Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 55

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.645 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #541
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
gizlenmiş dünümüz.....mektuplar

Sponsorlu Bağlantılar


Yıllar var kağıdı kalemi almadım elime.. Kutsal bir ayindi yazmak benim için. Yıllar sonra sararmış sayfaların kenarları yıpranmış haliyle, kat izlerinden dikkatlice açıp okunacak, ve yıllar önceki beni bizi anlatacaktı yazdıklarım. O an ne yapıyordum, neye özlem duyuyordum, yüreğimin çarpıntıları hangi bahara eşlik ediyordu ve beynim hangi kitabın hangi satırlarında cirit atıyordu o zamanlar. Her mektubun başına tarih atmak adetti . Altı çizili, mart ayının temmuz ayının , bilmem kaçıncı gününde ve bilmem kaçıncı sancılı saatlerinde , hangi haykırışları hangi kırgınlıkları suların derin akışına katıp dökmüştüm beyaz bir kağıdın üstüne..

Dur ihtarına uymayıp, sadece kaçmaya odaklanmış bir kaçak gibi, yazardım. Koşarken, eteklerimden dökülen taşlar oldu kelimeler… İçim boşalırdı, kurmayı planlamadığım cümleleri yazarken..
Cüzdanımın en nadide köşesinde iki adet mektup durur. Bir tanesi , annemin , 15 sene önce çizgili bir kağıda ablama yazdırdığı bir mektup. Memleketten gelen , bir kolinin içinde, bir torba cevizle beraber gönderilmiş ve arasına telefon kartı konulmuş mavi deniz kokulu bir mektup. Hastayım ve yaşlıyım diyor, Birde seni düşünmek yorar bu eskimiş kalbi. Patiklerini ayağından çıkarma, bizi habersiz bırakma. Havalar soğuk kalın giyin, Sırtını pek, gönlünü sıcak tut..
Mektup yazmalı, illa yazmalı, inadına yazmalı. Yıllar sonra , yorgun kalpler pes ettiğinde , onlardan kalan tek şey, o beyaz kağıtların üzerine sinmiş, bir parça parmak izi ve bir parça memleket kokusu sadece. Ve sadece akışını seyrettiğimiz bir nehir gibi akıp giden ömrümüz… Arada soluklanıp ta geriye baktığımızda bugünümüzde gizlenmiş dünümüz..




banu bingöl





Son düzenleyen Nephthys; 2 Nisan 2007 02:05 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #542
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Her şey güzel olacak' diyor içimden bir ses. 'Her şey güzel olacak'...

Sponsorlu Bağlantılar
İnanmak istiyorum. Her şey güzel olsun istiyorum. Her şey bitiyor.

Canımı yakanın ne olduğunu bilsem, uzaklaşsam ondan, ulaşamasa bana, yanmasa canım bu kadar. Çeksem gitsem, çok uzaklara gitsem, kendimden gitsem,kafamdakilerden gitsem, zorunluluklardan gitsem, sorumluluklardan gitsem, upuzun,sapsarı bir kumsalda sıcak kumların üzerinde yatsam. Uyusam, bir daha uyanmasam. İyi gelse gitmek bana. Her şey güzel olsa.


Bana bir şeyler anlat
Canım çok sıkılıyor
Bana bir şeyler anlat
İçim içimden geçiyor

Bir masal anlat bana. İçinde hiçbir şey olmasın. Sadece sessizlik olsun. Güzel renkler olsun. Huzur olsun. Gözlerimi kapatıp hayal kurayım ben de. İçinde hiçbir şeyin olmadığı bir hayal. Mutlu olayım. Güzel şeyleri çağrıştırsın sözlerin. Ne anlattığının önemi yok. Bana bir masal anlatsan. Sadece sussam. İyi gelse susmak bana. Her şey güzel olsa.


Yanımdasın susuyorsun
Susuyor konuşmuyorsun
Bakıyor görmüyorsun
Dokunsan donacağım
İçimde intihar korkusu var

Gözlerimi kapatsam, sussam, sussam, ağlasam. Silinse her şey. Herkes gitse. Gerçekler bitse. Sadece bembeyaz bir gün kalsa bana. Bomboş bembeyaz bir gün kalsa. Bomboş otursam ben de. Konuşmadan. Dinlemeden. Görmeden. Sıkıldığım ne varsa silince düşüncelerimden. Her şey geçse. Geçmek iyi gelse bana. Her şey güzel olsa.


Depremler oluyor beynimde
Dışarıda siren sesi var
Her yanımda susmuş insanlar
İçimde ölen biri var

Bir masal yaşat bana. Her şey geçecek de. Çok mutlu olacağız de. Sana acı çektiren ne varsa bulacağım hepsini de. İnandır beni. Her şeyin geçeceğine. Gideceğiz de. Gitmesek de. Güzel olacak her şey de.


Her şey bitse de


ZAFER

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #543
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Genç delikanlı uzun koridoru acele ile geçtikten sonra, yaklaşık bir yıldır kaldığı küçük bölmenin kapısını açtı ve içeri girdi. Oda çok karanlıktı. El yordamıyla masanın üzerindeki mumu yaktı ve sandalyeye oturduktan sonra birkaç dakika boyunca hiçbir şey yapmadı. Gözlerini kapadı ve eskiden, mutluluk içinde geçirdiği anılarını anımsadı. Yanaklarından süzülen göz yaşları omuzlarına damlıyor, giydiği kırmızı kazağı ıslatıyordu. Sonra birdenbire hareketlendi ve masanın çekmecesini açarak, bir kağıt birde kalem çıkardı. Mumu, kağıdı aydınlatacak kadar yakınına çekti ve kelemini mürekkebinin içine daldırdıktan sonra yazmaya başladı.

Sevgili C...,
Seni son gördüğüm günden bu yana tam yüz elli takvim yaprağı kopardım. Hayatım boyunca hiç bu kadar yalnız kaldığımı anımsamıyorum. Burada, ne derdimi anlatabileceğim bir arkadaşım, ne de yemeğimi paylaşabileceğim bir tek dostum bile yok. Günlerdir de sıcak bir yemek yediğimi hatırlamıyorum. Soğuk odamın loş karanlığında senin hayalinle ısınıyor, hayat buluyorum. Bu mektubu sana yazmaktaki amacım; ömrümün en mutsuz, şu son saniyelerinde dahi seni ne kadar sevdiğimi anlamanı sağlamaktır. Sen hayatımı anlamlandıran tek şeydin. Hiç kimsede bulamadığım ve yaşayamadığım derin duygular yaşadım senin varlığın sayesinde. Karşıma çıktığın o soğuk kış gecesinde, karanlık hayatımı aydınlattın ve bana sevgi denen o yüce duyguyu tattırdın, dokunulamayan, anlatılamayan, görülemeyen, sadece yaşanabilen o duyguyu. O günden bu yana hiç mutsuz olmadım, sen olmasan bile hayalin vardı yanımda, bu illet yerde kafayı yemememi sağlayan tek şey. Ne zamanki üşümeye başlasam, ellerimin titrediğini hissetsem, ellerini hayal edip onları sıkıca tutuyordum. Tıpkı bir kış gecesinde, sabahlara kadar yağan kar tanelerinin üstünde yürüdükten sonra, bir sokak lambasının loş ışığında otururken tuttuğum gibi.
Her neyse göz yaşlarımla ıslattığım bu mektubu aldığın vakit ben zaten derin bir uykuya, hiç uyanmamak üzere dalmış olacağım. Ama seni hiç unutmayacağım, çünkü bir gün mutlaka yeniden karşılaşacağımızı çok iyi biliyorum ve seninde buna inanmanı istiyorum.
İnan vaktim olsa satırlarıma bu kadar çabuk son vermezdim. Ama artık vaktim geldi, senin anlamlandırdığın şu kısacık ömrüm, Azrailin canımı alması ile son bulacak ve tüm anlamını yitirecek. Evet, şimdi vaktimin geldiğini belirten çanlarda vurulmaya başladı, elveda…
Seni sonsuza dek sevecek olan H....

Delikanlı satırları bitirdiği zaman dışarıda vurulan çanların sesi kulakları sağır edecek kadar yüksek işitilmeye başlamıştı. Gözlerinden akan yaşları temizledi ve mektubu küçük bir zarfın içerisine yerleştirdikten sonra üzerine gideceği adresi yazdı ve masaya bıraktı. Bölmenin kapısı açıldı ve içeriye siyah elbiselere bürünmüş yaşlı bir adam girdi. İhtiyar yavaş adımlarla delikanlıya yaklaştı ve koluna girerek hadi oğlum dedi üzgünüm...

Bu sözler H...nin işittiği son kelimelerdi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #544
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eskimiş Mendilin Dili...



Boş vakit sıkıntısı çekmeyen beyzadelerin, her bir renginden, işlemesinden anlam çıkardığı haberci mendiller...

Hangi rengi kullansam acep, ne desem diye uzun uzun düşünüp, dadısına bibisine danışıp renklerde çözüm arayan küçük hanımların işleme yaptığı mendiller...

Koca koca çınarlar bir bir devrilirken, geçip giden zamana ağlayan mendiller..

Şairlerin dilinde kanatılan, gidenlerin ardından sallanan mendiller...

Bestekarların hüznünü silen, dinleyenlerin ruhunu ipeksi dokunuşlarıyla rahatlatan mendiller...

Tarlada güneşin altında çalışırken hafif bir koruyucu olduğu için dört ucu düğümlenince takkeye dönüşen mendiller...

Çeşme başında havlu niyetine kullanıldıktan sonra ağaçların güneş gören dallarına asılıp kurutulan, sonra da yine dört ucuna atılan düğümle keseye dönüştürülüp, tarla, bağ, bahçe dönüşü meyve taşınan mendiller...

Önlüklerin ceplerinde çifter taşınıp; biri özellikle kışın akıntısı hiç durmayan burunları temizlemeye yararken, diğeri henüz tüketim köleliğine tevessül edilmediğini gösterircesine havlu niyetine, sürekli temiz tutulan ve tekrar tekrar yıkanıp kullanılan mendiller...

Bol sıfırlı etiketlerine bakılmadan alınan, son moda takım elbise veya dopiyeslerin olmazsa olmaz aksesuarı olan mendiller...

Bir kez kullan atlık selpaklar... Özellikle selpak dedim ürün ismiyle markanın bütünleşmesine ilk örnektir selpak... Kağıt mendil demiyor insanlar, selpak verir misiniz diyorlar. Kim bilir belki de selpak’ı mendilden saymıyorlardır bilinç altlarında. Yeni kuşak gençler ve ilk öğretim çocukları hariç tabikide...

Neredeyse ülkemizin tüm yörelerindeki halk oyunlarının vazgeçilmez unsuru mendiller...

Hokkabazların elinde rengarenk açan, içinden türlü çeşit şaşırtmacalar çıkan, göz aldatıcı mendiller...

Düşüncesizliğin ötesinde bir şey olsa gerek; kaba ama pratik, çağdaş yaşam... Belki de sinir bozucu ritüellere bir baş kaldırıdır bazı değerlerin unutulması.

Enderun mezunu beyzadeler yok şimdilerde... Parklarda ya da sahillerde hangi dilber mendil atacak diye bekleşmiyor gençler... Arkadaşlık sitelerinden istediği özelliklere göre seçiyorlar sevgililerini ve direkt konuya giriyorlar... Msn arkadaşlığıyla devam edip, minik ve anlamlı ikonlarla, sonrasında cep telefonu vasıtasıyla metin ya da resimli mesajla da yollarına devam ediyorlar...

Hanım kızlarımızın danışacakları dadıları yok, bibileri de kendi dertlerindedirler... Dert geçim derdi... Kırmızı mendil; seni bütün varlığımla seviyorum. Mavi mendil; kederlerdeyim. Kenarları sarı mendil; rahatsızım, hastayım üzüntüden bitap durumdayım. Eflatun mendil; Yarın penceremin önünden geçiniz mektup vereceğim.... Düşüncelerinden çok uzaklarda, bu dünyada var olmalarının suçunu tek başlarına yüklenmiş olarak ev bütçesine katkı derdinde yaşam savaşı peşindeler... Tüm bu hengame içinde kabalıkları mazur görülebilir belkide...

Mendil kültürümüzün neresinde... Toplumun hangi bölümünde var olmuş hepsini belirtmek, tespit etmek mümkün görünmüyor pek.

Bill Gates’in “Düşünce Hızında Çalışmak” isimli kitabında belirttiği gerçek şuydu kısaca: “20. Yüzyıla kadar elli yılda tamamlanan gelişme ve değişim süreci bundan sonra beş yıl içinde gerçekleşecektir.”

Bunu yaşayarak anlamaya çalışmak gerek sanırım. Ya da çok gerilere gitmeden yakın geçmişimizle aramızdaki dünyalar kadar farkı görerek. Unutulan, önemsenmeyen, bir nostalji gibi davranılan tüm gelenek, görenek ve değerlerimizi düşünerek...

Mendil, bunların belki en sonuncusudur, ama yine de birçoğumuza hafif bir iç çektirmeye yetti sanırım.

Kaba ama pratik yaşam zamanı şimdi yapacak bir şey yok, düşünce hızında ama düşüncesizce akmaya devam ediyor...

Bülent Özdemir
HEMAN - avatarı
HEMAN
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #545
HEMAN - avatarı
Ziyaretçi
ESKİ BİR TAPINAK YAZISI

Gürültü,patırtının ortasında sükunetle dolaş;sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma,başka türlü davranmak açıkça geremedikçe herkesle dost olmaya çalış, sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.Bağışla ve unut ama kimseye teslim olma.içten ol telaşsız, kısa ve açık seçik konuş,başkalarında kulak ver.Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları;Çünkü dünyada herkesin ir öyküsü vardır.

Yalnız planlarının değil başarılarının da tadını çıkarmaya çalış.İşin ne kadar küçük olursa olsun ilgilenen hayattaki dayanağın odur.Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsan işini öyle sevki başarılarının bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerininde yepyeni hayatlara başlamış olacaksın.

Olduğun gibi görün, göründüğü gibi ol sevmediğin zaman sever gibi yapma çevrene önerilerde bulun ama hükmetme.İnsanlarını yargılarsın anları sevmeye zamanını kalmaz ve unutma ki;İnsanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki kum taneciğinde daha fazla değildir.

Aşka burun kıvırma sakın; O çöl ortasındaki yemyeşil bahçedir. O bahçeye laik bir bahçıvan olmak için her bitkini sürekli bir bakıma ihtiyacı olduğunu unutma kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et ilkini acısını bir an öfkenin vicdanın azabı bir ömür boyu sürer.

Bazı idealler o kadar değerledir ki;o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.Bu dünyada bırakacığın en büyük miras DÜRÜSTLÜKTÜR………

Yılların geçmesine öfkelenme, gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe yapamayacağın şeylerin yapabileceklerinin engellenmesine izin verme rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenleri rüzgara göre ayarla. Çünkü;DÜNYA karşılaştığın fırtınalarla değil gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.Ara sıra İsyana yönelecek olsan da hatırlaki evreni yargılamak imkansızdır. O nun için kavganı sürdürüken kendi kendinle barış içinde ol.Hatırlıyormusun doğduğun zamanları;

SEN AĞLARKEN HERKES SEVİNÇLE GÜLÜŞÜYORDU ÖYLE BİR ÖMÜR GEÇER Kİ HERKES AĞLAKEN SEN MUTLULUKTAN GÜLÜMSE…………………………………..

Sabırlı, sevecen ve erdemli ol;elinde sonunda bütün servetin sensin.Görmeye çalış ki;
BÜTÜN PİSLİĞİNE VE KALLEŞLİĞİNE RAĞMEN DÜNYA YİNE DE İNSANOĞLUNUN BİRİCİK GÜZEL MEKANIDIR…………………………………………
maipoem - avatarı
maipoem
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #546
maipoem - avatarı
Ziyaretçi
Uyku arası yaşamak...

ne kadar kısaldı günler ve geceler
ne kadar azaldı

kamçılanıp dört nala koşan atlara benziyor soluk soluğa
döngüsü dört mevsimin ve ayların
ve kayarak yok olan yıldızlar gibi akan yılların

ve boyun eğdiğimiz maskeli süvari
sırtımızda tüm ağırlığıyla hiç durmaksızın
kamçılayıp koşturuyor bizi çığlık çığlığa
yorgun ve yaralı
ve nalları kopmuş ve ayakları kanayan
atlar gibi tükenen tükenen zamanın ardından

ve düşler yıldızlar kadar uzak olsa da halâ
bir zamanlar ufku bile seçilmeyen o meçhûl kıyılar şimdi
bir adım ötede sanki
eller uzansa tutacak
ve tükeniş kadar yakın

bilinç özgürlüğe aşık
duygu yaşama tutsak
duygu özgürlük istiyor
bilinç yaşamın kölesi
ve benlerle savaşını seyrediyor onların
benlerin en büyüğü hükmeden efendi
yılların akışında gizlenmiş mağrur ve sinsi
ve korkak ve zavallı ve hiçliğe tutsak

ne kadar küçüldü dünya
öğütür gibi yaşamı
hızlı trenler raylarda
ve daralmış zamanlar gibi
daracık sokaklarda sıkışmış
ve daralmış içimizle nefessiz
tıklım tıklım bir kaosta koşmaca

uçaklar ses üstü uçuyor
uzayı fethedecek
ve bir kuzuyla tanışmamış
ve bahar sabahları yeşillik üstündeki çığa yabancı
multimedya çocuklarımızın olacak
hızlanan döngü ve çıldırtan kaosta
umut vaat ettiğimiz gelecek

ve dijital saatler sayıyor zamanını
parça parça un ufak
ve robot ve yalnız
iki uyku arasında sıkışmış
sayısal yaşamlarımızın

sırtımızı güneşe dönüp yürüdüğümüzde
rehberimiz olur önümüzde gölgemiz gözleri olmayan
korkularımızı gizler ışıktan kimse görmesin diye
ve çıplaklığımızı
güvende hissettirir kendimizi böylece
ve iyi gelir bize
böyle yaşamak

oysa hiç fark etmediğimiz bir gölge
ve adını yok saydığımız
son hamleyi o yapacak
ve dijitaller sonsuza dek duracak
ve kim biliyor söyler misiniz
geriye ne kalacak
o “zaman”

-tekerrürden ibaret olduğu söylenen tarih
hiç değişmeden çünkü hep böyle yazıldı-

ne kadar kısaldı günler ve geceler
ve ne kadar azaldı

değil sevmeye şimdi
konuşmaya zaman yok…




(alıntı)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2007       Mesaj #547
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Her Şer'de Bir Hayır

Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral varmış. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazmış. Nereye gitse onu da beraberinde götürürmüş.
Kralın bu arkadaşının ise sıradışı bir alışkanlığı varmış. İster kendi başına gelmiş olsun,ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep
"Bunda da bir hayır var!" dermiş.
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıkmışlar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da avlanıyormuş. Arkadaşı , tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yapmış ve kral ateş ederken tüfeği geri tepmiş, kralın başparmağı kopmuş. Durumu
gören arkadaşı her zamanki sözünü
söylemiş: "Bunda da bir hayır var!" Kral acı
ve öfkeyle bağırmış:
"Bunda hayır falan yok! Görmüyor musun,
parmağım koptu!" Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırmış.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyormuş. Yamyamlar onları ele geçirip köylerine götürmüşler. Ellerini, ayaklarını bağlayıp köy meydanında yaktıkları kocaman ateşin başında toplanmışlar. Kral ve adamlarını pişirmeye hazırlanıyorlarmış ki , kabile reisi, kralın başparmağının olmadığını farketmiş. Kabilenin, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanlar yenmiyormuş. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlarmış. Korkuyla, kralı çözmüş, serbest bırakmışlar. Diğer adamları ise pişirip yemişler.
Kral , kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini düşündükçe,onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman olmuş. Hemen zindana , arkadaşının yanına koşmuş ve başından geçenleri bir bir
anlatmış."Haklıymışsın! Parmağımın
kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım bu haksızlıktan ötürü beni affetmeni istiyorum." "Hayır" diye karşılık vermiş arkadaşı.
"Bunda da bir hayır var... ve asıl ben size teşekkür etmeliyim." "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye haykırmış kral. "En yakın arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?" Arkadaşı yanıt vermiş; "Düşünsenize, ben zindanda olmasaydım,
sizinle birlikte avda olurdum...Ve sonra!!!..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Nisan 2007       Mesaj #548
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KIRLANGIÇ VE KADIN
Kiraz ağacında bir kırlangıç
Gece boyunca ölümle sevişmiş
Dudağında ölüm ve kirazdan kalma kırmızı
Sıcak nefesimi verip hayat veresim geliyor


KIRLANGIÇ


Tenimde hala ölümün kokusu var yaklaşma
Karanlığımda sevdi beni
Kuytularımdan öptü
Al kirazlar sundu bana

KADIN

Çıplaklığında yanıyordu tenim
Ruhumun resimleri soğuk duvarlarda
Tüm renksizliğiyle
Okşarken bedenimi

KIRLANGIÇ

Kanatlarıma taktı
Varmak istediğim güneşleri
Mavi göğün türküsünü
Fısıldadı kulaklarıma


KADIN


Hava da ölüm kokusu vardı
Güneş kızıllığını döküyordu
Kanat çırptığın tepelere
Nerden bilirdim seni beklediğini


KIRLANGIÇ

Pencerene kondum
Kanatlarımı vurdum kanatırcasına ,duymadın
Gözlerim kıskandı seni,soğuk duvarlarından
Ölüm seslendi kiraz ağacından


KADIN

Üşüyordu ,gözlerim
Rüzgar ,bir bir vuruyordu
buğday başaklarının boyunlarını
Dedim ya ölüm kokusu vardı


KIRLANGIÇ


Kıskandın mı? dedi
Mavi göğün türküsünü mırıldandı
Al kirazlar verdi
Ne de güzel bakıyordu bana
Annem gibi
Kiraz ağacının en tepesine
Yanına kondum

KADIN

Çıplak ayaklarımı kanatıyordu
Kurumuş yapraklar
Üşüyordum
Isınmak istemiştim ateşlerde
Ruhum belirdi duvarlarda


KIRLANGIÇ

Öptü dudaklarımdan
Ay çekildi gözlerimden
Yıldızlar düştü kanatlarımdan
Sevgi,dedi
''Deniz suyu sürdü yarama''

KADIN


İlk çocukluğum belirdi
Ne de renkliydi
Yaklaştım kanayan ayaklarıma
Ellerimi uzattım o eski resme

KIRLANGIÇ

Kendimi bıraktım
Kuytularımdan geliyordu ,ateşi
Dudaklarıma
Güneş ışığında okuşuyordu kanatlarımı

KADIN

Çocukluğum karıştı
Soğuk duvarlara
Annem belirdi
Ne de güzel seviyordu

KIRLANGIÇ
Başım düştü ,kiraz yapraklarına
Suretin soğuk duvarla sevişiyordu
Daha bir ölüme verdim
Tenimi

KADIN


Annemde kayboldu
Ruhum seni verdi soğuk duvara
Tüm çıplaklığımla geldim sana
Dudaklarımdan akıttım özlemi

KIRLANGIÇ

Sana uçmak istedim
Kurtulamadım ,çırpındım
Kanatlarımı vurdum dallara,
Kanım düştü
Ağacın altında ,boynu bükük güllere

KADIN

Ağladım
Kanatlarına
Sakladım bedenimi
Daha bir sarıldım
Göğsüne


KIRLANGIÇ


Gökyüzüne yalvardım
Yağmuru ver
Toprağa karışsın
Toprak kokusunu sever
Çıkar ,solgun bahçesine
Kurtarır beni dedim..
Nerden bilirdim benle seviştiğini,soğuk duvarlarda

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Nisan 2007       Mesaj #549
arwen - avatarı
Ziyaretçi
iki sevgili


Genç kızın bütün parası bir avuç bozukluktan ibaretti. Bu kadarını da bakkaldan, kasaptan, manavdan yaptığı alışverişler esnasında zor bela bir kenara atabilmişti. Parasını bir kere daha saydı, bir kere daha, bir kere daha... Ertesi gün yılbaşı idi. Bu yüzden, genç kız için yatağına atılıp ağlamaktan başka yapılacak iş yoktu.

Ağlamasını keserek elindeki mendil ile gözlerini sildi. Pencereye yaklaşarak, parmaklık üzerinde dolaşan gri kediye mahzun mahzun baktı. Zihni hep meşguldü. Elindeki bu azıcık parayla yılbaşı için nişanlısına ne gibi bir hediye alabilirdi ki? Hâlbuki ona kıymetli bir hediye almak hayaliyle ne mutlu saatler geçirmişti.

Sonra, birdenbire pencerenin önünden ayrılarak aynanın karşısında durdu. Gözleri parlıyordu, fakat birden yüzündeki renk uçtu. Uzun saçlarını hızla çözerek, beline kadar salıverdi. Saçları gerçekten çok güzeldi. Zaten hayatta imrenebilecek başka da bir şeyi olmadığını düşünüyordu.

Bir süre aynanın karşısında saçlarını seyreden genç kız, gözleri pırıl pırıl yanarak kapıyı açtı ve koşa koşa merdivenlerden inerek sokağa fırladı.

Takma saç yapan bayan kuaförünün önünde durdu. Birdenbire kendini içerde buldu. Kadına:

“Saçlarımı satın almak ister misiniz?” diye sordu.

“Şapkanızı çıkarın da bir bakayım.”

Kuaför saçları elleriyle yokladıktan sonra:

“Yirmi dolar eder” dedi.

“Çabuk parayı verin, kabul ediyorum.”

Genç kız, nişanlısına uygun, aynı zamanda hesaplı bir hediye buluncaya kadar birçok mağaza dolaştı. Sonunda dükkânın birinde ona lâyık hediyeyi bulabildi. Bu, gayet zarif şekilde işlenmiş gümüş bir saat zinciri idi.

Genç kızın nişanlısı da fakir biriydi. Fakir gencin hayatta sahip olduğu tek kıymetli şey, dedesinden kalma eski bir saatti. Ama onun da zinciri uzun zaman önce koptuğu için, saat her zaman cebinde dururdu.

Genç kız eve döndüğünde bir an için aptallık yaptığını düşündü. Ya nişanlısı yaptığını beğenmez, onu bu haliyle çirkin bulursa?

Saat yedide her şey hazırdı. Yemek de ocağın üstünde ısınmaktaydı. Nişanlısı hiç geç kalmazdı. Nitekim uzaktan ayak sesleri duyuldu. Zavallı kızın rengi bembeyaz olmuştu.

“Allahım! Jim beni bu halimle de güzel bulsun” diye dua etmekteydi.

Kapı açıldı. Nişanlısı içeri girdi. Zayıf fakat gösterişli bir erkekti Jim. Zavallı çocuk henüz yirmi iki yaşında olmasına rağmen geçinme derdi bütün ağırlığıyla omuzlarına çökmüştü. Yeni bir paltoya ihtiyacı vardı. Eldivenleri de yoktu... Eşikte durmuş, hayretten fal taşı gibi açılmış gözlerle nişanlısına bakıyordu.

Genç kız endişe ile:

“Bana öyle kötü bakma” diye bağırdı. “Saçlarımı kestirdim, onları sattım, çünkü yılbaşı için sana bir hediye almak istiyordum. Fakat üzülme, saçlarım o kadar çabuk uzuyor ki. Hem bir görsen, sana ne güzel bir hediye aldım.

Delikanlı yutkunarak:

“Saçlarını mı kestirttin?” diye tekrarladı.

“Evet, kestirttim ve sattım. Sana hediye almak için.”

Gözleri buğulanan delikanlı, cebinden bir paket çıkardı.

“Saçını kestirmenin veya başka bir şeyin sana olan sevgimi azaltacağını düşünme” dedi. “Ama şu paketi açınca niye bu kadar şaşkına döndüğümü anlayacaksın.”

Beyaz parmaklar heyecanla paketin ipini çözdü. Paket açıldığı zaman ilk sevinç feryadı az sonra ümitsiz gözyaşlarına döndü. Çünkü pakette, harikulâde bir fildişi saç tarağı vardı. Genç kız, bunu bir mağazanın vitrininde uzun zamandan beri seyretmiş ve hep böyle bir tarağı olsun istemişti. Şimdi, tarağı göğsünün üzerinde sıkarak şaşkın ve zavallı bir halde şu sözleri tekrarlıyordu:

“Jim, merak etme, saçlarım o kadar çabuk uzar ki...”

Sonra, birden sıçradı. Aldığı hediyeyi masanın üzerinden alıp heyecanla nişanlısına uzattı.

“Ne güzel değil mi? Saatini çıkar da bak. Bu zincir ona ne güzel yakışacak.”

Delikanlı ümitsizlikle cevap verdi:

“Sevgilim, şimdilik bunu bir kenara bırakalım. Çünkü sana bu tarağı alabilmek için saatimi sattım.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Nisan 2007       Mesaj #550
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNCE İNCE BİR KAR DEĞİLDİ YAĞAN...


Aynı gök kubbe altında; ama yeryuvarlağının orta yerlerinde bir yerleri düşünün! Hani kimselerin uğramadığı… Uğramak istemediği belki de. Sadece savaşların ve felaketlerin uğradığı… Heyulası akşamların galebe çaldığı o yerleri. Kenar semtlerinde varoşları bir de. Baskın yemiş ne çok akşamlarını bir düşünün! Oraları… Yoksulluğun ve yoksunluğun kol gezdiği o meskûn yerleri. Evet, yoksul, yoksun ve… Ama herkesten zengin yürekleri… Gönülleri sel taşkını insanları… Biçare hallerini. Kimsesizleri. Kimleri hem var, hem de yokları yani. Bir acayip garabet hallerini… Bir acayip dünya hallerini… Çocuklarını bir de. Düşünün! Düşünmenin ürküten tılsımında alazlanan yüreklerini düşünün!

Yoksulluğuna ve biçare hallerine kar yağarsa o unutulmuş ülkenin… Felaketler kol gezerse… Felaketinde savaşların… Ve kaybedilen ne çok acı yatmazların… Yoksulluğuna yani… Ve yoksunluğuna her bir şeyin… Müjdeler gerçekten mucize olsa yüreklerinde çocuklarının… Güzel her bir habere koskocaman sevinseler minnacık yüreklerinde… Olmasa veya zaten olmayan hiç… Çocukça gülüşmeleri… Oyuncakları olmazsa… Koşturabilecekleri bir parkları olmazsa… Koşamayacakları bir ana kucağı… Ya da olsa… Ama “bêpar” kalsa kendiliğindensiz… Ve hep gelse nereden geldiği belli olmayan felaketler. Silip süpürse çocukça hayallerini zapt edilmiş

Apoletli generallerin ve postallı askerlerin; ne çok korkulası olduklarını bildiklerini bilmek… Ya da televizyon ekranlarında görülen; o büyük, iri ve dev cüsseli adamların obur iştahlarında ne çok hayallerini yediklerini bir bilseler. Yalan, yanlış ve aldatan olduklarını… Görmediklerini… Bakar kör hallerini… Anlasalar. Adına; “tank”, “ uçak”, “helikopter” v.s… denen; o koca ve o büyük ve o çoook, ama çok büyük “savaş oyuncakları”yla hayallerini ve çocukça oynaşmalarını gölgelediklerini. Yeşiline bezenmiş kumaşlar içinde garip yüzlü amcaları… Elinde silahları” Yakarken köylerini ve ormanlarını… Ve yıkarken ker***ten evlerini başlarına… Ve ne çok korkulası olduklarını bu garip amcaların… Askeri konvoylar halinde; her geldiklerinde, bir geldiklerinde ve pir geldiklerinde. Yakıp, yıkıp, yok ettiklerinde... Taşı taş üstünde bırakmadıklarında…

Ve sonra bir gün; tüm bunların üstüne, alabildiğine bir yağmur yağsa… Hani “ince ince bir kar yağar fakirlerin üstüne” gibi de değil. Birden bire; bir derdine, bin dertleri katsa da gelse. Gerçekten gelse... Yani yağmur… Yağsa… Gürül gürül yağan büyük bir suya dönüşse… Kocaman. Adı SEL olsa… Alıp ne var, ne yoklarınızı alsa ve götürse. Per perişan koysa… Öylece karışsanız… Karışsak ya da su ve toprak bulamaçlı çamurların… Ve yine sonra; kravatlı, takım elbiseli, o dev cüsseli adamların başındaki, o kocaman büyük adam pişkin pişkin: “Abartılacak bir şey yok” dese size. Ama yine ve sadece televizyon ekranlarından boy gösterse… Hani adına; “ kabadayı”dedikleri… Kükreyen… Ama ürkerek kükreyen… Sizi bizi hiçe sayan; bölen, parçalayan… Ve size bölmelerden, bölünmelerden yaftalar yapıştıran. Yüreklere ayrımlar dokuyan. Afet bölgesi değil; kendisi afet sözlerin sahibi adam; mahrumiyet bölgesi ilan ederek bizleri… Bölgelerimizi, köylerimizi, herkeslerimizi ve her şeylerimizi… Ve neredeyse hak müstahak görse… Bu perişan halleri reva görse yani… Ve kılını dahi kıpırdatmasa; gülüp, geçse… Bu perişan hallerinden bile, rant elde etse. Siyasi literatürde ( ki siz daha siyaset nedir bilmezsiniz ) buna; “ siyasi rant elde etmek” derler çocuklar. Acılarınıza ve sarılamayan yaralarınıza abanmak ne demektir, bilir misiniz? Bilin çocuklar bilin! Görün ve duyun! “Kral çıplak!” diye bas bas bağırın! Ya da şiirinden tanıyın o güzel insanın; Ahmed ARİF’in: “Tanı bunları, tanı da büyü / Bunlar engerekler ve çıyanlardır / Bunlar ekmeğimize, aşımıza göz koyanlardır / Tanı bunları, tanı da büyü…”

Bu sefer ince ince bir kar değildi yağan; fakirlerin üstüne. Gürül gürül bir suydu sel olup aktı çocukların üstüne. Dört başlı ejderha devletlilerin; gürül gürül kanlı sözleri ve hamasi nutuklar SEL’iydi felaket olup aktı; düşleri ve gülüşleri yasaklı çocukların üstüne. Doğmamış, doğmuş, ölmüş ve öldürülmüş bedenlerin üstüne. Çöp konteynırlarında; açlığına bir parça ekmek bulabilmek için gezinen, minik ve serçe ellerin üstüne. Güya uygarlıklardan geri bırakılmışlığın adı sanı yerlerin… Genç kızların intihar bakışlarında solan kentlerin üstüne… Namusun ve onurun üstüne… Ve kürdün makûs… Ve o kör talihi üstüne

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat