Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 47

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.775 Cevap: 1.812
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #461
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
MAVİ GÖZLER

Sponsorlu Bağlantılar
İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.

Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.

Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.

Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:

- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?

- Evet, hem de sonsuza kadar.

Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.

Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.

Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.

Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.

Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.

Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.

Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığıhissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün bat mıştı.
oyku7
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #462
arwen - avatarı
Ziyaretçi
75692301ih6eq0

Sponsorlu Bağlantılar
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #463
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Biliyor musun, iki gözüm; bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz? Bahar mı, kış mı, sonbahar mı, yaz mı; inan farkında değilim. Sıla ne yana düşer, gurbet ne yanda? Nerdeyim, nasılım? Bilmiyorum.

Derdim, kederim ne? Biliyor musun yanıtını? ... Neşemi, sevimcimi, yaşama gücümü yitirdim. O coşkulu, mutlu, umutlu günlerimi ne de çok özlüyorum. Öylesine bir özlem ki bu; ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Sevdiklerim, özlediklerim ve bana dost olanların her biri başka bir yerde; hiç birine kavuşamıyorum.

Dalları fırtınada kopmuş bir ağaç gibiyiz iki gözüm. Her dalımız bir sınır boyunda, her yaprağımız bir ülkeye savrulmuş. Bir yanımız vizeli, bir yanımız kaçak. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, geçmişimi, memleketimi velhasıl eskiye ait herşeyimi nasıl özlüyorum biliyor musun? Özümü özlüyorum, özümü.....Kendim olabilmeyi, sözümde durmak için verdiğim çabayı, kendime dürüst olmak için kendimle olan mücadelemi, özümle barışık yaşamayı özlüyorum. En iyi sen bilirsin, bir huyumu terk etmek için sarf ettiğim gayreti. Doğaya, insanlara, hayvanlara, çocuklara olan sevgimi, tutkumu ve yüreğimdeki ateşi, dimağımdaki tadı da en iyi sen bilirsin.

Zaman geçiyor, hayat geçiyor, ömrümde akşam çanları çalmaya başladı bile. İnsanın mutlulukları, heyecanları, hayatı, yaşadıkları geride kalıyor iki gözüm. Bizim gibileri yıllar geçtikçe daha bir duygusallaşıyor. Toplumların gittikçe bencilleştiği, duyarsızlaştığı dünyamızda olup bitenler beni hüzünlendiriyor. Acaba bu durumun bilincinde ve farkında olan çevremizde kaç insan var? Binbir düşünce üşüşüyor beynime. Anılarla, özlemlerle boğuşmak beni yıpratıyor. İç acısıyla dolu, yaralı, bin yerinden vurgun yemiş bir gönülle acılara karşı umarsız olmaya çalışıyorum ama olmuyor. Belki bir gün son bulacak ufuklarda solar hüznümüz. Hala bir şeyler bekleyerek bulutsu bir sise gömülüyor her şey.

Şimdi ise, gülmek-ağlamak arası monoton bir hayatın girdabında kaldım. Üzerime ölü toprağı serpilmiş gibi. Silkinip çıkamıyorum. Gün ışığına, suya hasret bitkiler gibi tatsız ve tuzsuzum. İşte şimdi böyle bir insan oldum iki gözüm. Gayesiz ve huysuz. Evden sokağa her çıkışımda, penceremden dışarı her bakışımda, karabasan gibi çöken sis ve karanlık dokunuyor bana. Oysa ışık umut, umutsa hayat demektir. Ben mi o ışığı yitirdim, yoksa o ışık mı beni; bilmiyorum.

Nedense hep geçmişe bir özlem duygusu büyüyor içimde... İşte böyle iki gözüm. Hangi gündeyiz? Bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz? Bilmiyorum. Bilsem de, benim için artık hiç bir önemi yok..........

Uzun yıllar önce sevdamı yüreğime yükleyip geldiğim bu yabancı ülkede, koynunda volkanları taşıyan bir dağ gibi sustum. Suskunluğumu delicesine haykırmak isterken, içime ağuları akıttım ve öylece sustum. Kara bir diken gibi yuttum ve içime yığılıp öğlece kalakaldım. İçimdeki yangını, yüreğimdeki yarayı, gözlerimdeki damlayı sorma. Hasretlere dayayıp başımı, hüzünle geçip giden günlere, gecelere döndüm sırtımı iki gözüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Gönlümün duvarına kocaman bir sevda resmi çizdim, bir de ateş yaktım ocağıma dağ gibi.Ki, okyanuslar söndüremez.

İnsanlar, var olalı beri kabullenmiş sevdayı. Herkes kendi sevdasının Mecnunu; kendi hasretinin delisi olmuş. Kendi hikayesini, kendi sevdasını en büyük sanmış ve saymış; büyütmüş yüreğinde dağ dağ. Sabır sabır beyninin gergefine işlemiş. Benim sevdam da benim için dünyanın en büyük, en kutsal sevdası....

Ben ki, sevdanın çöllerinde ayrılıkların en büyük hasretini çektim Leyla ‘mın. Ferhat oldum dağları deldim. Kerem oldum yaktım kendimi. Pir Sultan oldum asıldım, Nesimi oldum yüzüldüm. Kavuşmak için gönlümü yollara düşürdüm. Horlandım, ezildim, hakaretlere, işkencelere maruz kaldım.

Yüreğimdeki yangını, gözlerimdeki hicranı sorma iki gözüm. Acılarımı kimsesizliğime yükleyip, uzayıp giden yollara düştüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Aşık oldum, yaktım kendimi. İçimde bin yangınla çıktım yola. Sevgilime şiirler yazmak, şarkılar bestelemek, türküler yakmak en büyük ibadetimdi. Kavuşmak ise en inanılmaz hayalim.

Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Aşk olmasa iki gözüm, içimde biriktirdiğim bu yangın olmasa, dolmasa iliklerime aşkın hasreti, bu yangın yüreğimi sarmasa, avuçlarımı yakmasa bu ateş, akar mı damarlarımdaki kan! Bir gün kavuşmak hayali olmasa, nasıl dayanılır bu yaşama, bu kimsesizliğe, bu gurbete, bu hasrete iki gözüm, nasıl?

sorma
ben kimim, adım ne, nereden geldim
kim açtı bu kahrolası çukuru yüreğimde
kimi sevdim, kime özlemim
kaç yıl sevda doldu iliklerime
kaç yıl eksildim.

tut ki, bir pınarım suyu kesik
akamadım nazlı nehirlere tut ki
susturulmuş binlerce türkü
bastırılmış binlerce acıyım
baştanbaşa aşk ve ateş

tut ki, incinmiş bir gülüşüm
gecikmiş bir düş
bir ateşin çemberinde
yarım kalmış sevinçler kanayan

tut ki, kar altında sevincim
bütün mevsimlere küsmüşüm

kanadı kırık bir serçeyim tut ki
dağlarda koparılmış kınalı bir çiçek

ateşin zulmünü gördüm
suyun ihanetini
baştanbaşa aşk
baştanbaşa hasret
susturulmuş
milyonlarca türküyüm

bir sarı çiçek
bir sarmaşık belki
çözer dilini yüreğimin

ihanetlerin kilitlediği

*ALINTIDIR*
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #464
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Yüzünü Aradım, Geçtim


(Yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. Bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...)

Ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... Varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?
Birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? Bu koşuşturmada, bin telaşla… Herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler.Bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! Bütün düşleri yakıyor günler...Yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...
İşte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. Birden
paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. Her düşle bir şarkıyı yakıyorlar...Şar-
kılar yakıyorlar, şarkılar onları yakıyor sonra...

/İnsan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar! /

Bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. Sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! Önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! Soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... Seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni...Her şey sürdü yine, her şey! Baktım ki daha durmuş uzayın rengini demliyor asalak dünya. Baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyurken kadınlar o esmer uykularda. Oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!

Sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... Yüzünü özledim, yüzünü, anlasana! “Anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna! ” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.Yüzünü aradım...

Yüzünü aradım: Kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. İnsanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.
Uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte! Yüzünü aradım gökyüzünde...

Yüzünü aradım: Sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. Günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada, bir eski çağ enkazında...Kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dans ederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... Sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...

Yüzünü aradım, geçtim...

Geçtim: Şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! Oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... Çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim...

Geçtim: Sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...
“İyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan…
Hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...

Geçtim: Sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş ******lardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından ve ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...
Baktım, sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir..k varmış gibi! Sisleri yarıp geçtim... Yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim...
Bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim…Gök-
yüzü her şeyi ağır ağır izledi; gökyüzünün renginden geçtim...

Sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?
Üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! Bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına; bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. Coşkular deprem, sevinçler sıtma...
Söyle senin yüzün nerede, yüzün? Nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? Nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen! Nerede, yüzün nerede?

Sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor... Bir sorudur: “Kurtarıcılar işgalci olabilir mi? Ya da işgalciler kurtarıcı? ”Bir de oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... Hesabını, kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... Karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, Şemdinlili bir ağıdın, Kasrik’ten esen poyrazın, Peru’da bir balıkçının ve Botan’da yakılan köy evlerinin...Öyle acı ki her şey unutmak istiyorum... Kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! Unutma düşüncesini bile unutmak...

Yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... Hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum...Ve asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocuklukları...Uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. iİtilalleri tutun, çocuklar erken yaşlanmasınlar! Yaraları tutun, güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! Ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum...Eski
yoldaşların gözbebeklerinde kanayan bir düşün düşüşünü unutmak!
Unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım...

Biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...
örtülüşünü
usulca
aklığımızın,
unutmak istiyorum...
İşte bundan coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...

Yalnızdım, üşüyordum ey özlem! Beni bir gün bu özlem öldürecekti. Ölecektim bir gün erken, belki kederden… Yakın o gün! beni yakın, savrulup aksın külle- rim dicle nehrinden...
Akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!
Ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../


Artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! Her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!

Ya kuşlar? Sahi, ne demek ister kalan kuşlar?

Yılmaz Odabaşı
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #465
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öldür beni anne


kalbimin hiç tanımadığı duyguları daha yeni yeni hissetmeye başladığı dönemlerdi,çevremde bir sürü erkek ve kız arkadaşlarım vardı,ama bi gariplik vardı,mutlu değildim sanki aradığım başka birşeydi,her akşam eve gelir odama çekilir ağlardım,noluyordu bana anlayamıyordum,birgün yine arkadaşlarla beraberdim,beraberdim derken nasıl bi beraberlik,onlar bi araya toplanır gülüp eğlenirlerken bense bi kenara çekilip içimdeki fırtınaları dinliyordum her zamanki gibi,artık arkadaşlarımda alışmıştı bu durumuma,yanıma gelip oturduğunu hiç farketmemişim,taki sanki çok derinlerden gelen bi SELAM sesini duyana kadar,selam dedim bende,neden yalnız oturuyosun dedi,bilmiyorum dedim,kimse seni anlamıyor,hatta kendin bile kendini anlamıyorsun değilmi dedi,evet dedim,bende bu yüzden yanına geldim zaten dedi,bende aynı durumdayım,seni arkadaşlarından ayrı derin düşüncelere dalmış görünce işte benim gibi biri daha dedim,
ve ilk defa onun yüzüne baktım,o anda kalbim durdu sanki,donup
kalmıştım,ne zaman ayrıldık eve nasıl geldim bilmiyorum,o gün sürekli onu düşündüm,sanki aradığım şey buydu hissedebiliyordum bunu,
o günden sonra hergün buluşmaya başladık,evleri iki mahalle kadar uzaktaydı,bizim mahallede akrabaları vardı,ilk tanıştığımız gün onlara gelmişler,böylece aylar geçti,artık ailelerimizde biliyordu,ya ben onlara gidiyordum yada o bize geliyordu,yani her günümüzü birlikte geçiriyorduk,
ama ikimizinde anlayamadığı birşeyler vardı,birbirimizi çok seviyorduk,görmeden yapamıyorduk,arkadaşlık değildi bu,çünki diğer arkadaşlarımızıda seviyorduk,bu çok farklı bişeydi,kimseyede soramıyorduk,nasıl soralımki,biz bile bilmiyorduk ne olduğunu,bu çok yoğun duyguların etkisiyle bazen mutluluktan bulutlara kadar çıkıyorduk,bazende o küçücük kalplerimize sığdıramadığımız ve bi türlü anlamadığımız hisler dünyasında sebepsiz yere ağlıyor gözyaşlarımızı birbirimize hediye ediyorduk,,belki size saçma gelicek ama birbirimizi ilk gördüğümüz günü anlatmıştım,ondan sonraki ilk buluşmamızda biraz konuştuktan sonra bi ara gözgöze gelmiştik,ve daha ne olduğunu anlamadan ikimizde sebepsiz yere birden ağlamaya başlamıştık,hemde ne ağlama sanki hiç bitmeyecek gibiydi göz yaşlarımız,işte o günden sonra bir daha biribirimizin yüzüne uzun süre bakamadık,hatta çoğu zaman sırtlarımız birbirimize dönük otururduk,bi gören olsa bize gülerdi heralde,ama elimizde değildiki bakamıyorduk işte,
ama ne olursa olsun çok mutluyduk,artık ne güneşin doğuşunun,ne çiçeklerin kokusunun,nede kuşların aşk şarkılarının farkındaydık,biz birbirimizde kaybolmuştuk,taki bi akşam bizim evin zili uzun uzun çalana kadar,kapıyı annem açtı,gelen onun teyzesinin kızıydı,anneme bişeyler söyledi,annemde hemen babamla bişiyler konuşup,banada sen evden ayrılma biz hemen geliyoruz diyerek aceleyle çıktılar,bende hemen arkalarından çıktım,hava kararmıştı,beni görmesinler diye onları uzaktan takip ettim,biraz gittikten sonra bizim evin biraz ilerisinde bi market vardı,orada bi kalabalık gördüm,oraya gidiyorlardı,biraz daha yaklaşınca babam koşmaya başladı,yerde yatan biri vardı,bende biraz daha yaklaştım,babam yerde yatan kişiyi kucağına almıştı,bikaç adım daha yaklaştım ve kalbime binlerce ok birden saplandı sanki,yerde yatan benim meleğimdi,oda beni gördü,eliyle bana gelme diye işaret yaptı,ve bana bişeyler söylemek için ağzını açtığında,ağzından kan boşaldığını gördüm,yanına gittim,o güzel başını babamın kucağından kendi kucağıma aldım,hafifçe gülümsedi ve bak dedi napmışsın yeni gömleğine,onun kanına bulanmış gömleğimi göstererek,iki hafta önce doğum günümde o almıştı,ve birden başını karanlıkta benim seçemediğim kazanın olduğu bi yere çevirip tüh yaa dedi,ne demek istediğini anlamamıştım,başını tekrar çevirdiğimde ölmüştü,ondan sonrasını hatırlamıyorum,gözümü evde açtım,orada bayılmışım,beni doktora gotürmüşler sakinleştirici filan yapmışlar,uzun süre baygın halde yatmışım,
kendime gelir gelmez ağlamaya başladım,kimse müdahale etmedi,doktor ağlarsa müdahale etmeyin demiş,tekrar kendimden geçene kadar ağlamışım,ondan sonraki günlerde gözyaşım hiç dinmedi,aradan iki ay filan geçmişti,birgün anneme onlara gitmek istediğimi söyledim,annem önce kabul etmedi ama yalvarmalarıma dayanamayıp bi şartla kabul etti,gideriz ama orada ağlayıp annesini üzmeyeceğine söz verirsen dedi,bende söz verdim ve gittik,bi süre oturduk ama ben kendimi zor tutuyordum ağlamamak için,bak oğlum dedi annesi,biribirinizi ne kadar çok sevdiğinizi hepimiz biliyoruz,ne kadar üzüldüğünüde biliyorum ama senden bir ricam var dedi,kızım son nefesini senin kucağında vermiş,bana son anlarını anlatmanı istiyorum dedi,şaşırdım,nasıl anlatabilirdimki,anneme baktım boynunu büktü,bende onu üzmeyecek şekilde anlattım,ama bi ara karanlıkta bi yere bakıp tüh yaa dediğini anlamadığımı söyleyince,annesi bana sarılıp öyle bi ağlamaya başladıki,bende zaten zor tutuyordum kendimi,ikimizde uzun süre ağladık,
biraz sakinleştikten sonra,artık bu dünyada yaşamam için hiç bir sebebin kalmadığına karar vermeme sebep olan şeyi anlattı,
ogün annesi evlerinde benim çok sevdiğim bir yemeği yapmış,anne demiş bu yemeği ayhan çok sever,bizim yiyeceğimiz kadarını ver ben ayhanlara gidip onunla beraber yiyeceğim demiş,anneside yalnız göndermemek için yakınlarında oturan teyzesinin kızıyla bize göndermiş,yolda gelirlerken teyzesinin kızı,sen biraz bekle bende marketten içecek birşeyler alayım demiş,kaldırımda beklerken bi araba vurup kaçmış,bize yakın oldukları için teyzesinin kızı hemen bize haber vermeye gelmiş o akşam,ve o karanlığa bakıpta tüh yaa dediği şeyde,bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzüldüğü içinmiş,son anlarını yaşayan birisinin canından daha çok bana getirdiği yemeklerin dökülmüş olmasına üzülecek kadar seven bir kalp varmıdır daha şu lanet dünyada,başkasını sevebilirmiyim artık,aşık olabilirmiyim başkasına,tahammül edebilirmiyim artık saçma sapan şeylerin adını aşk koymalarına,bizim yaşadıklarımız bilemesekte gerçek aşktı,bunu şimdi biliyorum, ama o bilmiyor,birgün birbirimize bir söz vermiştik,hangimiz önce ölürsek diğerimizi cennetin kapısında bekleyecekti,şimdi bende bilmeden yaşadığımız o tarif edilmez duygunun gerçek aşk olduğunu,o aşkı sonsuza kadar yaşayacağımız cennetin kapısında beni bekleyen meleğime anlatmak için,gelmesi için hergün yalvarıp dua ettiğim beni ona kavuşturacak kişiyi bekliyorum,AZRAİLİ

boşvermiş bünye - avatarı
boşvermiş bünye
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #466
boşvermiş bünye - avatarı
Ziyaretçi
Bir papatya tarlası düşün.İlkbahar ayı.
Ve sen onun yanından geçen yolda yürüyorsun.
Ve o papatya tarlasında bir papatya dikkatini çeker.
Binlercesinden birisidir, ama sen onun yanına gidersin.
Onda seni çeken bişeyler vardır.O papatyayaı olduğu yerden
koparırsın. Sadece senin olsun istersin.Sadece senin öleceğini
düşünmeden ve gidersin o tarladan
içindeki şiddetin durduramadığı bir benciliktir ama bir o kadar güzel ve hapsedici.
TUTKU bu olsa gerek...

Yine o tarlanın kenarındaki yolda
yürüyorsundur. Yine milyonlarcası arasından bir tanesi seni çeker. Yaklaşırsın yanına.Gözlerin başkasını görmez olur o an.Onun için herşeyi yapmak istersin.Dokunmak istersin, dokunamazsın..Orda onunla ölmek istersin.Ama birden hafif bir rüzgar eser ve bir başka güzel çiçek kokusu gelir burnuna.Dayanamazsın onun kokusuna unutturur herşeyi bir anda ve o kokunun geldiği yöne gidersin. Diğer papatya orda kalmıştır.Yüreğinin bir kenarında...Paylaşılmamış birçok şey vardır.Unutamaz belki ama geri de dönemezsin ona.
AŞK bu olsa gerek...

Yine o yoldasın.Papatya tarlasının yanından geçen.
V eyine bir papatya milyonlarcasının içinden seni çeker, gidersin yanına.Orda kalakalırsın.O hiç ölmesin diye herşeyi yaparsın.
Tüm gücünle onla olmak istersin. Ondan seni koparacak hiçbir güç olmadığına inanırsın ve orda onunla ölene dek birlikte kalırsın.
SEVGİ bu olsa gerek...
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
22 Mart 2007       Mesaj #467
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
2kalp0kgon8
YÜREĞİMDE SAKLASAM
Sıcağımsın...Bitmezimsin,solmazımsın...Sevgiye seninle başladık..Bir koşudu benim için,sevgiyi tanıma koşusu...Seninle çıktık bu koşuya,seninle tamamlamak isterim....
Sıcaklık deyince sen gelirsin yüreğime..Sen gelirsin gecelerin arasından,soğukların arasından,yüreğim sımsıcık olur..Sen beni ısıtanımsın,yüreğimi sıpsıcacık eden...
Ellerim arayıp da bulduğu,bırakmak istemediğisin..Bedenimin yarısı,kolumun öteki kolusun..Beni saran seven,sevgiyi öğretensin....
Sen olunca varsın karlar yağsın sokaklara her yan buz tutsun...Sen olunca uzaklar uzak olsun sen yakınsın ya...Zorluklar hep beni bulsun.Sen kolayımsın....
Sen gözüm kulağım aklım yüreğimsin...Tıp tıp eden kalbim...Kalbimi her gün gençleştiren kanımsın...Sen benim ilk ve tek sevdiğimsin...
Beni sevginle zenginleştiren,gözlerinle mutlu edensin....
Gözlerinde hüzün görsem,hüzünlenirim...Sözlerinde acı duysam,kırılır,unufak olurum...Yapışmaz yüreğimin parçaları kırılır da kırılır..Kötü eser bir sonbahar yeli,yüreğimi üşütür...
Uzanan sıcacık elin beni umutlara götürür.Kırılan her bir parça yenilenir,kıranlar unutulur.Yeniden yolculuğa çıkılır senin her bir sözünle...
Bilmem sana"umut"desem,"can"desem,"sevgi"desem,"Sevgilim"desem...Ne desem az sana...Senin sevgine"Sıcağımsın"desem...Isıt beni hep sevginle.
Yanımda ol,koru,kolla beni..Sar beni tüm üzüntülere destek ol...
Yanıbaşımda ıl...Her zamanki gibi sen ol...
Sevgim açık kollarım gibi...Seni bekliyor...En güzel sözcükleri söylesem..."Gülücük"desem,"Güven"desem,"Huzur"desem,"Güzellik"desem...Daha ne diyeyim birtanem"Eşim"desem...
Hepsini desem seni tanımlasam...Yüreğime katsam....SAKLASAM...
............................................
Perinur Olgun
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Mart 2007       Mesaj #468
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Nefes İçin


Saat gecenin on biri. Caddede açık olan tek dükkan benimki. Beş tane zenci girdi içeri, Amerikan aksanlı İngilizce konuşan, saç sakal birbirine karışmış, üst baş dökük:

- Merhaba adamım, nasılsın?
- İyidir bayım, ya siz?
- Fena değil, fena değil. Kapadokya'ya tur düzenliyor musunuz?
- Evet.
- Güzel. On kişiyiz ve oraya bir tur istiyoruz.
- Olur bayım, ne zaman gitmek istiyorsunuz?
- En kısa zamanda, yarın olabilir. Değil mi beyler?
- Evet, evet. Yarın gidelim.
- Pekala, yarın akşam başlar, Pazartesi sabahı biter, tüm hizmetler dahil kişi başı 150 dolar.
- Oo iyi fiyat, biz daha pahalı olduğunu düşünüyorduk.
- Grup fiyatı bu bayım.
- Bu iyi. Gerçekten iyi, düşünelim bunu. Bu arada sigarandan bir tane alabilir miyim? Benimki bitmiş.
- Elbette.
- Sağol, sağol. Sen iyi birisin.
- Herkes iyidir bayım.

Bu adamların buraya en az dördüncü gelişi, kim bilir hangi umutla buraya gelmişler ve tıkanmışlar. Geri de dönemiyorlar, daha iyi durumda olan başka bir ülkeye de geçemiyorlar.

Geç saatlerde dükkanı kapatıp giderken onları karıştırdıkları çöplerde buldukları artıkları yerken görüyorum.

Kapadokya turu mu? o sigaranın alt yapısı. Eminim şu anda en yakın köşede sırayla birer nefes çekiyorlar sigaramdan.

Ben ise her gelişlerinde aynı konuşmayı yapıyorum usanmadan. Ta ki bıçağı gırtlağıma dayayıp dükkanı soyacak hale geldikleri güne kadar da yapacağım çünkü her gelişlerinde benim burada yalnız ve etraftaki her yerin kapalı; karınlarının ise çok aç olduğunu bir gün mutlaka fark edecekler. Tıpkı bildiğimi bilip, utanmasınlar diye köşede sigaramı içerlerken onlara bakmadığımı fark ettikleri gibi.

Bu küçük ve masum gibi görünen oyun, taraflardan birine, belki de ikisine de çok pahalıya mal olacak ama sahne, bu dünya ve oyuncular birbirinden çok farklı yaşamlar süren insanlar oldukça, oyunlarımız yaşamımızın kaçınılmaz bir parçası ya da sonu olmaya devam edecek.

Bu kez iyi oynayan kazanmasın.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Mart 2007       Mesaj #469
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bu sabah ea her zamanki gibi işe gitmek için büyük bir keyifle kalkmıştı. Elbiselerini giyerken büyük bir özen gösteriyordu ve herkese gülücükler dağıtıyordu. Hiç olmadık şeylere seviniyordu, onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. İşyerinden içeri girer girmez soluğu onun yanında alıyordu. O mu kim? O abimin ceylan gözlüsü. Saçları sarı, gözleri elaydı, uzun boyluydu, bakışlarında bir dünyanın manası gizliydi, öyle anlamlıydı ki... Minyon tipliydi, gerçekten güzeldi. Konuşurken heyecanlı ve ürkek konuşurdu, çok utangaçtı. En küçük hadisede yüzü kıpkırmızı olurdu. Abim onun yanında saati, zamanı ve ötesini unuturdu. O da abimi severdi ya da ben öyle zannederdim. Birbirlerine bakmaktan iş yapamazlardı, akşam olup paydos olduğunda abim için zor saatler başlardı, yani onsuz saatler. Eve üzgün dönerdi, içeri girer girmez de telefona sarılırdı. “ Ne yapıyorsun bensiz ceylan gözlüm” diye. Daha yeni ayrılmışlardı, bu ne özlem derdim kendi kendime. Durup dururken anneme sarılır öperdi, !
sadece onu mu hepimizi öperdi. Bu aşk olsa gerek derdim kendi kendime. Bu şekilde aylar ayları kovalamıştı. Artık ikiside ilerisini düşünmeye başlamışlardı. Abim askerden gelecek ve annesinden isteyecekti ceylan gözlüsünü. Allahın emri ile deyip bu mutluluğuna hayat boyu devam edecekti. Hep hayaller kurardı, ne güzeldi o zamanlar hayat. Onu mutlu görmek beni daha çok mutlu ederdi. İnsan sevdiği bir insanın mutluluğu için neler feda eder kim bilir? Bir gün annemle tanıştırmaya getirdi ceylan gözlüsünü, annemin elini öperken elleri titriyordu, öyle utanmıştı ki.Artık evimize gelip gidiyordu, ikisi de çok mutluydu...

Derken zamanla kavga etmeye başladılar. Birbirlerini herkeslerden kıskanmaya, sebepsiz yere birbirlerini kırmaya başlamışlardı. “Sen Ahmet’in gözlerine bakarak konuştun”, “sen Leyla’nın ellerinden tuttun” diye sürüp giden bir sürü anlamsız kavga. Abim artık gülmüyordu eskisi gibi, pek de konuşmuyordu kimseyle. Her kavga edişlerinde içten içe eridiğini hisseder olmuştum. Odasına kapanıp saatlerce sessizliğin derinliklerinde, derin düşünceler içine dalıyordu. Son kavgalarında ceylan gözlüsü artık buluşmayalım, seninle biz yapamayacağız deyip abimin bütün hayallerini yıkmıştı. Abim onurlu bir insandı, pek karşı çıkmamış, tamam deyip ilişkilerine noktayı koymuştu. Aslında abim o andan itibaren umutlarına, sevgilerine, hayallerine noktayı koymuştu. Artık hiç görüşmüyorlardı, iş yerinde iki yabancı gibi duruyorlardı. Abim bazen gönlüne engel olamadığında ceylan gözlüsüne bakıp birkaç sitemli söz ediyordu. Ama onu asla rahatsız etmeden, kırmadan, incitmeden uzaktan uzağa yapıyordu bunları. Onu halâ canı gibi seviyordu. Karşılığında ceylan gözlüsü ne yapıyordu? Onu acımasızca yok ediyordu, karşısında günden güne erimesine hiç aldırmıyordu...

Bir hafta sonu, günlerden Cuma idi. Biz abimin eve gelmesini beklerken, o gece eve hiç gelmedi. Gecenin bir yarısında belki onu her zamanki duvarın önünde buluruz umuduyla, annemle yola çıktık. Bu kez orada da yoktu, annem kapılarını çaldı çaresizce. Kapıyı o açtı, annem ağlayarak sordu. Oğlumu gördünüz mü? diye, yanıt daha acımasızdı!. “Burada ne arasın oğlunuz, ben nereden bileyim” oldu. Annem o zaman vah oğlum yazık etmişsin kendine dedi kendi kendine, sessizce. Ana yüreği işte ağlamaya başladı. Annemi evde teselli edemedik o gece. Sabaha karşı bir telefon çaldı, herkes telaş içinde beklerken abim çıktı telefona. “Annem benim dertli annem” diyen ağlamaklı bir ses tonuyla annemle konuşmaya başladı. “Sizi ne kadar üzdüğümü biliyorum, bu aşk kalbime sığmıyor artık, ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette gezinirken uzaktaki akrabalarım yanına gittim, beni merak etme. Birkaç gün içinde dönerim” dedi ve telefonu kapattı. O birkaç gün cehennemin ortasında kalmış gibiydik hepimiz.!
Çaresizce dönüşünü bekledik, hani belki oralar iyi gelecekti ona. Biraz kendine gelmiştir umuduyla bekledik. Birkaç gün sonra çıkıp geldi. Geldiğinde dünyanın en mutlu insanı ben olmuştum. Annem hiçbir şey sormadı, neden çekip gittin bile demedi. Biliyordu halini, hiç üstüne gitmedi. Tek söylediği söz “hoş geldin oğul” oldu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmamızı bize de tembihlemişti. Abim giderek daha çok acı çeker olmuştu. Sebepsiz yere hepimizi kırıyor sonrada odasına çekilip saatlerce ağlıyordu. Ben bazen komiklik yapıp güldürmeye çalışsam da, o hüzünlü gözleriyle yüzüne hafif bir tebessüm kondurup öylece bakıyordu. Artık işe de gitmek istemiyordu. Sabahları zorla kalkar olmuştu, acı çektiği her halinden belliydi, tabi onunla beraber hepimizin acısıydı...

Bir gece televizyonumuz bozulmuştu, “ben tamir ederim” deyip yatmamızı istedi. Hepimiz derin bir uykuya daldığımız sırada annemin ağlayan sesine uyandık. Ben ne olduğunu anlamadan yataktan fırladığımı hatırlıyorum. Soluğu annemin yanında almıştık, bu arada benim iki tane dünya güzeli daha kardeşim vardı. Korkuyla uyku sersemliği karışık ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Sadece annemin “oğlum bunu neden yaptın, bizi de mi hiç düşünmedin” dediğini ve onu sanki küçük bir bebek gibi sevdiğini, saçlarını okşadığını hatırlıyorum. Annemin gözlerinden sicim gibi akan yaşları abimin yüzünü ıslatıyordu. Abim boylu boyunca uzanmış yerde yatıyordu, vücudunda bir titreme vardı. Canımdan çok sevdiğim abimin yerde o halde yatması hafızamda hayatım boyunca silinemeyecek acı bir iz bırakmıştı. O an aşka lanet etmiştim içimden. Küçücük bir not kağıdına bütün hayatını özetlercesine küçücük bir not düşmüştü. “Benim canım anneciğim, oğlun bu dünyada hiçbir şeyi beceremiyor” diye... Televizyonu t!
amir edememişti, tıpkı hayatındaki acıyı tamir edemediği gibi. Annem onu kucağına aldı, o anda abimin gözlerinden dökülen o iki damla yaşı hayatım boyunca unutmayacağım...

Aniden kapı çalındı, gecenin bir yarısı babam kahveden gelmişti. Hemen annem ve babam apar topar taksi çağırıp hastaneye götürdüler. Midesini son anda temizlemişlerdi, ölümün sınırından geri dönmüştü o gün. Tutanak tutan polislere babam çok rica etmiş, “ne olur oğlumun siciline işlemeyin” diye. Çünkü hayatı boyunca boynunda asılı durmasını istememişti. Bu son acı günümüz oldu, o günden sonra abim işten ayrıldı, bir daha ceylan gözlüsünü hiç görmedi. Bir süre daha odasında ağlarken yakaladık onu ama aşkını sessiz bir çığlık gibi yüreğine gömmüştü ve bu garip sevdalı bir daha hiç aşık olmamıştı...


sibel ak
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Mart 2007       Mesaj #470
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
CAN GÜLÜ


"İnsan, çok sevdiğine gülüm der... Analar, babalar; çocuklarına; ilk gülüm der; ak gülüm der, son gülüm der… En çok sevdiğine ise; can gülüm diye seslenir…" Canının gülü, gülünün canı bilir onu…

"Gül fidanı, esansını, usaresini, güneş batınca çiçeğine doğru yönlendirir. Güneş doğarken ise gövdesine doğru çeker ve en yoğun esans ve koku, en yüksekteki goncaya gider. Bu en yüksekteki gonca, 'can gülü'dür. Onun için, gül fidanının en tepesindeki gonca, koparılmaz." Can gülüne dokunulmaz.

Bilen dokunmaz, seven koparmaz, koparttırmaz da… Hayat, bazen de tüm acımasızlığıyla gelir, dokunur, koparmak ister…
Üniforma egemenliğindeki karanlık koridorlarda, hücrelerde, kaç güneşin söndürüldüğünü, apoletler emriyle kaç ayın kesilip yıldız yapıldığına tanık oldu da; yüreğindeki güneşe dokunulması bir başka acıydı, dayanılmaz sızıydı!... Can gülüne el uzatılması tanımlanamaz bir vicdansızlıktı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu.
Ejderhalarla boğuştu daha çocuk yaşta… Gençliğini yaşayamadan , jandarma takibi, polis kuşatmasında buldu kendini. 8 yıllık kaçak günleri, açlık, kör hücrelerin sessizliği, bakımsızlık; kronik bronşiti başına musallat etti. Yaşadığı ihanetler kor gibi dağladı da ciğerini, kızılcık şerbeti içtim dedi, hiç yakınmadı… Can gülüne dokunulmasına dayanamazdı. Bu acı, bir insana nasıl reva görülürdü?

Her insanın kendi beyninde biçim verdiği, aralıksız duyumsadığı, yüreğinde hissettiği, koruduğu ve bazen önyargı haline getirdiği; etkisi, büyüklüğü, yakıcılığı ve yoğunluğu her insana göre farklı şekillenen duyguları olur. Buna bazen sevgi denir de, duyulan sevgilerin şiddeti, ağırlığı, hacmi hep değişir. En âfatı, en dayanılmazı can gülüne ayrılır sevginin.

Bir olay sırasında kendi bedenin üç katındaki işkencecinin elinden adam aldı. Hakim, bir adam alana baktı, bir de adamı elinden kaptırana: “Bu mu, senin elinden adam kurtardı; bu mu?” diye seslendi yargıç işkenceciye şaşkınlıklar içinde…Yargıca göre bu nasıl yürekti, bu ne inançtı…

O yürek, o inanç, o umut, en gerekli olduğu zamanda işe yaramazsa kahreder insanı işte… O kahır, hastane önündeki incir ağacına yönelir kimi zaman. Bazen de, baştabibin ölümden acı gelişine…

"Çocuklarını çok sevdi. Her yaşta onları öptü, kokladı, sardı. İncinmesin diye kelebeğe dokunur gibi dokundu. Beyaz bir kelebeğin ellerindeki sarı gül polenine vurgun olmanın tadını gelecekte de yaşayabilmek istedi hep. Gülüşünü, umut; şefkatini enerji; göğsünü siper; bedenini paspas yaptı." İncinmesin benim “can gülüm” diye.

Çok da inançlı olmamasına karşın,, yakardı “can gülü”nün saçının bir tek teline zarar gelmesin diye. Bu lanet hastalık, neden "can gülü"nü seçmişti.

Başkaları için; hiç tanımadığı, adını duymadığı insanlar için verdi yıllarını. Kaçak günlerinde çektiği sıkıntılar, yoksulluklar, inlemeler de neydi ki… Çoktan unutturmuştu “can gülü”nün bir tek gülüşü, o yılları.

Yeni kurmuştu, tırnaklarıyla kazarak, mutluluğa el uzatan yaşamı.

Çaresizliğindendi suskunluğu. Kimi zaman, söz yaralar insanı da. Susmalar, bir vuruşta öldürür bazen. Bu suskunluktu, onu yıkan… Neden diyordu, neden?. Neden ben değil de can gülüm?
Ne pahasına olursa olsun uğurlayamazdı can gülünü, zamanın sonsuzluğuna… Her yara kabuk bağlar da bu yara başka, hiç geçmez. Akıl oynatan sancılar, sızıya dönüşür. Hiç dinmez bir sızıya…

Yaşamından biriktirdiği en çarpıcı ders, umuttu, mücadeleydi. O umut, o mücadele hiç bitmeyecekti. Hem, can gülü de direnecekti, kendisine uzanan acımasız ellere.
Öyleyse direneceklerdi birlikte; tıpkı çocuk yaşlarında, gençliğinin imkansızlıklarında, hayata ve baş edilemez denen güçlere direndiği gibi…

O’nun, can gülüyle yaşayacağı, paylaşacağı daha çok şeyler vardı. Uzattı elini can gülüne, “Haydi bi tanem kalk. Hayat bizi bekliyor” dedi. Can gülü, hasta yatağından kalktı, el ele tutuştular, yeniden merhaba dediler yaşama. Onları bekleyen yaşanmamış mutluluklara yürüdüler birlikte…

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat