Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 54

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.639 Cevap: 1.812
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
31 Mart 2007       Mesaj #531
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar
ÖLMEYEN SEVGİ



Genç adam kollarında bir buket çiçek, sahile koşarak geldi. Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı.
Ellerinde yine her zamanki çiçeklerden vardı.
Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızısı güller...
Sanki dalından yeni koparılmış gibi
tazeydiler. Buram buram sevgi kokuyor,
aşk kokuyor en önemlisi de
özlem ve hasret kokuyordu güller...




Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi,
"Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi. Az sonra sevdiğini
göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse,
onunla buluşacağını hayal etse
kalbi hep böyle yerinden çıkacakmış
gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerinde rağmen ikisi de
sevgisinden hiç birşey kaybetmemişti.
Onları hiç birşey ayıramazdı... Ne hasret,
ne ayrılık, ne de ölüm...




Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği
yine 1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o,
sevdiğini bekletmemek için dakikalarca
önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Oysa o, her zaman kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru
olurmuş diye düşündü. Ve gözlerini
önündeki uçsuz bucaksız denize dikti...




Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği
kıza olan aşkı gibi denizin de sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu... Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi
aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonra da gidip
2 tane yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari, onu bekletmemeliydi. Ama
alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hâlâ yaşlı idi.
Bir türlü anlamıyordu onları. Herşey bu
kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?
İşte az sonra sevdiği gelecek, ona
sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe
ilk adımlarını atacaklardı. Genç adam
öyle heyecanlıydı ki, sevdiğine
kavuşmak için can atıyordu...




Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp,
uçuşan martılara... Ne kadar güzel dansediyorlardı havada.
Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi
yine geç kalmıştı, hem de çok... Bu kadar
geç kalmaması gerekiyordu.




İşte hergün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara
anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine
söz vermiyorlar mıydı ? O zaman neden gelmemişti yine ?? Aklına kötü
düşünceler gelmeye başladı. Hayır! Hayır, olamazdı. Sevdiğine birşey olamazdı.
Onsuz hayat yaşanmazdı ki...
O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun
düşüncesi bile hoş değildi.
Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını
kimsenin görmesini istemiyordu.
Zaten nedense etrafındaki insanlar
ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı.
Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına...



Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu
dedi. 7 senedir hergün bu sahildeydi. Sevdiğini bekliyordu. Daha fazla
dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden bir damla yaş
daha güllerin üzerine damladı. Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun
evine gideyim diye mırıldandı...
Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi
yanına koyar, ona vermiş olurdu...
Genç adam ayağa kalktı, sevdiğiyle
buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki
kabristana doğru yürümeye başladı...



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Mart 2007       Mesaj #532
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ağlatan istanbul

Sponsorlu Bağlantılar

Hani kırklı ellili yıllar hatta atmışlar. Yedi Tepe olan İstanbul`da bir tepeden bakınca diğerleri selam verirdi. Ah İstanbul, sana ağladım! Vapurlar sınıflara ayılmış bindiğiniz zaman. Centilmen beyler, kibar hanımlar bir birini selamlardı. Şimdiki gibi balık istifi, ter kokusu, insani boğmazdı. Ağladım İstanbul!
Pazarcılar kibar, fileni doldurup eline verirdi. Şimdi ki gibi - aman alma, ne istersen – demezdi, bağırmazdı. Ah İstanbul ağladım sana! Sokak simitçimiz nazik bir dille: - akşam simidi, açma çatal - diye bağırmak yerine seslenirdi. Yoğurtcu elinde çani, - yoğurt - der uyuyanları ve bebekleri düşünerek sessizce çanini itina ile sallardı. Elli atmış yıllarında. Gece bozacı sessiz ve kibar seslenirdi. Çağırdığın zaman kibarca gelir ve ikramda bulunurdu. Turfanda sebze çıkınca mahallenin manavı haber verirdi. Ne istersiniz, ne göndereyim derdi?

Ya ramazanlarda ki coşkular, ezanlar, gezilen camiler, türbeler?

Simdi hepsi batıl inanç olmuş, insanlarda nerede o eski hazlar?

Sizde pişip verilen aşlar, selamlaşan aciyı tatlıyı paylaşan insanlar. Ağldım İstanbul.

Bu günlerde apartmanlara kamyon ile hırsızlığa geliniyor. Taşındılar herhalde deyip soran olmuyor. Çıkan cenaze neyin nesi kim denmiyor? Ağladım İstanbul.
Rıhtımların anlamli, çok güzeldi. Sinamaya, tıyatroya gidenler, özenle giyinir ve seçkın bir topluluk olarak o kültürü yaşardılar.

Ah İstanbul ağladım. Bostanlardan taze sebze toplayıp almak ne hoştu, pilajları ne güzeldi, deniz sanki içilesi gibi temizdi. Kazayla denize bir şey düşürülse alınmaya çalışılırdı. O halde kim kirlatti benim istanbulu mu? Ağladım İstanbul. Hafta sonları ada gezileri yada boğazda yenilen balıklar. Ah İstanbul ağladım. Gazinolari, ne de seçkın insanlarla dolar, haftalar önce yerler ayrılırdı hazırlanılırdı.

Ya tranvaylar? Ne hoştu onların sesi. Kadiköy Üsküdar hattı, Şemsi paşadaki luna park. Unutulur mu bu haz? Ah istanbul ağladım.
Beşiktaş, Ortaköy, Bebek, Sarıyer… Doyulur mu? Ya Emirgan Korusu?

Içlen çay, Çamlıca’da fayton sefasi, Kanlıca’da yenilen yoğurtlar.
Ah İstanbul ağladım. - Çengel Köy bunlar - diyen esnaf ne de guruluydu salatalıkları için. Şaşkınbakkalda ki Idris’in lahmacunu değışilir mi bu tat hamburgerle? Ama öyle oldu… Deşidik, biz kirlettik, biz değiştirdik, ayni kalamazdi zaten olamazdi. Biz hakettik ağlamayi…

Ah İstanbul ağladım. Turşuları, Kapalı çarşisi, Misir çarşisi.

Girişi mis gibi kokan yüz yillık Ethem Efendi kahvesi.
Ne derler? Bir fincan kahvenin kırk yıllaık hatırı…
Ah İstanbul ağladım. Senin hatirina yillarimi saydim…

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #533
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
İstabuL Hikayesi

İstanbul'da 1800'lü yıllar... O zamanın ünlü kabadayılarından Ustura Kemal ve arkadaşları, Karacaahmet Mezarlığı'nın karşısında bi evin bahçesinde çilingir sofrası kurmuşlar. İçki masası muhabbeti tüm hızıyla devam ederken laf dönüp dolaşıp mezarlık ve ölü konusuna gelmiş. İçinde zırnık Allah korkusu ve vicdan bulunmadığını iddia ettiği için lakabı Allahsız Osman olan bir kabadayı, "Ulan ölü ne ki be?! Sen sağ olanlardan kork, ölüden kimseye zarar gelmez" demiş. Ustura Kemal da muhabbeti koyulaştırmak için, "Ulan Osman, madem ölüden korkmuyosun, gel şunu iyiden iyiye ispatla bize" diye dalga geçmiş.

Allahsız Osman bunu nasıl yapacağını sorunca, Ustura Kemal, "Aha şu karşıdaki Karacaahmet mezarlığını görüyosun. Madem Allah'a inanmaz ve ölüden korkmazsın, bu gece 12'de mezarlığa girip sana vereceğimiz kazığı mezarlığa içinde bi yere çak. Sabah biz gidip, kazığın orada olup olmadığına bakarız. Eğer orada bi kazık varsa seni takdir ederiz" demiş. Allahsız Osman aslında, gece mezarlığa girmek bi yana, yanından geçerken bile türkü söyleyen bi adammış. Ama yiğitliğe leke süremeyeceğinden, "Peki ama siz de benimle gece gelip, mezarlık çıkışında bekleyeceksiniz" demiş. Zaten bu konuşmalar akşam saatlerinde yapılıyomuş, gece yarısı kalkıp Karacaahmet Mezarlığı'na gitmişler.

Osman, gece karanlığında mezarlığın büyük kapısından içeri girmiş. Herkesin Allahsız Osman olarak bildiği o cesur (!) kabadayı, mezarlığın içinde salavatlar getirerek bi elinde kazık, bi elinde çekiç ilerlemiş. Bi mezarın yanına geldiğinde alelacele eğilip kazığı yere çakmış. Korktuğu için de hemen or'dan uzaklaşmak istemiş. Ama bi'şey, giydiği setrenin, (o zamanlar erkeklerin giydiği uzunca eteği olan bi tür giysi) ucundan tutmuş. Allahsız Osman vargücüyle, "İmdaaat! Ulan yardım edin. Ölü beni tutuyooo" diye feryat etmiş ama kendinden epey uzakta olan arkadaşlarına sesini duyuramamış. Bağıra çağıra mezarın üzerine yığılıp, kalp krizinden oracıkta ruhunu teslim etmiş.

Uzunca bir süredir mezarlığın dışında bekleyen arkadaşları, Allahsız Osman'ın kendilerine oyun oynayıp, mezarlığın öteki kapısından çıktığını düşünüp dağılmışlar. Ertesi sabah ise, Ustura Kemal ve arkadaşları kazığın çakılı olup olmadığına kontrol için Karacaahmet Mezarlığı'na gelmiş. Bi bakmışlar ki, Allahsız Osman, kazıkla beraber setresinin ucunu toprağa çakmış durumda, bi mezarın üzerinde cansız yatıyomuş.
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #534
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Giderken beni de götürür müsün..?

pelin onay


Kendini çaresiz, yorgun ve yalnız hissediyordu. Yanına oturduğu yatağın üstüne kapattı yüzünü. Bir elin omzunu tutup, onu kaldırmasını ve sarılmasını diledi. İmkansızı diledi yani...



“ Kimsin sen?..!”

diye bağırdı aynadaki yüzünü seyrederken. Saçları dağınık, gözleri ise ağlamaktan şişmiş ve hala nemliydi. Sorduğu soruya bir cevap beklermiş gibi baktı aynadaki aksine. Sessizlik onu daha da sinirlendirmişti sanki. Sigarasından bir nefes çekti. Parmakları titriyordu. Bir cevap gelmeyeceğini anladığında, ayakları onu daha fazla taşıyamadı ve yere çöktü.

Bir şeyler aradığını ispatlarcasına etrafa saçılmıştı, bütün albümler ve resimler. Tozlu fotoğrafların içinden sırıtan yüzler dalga geçer gibi ve anlamlı bir ifadeyle bakıyorlardı. Onlarla yüz yüze gelmemeye çalıştı. Yanında duran bira şişesine gitti eli. Boşalmıştı. İçindeki bir yudum sadece dudaklarına hafif bir ıslaklık vermeye yetmişti. Ne çabuk bitiyor bu meret, diyerek sinirle fırlattı şişeyi. Yeni bir tane almak için ayağa kalkmaya çalıştı, beceremedi. Seslenecek kimse yoktu yanında, sorusuna cevap verebilecek kimse olmadığı gibi. Tekrar resimlere daldı gözleri. Çocukluğunun masum ve endişesiz gülüşlerinde kaybolmak istedi. Kucağındaki oyuncaklarla ne kadar da güzel görünüyordu. Saçları lüle lüleydi. Mutlu görünüyordu...mutluydu. Yirmi yıl, evet, yirmi yıl aşkın zaman geçmişti üstünden. Ne saçlarında lülesi, ne de yüzündeki mutluluk ifadesi kalmıştı. Gözlerindeki zaten hiç kurumamış olan yaşlar, yeniden süzülmeye başladı. Kendini çaresiz, yorgun ve yalnız hissediyordu. Yanına oturduğu yatağın üstüne kapattı yüzünü. Bir elin omzunu tutup, onu kaldırmasını ve sarılmasını diledi. İmkansızı diledi yani. Uzun zamandır kimseye yüreğiyle beraber sarılmamıştı. İstemediğinden değil, istemişti..çok istemişti. Ama tek kişinin istemesi yeterli olmuyordu. Bu bir isyandı. Vakti çoktan gelmiş olan ama hep ertelenen bir isyan..! Bir yerlerde bir yanlış vardı ama nerde? Kimdi gerçekten? Aynadaki yüz ona ait değildi. Sorunlara, acılara hep direnmişti. Çoğu zaman kendini unutup başkalarına koşar, onların problemlerini çözmeye çalışırdı. Ya şimdi..? Kim kendini unutup ona koşuyordu? Telefonu bile çalmıyordu artık. Tam bunu düşündüğü anda, yanında bir yerlerde duran telefonun, sesini duyurmak istercesine çaldığını farketti. Kimseyle konuşacak durumda değildi ama belki duyacağı bir ses onu rahatlatabilirdi.

-Efendim?
-Selam, naber?
-İyi, ya sen?
-Sesin kötü geliyor, ne oldu?
-Yok bir şey, iyiyim.
-İyi değilsin,bir şey mi oldu?
-Evet yalan söyledim,iyi değilim ve kötüyüm. Şimdi
oldu mu?
-Sakin ol ve boşver. Her şey yoluna girer. Hadi dışarı
çık.Arkadaşlarla içeceğiz, iyi gelir.
-Kapatmak zorundayım, başka zaman.


Sinirle kapattı telefonu ve odanın bir ucuna fırlattı. Boşver! Ne demekti boşver ? Boşvermek bu kadar kolay mıydı? Laf olsun diye sorulan bütün sorulardan nefret ediyordu. Öyleyse, neyin var diye sormasın kimse. Ne çabuk unutmuştu dürüst olmanın aslında kaybetmek olduğunu. Bana lotodan milyarlar çıktı deseydi, iki dakika sonra evinin zili çalar, herkes ona sarılırdı. Ama milyarlar çıkmamıştı, kötüydü ve kendini kötü hisseden bir insanla kimse konuşmak istemiyordu. “Ben galiba enayiyim” diye düşündü. Birinin sesinin kötü çıktığını duyduğunda, ne oldu diye sormadan yanına giderdi. Uzun otobüs yolculukları bile yaptığı olmuştu. Evet, evet bir yerde bir yanlış vardı. Bütün gücünü toplayıp buzdolabına doğru yalpalayarak yürüdü. Birkaç denemeden sonra açabildi biranın kapağını. Odasına geri döndüğünde, yine aynı yere çöktü. Müzik sesi durmuştu, kaseti ters çevirdi. Çalan her şarkıda kendinden bir parça buluyordu. Sevmeyi özlediğini farketti. Özlediği onca şey içinde, en çok farkedilen buydu. Onca verdiği halde, insanlar aldıklarıyla çekip gidiyordu. Terkeden o oluyordu aslında. Çünkü verdiği kadarını alamıyordu. Verebileceği, yüreğinin bir köşesinde, el değmemiş güzel bir sevgi bıraktığını biliyordu. Ondan alınıp, onun verdiklerinin dışında bir şeyler kalmıştı. Artık korkuyordu. Onun gibi bir insan sevgiden nasıl korkabilirdi ama korkuyordu işte. Yatağın başucunda duran, çerçeve içindeki resimlere takıldı gözleri. Bir daha severse, sevilirse eğer, bir aile istiyordu. Annesi ve babası, düğün günlerindeki fotoğraflarında ne kadar da mutlu görünüyordu. Eğer bir gün o da bir anne olursa, çocukları bu aile ortamını hep yaşasın istiyordu. Babasını özlediğini düşündü. Çocukları babasını özlememeliydi. Anne olmak mı? “Heyy, annelik bana yakışır!” diye aklından geçirirken, tatlı bir gülümseyişin, o yaşlı gözlerine oturduğunu hissetti. Anne olmak? Çocukları seviyordu ama yine aynı cevap; tek kişinin istemesi yeterli olmuyor. Erkekler korkaktı onun gözünde. Sevilmekten korkuyorlardı, hatta sevmekten! Ne zaman, ne istediğini bilen bir adamla karşılaşacaktı? Hınzırca gülümsedi birasından bir yudum alırken, galiba asla, dercesine..

Kısa bir süre boşluğa dalıp gitti düşünceleri. Gözlerini kapatıp, ara sıra, hiç olmadık zamanlarda onu ziyaret eden hayalin, tekrar gelip ona ulaşmasını bekledi. Garip bir şeydi bu. Garip mi...belki ama çok da değil. Ona ait bir rüyanın içinde mi yoksa duyduğu bir konuşmada mı ya da okuduğu bir hikayenin arasında mı vardı, hiç bilemedi. Belki de gerçekti..Hiç olmadık bir zamanda gelir ve yanına otururdu. Önce saçlarını çözer ve okşardı. İçinin ısındığını ve garip bir haz duyduğunu hissederdi. Yüzünü çevirip bakmaya korkardı. Sanki her şey daha önce tasarlanmış ve konuşulmuş gibi sırayla ve olması gerektiği gibi gerçekleşirdi. Parmakları saçlarından boynuna doğru kayardı. Vücudunun titrediğini ve dirileştiğini inkar etmek isterdi her seferinde ama hiç bir işe yaramazdı. Hep aynı zamanda gözlerini kapatmasını isterdi. Nedenini sormadan hep kapatıyordu zaten. Yüzünü avuçlarının içine alarak kendi yüzüne doğru çevirirdi. Bir sıcaklık yayılırdı ve yüzünün onun elleri arasında ufalanıp gittiğini sanırdı. Gözlerini açsa, kim olduğunu görebilecekti ama o anın kaybolmasını istemedi asla. Öyle yavaş ve yumuşak dokunurdu ki, durduğu yerde bayılacakmış gibi olurdu. Nefesinin giderek yaklaştığını, çok hoş bir kokunun bir anda yüzünü kaplamasından anlardı. Bir şeyler söylemek isterdi ama hiçbir zaman konuşmasına izin vermezdi. Dudaklarına bir öpüş kondurduğunu, nefes alış verişlerinin hızlanmasından anlardı. Onun da teninde ateş gibi bir sıcaklık oluştuğunu hissederdi. Kendini bırakırdı, ne olacaksa olsun gibilerinden. Tam bu esnada birden dururdu. Ve hep aynı diyalog yaşanırdı:

-Ne oldu?
-Buraya kadar.
-Nasıl yani, burada bitemez ki.
-Ben senin hayalinim. Beni hayal ettin ve geldim. Ama
ne yapmam gerektiğini buraya kadar hayal etmiştin,
bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum.

Gözlerini açardı korkarak...belirsiz hatta kim olduğu anlaşılmayan bir yüz..yüzünü seçemezdi. Elleri ve vücudu vardı ama kim? Onu gerçekten kendisi mi çağırırdı yoksa kendi yarattığı bir hayal miydi..? Eğer öyleyse neden hiç devamını hayal etmiyordu?

-Gitme!
-Gitmek zorundayım. Bundan sonra ne yapacağımı
bilmiyorum, bilmiyo...bilmi...

Ses kaybolurdu. Evet, hayalinde böyle bir adam vardı ama onu gerçekten kendisi mi çağırıyordu, buna inanmalı mıydı.? Peki yeniden gelir miydi..bunu her seferinde sorardı. O gizem elbet bir yerlerde yaşıyordu ve onu o kadar içten ve yürekten çağırıyordu ki, her seferinde hiç zorlanmadan kendisini buluyordu. “ Biliyorum, bir yerlerde yaşamaya devam ediyor” diye düşündü. Yüzünün neye benzediğini bilmiyordu, Eğer yeniden gelirse, kokusundan ve dokunuşlarından tanıyacaktı onu. Belki bir yerlerde çağırılmayı bekliyordu..

“Nerdesin, nerede yaşıyorsun?” diye sordu sessizce. Gelmiyordu ne zamandır.

Ağlamayı kesti. Gülümsüyordu. Kimsin sen sorusu kendiliğinden cevabını bulmuştu. O bir gönül kadınıydı. Sevgi yoksa yaşaması zordu. Ayağa kalktı. Banyoya gidip, duşun altına girdi. Dakikalarca suyu kapatmadan ve gülümseyerek şarkılar söyledi. Saçlarını kuruladı, taradı ve topladı. Makyajını yaparken elleri titremiyordu. Siyah bir elbise giydi. Siyah, dekolte bir elbise. Siyah ona yakışıyordu. Müziğin sesini daha da açtı, gözleri parladı ve nihayet aynadaki yüz sorduğu soruya cevap verdi:

“İşte! Bu sensin...!”

Güzel görünüyordu, kendisini beğenmesine şaşırdı. Çok hoş bir şarkı çalıyordu, gözlerini kapattı ve seslendi:

“İşte buradayım ve sonuna kadar hayal ediyorum. Nerede yaşıyorsan gel. Tanıt bana artık kendini, bak hazırım! Ama önce şu soruma cevap ver;

Giderken, beni de götürür müsün?”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #535
arwen - avatarı
Ziyaretçi
GİDİYORSUN


Gidiyorsun, bir hoşça kal demeden. Anılarımı bile bırakmadan… Gözlerimdeki buğuya bile bakmadan gidiyorsun. Tamam, sen git madem. Ama yaşanılanları çok görme bana. Her anı bana bırak,senin ihtiyacın olmayacak onlara nasılsa…
Sen yeni bir yaşamda, yeni sevgilinle, yeni umutlarla yaşayacaksın. Oysa ben hep sende olacağım. Sen olmasan bile ben hep senin olacağım. Senden telefon gelmeyeceğini bile bile telefon başında sabahlayacağım belki de… Seni hayalinle yaşayacağım bu dört duvar içinde. Senle konuştuğumu gören herkes şizofren zannedecek beni. Acıyacaklar halime. Herkes seni suçlayacak, beni bıraktığın için. Ama beni de suçlayacaklar, senden bir türlü vazgeçemediğim için. Seni hala bu derece sevebildiğim için…
Giderken kokunu bırak evimde, tenimde dokunuşun kalsın. Fotoğrafını da alma, komidinin üzerinde kalsın. Her ağlayışımda fotoğrafına özlemimi, aşkımı anlatayım. Duvarlar üzerime geldiği zaman seni hissedeyim yanımda geçer sıkıntım…
Şizofren bir sevgiliyim artık. Yokluğunda senle konuşan, senle yaşamaya devam eden… Sönmüş hayatına yokluğunla devam eden şizofren bir aşığım artık… Seninle gülen gözlerim yokluğunda sana gülmeye devam edecek… Ve sana yazmaya….
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #536
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kına Yak!

Zerrin OKTAY
p 0276 o
Değerli okurlarım, uzunca bir aradan sonra işte yine karşınızdayım. Bu kadar zamandır boş durmayıp oldukça ciddiyetli ve de tumturaklı araştırmalar yapmış bulunmaktayım. Bugünkü konumuz: Köy gelenekleri...

Başlık parası, kına gecesi derken kına konusunda bugüne kadar yeterince aydınlatıcı bir araştırmanın yapılmamış olduğu dikkatimi çekti ve hemen kolları sıvayıp kına yakma töresini her zamanki gibi kendi üzerimde gerçekleştirdim. (Not: Kendiniz de denemek isterseniz, kolları sıvamadan işe başlamamanızı öneririm!)

***

Araştırmalarım esnasında evde (kilerde üstelik) bulduğum bir paket kınayı alıp evvela güzelce kokladım. Koklamadan ne olduğunu, doğrusu biraz zor anlardım. En son gördüğüm kınadan sonra o kadar uzun bir zaman geçti ki... "Neden", dedim kendime, "neden daha önce aklıma gelmedi?" Oysa ne güzeldir köy kızlarının kınalı elleri... Sonra anladım nedenini: Tabi ya, işyerine kınalı ellerle gidemezdim ki?

Artık emekli olduğuma göre ellerime kına yakmamın bir sakıncası kalmamıştı. EY ÖZGÜRLÜK! Annemden aldığım tarife göre kınayı bir kaba boşalttım. Üzerine ısınmış çay (Çay dediysem, Lipton Yellow Lable değil tabi!), ısırgan otu, taze ceviz yaprağı, bir yumurta (gerçi yumurta saçları beslermiş ama olsun, ellere de mutlaka bir faydası dokunacaktır), biraz badem yağı (bu da saç için sanki ya neyse...) ve ılık su ekledim. Ortaya evlere şenlik bir bulamaç çıktı. Kahverengiden siyaha kaçan, yoğun kokulu, pütürlü, nahoş görünüşlü bir bulamaç... O bulamacı ellerime sürmesi için kızımdan yardım istedim. (Not: Bu işi yaparken kolları sıvadıktan sonra bir de asistan edinmek gerekiyor – gösterişli olması şart değil, yaşı da hiç önemli değil.)

Kızım bulamacı düzgün bir şekilde (yani yusyuvarlak) avuç içlerime sürdükten sonra eline sarmış olduğu poşeti çıkarmadan, dikkatlice üzerini örttü. (Örtü olarak bir parça muşamba kullanılabilir ama ille de töreye uygun olacaksa o zaman marul yaprağı, ceviz yaprağı veya başka bir yaprak da kullanılabilir.) Üzeri örtülü kınalı eller birer tülbentle iyice sarılıp sarmalanır. Sonra epey sıkıcı bir süreç başlıyor: Beklemek! Bilim adamları bir buçuk saat yeterli diyor ama töreye göre geceden yakılan kına ertesi sabah yıkanıyor. Ben bilim adam-larını dinledim çünkü saat henüz öğle vaktini gösteriyordu. Beklerken açıkta kalan parmak uçlarımı ustalıkla kullanarak sigara bile içtim. Gerçi sigara içmek övünülecek bir konu değil ama kolaysa buyurun, siz o ellerle çakmak kullanın da görelim!

Neyse efendim, lafı uzatmayalım, bir buçuk saat bekledikten sonra büyük bir heyecanla lavaboya koştum. Ellerimi yıkarken gerçekten de kendimi köy yerindeymişim gibi hissettim. Şimdi gelelim bu araştırmanın sonuçlarına:

1. Gün: "Ne kadar güzel... Bakalım kınalı eller klavyeye yakışacak mı?"
2. Gün: "Keşke sigara içmeseydim. Kına her yana bulaşmış. Hiç şık değil!"
3. Gün: "Aman Tanrım! Dışarı çıkmam gerek. Ne olacak şimdi? Keşke kınayı ayaklarıma yaksaydım. Hiç değilse çorap giyerdim. Bu sıcakta eldivenle dolaşamam ki..."
4. Gün: "Kahretsin! Tentürdiyot gibi yapıştı ellerime zıkkım şey!"
5. Gün: "Çamaşır suyuna batırsam da mı ovalasam, ne etsem, nerelere sığsam?"


NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #537
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Seni ne çok sevdim ben

Ne çok gözyaşı döktüm senin için. Geceleri sen yatağında meleklerin kanatlarıyla uçarken ben penceremin önünde senin rüyana girmek için dua ederdim. Bir bakışına, bir dudak kıvrımında titreşen gülüşüne ulaşmak için dünyanın bütün çiçeklerini önüne sererdim.
Şiirler, şarkılar, sevgiler içimde tutuşan bir ateş, onun yangınında senin için kül kesildim. Ağır hastalar geceyi zor geçirir. Sabahı bekler kırgın yürekler, hasta umutlar, yalnız ruhlar. Yalnızdı gecelerim. Hastaydı gecelerim. Kan kaybından giden bir yaralı gibi umarsızdı gecelerim. Bir uçurumun kenarına beni taşıyan karabasandı gecelerim.
Adına yalnızlık dedim. Sensizlik dedim.. Sen beni bilmedin, beni tanımadın, beni sevmedin.. Bu bir ölümdü, bu bir fermandı .. Bıçak kesmez artık beni, ip asmaz, çeküller yüreğimi taşımaz. Yaşamak mümkün değil, yalnızlık karanlık kapılarıyla üstüme kapandı. Amansız acılar içindeyim.
Ey Sevdiğim.. Ben seni ne çok sevdim. Dünya bildi, bir sen bilmedin. Yalnızlığın diğer adı aşka karşılık almamaktır. Kaçılamayacak kadar yakın, tutulamayacak kadar uzak bir yerdesin..
Benim aşkıma yalnızlık kucak açtı. Senin yokluğuna dokundum, içim yandı. Odamın çıldırtan sessizliğinde sana seslendim. Yankısı döndü dolaştı, senin kapıların bana kapalı. Kendi sesim yine bana ulaştı. Anladım ki beni hiç duymayacaksın.

Sana sitem edemem. Sana kırılamam. Bir tek dileğim var senden, son bir tek isteğim. O da MUTLU OLMAN.

MUTLU OL SEVDİĞİM.. BİRİCİĞİM.. AŞKIM. NEREYE, KİME GİDERSEN GİT YETER Kİ SEN MUTLU OL...
iblis1907 - avatarı
iblis1907
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #538
iblis1907 - avatarı
Ziyaretçi
lisedeyim...onu ilk gördüğümde hiçbişi hissetmedim,o da... hatta yeğenime benzettim öle tanıştık.aynı sınıftaydik ve bütün arkadaşlarım ona aşıktı kimseyle olmadığım kadar yakındım ona.hatta balım derdi bana.bi gün bana gelip o seni sevio dedi en yakın arkadaşım.istemedim neden bilmiorum,küstü bnmle...yaza girmeden barıştık.
yaz tatili;her akşam konuştuk.bi akşam bana hayatımda duymak isteyeceğim son
şeyi söyledi...aşıktı.yıkıldım,beni hiç sevmemiş ddim.kendimi avuttum.
ikinci sene;herşey aynıydı,benim kırık kalbim dışında herşey...o kızdan ayrıldı.kalbi kırıldı ama yanımda sen varsın ddi.tam herşey güzeldi derken...hiç beklemediğim bişey oldu en yakın arkadaşım ona aşık oldu bnm onu deli gibi sevdiğimi bile bile...hep kendini suçlu hissettiğini söyledi,kalbim artık yoruldu bırakıyorum ddim uzaklaştın onlardan...
iki hafta sonra çıkmaya başladılar...onları öle görmemek için dışarı bile çıkmadım günlerce okulda.bana nasıl böyle bi kazık atmışlardı anlamadım daha sene başında beni onunla aramızı yapmaya çalışan kıza ne olmuştu???
bir hafta sonra tenefüste yalnızdım geldi nie böyle davrandığımı sordu kızdım bağırdım onu ne kadar sevdiğimi haykırdım hiçbişi demedi gitti.ayrılmışlar seni sevemem ben başkasını seviyorum demiş arkadaşıma...
bir ay geçti aradan;onu hala seviyorum o da bni... ama artık çıkamayız çünkü arkadaşımın bana yaptığını yapamam bn...çünkü onu da en az aşkım kadar seviyorum ama olsun aşık olduğunuz kişiden karşılık bulmakta en az çıkmak kadar güzel bişey!yinede içimizde bişiler hala kırık üçümüzünde!!!



Fatih TANRIVERDİ...
€c€m - avatarı
€c€m
Ziyaretçi
1 Nisan 2007       Mesaj #539
€c€m - avatarı
Ziyaretçi
Dünya küçük, a$kın büyük…

Centered  aloneBir gece yarısı… Derin sessizliğin tam ortası. Bir kalp çıtırtısı yankılandı boş sokaklarda. Giden gitmeyi bilmiyor; kalanın acı çekmeyi bildiği kadar. Gitmenin de bir yolu yordamı var; acıtmadan gideceksin gideceksen… Kalplere hasar vermeden, kimseden ah almadan, kimsenin yolunu kapamadan… Ama ikimiz de biliyoruz ki; ayrılıklar kalpler kırılmadan olmuyor*…
Bekleme dedi; ne zaman döneceğim belli olmaz. Sen hayatına devam et, benim için hiçbir şeyi erteleme.
Böyle bir anda dökülüverdi cümleler ağzından; ben her kelimenin altında içten söylenmediğini kanıtlayabilecek birşeyler aradım durdum. Neden sorusuna cevap bulamadığım gibi bunu da bulamadım işte. O an dünya öyle boştu ki; sanki bir hortum, o ve benden başka herşeyi, herkesi içine çekmişti. Öyle boşlukta duruyorduk; ben ona bakıyordum son bir kez gözlerimin içine bakmasını bekleyerek, o yıldızlara bakıyordu; yarın hava açık olacak… Havanın da senin de canın cehenneme diye bağırdım içimden. Hep yaptığım gibi. Artık uzatmanın, orda birkaç dakika daha fazla geçirmenin bir anlamı yoktu. Nedeni bilmediğim bir yabancılık yerleşmişti gözlerine, sanki az sonra gaza basacak ve birkaç saniye içinde artık bilmem kaç km’ye ulaşacak bir hızla hayatımdan çıkacaktı. Nitekim öyle oldu. Artık gitmem lazım, istersen seni de bırakayım. Yarım ağızla söyledin biliyorum, bir an önce uzaklaşmak istiyorsun bu boğan vedadan. Bu kez ben de aynısını istiyorum, uzun zamandır ilk defa aynı fikirdeyiz sanırım. Ben yalnız dönebilirim. Gözlerini kaçır şimdi benden, sakın bakma, sakın sakın sakın sakın sakın… Usulca aç kapını, otur koltuğa, kafanı çevirip de bakma. Şu anda istediğim son şey; bir son bakış…
Şimdi tek bir tesellim var; “yine karşılaşırız, dünya küçük aşkın büyük”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #540
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KABADAYILIK DA GİTTİ ELDEN NETEKİM


Kentin ikinci derecedeki kalabalık caddesinde pusulasız ve rotasız öylesine yürürken, birbirine karışan ve birbiriyle yarışan binlerce sesin yoğrulduğu uğultunun arasında, öteki sesleri egale eden tanıdık ve ilginç bir ses, bir tespih şakırtısı çarptı ansızın şair dalgınlığıma…

Birden kafamı kaldırıp sesin geldiği yere ve kişiye baktığımda, şapkalı, şalvarlı yumurta topuklu pala bıyıklı irikıyım bir adamla karşılaşmayı beklerken, omzunda, okul çantası, gene aynı omzunda gitarı, sağ elinde iri taşlı ve albenili bir tespih bulunan ve tespihi şakır şakır sallayan bir genç kızla karşılaştım. İçimden “kadınların el atmadığı bir kabadayılık kalmıştı, onu da erkeklerin elinden alıyolar” diye söylenerek ve gülümseyerek cakayla yürüyen, kabadayı kızın ardından hayretle bakakaldım…

Bu manzarayı aşıp gene tuhaf duygularla yürürken, birden çocukluğumdan kalan o caddeler sokaklar ve insanlar canlanıverdi gözümde…

70’li yıllar, bir gün okumak için, köyden şehre inmiştim. Babamın ellerine sıkı sıkıya sarılarak ürkek ürkek gözlerle ve adımlarla gene aynı kentin aynı caddesinde yürüyordum…

Cadde ve sokaklarda, o zamanlar sayıları oldukça az kenarları kare kare süslü, tek tük taksiler, kırık dökük dolmuşlar, kamyonlar…

O zamanın evleri de çoğunluğu ker*** ve ahşap, kapıları tokmaklı cumbalı evlerdi sadece nüfusun yoğun olduğu yerlerde apartmanlar, çok katlı iş hanları mevcuttu. Bırakın köyleri, şehirlerin bugünkü tabiriyle varoş yerlerinde bile elektrik enerjisi yoktu. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını mütevazı bakkal dükkanlarında karşılıyorlardı. Bırakın bugünkü pek çok devasa marketleri, marketlerin adı bile yoktu… Manavlarda ise, şimdiki gibi, kivi, ayva, brokoli, Hindistan cevizi şöyle dursun, bazı manavlarda portakal ve mandalina bile bulunmazdı. Şeker, sigara, tüp gaz ve gaz yağı kuyrukları halkı adeta canından bezdirmişti…

O yıllarda cadde ve sokakları dolduran insanlara gelince, kendi halinde, mütevekkil, mütevazi, nazik ve azami derecede birbirine saygılı, yoksul, yoksun ama mutlu insanlardı…

Yüzlerde tebessüm, yüreklerde dobra dobra sevgi, kazançlarda bereket, eşlerde sadakat vardı.

Eski püskü de olsa tertemiz giysiler ve boyalı pırıl pırıl kunduralar giyilirdi…

Kadınlar öbek öbek büyük gruplar halinde bir yere toplanır, saatlerce neşeyle şen kahkahalarla söyleşirlerdi. İş sahası çok olduğu için erkeklerin çoğu özellikle kamuda çalışırdı…

Genç kızlar, maksi denilen tırnağa kadar uzun etekler giyerlerdi… İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde mini etekler yaygındı. Doğudaki muhafazakar illerde ise, maksi, midi etekleri ve fistanlar giyilirdi. Şimdi olduğu gibi kot pantolon saltanatı yoktu. Kızlar, televizyon, cep telefonu, internet vs. görsel teknolojik iletişim araçları olmadığı için, resimli cep fotoromanlar okurlardı habire… Hem öyle olur olmaz her yerde okuyamazlardı. Bu aşk hikayeli mini kitapları, ağabeylerinden ve babalarından gizli okurlardı… Genç kızların romanlardan başka, en popüler hobilerinden biri de radyo dinlemekti. Bugün olduğu gibi kentlerde ve kasabalarda öyle onlarca özel radyo istasyonu yoktu. Hatta özel radyonun adı sanı yoktu… O kızlar, sokaklarda yüksek sesle konuşmaz, fıkır fıkır gülmez, babasının yanında ayak ayaküstüne atmaz ve gene sokaklarda sigara içmezlerdi. Türkiye’nin sesi ve polis radyosu adlı radyoları dinlerlerdi. En sevilen sanatçılar Barış Manço, Nilüfer, Ajda Pekkan, Erkin Koray gibi bugün de popülerliğini koruyan sanatçılardı…

O zamanlar, pek çok müzik parçaları kaydeden kasetler ve cd ler yoktu. Sadece tek bir sarkı kaydı alabilen plaklar vardı… Eğlenip dans etmek isteyenler, taş plaklarda yankılanan birkaç dakikalık bir müzik sesiyle yetinmek durumundaydılar. Biten plakları ikide bir değiştirmek zorunda kalmak, gençleri adeta hayatından bezdirirdi. Derken bazı evler televizyonlarla tanıştılar. Günde birkaç saatlik siyah-beyaz yayın cana minnet bilinirdi. Salı günleri haberlerin ardından Türk filmleri yayınlanır, insanlar, hısım akrabaya konuk-komşuya doluşup çıt çıkarmadan huşuyla haftada sadece bir kez izlenme şansı bulunan filmleri seyrederlerdi. O zamanın deli kanlıları da, hakeza çok saygılı ve edeplilerdi. Kızların bırakın çantalarını kapıp kaçmak ve onların yanında sövüşmek, onlarla konuşup birşeyler sormak için bile dakikalarca hazırlık yapar, onlara nasıl hitap ederlerse daha uygun olur diye düşünür, ezilir büzülür, öyle konuşurlar yahut konuşmaya çalışırlardı… Sevgiler gerçek, ilişkiler çok doğal ve seviyeliydi… O günlerde gençler, oldukça geniş paçalı, İspanyol paça pantolonlar ve geniş yakalı gömlekler, ceketler, pardösüler ve paltolar giyerlerdi…

Yakalar rüzgarlarda, flamalar gibi hışır hışır dalgalanırdı… Uzun saç ve uzun favül bırakan gençlerin futbol, satranç, dama, kitap gibi eğlenceleri vardı. Nazik ve kibar gençlerdi; En hippi kılıklı olanlarında bile, terbiye, saygı, edep ve seviye vardı… Şimdi olduğu gibi en eften püften sebeplerden patlak veren taşlı sopalı ve silahlı kavgalar yoktu… O yıllarda, kavgalar, kargaşalar, kapkaçlar, kalleşlikler, bencillikler olmadığı gibi cadde ve sokaklarımızı istila eden İngilizce ve muhtelif ecnebi dillerinde çevremizi kirleten, tabelalar da yoktu…

Hele, o zamanlar, üçbeş kuruş uğruna yahut cehaleti sebebiyle, din değiştiren, Müslümanken Hıristiyan olan mürted ve nasipsizler hiç yoktu…

Sözlerimi o günlerin en popüler sanatçılarından biri olan, Erkin Koray’ın nefis bir şarkısının sözleriyle bağlayayım:



Cambaz olduk bak hepimiz,

İp üstünde kaderimiz,

Gülüyoruz hep çaresiz

Gün ola harman ola…



Yahut o güzel yılları ve günleri yadetmek babında; bir diğer şarkısının sözleriyle:



Öyle bir geçer zaman ki…



Dediğim aynıyla vaki…



Cafer ŞAHİN
Son düzenleyen NeutralizeR; 22 Nisan 2007 15:30

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat