düşündü ama yine ağlamaya başladı ve içinden şu şu sözleri geçirdi''HİÇ BİRŞEY UMUTLA HALLEDİLMEZ.SIKINTILAR ÜZÜNTÜLER HİÇBİR ŞEY.Sonra o gün suladığı ağacına baktı.Ağaçtaki bütün yapraklar sararmış dökülmüştü.Sadece dört yaprak kalmıştı ağaçta.İşte o zaman Defne anladı ki o sevinince ağaçta ki yapraklar yemyeşil,o üzülünce yapraklar sapsarı,dökülmüş.Ve en önemli şeyi anladı içinde en azından YİNE UMUT OLMALI.ÇÜNKÜ AĞAÇTA DÖRT YEŞİL YAPRAK VARDI.YANİ O YAPRAKLAR DEFNE'NİN UMUT SAYILARIYDI!!!!!!!!

Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #372
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye10073 ciceksol hikaye10073 ciceksag Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Sponsorlu Bağlantılar
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...


hikaye10073 ciceksolaltYazarı Bilinmiyorhikaye10073 ciceksagalt
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #373
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
hikaye11203



Nakşeden İzler 61

Hani daha önce sizlere, satırlarımda bahsetmiş olduğum, lakabı kara Mehmet olan, can dostum bir arkadaşım vardı ya hatırladınız mı, ilahiyat fakültesi mezunuydu, şu sıralar Erzurum’un Oltu ilçesinde müftülük yapıyor.
İşte bu hal ehli arkadaşım Mehmet bir zamanlar bana demişti ki, Mustafa gardaş, sana bir şey şöyleyim de kızma sakın, olmaz mı demişti, estağfurullah Mehmet’im ne demek kızmak, haddime mi demiştim ve gözlerime bakarak, seninle bu dünyada geçinen bir hanım, mutlaka cennete girer demişti.
Tabi ki kızmam demiştim fakat, doğrusunu isterseniz içimden biraz da bozulmuştum, kendisine belli etmeden, neden diyerek duramadım sordum, bana dedi ki: sen her şeyin adil olmasını istiyorsun ve hemen sinirleniyorsun ve tahammülün çok az demişti, beklide haklıydı, ama bana göre;
Her insan sorumluluğunu bilmeli, haksızlığa, yalana, ihanete hiç tahammülüm yoktu, bunu da elimde olmadan ve istemeden yüz hatlarımdan belli ediyordum.
Belki biraz duygularımı gizleyerek, biraz tahammül göstererek ve bir müddet zamana bırakarak, böyle davranma yolunu tercih etsem, belki birilerinden daha çok kabul göreceğim.
Fakat böyle bir erdem ve fazilet benim becerebildiğim bir iş değildi, bazen böyle yapabilmeyi becersem, diyerek hayıflandığım olmuştur.
İşte askerden dağıtım iznine gelirken, merakımın temel nedeni, annemlerin bana karşı tavrıydı, sevgili babamın masum olan, fakat annemin dolduruşuyla asık duran yüzü, benim en önemli kaygı nedenlerimdi.
Eşimi babasının evinden alarak, bizim eve getireceğim, durum nasıl olacak acaba diye, kaygılanıyordum tabi olarak.
Evliliğimin birinci yılı dahi dolmadan, biran önce geleceğimi düşünmek sebebiyle, çocuklarımın her zaman başın da bulunmak için, işimi kalıcı yapmak kaydıyla ve tüm bunları şekillendirmek niyetiyle askere gitme gereğini duymuştum.
İsmini yirmi bir gündür koymayı geciktirdiğim, biricik ve tek göz ağrım çocuğuma nihayet kavuşacaktım, tabi çocuğumun annesi sevgili eşime de.
Kolay mı evlendikten sonra, eşimden ilk defa ayrı kalıyordum, yirmi dört yaşıma kadar hiçbir kadına yakın olmamıştım, uzuvlarımın haysiyetini ve onurunu korumuştum, her ikimiz de ilk defa karşıt cinslerimize yakın olmuştuk.
Asker ocağın da eğitim yaparken, güneşin altın da yanmıştık, ilk defa asker elbisesiyle eşim beni görecekti.
Asker olmamın yanın da, cazip olan hiçbir tarafım bulunmuyordu, zira harçlığımız az olduğu için, maalesef bir asker hediyesi dahi alamamıştım.
Nihayet evimize gelmiştim, her zaman olduğu gibi annem açmıştı kapıyı, umduğumdan daha iyi karşıladı, canım annem işi rast gelsin, hemen babama seslendi, İsmail efendi bak oğlun geldi diyerek, babam da sevinerek geldi ve hemen ellerini öptüm, sarıldık hal, hatır sual ederek biraz sohbet ettik.
Babasına emanet olarak bıraktığım, ehlim ve çocuğumu almak için, müsaade isteyerek evimizden ayrıldım, kayın pederimin evinin yolunu tuttum, nihayet evlerine ulaşarak, orada da hoş beş yaptıktan sonra, izin isteyip kendi evimizin yolunu tuttuk.
Kızımı maşallah nur topu gibi buldum, fevkalade sağlıklı ve bir o kadar da güzel mi güzeldi, masum bir yüzle etrafına bakınıyordu, yanaklarını nazik bir şekilde okşadım ve ilk defa kendi parçamı öptüm.
İsminin ne olacağının kararını vermiştim, anlam itibarı ile namusunu, iffetini muhafaza eden, haya sahibi manasına gelen ve ayrıca Hz.Fatma ve Hz.Asiye annelerimizin, halk tarafından konmuş sıfatları olması sebebiyle.
Çevremde duymadığım, bizim sülalemiz de hiç kimsede bulunmayan, Betül ismini çocuğuma isim olarak, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet getirerek, usulüne uygun bir şekilde koydum.
Nihayet bir asker çocuğu olarak dünyaya gelen, yirmi bir gün isimsiz kalarak bekleyen, sevgili kızıma kavuşma bahtiyarlığına bulmuştum Allaha hamt olsun.
Şöyle bir üşünüyorum, haya ve edep timsali hayat arkadaşımın, çok utanacağından, asla sesini dahi çıkaramayacağını, ağrıdan, sancıdan dişlerini kitlenmiş gibi sıkacağını, en son noktaya gelene kadar, annesine dahi durumunu söylemeyeceğini, tahmin ediyordum.
Kuytu bir köşe çekilerek, her bir kimseden kaçınacağını, en çok ihtiyaç duyacağı anlarda dahi, yanında bulunamadığım, o ızdırap dolu günleri hatırladığımda, hala bir sıkıntı çekerim.
İtiraf etmeliyim ki, hiçbir zaman eşim kadar duyarlı olamadım, belki benim bu özrüm sevginin, şefkatin izinli olduğu, bir aile ortamında yetişmemden kaynaklandığını, bazen düşünmüyor değilim.
Tabi bayanların yaratılış itibarı ile, biraz daha duygusal olduklarını, geleceğin annelerinin sevgi ve şefkatte, fedakar olmalarının kaçınılamazlığı, ayrıca unutulmamalıdır.
Kayın pederim, saygın, hafız ve bir imamken, bir çok çocuğun ismini koymuşken, kendi evinde bir emanet ve misafir olarak kalan, kendi öz kızının çocuğuna, kendi torununa bir isim koyamamak durumunda bırakılması, tahmin ediyorum ki, çok üzülmüş ve canını da sıkmıştır, bende üzülüyorum lakin!
Belki böyle katı kararlar almak durumunda kalmamın tek nedeni, ömür boyu güvenebileceğim ve bir yastığa baş koyduğum, iyi ve kötü günlerde tereddüde, kuşkuya kapılmadan bir güven ortamında, her şeyimi paylaşacağım, sevgili ehlimin tavrını daha yakından tanımam adına gerekliydi.
Vermiş olduğum talimatlara bağlılığını, yokluğumda sadakatini, kendi annesi babası dahi olsa, tercihlerindeki duyarlılığını mutlaka bilmeliydim.
Efendisinden aldığı talimatların, her zaman önceliğini koruyacağını, bilmesi ve bunu tereddütsüz uygulaması, benim için kaçınılmaz bir gözlem olmuştu.
Şükürler olsun Allah’a ki, sevgili eşim bu süreçten de, alnının akıyla çıkmıştır, kendisine gıyabında teşekkür ediyorum.
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #374
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
gel sen uyu bu geceyi


gel sen uyu bu geceyi binbir türlü yalnızlıkla uzandığım yatağı tanı
dayanılacak gibi değil dalgınlığım, …
sus diyebiliyorum sadece bildiğin her şeyi sus ki duymasınlar
dayandığım yeri iyi belle bak buradan hiçliğe açılıyor kapı ve
sonrasına
başka bir şey bu, başka bir deme biçimi, başka bir mağlubiyet
başka, başka, başka!
gözlerim aklıma! gözlerim en çok ta dilime yenik düşüyor
bu pencere çocukluğuma, o sokağa ve bize hiç açılmıyor. kanıtsızım!
din değiştiriyorum, dil değiştiriyorum tekrar tekrar konuşturuyorum tanrıları
tanrıları peygamberleriyle yüzleştiriyorum. kanıtsızım!
acılarımı yaralarımla ilişkilendiremiyorum. kanıtsızım!
senden çıkıp gidiyorum bütün şu dağınıklığı üstlenerek
kısacık bir notun bile gereğini duymadan
bunun gibi bir şey sanırım demek istediğin
gel sen uyu bu geceyi
aslı olmayan masalları sahte kahramanları doldur koynuna
ve yastığa can veren kan lekesini umursama lütfen


s.pelitli
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #375
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YÜREĞİNİ ÇİĞNEYEN ADAM

Karanlıktı gönlü, bunluydu, geceydi. Tüm yıldızların aktığı, kaybolduğu bir gece. Günün şavkımasını beklemişti bunca yıl. Bunca yıl beklediği gün şavkımamıştı daha, şavkıyacağa da benzemiyordu. Şimdiye değin ömrü sıkıntılarla geçmişti. Çocukları büyüyordu. Yaşlılığın ve yoksulluğun yükü gittikçe ağırlaşıyordu. Bir ışık uzattılar önüne, ışık yalazlandı, parladı. Ellerini uzatsa yakalayacaktı. Yalazlaşan ışığa ellerini uzatabilmek, yakalayabilmek, ömrünün şu son yıllarında biraz rahat yaşabilmek için evet demesi gerekiyordu. Bir düşünelim dedi. Bu yarı yarıya evet demekti. Fakat evet demek o kadar zordu, o kadar zordu ki!

Gözleri çakmak, çakmaktı. Damdaki yatağında döndü durdu, uyuyamıyordu. Yüreğindeki bun her saniye katlanarak büyüyordu. Kalktı, doğruldu. Karanlıkta ceketini aradı. Ceketinin cebinden bir sigara çıkarttı, yaktı. Oturdu damdaki yatağının üstüne. Kaç gecedir böyleydi. Gözlerine bir yudum uyku girmiyordu. Sabahlara dek uyuyamıyordu. Göğe baktı, Yıldızların bunca çok olduğuna şaşırdı ilkin. Bu kadar yıldızı bir arada hiç görmemiş gibiydi. Gökyüzü karanlığında yıldızlar nakış nakış duruyordu. Elini uzattı gökyüzüne, yıldızlardan birini, en çok parlayanını kopardı gökyüzünden, aldı avucuna. Bir süre dalgın dalgın baktı avucundaki yıldıza. Yıldız parlaklığını giderek yitiriyordu. Sonra olanca gücüyle fırlattı yıldızı gökyüzüne. Yıldız gökyüzündeki yerini aldı. Gözlerini gökyüzünden ayıramaz olmuştu. Her yıldızın kayışı sanki yüreğinden bir damarı koparıyordu. Sonra öfkeyle fırlattı, yarım kalmış sigarasını. Sigara küçük kıvılcımlar saça saça gitti durdu. Giderek sönmeye yüz tuttu, söndü. Doğruldu yatağından şalvarını giydi, ceketini omzuna aldı, ağaç merdivenden hızla indi. Bahçedeki dutun gövdesine sırtını vererek çömeldi. Bir sigara daha yaktı.

Sigaranın birini yakıp, birini söndürüyordu. Her sigara yakışta sıkıntıdan biraz daha kurtulduğunu sanıyordu. Elindeki bir çöple toprağı karıştırmaya başladı. Elindeki çöple durmadan toprağı çiziyor, çiziyordu. Her çizgide biraz daha kaybolduğunu, eridiğini dünyadan uzaklaştığını sanıyordu. Böyle sandıkça toprağı daha da gittikçe artan bir öfkeyle karıştırıyordu. Yanında bir heykel gibi duran karısının karaltısını neden sonra, karısı yanına çömelince fark etti. Karısına baktı isteksizce. Neden gelmişti. Gecenin bir yarısında bile yalnız kalamıyordu. Karısının eli uzandı,usulca tuttu çöp tutan elini. Eli alev alevdi. Yüzüne baktı karısının dut ağacının yapraklarından pul pul elenen ay ışığı dökülüyordu karısının yüzüne. Yıllardır bitmeyen, silinmeyen sevecenliği yakaladı karısında. Gözleri bir yanıp bir sönüyordu karısının. Kara Mehmed’in damarlarında bir uyanma başladı. Soluğu sıklaştı. Rahvan bir atın, tırısa çevirmesi, giderek dörtnala geçmesi gibiydi kalbinin atışları. Bir elini saçlarına attı karısının, saçlarını avuçladı, ensesinden kavradı, kendine doğru çekti. Bir ateş yalımı geçti yüzünden. Tek beden olarak yuvarlandılar dutun altına. Karısının iri, nasırlaşmış, çatlamış ellerini bedeninin her yanında birden duydu. Karısının çatlamış elleri çalı gibi talıyordu bütün bedenini. Acısı bile mutluluk veriyordu.

Sabah olmak üzereydi dama çıktıklarında. Kara Mehmed, sıkıntılarını dutun altında bırakmışlığın rahatlığıyla yatağına girdi. Ufukta ilk kızartılar başladığında uykuya vardılar. Uyandığında, kararsızlığın o rahatsız edici, o bitmez tükenmez gidiş gelişleriyle tedirgindi. Artık karar vermesinin zamanı geldiğini düşündü. Bir şeyler uçuştu gözlerinden. Ayakta duracak gücünün olmadığını anladı. Yavaşça yatağının içinde doğruldu. Bir sigara yaktı. Ne kadar da çok sigara içmeye başlamıştı şu son günlerde. aldırmadı.



Boş ver atın ölümü arpadan olsun diyerek kendisini düşünceden kurtarmaya çalıştı. Bu dalgınlığının düşünceli duruşunun farkına varırlar diye korktu. Aşağıya indiğinde, kekikli tarhana çorbasını hazır buldu, yer sofrasında. Karısının akşam ki asık yüzünün yerine güleç bir yüz gelmiş oturmuştu. Ekmeği böldü, elini kaşığa attı. Bir kaşık çorbayı ağzına götürürken kaşığı tutan eli dikkatini çekti. Neden titriyordu eli. Bütün bakışlarını iki, dört, bin gözünü birden devirdi eline. Yavaş, yavaş elini indirdi, çorbanın içine bıraktı kaşığı. Sofradan hızla kalktı. Çardağa gitti. Çardakta serili kıl kilimin üstüne oturdu. Biraz sonra kızı koltuğunun altında döşek ve yastıkla göründü. Kızına eliyle istemez işaretini yaptıktan sonra, ilerideki çam ormanına bakmaya başladı. “Avrat” diye seslendi karısına, karısı hemen dikiliverdi karşısında. “Hasanı gönderin...” diye bağırdı bu kez. Sesi hırıltılı ve sinirliydi. Artık tükenmekte, bitmekte olan bir kişinin son gücüyle çıkardığı sese benziyordu sesi. Karısı “Ağam Hasan mallara gitti. “ Karısının sesi sanki yüzyıllarca öteden geliyordu. “Tez haber salın gelsin “dedi. Karısı işkillendi. “Ne oluyordu bu adama kaç gündür. akşama kadar ocağın başında, çardakta, bahçeye inmez oldu, kahveye gitmez oldu. Nedir bunun derdi. Ağzını bıçaklar açmaz, söylemez.” diye düşündü.

Hasan öğleye doğru geldi. Hasan biraz şaşkın ve korkuluydu. Önemli bir şeyler olmalıydı, babasının çağırması. Yoksa akşamdan haber verirdi, akşam söylerdi söyleyeceğini. Kaç gündür durumu pek iyi değildi babasının. Oğlunu yanına aldı Mehmet. birlikte bahçeye indiler. Karısı ve kızı çardağın kenarındaydılar. Merakla bakıyorlardı. Karısı merakını kızından saklar gibi “ dün akşamdan bu yana bahçeye ikinci inişi “dedi yüksek sesle. Kızı “ ne dedin ana “ dedi. Anası kızını duymadı bile. Kızını çekiştirerek içeriye götürdü Kafası hala dut ağacının altındaydı. Dün geceyi düşündü. Düşüncesi genç kızlığına değin uzadı gitti. Ne kadar çabuk geçiyordu zaman. Boyunca çocukları vardı şimdi. Şimdiye dek yaşadığından bir şey anlamamıştı. Anlamadan da öleceğini biliyordu. Tıpkı ötekiler gibi. Her şey toprağın kucağına girince bitiyordu. Sevinçler, sıkıntılar, bitmeyen işler, hepsi bitiyordu. Birden bire bıçakla keser gibi. dut ağacını uzandı düşünceleri. Dut ağacını kendi elleriyle dikmişti.Gelinliğinin ilk günlerinde Yirmi bir yıl kadar önce. Dün geceyi düşündü. Dut ağacının altında geçirdiği zamanı, utandı. Dut ağacından utandı. Aklını bir türlü dut ağacından alamıyordu.

Gideceği köy, buruşturulmuş bir çarşaf gibiydi. Her tarafı yamaçlarla ve kayalarla doluydu. Kara Mehmed, köyün girişindeki kahveye uğradı. Kahveyi Ramazanın oğlu Mümin işletiyordu. Kahve ocağı bitişikte kahvenin dışında idi. Mümin, Kara Mehmed’i görünce hemen buyur etti kahve ocağına. Mümin “Mehmet dayı nerelerdeydin? ” dedi. “Buralara uğramaz oldun hayrola? ” Mümin,otuz, otuz beş yaşlarında ancak vardı. Fakat kırkını çoktan aşmış gibiydi. Gençliğinde iyi güreşirdi, yiğit delikanlıydı. Askerden döndükten üç beş yıl sonra, birden bire çökmüş, saçları ağarmış, beli bükülmüştü. Kimseyle senli, benli konuşmaz olmuştu. Eskinin şakacı, yiğit delikanlısı gitmiş, yerine kendi halinde hiç bir şeye karışmayan sorulduğu zaman söyleyen Mümin gelmişti. Hiç kimse anlayamamıştı. Mümin’in niye bu kadar değiştiğini. Kendisine sorsalar, yanıt bile vermez. İki elini boşlukta sallar, başını bir sağa bir sola döndürüp 'bırakın Allah aşkına' der geçerdi. Sevdalanmış mı demediler, cin çarpmış mı demediler. Herkes aklına ne gelirse onu söylüyordu. Her zaman ki düşünceli haline dalan Kara Mehmed “Ne dedin yeğenim, ne dedin, “diyerek toparlanmak istedi. Kahvede kağıt oynayan Mümin Kaye, Kara Mehmed’in sesini duymuştu duymasına fakat bir anlam çıkaramamış, kim olduğunu anlayamamıştı oyunun telaşından. Ama Konuşmasının bazı yerlerini yakalamıştı. Bir anlam çıkaramamıştı. Kahveci Mümin “Hayır-şer-evet-hayır” demişti. Nereden biliyordu hayırlı bir iş olmadığını, kimden duymuştu. İliklerine kadar ürperdi. Kara Mehmed söz gelişiydi söyleyişi Müminin. Başka türlü olamazdı. Mümin’in sesi ikinci kez “niye daldın öyle” dedi. Kara Mehmed “ Yorgunum biraz yeğenim yorgunum, sen de nasıl yeğensin ki şöyle bir nefes aldırmıyorsun dayına. Gelişimiz hayıradır. Bir uğrayayım dedim. Bizim şerle ilgimiz yok evlat. Bilirsin bunu bilirsin de, bizi yoklamak istersin. Bunu iyi bellemiş ol. Hemi de iyice bellemiş ol ki, kulaklarına küpe olsun, bir daha unutmayasın” “Kızma dayı “ dedi Mümin. “Bizimde söyleyişimiz hayıraydı. Bir kahve yapayım, yorulmuşsundur, yorgunluğunu alır.” “Sağ ol” dedi Kara Mehmed. “Sağ ol yeğenim sağ ol, ama önce bana soğuk pınarın suyundan getir. Buraya kadar gelip de soğuk pınarın suyundan içmemek olmaz.”. Mümin hemen koşturdu çocukları soğuk pınara. Bir solukta gidip geldi çocuklar. Suyu doya doya içti, Kara Mehmed. suyu içtiğinde. “Su gibi aziz ol, yeğenim geçmişine rahmet” dedi. Kahvesi hazırdı Kara Mehmed’in, kahvesinden bir iki yudum aldıktan sonra “ kim var içerde “ diye sordu. Mümin hiç umursamadan “kim olacak dayı bildiğin insanlar.” Kara Mehmet kahvenin içerisinde kimlerin olduğunu, ya da olabileceğini biliyordu.Bildiği halde yine de soramadan edemedi. Konuşmak istediği belliydi. Konuşsa, bol bol konuşsa, kendisini günlerdir sıkıntı içinde yaşatan bu bunalımdan kurtulacağına inanıyordu. Kalktı kahvenin yanından ocaktan çıkınca hemen soldaki kapıyı açtı. Büyük odanın sağ tarafında, yol bakan pencerenin yanındaki masada sekiz on kişi kadar bir kalabalık gördü. Diğer masalar boştu. Öbür masaların sandalyeleri de o masaya çekilmiş, masanın çevresinde toplanmışlardı. Merakla oyunu seyrediyorlardı Ara, sıra oyun oynayanları kızdırmak için şaka yollu, bazen küfre kadar gidebilen şekilde sözler söylüyorlardı. Masada Oyun oynayanlardan biri Tatlı Ali idi, adı gibi tatlı bir adamdı, karşı köydendi. Bu köye yalnızca cuma günleri, cuma namazına, cuma namazından sonra Mümin Kaye ile oyun oynamak için gelirdi. Tatlı Ali’nin beyazlanmış saçları dikkatini çekti, uzamış sakalı ve dışa doğru kıvrılmış dudaklarının arasından hiç eksilmeyen sarma sigarası ile Tatlı Ali hoş sohbet bir adamdı. Karşındaki Mümin Kaye, kara, uzun boylu birazda kamburcaydı. Diğer iki oyuncu ise onlara göre çok gençtiler. Kara Mehmet bir süre masanın başında dineldi. Gençlerden biri kalkarak sandalyesini Kara Mehmed’e verdi. Kara Mehmet sandalyesini çekerek Mümin Kaye’nin yanına oturdu. Oyuncular oyuna öyle dalmışlardı ki, Kara Mehmed’in geldiğinin kimse farkına varmadı. Ayrıca başlarındaki topluluktan çevrelerini değil,masaya atılan kağıtların bile farkına zor varıyorlardı. Yine Mümin Kaye’ye takılıyorlardı. Mümin Kaye takma dişlerini takırdata, takırdata kalabalığa söz yetiştirmeye çalışıyordu. Mümin Kaye kızdıkça, üzerine daha da ağır bir dille gidiyorlardı. Oyun gürültülü bir şekilde devam ediyordu. Kara Mehmed’i gördüğünde, Mümin Kaye’nin neşesi daha da arttı. Neden sonra “Ne Kara Mehmet..dedi. “dayının yanına oturmuşsun ama, sen değil mümin Kaye’yi artık Türkiye bile kurtaramaz. Oğlum kahveci getir bizim karpuzu bu işin bitmesine az kaldı...” Arkasından katıla katıla gülmeler, takılmalar. Mümin Kaye kızdı. “sizinle de oyun oynanmaz ki, “dedi. Mümin Kaye cebinden tabakayı çıkarıp uzattı Kara Mehmed’e “bir tane de bana sar dedi. Tatlı Ali hemen atıldı. “ Yetişin hele Mümin Kaye’nin cıgara saracak halı da kalmadı” Gülüşmeler büyüdükçe Mümin Kaye’nin sinirleri geriliyor. Kopacak duruma geliyordu. Karpuz kesildi. Yeniden oyuna davet etmeler şeklinde sürüp gitti.

Arif Kaye’nin oğluyla kahveden çıktıklarında akşam ezanı okunuyordu. Sokakta evlerine giden birkaç kişiden başka kimse yoktu. Arif Kaye ile kapıda karşılaştılar. Kapı kantarma şeklinde yapılmış, enikli kapıydı. Arif Kaye camiye gidiyordu.Arif Kaye yetmişi aşkın beyaz sakalı, iri gövdesi ve elinden hiç bırakmadığı bastonuyla gelirdi aklına. Kara Memed’in. Arif Kaye “ Hoş geldin, sefalar getirdin.” dedi. Kara Memed “ sağ olun “ dedi “ sağlığınıza duacıyız.” deyişinde bir ürperti dolaştı. Kara Memed sağ olun dediğinde Arif Kaye ölümü hatırladı elinde olmadan. Elini çenesine götürdü, sakalını sıvazlayarak biraz düşündü. Ölüm... Ölüm... dönüp, dolaşıp geliyor, dikiliyordu karşısına sıkıntılara, çaresizliklere, dertlere, yoksulluklara, acılara karşın yine de yaşamak güzeldi. Ama hastalık bırakmıyordu yakasını. Biraz hızlı yürüse, iki merdiven çıksa, nefes nefese kalıyordu. Göğsü daralıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Göğsü sanki demir çemberlerle sıkıştırılıyordu. Doktorlara gitmişti kaç kez.. Bir torba ilaç alınmıştı. Dünya kadar masraf yapılmıştı. Pek bir faydasını görmemişti, biraz iyileşir gibi olmuştu hepsi o kadar. Bu dert beni götürür diyordu. Geçmişe uzattı bakışlarını. Gençliğini gördü. Ta... Rumeli’ye uzandı. bakışları. Derin bir göğüs geçirdi. “Ben bu hallere düşecek adam mıydım? ” dedi. Elindeki kızılcıktan yapılmış baston yılan gibi gözüktü gözüne. Gençliğinde yiğit delikanlıydı. Yüreği cız etti. Sanki bir mangal köz boşaltmışlardı göğsüne. Ne zaman gençliğini ansa böyle olurdu. Kumraldan sarıya kaçan düz saçları, iri kıyım geniş omuzlarıyla her yerde dikkati çekerdi. Güçlüydü de iyi güreşirdi. Sırtını yere getiren olmamıştı. Ama şimdi; Yaşlılık yavaş, yavaş sezdirmeden sırtını yere getirmeğe başlamıştı. Beli bükülmüştü.Kızılcık bastonundan yardım umarak gidiyordu. Yılana benze- yen, boz bir yılana benzeyen bastonu düştü elinden. Tutunacak bir yer aradı. Başı dönüyor- du. Yine kalbi başlamıştı sıkıştırmaya. “soyka “ diyebildi. “soyka, bırak ki namaza gideyim.” Kara Memed hemen atıldı, düşmeden tuttu Arif Kaye’yi. oturttular kapının ağzına. Biraz dinlendikten sonra eve götürdüler. Hemen döşekler atıldı, yastıklar getirildi. Arif Kaye yatağa yatırıldı. Oğlu kızıyordu babasına “ sana kaç kez söyleyeceğiz baba, gitme artık camiye, kılacaksan evinde kil namazını, Camiye kadar gidip gelecek gücün yok, ama dinlemezsin bizi. Camideki ihtiyarlarla görüşmek istersin bütün çaban o. “ Doğrusunu söylüyordu oğlu., doğru söylüyordu da, onu anlamıyorlardı. Namazını camide kılmalıydı. Namazını evde de kılabilirdi. “ Yok yok olmaz. Asla olmaz. Camide kılmalıydı namazını. Camiye gelen yaşlılarla konuşmalıydı. Caminin duvarına sırtlarını verip, geçmişten konuşmalıydılar. Yavaşça Rumeli Türkülerini mırıldanmalıydılar. Serez Ovasından, Vardar Ovasından, Rum kızlarından konuşmalıydılar.Yeniden yaşamalıydılar gençliklerini. Rumeli böyle miydi ya. Gençler bilmez. Rumeli‘yi diye düşündü. Bunlar bilmez yaşlıların gençliklerini anmadaki huzuru, yaşlı değiller ki Gitme demek kolay camiye. Arada bir eksilen yaşlıların acısını ben duyarım yüreğimde. Her yaşlının gidişiyle sıranın bana Yaklaştığını bilirim. Siz bilmezsiniz o yaşlıların gençliklerini. Geniş, gözün alabildiğince geniş, at sürebildiğince geniş ovalarda at sürüşlerini, cirit oynayışlarını... Savaş söylentisi vardı ortalıkta. Bütün konuşmalar savaş üstüneydi. Eşkıya ortalığı kasıp kavuruyordu. Bir köyden bir köye gidemez olmuştuk. Geceleri köylere de baskın yapıyorlardı. Akşamdan sabaha dek nöbet bekliyorduk. Sonra bir haber geldi. Bütün köy bir gemiye bindik... İzmir’de indirdiler bizi. Daha sonra buralara ne sıkıntılarla geldik. Her şeyimiz Rumeli’de kaldı. Oradan getirdiğimiz, bir iki yorgan, döşek birkaç parça kap kacak hepsi bu. Siz bunları bilmezsiniz. Bilmediğiniz için de benim camiye neden gittiğimi anlamazsınız. O yaşlılarda Rumeli’nin kokusu var oğlum kokusu var...” diyemiyordu.

Kara Memed yatağının dama serilmesini istemişti. Yatmak için dama çıktığında yalnızlığını yeniden yaşamaya başladı. İkircikli geliş gidişlerle, düşüncelerle doluydu. Sıkın- tılarından bunalınca gözlerini gökyüzüne dikiyordu. Ne vardı bu gökyüzünde. Gökyüzüne baktıkça, sıkıntılarından kopuyordu. Bu uzun karanlık boşlukta, sıkıntıları eriyor, yok oluyor- du. Giysisi ile yatağın üstüne uzandı. Yıldızlar göz kırpıyordu kendisine kızdı yıldızlara. Benimle eğleniyorsunuz dedi. Yıldızlar gücendiler bu kez. Işıklarını çektiler Kara Memed’in üzerinden. Başka taraflara saldılar. Kara Mehmed karanlığın ortasında kalıverdi birden bire. yıldızlara yalvardı... Yıldızlar yeniden ışıklarını saldılar Kara Mehmed’in üzerine. Köydeki bütün lambalar sönmüştü. Köpek havlamaları duyuluyordu. Ne kadar uğraşsa içindeki sıkıntıdan kurtulamayacağını biliyordu. Oysa yaşamak ne kadar da güzeldi. Geceyi bıçak gibi ikiye bölen ses, yalınızca Kocadere ‘nin gürültüsüydü. Karanlığı dolduran, karanlığı oyarak giden Kocadere‘nin gürültüsü her yanını kaplamıştı. Kocadere ‘nin bitmeyen, dinlenme nedir bilmeyen çağıltısına kaptırdı kendini. Taştan taşa vuran, ak köpükler saçarak akan Kocadere‘nin içindeydi artık Birden toparlanıverdi. Ne kadar sürüklenmişti Kocadere‘nin köpükler saçarak akan sularında kestiremedi. Uyuyup kalacağından korktu. Yelek cebindeki köstekli saati çıkardı. Çakmağını yakıp baktı saate. Daha çok vardı. Gecenin yarısına. Uyumamalıydı. Yataktan kalktı. Damın uç tarafına giderek oturdu. Sigarasını yaktı...Böyle beklemek zor oluyordu. Yeniden doldurmaya başladı Kocadere ‘nin gürültüsü kulaklarını. Artık dayanamıyordu sabrın sınırına gelmişti. Ellerinin arasına aldı başını, saçlarını çekti. Ne yapsa kurtulamıyordu. Kocadere ‘nin gürültüsü daha da fazlalaşıyordu. Bir tek ay ışığı vardı Kara Memede uzanan ay ışığı yüreğindeki sıkıntıları temizlemeye yetmiyordu. Elleri göğe kaldırdı. Tanrıya al bu sıkıntıları yüreğimden diye yakardı. Elleri yukarıda ne kadar kaldı bilmiyordu. Ellerinin uyuşmaya başladığını fark edince indirdi ellerini. Yorulmuştu. Başı göğsüne düştü. Birden sağ elini göğüs kafesine soktu. Kısa küt parmakları çelik gibiydi. Söktü aldı, yüreğini göğüs kafesinden, avucunda ki yüreğine baktı bir süre. Hala kıpır kıpırdı kanlı yüreği avuçlarında. Avucuna sığmayan yüreği atmasına devam ediyordu. Yürek kan, ölüm, kan, yürek. Midesi bulandı kandan. Bütün gördükleri kan rengine büründü. Karanlık kan renginde idi. Kanlar içinde boğuluyordu. Ayağa kalktı kustu kustu...kustu.... Yüreğini hınçla savurdu. Kusmuk bulaştı yüreğine. Bastı ezdi, ezdi yüreğini. Durmadan basıyordu yüreğine söverek. Yüreği ezilmek bilmiyordu. O bastıkça delik top gibi gevşiyor, ayağını kaldırınca, yine eski durumuna dönüyordu. Yüreğiyle baş edemeyeceğini anladı. Bir tekme savurdu yüreğine. Yüreği yuvarlanarak gitti. Damın ucundan aşağıdaki gübreliğin üstüne düştü. Yüreğinin damdan düşmesiyle birlikte bir sancı saplandı göğsüne. Diz üstü çöktü. Dizlerinin üzerinde duramadı, yığıldı damın üstüne.

İki kez yandı, söndü el feneri. Fenerli ben geldim diyordu. Bekletmeye gelmezdi. Hemen kalktı,külçe gibi yığıldığı yerden. ses çıkartmamaya çalışarak, usulca indi ağaç merdiven- den. Üç pınarın karşındaki mezarlıkta, oğlu at ve mavzerle bekliyordu. Oğlunun yanına vardığında, karanlıkta iki adam bir süre durdular Hangisi söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. İkisinin de başları önüne eğikti. Başlarını kaldırsalar karanlıkta sanki göz göze gelecekmiş gibiydiler. Gözlerindeki parıltılar karanlığı delecekmiş gibiydi. Kara Memed oğlunun omzuna elini koydu. “ Burada beni bekle oğlum... Olur ya... gelmezsem...Gün ışımadan kimseye görünmeden köye dönersin... Merak etmeyin... bu işten de kimseye bir şeyler söylemeyesin...” Daha fazla konuşmak istiyordu. Sanki boğazına bir yumruk tıkandı. Bir iki yutkundu, konuşamadı.“Allah ‘a emanet olun...”dedi son kez, ata binerken.

Gideceği köyde üç kişi Ahmet ustanın işyerinde içki içiyorlardı. Hatırı sayılır kişilerdi bunlar. İçki şişeleri artmaya başladıkça, hem içki masasındaki yiyecekler çoğalıyordu hem de içenler. Zaman gittikçe sohbetleri koyulaşmaya başlamıştı. İşyerine her giren önce bir selam veriyor, sonra ister istemez masaya oturtuluyordu. İçki içmese bile masadaki mezelerden yiyorlardı. Fakat bu üç ağanın hallerinde bir tuhaflık vardı bu akşam. Fazla heyecanlıydılar. Heyecanlarını bastırmak, saklamak için, olmadık tuhaflıklar yapıyorlardı. İçlerinden biri sık, sık saatine bakıyordu. Vaktin artık yaklaşmakta olduğu belli idi. Biraz sonra, arkadaşlarına vaktin artık geldiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı “ Ağalar “ dedi. “ Bu toplantı böyle olmaz. Toplantı dediğin; sazlı,sözlü olmalı değil mi? “ Hep birden “Öyle ya doğru söylersin.” dediler. Yine ilk konuşan “haydin bre “ dedi. “Kalkın, ustanın sazını dinleyelim bir de. “ dedi. Vaktin geç olduğunu söyleyerek diğerleri gelmek istemedi. Üç ağa dükkandan birlikte çıktılar.

Salman usta ayakkabıcılık yapardı eskiden. İşyerinde iki üç kişi ancak oturabilirdi. İş yerinin her köşesine ıslak deri kokusu sinerdi. Ustanın duvarında hemen her zaman birkaç tane kalıba alınmış yemeni bulunurdu. Bir tarafında sayalar, araç lastiklerinden kesilmiş yemeni altları. Su dolu leğende deri parçaları.. Arada bir elini leğenin içindeki deri parçalarında gezdirir, onları yoklar, gereği kadar yumuşamış olanları leğenden çıkarırdı. Arka taraftaki rafta çeşitli aletler bulunurdu..Sonra yemenicilik işini bırakmış, evinin yanında bir kahve açmıştı

Salman usta, erkenden yatmıştı. Kan uykusunda idi. Adını duyar gibi oldu bir kaç kez. öyle dalmıştı ki, düşünde kendisine sesleniyorlardı sanki. Karısının uyandırmasıyla, kalktı yatak- tan. Karısı “ Seni çağırıyorlar, bir baksan “ dedi. Karısı “lambayı yakayım “ dedi. Usta elini usulca tuttu karısının. “istemez “ dedi. Gece yarısı, her sese, varıp kapıyı açmak, hele lambayı açmak tehlikeliydi. Karısı usulca “gelen acep kimdir.” dedi. Salman ustanın iliklerine kadar bir ürperdi dolaştı. Ses vermedi Bir süre bekledi. Yastığının altından pusatını aldı. Namluya mermiyi sürdü. Karısı dikildi karşısına “ Gitmesen olmaz mı? dedi. Bir sıkıntı, bir huzursuzluk geldi oturdu kadının yüreğine. Eşinden sanki büsbütün ayrılacakmış gibi bir duyguyla sarsıldı kadın. Bütün vücudu ürpermelerle doldu.. Karısı Salman ustaya dönerek
“ boş ver, çağırırlar, çağırırlar; sonra giderler “dedi karısı..Salman usta “ Çok konuştun karı “ dedi “ Gecenin bu vaktinde kimse keyfinden kapıyı çalmaz, Varalım bir bakalım “ dedi. Salman usta kalktı, şalvarını giydi. Ceketini omzuna alıp, kapının arkasına geldi. Elindeki pusatı her an ateşe hazırdı. Kapının arkasından “ Kimsiniz “ diye seslendi. Dışarıdan “ Ta- tanıyamadın mı? Salman Usta “ diyen bir ses ve ardından gülüşmeler duyuldu. “Bre macir çocuğu, hepten yaşlanmışsın “ diyen ikinci sesi hemen tanıdı.Bu Mustafa Ağa idi. Her zaman yerli, yersiz söylerdi sözünü. Mustafa ağa kendi yaşlılığını saklar gibiydi. Salman usta diğer gelenleri de tahmin etmekte güçlük çekmedi. Salman Usta kapının sürgüsünü çekti. Açkı iki kez döndü kilitte. Kapıyı açarken Salman usta “ kusura bakmayın ağalar” dedi. “ siz de bilirsiniz, gece her kapıyı çalana kapı açılmaz.” “Buyurun dedi.” Karısına seslendi.” Konuklarımız var tez hazırlan” Konuklarını odaya aldı. Biraz sonra kapı tıklatıldı...Karısı döşek ve yastık getirmişti. Salman usta. döşekleri serdi, yastıkları koydu. “ Böyle rahat oturun ağalar “ dedi. Odadan çıktı. Bir sini ve kalburla döndü odaya. Kalburu sininin altına koydu. Gelenler içki ve yiyecek getirmişlerdi. Bardaklar ve tabaklarda geldi. İçlerinden en yaşlısı “ dükkanda içtik biraz, sensiz canımıza sinmedi. Gidelim Salman ustanın yanına, sazsız, sözsüz bu işin tadı olmuyor dedik...” Salman usta “ iyi etmişsiniz ağalar, iyi etmişsiniz ama...” sözünü devam ettirmediler. “ aması da nedir şimdi bizi mi kıracaksın. “ “ Yok anlamadınız, demem o değil, saz kahvede, kahvenin açkısı da ocakçıda kaldı. Bu akşam eve erken geldim... Biraz yorgunum da...” dedi Salman Usta.. “O iş kolay “ dedi ağalar. “Hani geçen gün de böyle olmuştu... Sonra senin küçük kızı pencereden içeri sokmuştuk kahveyi açmıştı.” Usta da biliyordu bunu. Ama bir türlü dışarı çıkmak istemiyordu. İçinde bir sıkıntı vardı. Akşamdan beri içini burkan bir sıkıntı. Onun için akşamla birlik gelmişti eve. Bu gece bir aksilik olacakmış gibi geliyordu. İçkiden zerre-zerre uyuşan şah damarı zonkluyordu. Karar veremiyordu. Bir tarafta isteksizliği, içindeki huzursuzluk, diğer tarafta konukların ısrarı karşısında bocalıyordu. Konuklar susmuştu. Suskunluk uzadıkça ağırlaşıyor, içindeki sıkıntı çekilmez duruma geliyordu. Konuklar neden sonra Salman ustanın üstünü üstüne gitmeğe başladılar. Salman usta konukların bu kadar fazla ısrarına şaşıyordu. “Korkunun ölüme faydası yok diye düşündü.” Korktuğunu anladı. Sonra yüksek sesle “Allah’ın dediği olur...”.“Peki ağalar siz burada oturun ben şimdi sazı alır gelirim.” dedi. Ağalar hep birden ayaklandılar. “Olmaz, olmaz“ dediler. “Ağalar neden olmasın“ dedi Salman usta. Konuklardan en yaşlısı “ Evlat kahvede çalarız, söyleriz, daha iyi olmaz mı. Burada gürültüden çocuklar rahatsız olur” dedi. Doğruydu söyledikleri, Fakat bu içindeki korkuyu kaldıramıyordu. Salman Usta diğer odaya giderek uyuyan kızını okşayarak kaldırdı. Çocuk kucağında evden çıktılar. Kahvenin pencere demirini araladılar. Cam çerçeveyi yukarı doğru kaldırdılar. Çocuk rahatlıkla içeri girebildi. Yedek açkıyı buldu. Kapıyı açtı. Salman Usta kibrit yardımıyla lüksü buldu, yaktı. Bir anda küçük kahve ışığa boğuldu. Işık pencerelerden dışarıya vurdu. Salman usta çocuğunu kucağına aldı eve götürdü. Kahveye döndüğünde, pencerenin önündeki masada buldu konuklarını. Üstelik tam pencerenin karşısındaki sandalye boş bırakılmıştı. Salman usta tedirginleşti. “ Ağalar gecenin bu vaktinde pencere önüne masa atmak ne demektir...Şöyle biraz iç tarafa otursaydık. Bilirsiniz ki biz düşman sahibi adamız ” dedi. Yaşlı olan konuk “ Korkuyor musun yoksa Salman usta? “ dedi. Diğerleri bellerindeki ağır Umman’ları belli ederek gelecek olanın göreceği var... Bizim yanımızdaki adama şimdiye dek dokunulmamıştır.“dedi. Bir rahatlama geldi Salman ustaya. Söylenen bu sözün bir kıymetinin olmadığı bile bile yüreğinde bir rahatlama duydu. “ Korkma sen usta hele önce bize birer acı kahveni ikram et “ dediler. Salman ustanın getirdiği kahveler içildi. Sıra saza gelmişti. Duvarda asılı duran sazı eline aldı. Sandalyeyi masadan biraz geriye çekerek oturdu.Sazı
kılıfından özenle çıkarmaya başladı Bir iki gezinde sazın tellerinde. Tellerin ses düzenini ayarladı. Sonra yeniden vurdu sazın tellerine. Hangi Türküden başlayacağını arıyor gibiydi tellerde.

Kara Memed yol üzerindeki bir pınara geldiğinde attan indi. Su içti pınardan. Elini, yüzünü yıkadı. Peşkiri ıslattı, sıktı boynuna attı. Yolu yarılamıştı. Hala inanamıyordu bu işi yapacağına. Düşle gerçek arasında yaşıyordu. Bir alış verişi, bir kırgınlığı Yoktu aslında. Bu işi neden üzerine almıştı. Bu işi yapamayacaktı. Yapamayacağını iyice anlamaya başlamıştı. Günlerden beri kendisini yoran, yıpratan bu sorundan artık bıkmıştı. İyi adamdı Salman Usta kimseye kötülüğü dokunmamıştı. Eskiden o küçük, ıslak deri kokan işyerinde akşama kadar yemenilerle uğraşır dururdu. Sonra bir kahve açmıştı evinin yamacına. Birden çocukları geldi gözlerinin önüne. Pınarın hemen yanında dikildiler karşısına. Sonra açlık, yoksulluk ve bitmek bilmeyen kışa hazırlıksız girmek geldi aklına. Bu yıl tarlalarda aç bırakmıştı. Çukurova’ya pamuk toplamaya da gidememişlerdi. Paraya o kadar ihtiyacı vardı ki. Oğlunun evlenmesi gerekiyordu. Paranın yokluğu oğlunun düğününü de geciktiriyordu. Vursam kim farkına varacak diye düşündü. Ben vurmasam başkalarına vurduracaklar nasıl olsa. Bir iki ay içinde oğlunun düğününü de yapardı. Neşelendi. Bir Türkü söylemeye başladı yavaşça. Oturdu, bir sigara yaktı. Sigaranın dumanını şimdi daha başka türlü savuruyordu. Fazla sürmedi rahatlığı. karşısında Salman ustanın gözlerini buldu. Gözleri gittikçe büyüyordu Salman ustanın. Karanlığın her tarafını kapladı, kuşattı gözleri. Kara Memed, Salman ustanın gözlerinden kurtulmak istiyordu. Gözlerini açtığında yine karşısında o gözleri görüyordu. Salman ustanın gözleri. Işıklı bir şekilde idi. Sevi doluydu gözleri. “ Benim sana ne kötülüğüm dokundu” der gibiydi. Sinirleri iyice gerginleşti. Biraz önceki rahatlığı kaybolmuştu. Bu işi yapamayacaktı. Yolun yarısına geldiği halde vazgeçti birden. Atına bindi. Atı geldiği yöne sürmeye başladı. Geri dönüyordu artık. Fakat içinden bir ses kendisini rahat bırakmıyordu. Durmadan açlıktan, yoksulluktan anlatıyordu. Alacağın para seni rahatlatır diyordu. “Peki “ dedi “ köylü farkına varmayacak mı sanıyorsun. İçindeki ses durmuyordu. Şehre yerleşirsin. Hep şehirden söz ederdin köye. Ne çabuk unuttun. Evinde su olur. Musluğu açtın mı su, şakır şakır buz gibi dökülür avuçlarına. Sonra elektrik düğmeyi çevirdin mi gündüz gibi aydınlık olur odalar. Atını durdurdu Kara Memed. Çevirdi atın başını. Tırısa kaldırdı. “ Ne olacaksa olsun dedi. Çok zaman geçirdik. At ay ışığında koşmaya çalışıyor, koşamıyor, arada bir tökezliyordu. At tökezledikçe, atın karnına karnına bastırıyordu ayaklarını. Kumlu bayırdan aşağıya inerken atı, rahvana çevirdi. Köye yaklaşmıştı. Köyün girişindeki kahveden ışık seçilmeye başladığında attan indi. Atı yoldan çıkardı. Yolun kenarındaki gürlüklerin içine bağladı. Atın torbasına başına taktı. Eline pusatını aldı. Ateş gibiydi pusat., bırakmak istedi, atmak istedi birden. Elinin yandığını hissetti.Mermileri bir daha kontrol etti. Çevresine bakındı. Kimseyle karşılaşmamıştı. Yoldan gitmedi. Yol tehlikeli olabilirdi. Gecenin bu vaktinde bile bir tanıdık karşısına çıkabilirdi. Yavaşça ses çıkarmamaya çalışarak yaklaştı kahveye. Kahveden yirmi yirmi-beş adım uzaklıkta, yolun hemen üst tarafındaki bir kayanın arkasına geçti. Pusatını doğrulttu. Salman Usta namlunun ucundaydı artık. Eli tetiğe varamadı. Tetiği çekecek gücü bulamadı. Bıraktı mavzeri. Başını ellerinin arasına aldı, düşünceye daldı. Boşlukta yüzüyor gibiydi. Bir daha sarıldı mavzere. Elleri ter içinde idi. Ellerini koltuk altlarına götürdü, kuruladı. Salman Ustanın göğsüne nişan aldı. Salman usta saza vermişti şimdi kendini. Kahveden taşan sazın sesi Kara Memede kadar uzanıyordu. Eriyip gidiyordu karanlığın ortasında. Kara Mehmed son kez toparlanmaya çalıştı. Son bir kez daha baktı saz çalan Salman Ustaya. Gözlerini kapadı. Tetiğe bastı. Geceyi yırtan, karşı dağlara uzayan, dağlardan ovalara yankılanıp, çoğalarak ilerleyen pusat sesi çoğaldı, çoğaldı ve ardından korkunç bir sessizlik başladı. Salman usta ayağa kalkar gibi oldu. Sandalye ile birlikte arka üstü devrildi. Aynı anda karşı evden Salman ustanın karısının iç parçalayıcı çığlığı duyuldu.

Kara Memed koşuyordu. Boyunca gürlükleri, taşları atlayarak koşuyor. karanlıkta düşüyor, kalkar kalkmaz yine koşmaya başlıyordu. Arkasına dönüp bakıyordu. Bir takip eden var mı diye. Atının yanına geldiğinde göğsüne sığmayan yüreği ağzına gelecek gibiydi. Atina bindi tırısa kaldırdı. Konuk olduğu köye ulaştığında at da kendi de kan ter içindeydi. Hala inanamıyordu Salman Ustayı vurduğuna. Mezarlıkta bekleyen oğluna atı ve pusatı verdi. Kimseye görünmeden köyüne dönmesini istedi. Kara Memed,Arif Kaye’nin evine doğru ilerledi. Evin yanına geldiğinde çevresini bir daha gözledi. Kimsenin olmadığını görünce, damın arkasındaki ağaç merdiveni hızla çıktı. Soyunup yatağına yattı. Yatağı onun kurtarıcısı olmuştu. Kalın yün yorganı üstüne çekti. Yorganın altında güvencedeydi. Kalbi duracakmış gibi çarpıyordu. Susadı. Kalkıp su içmek istedi. Kalkamadı Yatağından. Gürültüler duymaya başladı. Bağrışan bir kalabalık vardı. “Katil... katil.. “diye bağrışıyorlardı. Kalabalık gittikçe yaklaşıyordu. Yaklaştıkça sesler daha açık saçık duyulmaya başladı. Şimdi çevresinde idi kalabalık. Ayak sesleri çoğaldı yatağın kenarında. Yorganından başını çıkarsa yakalanacağını sandı. Bütün köy halkı, Jandarmalar yatağın çevresini sarmışlardı. Jandarmalar pusatlarını yatağa doğrultmuştu. Katil diye bağırılıyordu. Katil...Kulaklarını sağır eden katil sözüne dayanamaz oldu. Uzaklardan bir çığlık, kulakları tırmalayan bir çığlık yükseliyordu. Bu Salman Ustanın karısının çığlığı olmalıydı. O kadar içten, ta can evinden kopan bir çığlıktı bu.. Boncuk boncuk terlemeye başladı, yatağın içinde. Salman usta gitmiyordu gözlerinin önünden. Tetiği çekerken görmüştü, Salman Ustanın hafifçe doğrulup, arka üstü devrildiğini. Salman usta gözlerinin önünde hep devriliyordu. Yavaş yavaş devriliyordu. On kez, yirmi kez, yüz kez devriliyordu. Devriliyor, devriliyor, devriliyordu. Yorganı attı başından. Gözlerini bir süre açamadı. Korkuyordu. Gözlerini açsa yakalanacağını sanıyordu. Gözlerini açtı sonunda. Kimse yoktu çevresinde. Yüreğine bir avuç su serpilmiş gibi oldu. rahatladı. Damın üzerinde bir adam görür gibi oldu. Sandalyeye oturmuştu. Kucağında bir saz vardı. O kadar dalmıştı ki sazına...Adam kalktı yerinden ağırca kalktı. Adımlarını toprak dama çok hafifçe basıyordu. Havada yürür gibiydi. Yüreği cız etti. Kara Mehmed’in. Adam yaklaştı, yaklaştı. Salman ustaydı bu. Ay ışığı yüzünü yaladı. Salman ustanın göğsü, elleri kan içindeydi Sarıldı Kara Mehmed’in boğazına. ”Beni neden vurdun. Neden. neden “ diye bağırdı. Ses ta uzaklardan yankılanarak geliyordu. Salman usta birdenbire damın ta öbür ucuna gidiyor, sonra geri dönerek yine karşısına dikiliyordu. Gözünü kapadı. Yatağında, sağa döndü, sola döndü kurtulamadı Salman ustadan. Dağ, taş, dam, yatak hep Salman ustaydı.Salman Usta olmuştu. Bunaldı kendisini kaybetti.

Sabah ezanı okunurken kalktı yatağından. Aşağıya indi. Arif Kayeyi abdest alırken gördü. Önünde bir leğen vardı, gelini elindeki ibrikle su döküyordu. Selamlaştılar. Ben de abdest alacağım dedi Kara Mehmed. Arif Kaye “yüzüne ne oldu.” dedi.“çalı, çırpı yırtmışa benzer” Arif Kaye bunu söyleyince Kara Mehmed şaşırdı. Elleri yüzüne gitti. Yer yer yırtılmıştı yüzü. Yüzünün çizgilerinde kah pıhtılaşmıştı.“Gece kaçarken olmuştur.” dedi kendi kendine. Yüreğinin çırpıntısı artı. Kan Yürüdü beynine. Ne yanıt vereceğini bilemedi. Arif Kaye’nin gözleri, Kara Mehmed’in yüzünde ve yüzünü sıvazlayan ellerinde idi. Arif Kaye eski adamdı. Anlar mıydı acaba. “ Sende bir tuhaflık var yiyen bu sabah “ dedi. Bu son sözü bardağı taşıran son damlaydı. Kara Mehmed toparlanmaya, yüzünü saklamaya çalıştı. “Yüzüme ne mi oldu dayı” dedi. “Gece küçük abdeste çıkmıştım. Çalıların arasına düştüm...” dedi. Arif Kaye’nin dudaklarında bir gülümseme yayıldı. Kara Mehmed inanmadı, bu eski kurdu kandıramadım. Bana gülüyor, sen kimi kandırıyorsun der gibi. Abdest almaya yöneldi. Arif Kaye ile birlikte camiye gittiler. Camiye giderken jandarmaların hazırlandıklarını gördüler. Camide öğrendiler Salman Ustanın gece yarısı vurulduğunu. Köydekilerin bir kısmı namazdan sonra Salman Ustanın köyüne doğru yola çıktılar. Kara Mehmed de bunların arasındaydı.
BaCTeRiuM - avatarı
BaCTeRiuM
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #376
BaCTeRiuM - avatarı
Ziyaretçi
“SERSERİM’E”

Elime son kez aldım kağıt-kalem. Bu sana son mektubum. Postacı son kez getirecek benden bir haber sana. Canım serserim, bilirim aldırmazsın hiçbirşeye, ne sevgiye, ne hislere.. Şimdi elimde sigara var. Bugün yine çok fazla içtim, bilirim yine bana kızacaksın. Ama yine aynı cevabı vereceğim, “DERTLİYİM”.. Son kez bu kalp senin derdinle dolu. Uykularım bölünür oldu, yanlış anlama, bu mektubumda seni ne kadar özlediğimi yazmayacağım. Artık değiştim ben. Senin umursamaz tavırlarından bıktım.. Takmıyorum artık seni. Hani senin bende bir resmin vardı ya, arkadaşıma verdim.. çok beğenmiş seni.. Al senin olsun dedim. Ama dikkat etmesini söyledim. Olur ya çıkarsanız boynuzlamasın seni dedim.. Yüzünün şeklini görmek isterdim serserim.. Bu mektup diğerlerine benzemiyor değil mi_? Dün gece yıktın öldürdün beni sevgilim. Bütün gece kanadı durdu dindiremedim inan. Gözlerim doldu ağlayamadım. Yataklara düştüm ne zamandır. Ama iyi oldu aslında seni unutmaya başladım artık. Sen ne demiştin serserim “ÜZÜLME”,, üzülmüyorum artık. Bu acıların getirdiği mutluluğa seviniyorum. Lanet olsun sana serserim. Bu kadar mı değersizdi benim sevgim_? Biliyorsun ben seni çok sevdim. Bu sana son mektubum serserim. İstersen okut başkasına. Ama şunu bil ki bundan sonra mezar taşında “HAİN” yazan bir ölüsün benim için. Artık hatıralarımdasın....




“SERSERİ’DEN CEVAP”


Bugün hiç beklemediğim bir anda aldım mektubunu güzelim. Son mektubum demişsin, inanmam. Sen dayanamazsın bensizliğe, erir bitersin günden güne. Bak ne diyorum güzelim; gönlün olsun birkaç gün daha çıkalım, Sevinirsin belki.. Sen bensiz yapamazsın güzelim. Beni sevdiğin günü düşün nasılda çocuk gibiydin. Bayılacaksın diye korkmuştum güzelim. Benim elimden senin gibi neler geçti bilirsin. Haberim yok sen beni gerçekten sevdin mi güzelim_? Sana bu mektubu meyhanede yazıyorum. Sağolsun arkadaşlar yardım ediyorlar. Biraz önce bir çocuk dövdük onun şerefine içiyorum. Bak güzelim sana ne dediğimi hatırlamıyorum “ÜZÜLME” yazmışsın. Sahiden yıkıldın mı? Umursamazsın sanmıştım. Takmazsın diye ummuştum. Ama madem artık beni unuttun, bu sana son sözüm; “ BENDE SENİ SEVDİM GÜZELİM ”




“KIZIN ARKADAŞINDAN SERSERİ”YE”


Seni tanımıyorum ama arkadaşım seni çok sevmişti. Son mektubum demişti, doğru. Hem o seni çoktan unuttu bile. Resmini bana verdi. Birgün buluşup konuşalım seninle. Güzelim demişsin bizimkine, bende seni zevkli sanırdım. Ben ondan daha güzelim. Bak serseri telefon numaram arkada yazıyor. Onu aradığın gibi beni de ara. Ayrıca bizimki biraz garipçedir. Bu aralar kalbinin ağrıdığını söylüyor. Doktorlar teşhis koyamıyorlar. Amaan canım o da bir başka. Ağlasada gülüyorum der. Sakın unutma, beni ara..





“SERSERİ’DEN KIZIN ARKADAŞINA”


Bak kızım ben seni daha en başından sevmedim. Ben herşeyden çok güzelimi sevdim. O bana canından koparcasına serserim derdi. Oysa sen serseri.. soğukta kalmışçasına. Senin gibi arkadaş olmaz olsun. Güzelliğe gelince hiç kimse yarışamaz benim güzelimle. Şimdi bırak bunları, bende yıkıldım ona söyle. Son mektup derken yalan sanmıştım. Daha beter içer oldum. Her gece sarhoşum. Bir daha ki mektupta güzelimden bahset bana. Şimdi gerçekten mutlu mu_? Başkasını mı seviyor_? Hasta demiştin, hem de kalbinden. Yoksa bu aşk hastalığı mı_? Benden başkasıyla mı_? Anlat bana arkadaş, herşeyi anlat.. Beni seviyor mu öğren bakalım. Yoksa bu kadar çabuk mu unuttu beni_? Çabuk yaz arkadaş. Anladım ki ; ben onsuz bu dünyada yaşayamazmışım...



“ARKADAŞTAN SERSERİ’YE”


Affedersin serseri yanlış yaptım ben. O seni gerçekten sevdi. Son nefesinde bile adını sayıkladı. Yüreğim parçalandı anlayamazsın.. Serserim deyişini duysaydın, gözlerini kaparken, aşkın öyle sarmıştı ki bedenini. Kaybedince yaşayamadı öldü işte. Son mektubu ne yaptın_? İçip içip ağlıyor musun_? O şimdi mezarında huzurla yatarken, yılanlara bile seni anlatıyordur, şüphen olmasın. Zaten mezar taşında “ SENİ SEVDİM BE SERSERİM ” yazısını görünce anlayacaksın. Belki yaşaması için bir umut vardı içinde ama senle ciddi olsaydı. Birkaç gün çıkalım demişsin; işte ona, güzeline, ozaman vurdu.. Zavallıcığın yüreğine indi. Şimdi mezarında derin bir uykuda. Sevgisi sonsuzlaştı onunla. Aslında o istemedi, öldüğünü bildirmemi. Ama dayanamadım yazdım işte. Şimdi ne yaparsın bilmem, içer misin, adam mı döversin_? Sende onu sevmişsin öyle yazmışsın.. ÖYLEYSE BIRAKTA AŞKINIZ YAŞASIN....


SERSERİNİN ODASINDA BULUNAN NOT:



Sana geliyorum GÜZELİM...
Seni seviyorum GÜZELİM...

ELVEDA....

.''.SERSERİN.''.

çok güzel hikayeler yazmışsınız arkadaşlar teşekkürler..
Son düzenleyen BaCTeRiuM; 12 Mart 2007 20:52 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #377
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
DENİZ KIZI

En güzel zamanları senin için sakladım sevgilim. Birlikte yaşayalım diye. Her anına imzamızı aşkla atalım diye. Aşkımızı yaşarken soluksuz kalalım, birbirimizi bulduğumuz için her saniye yeniden şükredelim Allaha diye…

Görüyor musun, nasılda harcıyor insanlar zamanlarını. Geçen hiçbir anın bir daha tekrarının olmayacağını bilmiyorlar mı bebeğim? Her anı aşkla doldurabilmek varken başka başka hesapların içinde olmakla ne kazanıyorlar acaba?

Sevgilinin elini tuttuğu an başka her şeyden vazgeçebilmeli insan. Aşk ancak o zaman yüce bir duygu haline dönüşebilir. Biz benzemeyelim başkalarına aşkım, hani birileri örnek alınacaksa başkaları tarafından onlar biz olalım. Aşkımızı yazalım zamana. Okuyabilen okusun, okuyamayanı kendi haline bırakalım.

Beni en çok ihanetler yoruyor. Özü, sözü bir olan insanlara ne oldu cankuşum? Nereye gitti onlar biliyor musun? Neden iki yüzlülerle yaşamak zorunda kalıyoruz? Zaten yeteri kadar zor hayat birde bunlarla mı uğraşmak zorundayız?

Sen bana hayatın tüm kötülüklerine karşı dayanma gücü veriyorsun. Senin verdiğin güçle, yenemeyeceğim hiçbir zorluğun olamayacağını düşünüyorum. Yanımda olmadığın kısacık anlarda bile senin varlığını yüreğimde, taaa derinde hissedebiliyorum. Öyle şanslıyım ki…

Yıllar önce bir film izlemiştim. Bir deniz kızına aşık olur bir erkek. Deniz kızı bu, karada çok kısa bir süre kalabiliyor. Üzerine su değdiği an tekrar deniz kızı oluyor. İnsanlar kısa sürede keşfediyorlar bunu. Ve bütün acımasızlıklarıyla denizkızını kullanmaya çalışıyorlar. İşte o an denizkızı artık yeniden denize dönmesi gerektiğini anlıyor. Denize çağırıyor sevdiği adamı. Adam her şeyi bırakıp denizde yaşamak zorunda kalacaktır. Önce bir an tereddüt eder. Ama aşk galip gelir ve adam bırakır kendini denize… deniz kızı ona denizde yaşamayı öğretir…

Kaç insan bırakabilir bu durumda her şeyi? “nerede olursan ol, sana gelirim” diyebilir? Benim deniz kızım sensin aşkım. Ben senin denizin olmaya her zaman hazırım. Yeter ki yüreğin değsin yüreğime...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2007       Mesaj #378
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZELİHA


Zeliha sabaha karşı birden yekindi, kalktı yatağından.Bir ses mi duymuştu ne? Yoksa yanılıyor muydu? Bu kaçıncı yatağından irkilerek kalkmasıydı, bilmiyordu. Uzaklardan gittikçe çoğalarak, yankılanarak kendisine ulaşan ses yabancı gelmiyordu. Önce pek kestiremedi. İçini kemiren bir duyguyla odadan dışarı çıktı. Çevresini dinledi. Hiçbir ses duyulmuyordu. Endişeliydi. Bir çırpıda damın merdiveninden dama ulaştı. Damın ucuna kadar geldi. İleriye mezarlığın üst tarafından geçen yola baktı. Sabaha karşı her tarafı sis bastırmıştı. Gözlerini kıstı. Bir elini gözlerinin üstünde tutarak, bütün dikkatiyle mezarlığın üstündeki yola bakıyordu. Birisini bekliyor gibiydi. Birden içinde bir ürperti duydu. Mezarlığın üst tarafında bir karaltı vardı. Bunun bir armut ağacı olduğunu anlayıncaya kadar sürdü sevinci. Armut ağacının orda olduğunu biliyordu oysa. Sarsılmıştı. Bir umutsuzluk çöktü içine, gidip loğun üstüne oturdu. Taş buz gibiydi. Sabaha karşı düşen çığ damı ıslatmıştı. Damın üstünde ve saçaklarında, yeni sararmnaya başlayan küçük yeşil otları görüyordu. Bakışlarını armut ağacına dikti.

Kuzeydeki dağın etekleri dar bir boğazdan geçtikten sonra, aşağıya doğru kayardı. Dağdan gelen rüzgar bu yamaçları yalayarak giderdi. Dalları çalıya benzeyen armut ağacı bu rüzgara karşı boynunu bükmüş gibi dururdu. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu bilmezdi Zeliha. Kendisi bir çocukken bile bu armut ağacı vardı. Şimdiye dek merakta etmemişti. Armut ağacının kaç yaşında olduğunu. Çok yaşlı olması gerekirdi. Gövdesinin bir kısmı çürümeye yüz tutmuştu. Yine de ayakta kalmak için gösterdiği çabaları görüyordu armut ağacında. Mezarlığın üst kıyısında, ayakta durmaya çalışan armut ağacının yanında iki küçük armut ağacı daha vardı. Ağaçlar mezarlığın sessizliğini bozmak istemiyor gibiydiler. Rüzgara karşı suskun ve ürkek duruyorlardı.

Zeliha, bakışlarını sağa güneye, ileriye doğru uzattı. Bağlar deresinin sisi tepelere kadar uzanıyordu. Tepeler sisin içinde belli belirsiz gözüküyordu. Sis yavaş yavaş dağılmaya başladığında, tepeler birbiri ardınca büyüyerek, çıplak dağlara doğru uzanıyordu.

İşte şehir bu çıplak dağların ardındaydı. Zeliha’nın içinde bir sevinç dalgası kabardı. Ne zaman şehir aklına düşse, bir çocuk gibi seviniyordu. Bu hep böyle oluyordu. Sevinçten yerinde duramıyordu.

Şehri birkaç görmüştü Zeliha. İlkin Çukurova’ya pamuk toplamaya giderken şehrin içinden geçmişlerdi. O zaman daha çocuk sayılırdı. Birde on beş, on altı yaşlarında gitmişti Çukurova’ya. Bir kamyonun üstünde gidiyorlardı. İlk kez görmüştü o delikanlıyı. Aynı kamyonda gidiyorlardı. Yüreğinde bir ılıklaşma duydu.Onu daha sonra hiç aklından çıkaramadı. O da Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyordu. Çukurova’da akşamları çadırda kalıyorlardı. Şehri o zamandan beri kafasından silkip atamamıştı. Geniş yolları vardı şehrin. İçinde koca koca veler vardı. Bir kez de düğün hazırlığı için gitmişti şehre. O zaman düğün için gerekli olanları almışlar, bir aşevinde yemek yemişler,akşam şehirde biraz gezmişler, gece de bir yakınlarında kalmışlardı... Aşağıdan kaynanasının “ gelin, gelin...” diye bağıran öfkeli sesini duyunca irkildi. “ Bu kadın benden ne istiyor, sabahtan akşama dek adımı sesleniyor” dedi kendi kendine. Birden bir tiksinti duydu yaşamaktan.

Yavaşça dağılmaya başlayan sis yerini aydınlığa bırakıyordu. Dağın ufukla birleşen kısmında bir kızartı oluşmaya başlamıştı. Bu kızartı giderek aydınlığa dönüşüyordu. Birkaç kişinin öküzlerle geçtiğini gördü. Öküzlerin nefesleri dumanlanıyordu. Öküzler başlarını sağa, sola çevirerek ağır ağır gidiyorlardı. Birden ahırdaki inek geldi aklına. Nahır köyün meydanında böğüreşerek toplanmaya başlamıştı. Damdan indi. Birden bire kaynanasıyla karşı karşıya geldi. Kaynanası, “Damda ne işin var sabah sabah” dedi. “Hiç” dedi Zeliha. Dik dik “buyur ana” dedi. Zeliha bütün yaşamında kimseye boyun eğmemişti. Şimdi kaynanasına mı boyun eğecekti? Kaynanası “ yapacak bir sürü işimiz var, bak nahır toplanmaya başladı bile, daha süt sağılacak, hayvanlar yemlenecek, bizim gelin damın başında geziyor.” dedi.Kaynanası Zeliha’ya öfkeyle baktı. Sonra elindeki satırı Zeliha’ya uzattı. Zeliha tahta merdivenleri hızla inerek, ahıra doğru yöneldi. Ahırın önü hayvan pisliği ve saman döküntüleriyle doluydu. Ahırın kapısını açınca, burnuna keskin bir gübre kokusu geldi. İnek Zeliha’yı görünce tanımış gibi böğürdü. Zeliha elindeki satırı yere bıraktı. İnek yatıyordu. Gitti ineğin yanına çömeldi. Bir eliyle ineğin boynundaki ipi tuttu. Diğer eliyle ineğin başını sıvazlamaya başladı. İnek başını ileriye doğru uzattı. Gözlerini kapadı. Sevildiğini anlıyordu. Zeliha elini ineğin boynundan başlayarak sırtına doğru birkaç kez gezdirdi. Sonra beline hafifçe vurarak ineği kaldırdı. Sütünü sağdı. Buzağıyı çözdü. Buzağı ineğin memesine atıldı, çekiştirmeye başladı. İnek memesini çekiştiren buzağasını uzun ve yassı diliyle yalamaya koyuldu. Zeliha sonra buzağıyı yeniden yerine bağladı. İneğin başından ipini çıkararak dışarıya sürdü. İnek dışarıya çıkmadan, döndü buzağıya baktı. Bir türlü dışarıya çıkmak istemiyordu. Buzağı, ineğğe yaklaşmak istiyor, bağını zorluyordu.

Zeliha sütü ocağa koyunca doğru odasına girdi. Kocası kalkmış giyiniyordu. Birden bir tiksinti duydu kocasından. Daha yeni evli sayılırlardı. Çocukları bile olmamıştı. Bunca zaman nasıl yaşamıştı bu adamla. Bu soru kafasında çalkalandı. Kocası Zeliha’ya yaklaşmak istedi. Zeliha bir eliyle itti kocasını. Şimdiye dek bu kadar soğukluk hissetmemişti kocasına karşı. Seviyor muydu kocasını? Bunu düşünmemişti şimdiye değin. Kendi kendine seviyorum herhalde dedi. Sevip, sevmediğini kendide bilmiyordu. Sonra gençliğindeki yavuklusu geldi aklına. Yüreği cız etti. Kocasını sevmediğini o zaman anladı. Duvarda asılı duran aynanın karşısına geçti. Yüzünün sarardığını gördü. Bir süre kendini seyretti. Ne kadarda güzeldi eskiden. Şimdi bu güzelliğin hiç birini göremiyordu kendinde. İçinden aynayı kırmak, parçalamak geldi. Ayna şimdi ona çirkinleşen bozulan gençliğini yansıtıyordu. Öfkeyle ayrıldı, aynanın karşısından. Yatağını düzeltti. Odadaki sandalyelerin yerlerini değiştirdi. Odayı süpürdü. Odada yapacak işi ktalmamıştı. Odada şaşkın şaşkın biraz dolaştı. Sonra sandalyeleri yine eski yerine getirdi. Ne yapacağını bilemez olmuştu. İçindeki sıkıntı gittikçe büyüyor, dayanılmaz oluyordu. Koca dağlar üstüne devriliyor gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Boğazına bir şeyler düğümleniyordu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Ağlasa belki biraz açılırdı. Bir külçe gibi kendini yatağa attı. Sırt üstü uzandı. Odanın tavanında odayı boydan boya geçen merteklere baktı. Bakışları anlamsızlaştı. Düşünmek istiyor, düşünemiyordu. Anlamsızca baktı, merteklerin arasındaki ağaç parçacıklarını gördü. Ağaç parçacıklarının arasından sarkan kuru çam dallarının yapraklarını gördü. Şimdiye dek hiç dikkat etmemişti bunlara. Bakışları, düşüncesi dağılıp gidiyordu. Düşüncesini toparlamaya çalışıyor, bir türlü başaramıyordu. Düşüncesi, kendisinden ötelere, uzaklara bir sel gibi akıp gidiyordu. Bu karışıklık içinde kıvranıyordu. Bazan birdenbire gözlerinin önünden şehrin görüntüsü geçiyordu. O zaman biraz rahatlar gibi oluyordu. Yumuşak, sıcak, bembeyaz ekmekleri özlüyordu. Şehir ona göre uzaklardaki yıldızlar gibi erişilmezdi. Bir ışık seliydi şehir. Kaynanasının “Zeliha, Zeliha” diye bağıran sesini duyuyordu odadan. Aldırmadı. Yine şehri düşünmeye başladı. Şehri düşündükçe rahatlıyordu.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Mart 2007       Mesaj #379
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yıllar süren bir aşk son hızıyla devam ediyordu. Araya çok hasretler, ayrılıklar, dargınlıklar girmişti. Yetmemişti gene de bu aşkı bitirmeye... Tutku öyle çok seviyordu ki; Mert Çetin'i kaybetme korkusuyla yaşıyordu her an! İşten eve,evden işe... Hayat böyle devam ediyordu. Mert Çetin askerdeydi ve bir gün elbet dönecekti... Günde bir, iki, değil kaç telefon görüşmesi gerçekleşiyordu. İkisinin de korkuları vardı. Bir gün evlenmek istediklerinde Mert Çetin'in ailesi istemeyecekti Tutku'yu ve beraberinde sorunlar başlayacaktı. O zaman Mert Çetin ne yapacaktı?
Tutku ayrılmayı düşündü. Belki ayrılığa alışırım umuduyla.... Fakat her seferinde Mert Çetin böyle bir ayrılığın olmayacağını söylüyordu. Tutku artık Mert Çetin'den ayrılamayacağını anlamıştı. Çünkü onlar yıllarca bu aşkı ayakta tutmak için çok engelden geçmişlerdi ve buna rağmen hala beraberlerdi.
Aylar geçti. Mert Çetin askerliğini bitirdi ve Tutku'suna kavuştu. Tutku havalarda uçuyordu. Sevgilisine sıkıca sarıldı. Mert Çetin Tutku'nun ilk aşkı, tek sevdiği ve artık yedi senelik aşkıydı. Tutku da Mert Çetin'in tabi ki..
Mert çetin bir süre sonra Tutku'yu arayıp sormuyordu artık(!) Tutku aradığında ise çok soğuk konuşuyordu. Tutku bunalıma girmek üzereydi. Onun sevgilisi onu görmeden duramaz, aramamazlık yapmazdı. Gene de onu terketmeyeceğini biliyordu. Kafasını dinlemek hem de Mert Çetin'e hatasını farkettirmek için bir süre uzaklaştı İstanbul'dan... Geri döndüğünde herşeyin düzeleceğini düşünüyordu.
Evet geri döndü Tutku...
İki gün geçti gelişinin üstünden ve Mert Çetin'i ne gidişi ilgilendirmişti ne de gelişi... Tutku her gün ölüp ölüp diriliyordu. 18 ay beklemiş ve hep onun üzerine hayaller kurmuştu. Her ayrılmaya kalktığında Mert Çetin onu önlemeye çalışmıştı. Peki şimdi ne olmuştu...
Evet Mert Çetin arayamazdı. Çünkü nişanlanmış ve her anında nişanlışısıyla evlilik hazırlıkları ile geçiriyordu. Bir ay sonra evleneceklerdi. Tutku'nun kırık kalbi, yıkılmış hayalleri üzerine mutlu yuvalarını kuracaklardı..


nurgül gündoğdu
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
13 Mart 2007       Mesaj #380
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
BANA BİRAZ GÜLERMİSİN

Merhaba gülen gözlü arkadaşım! Dudağındaki tebessümü kaybetmemişsin daha. Ne güzel dünyaya gülen gözlerle bakabilmek ve insanlara tebessümler saçabilmek senin gibi. Biliyorum, üzülüyorsun donuk gözlerle karşılaşınca... Ne yapalım arkadaşım! Herkes senin gibi olamaz... Aslında bütün insanlar senin gibi olmalı. Bilseler bir tebessümle neler yapabileceklerini. Bir çocuğun gözlerindeki ışıltıyı, bir tebessümle nasıl görebileceklerini, sıkıntılarla dolu bir insana nasıl dünyaları verebileceklerini bilseler... Gülen gözlerin buzları nasıl erittiğini, kalpleri nasıl birleştirdiğini bilseler, eminim onlar da senin gibi olmak isterlerdi Ve sevgi saçıyorsun gülen gözlerinle arkadaşım sıkıntılarla dolu bir insana, nasıl dünyaları verebileceklerini bilseler ve gülen gözlerin buzları nasıl erittiğini, kalpleri nasıl birleştirdiğini bilseler, eminim onlar da senin gibi olmak isterlerdi. Sevgi saçıyorsun gülen gözlerinle arkadaşım. Saf ve hiç beklentisi olmayan bir çocuk gibi... Hayır arkadaşım! Sevgi,sadece sevgiliye duyulmaz. Sevgi evrenseldir Hiç kimse altın yığınları gibi kasasına kilitleyemez onu, Onun yeri kalplerdedir Onun yeri bir bahçıvanın ellerindedir, sevgi tohumları saçabilmek için... Evet,sevgi her yerdedir Yeter ki sen onu bulmak iste. Sevgiyi bulmak kolay, zor olan onu elinde tutabilmekte. Unutma arkadaşım! Sevgiyi duyabilmekle de is bitmiyor. Sevgiyi göstermek de gerekiyor. Hayat kısa arkadaşım, bugün olan yarin yok! Sevgiyi göstermek beklemeye gelmez, yarin çok geç olabilir. Elindekini kaybetmeden kıymetini bilmeli. Simdi koş sevdiğinin yanına.. Önce ona gülen gözlerle sımsıcak bir gülümse ve "seni seviyorum" deyiver, içinden gelen en sıcak sesinle Bu senin gibi bütün canlılara karşı sonsuz bir sevgi duyan bir insan için hiç de zor değil.. Bu yalnızca, yüreğinin buz kapladığını zanneden insanlara biraz zor gelecekte. Ama onlar da senin gösterdiğin cesareti gösterdiklerinde, kalplerinde sevgi kıpırtılarını hissettiklerinde ve ağlamayı öğrendiklerinde, inan her şey onlar için ve bütün insanlar için daha güzel olacak. Hayat çok kısa arkadaşım ve bu dünyadaki hiç bir şey kırılan kalplere değmez

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat