Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 74

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.580 Cevap: 1.812
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #731
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Sponsorlu Bağlantılar
Küçük Deniz Kızı

Açık denizlere kıyısı olan küçük bir köyde yaşlı bir balıkçı yaşarmış. Uzun yıllar, engin denizlerde oltası ile balık avlayan bu ihtiyar, etrafına sevgi saçan hayat dolu bir insanmış. Ancak, gel zaman git zaman, her bir şey kötü gitmeye başlamış onun için!.. Başına gelen kötü şeylerden kurtulmaya çalışırken bu kez de, dünyada her şeyden çok sevdiği insanı kaybetmiş aniden. Bu kaybın ardından, üzüntüye boğularak her bir şeylere, hatta hayata bile küsmüş ve kendini diğer insanlardan soyutlamış.

Bu duygu çöküntüsünün etkisiyle bir gün, minik köhne sandalı ile uçsuz bucaksız denizlerde yitip gitmek için, denizlerin sonsuzluğuna açılmaya karar vermiş ve aynı günün gecesinde de sessizce kıyıdan ayrılmış... Karadan ırak bir halde denizlerde dolaşmaya başlamış. Zaman zaman, oltasıyla tuttuğu balıkları biraz seyrettikten sonra, hepsini tekrar denize bırakmış. Günler geçtikçe yalnızlığından sıkılmaya başlayan yaşlı balıkçı, tuttuğu balıkları karşısına çıkacak ilk kişiyle paylaşmak için, sandalında biriktirmeye başlamış. Ama tüm istemine karşın, uzunca bir süre hiç kimseyle karşılaşamayınca yeniden umutsuz yalnızlığına sarılmış...

Yaşlı balıkçı, böyle amaçsız ve umarsızca denizlerde dolaşırken, günlerden bir gün aniden denizin derinliklerinden çıkıverip gelen, küçük bir deniz kızıyla karşılaşmış. Tüm umudunu yitirdiği bir anda karşısına çıkan küçük deniz kızını gördüğünde tatlı bir şaşkınlığa kapılıvermiş!.. Çünkü herkesten kaçırdığı, sakladığı, herkeslere kapattığı yaşlı kalbi, yine o tatlı heyecanla doluvermiş!.. O an, aklına sandalında biriktirdiği balıklar gelmiş. Uzun zamandır sakladığı balıkları küçük deniz kızı ile paylaşmaya karar vererek, çuvalın altındaki balıkların en büyüklerini seçerek ona vermiş. Küçük deniz kızı, balıkçının bu cömertliğinden, çok mutlu olmuş. Onun bu iyiliğine karşılık olarak, O da, her gün kısa sürelerle yanına gelip, köhne sandalı ile insanlardan kaçan ve denizin ortasında kaybolduğunu sandığı yaşlı balıkçıya , yol göstermeye başlamış...

Aralarındaki, balık verme-yol gösterme şeklindeki bu ilişki günlerce böyle sürüp gitmiş. Ancak, günler geçtikçe, içinde bulunduğu duygu yoğunluğunun etkisiyle, yaşlı balıkçıda her gün daha da artan coşku ve neşe yüklü değişiklikler görülmeye başlamış. Gözlerine ışıltı, yüzüne tebessüm gelmiş. Küçük deniz kızına karşı, içindeki duygu yoğunluğunun önüne geçilemez bir hızla, her geçen gün daha da artarak büyümeye başlamasının etkisiyle, artık, denizden sağladığı kendi ganimetlerinin tamamını ona vermeye başlamış. Küçük deniz kızı da yaşlı balıkçıdaki bu değişikliği fark etmiş ve bunu, “Ne kadar iyi bir insan. Sadece yol gösteriyorum, bana bütün her şeyini veriyor” ve yaşlı balıkçının yüzünde ve gözünde oluşan canlılığı ise, “Ne güzel, yeniden hayata bağlanmaya başladı. Sanırım amacıma ulaşıyorum!..” diye yorumlamış.

Ama geçen her gün, yaşlı balıkçı için eziyet haline dönüşmeye başlamış. İçi içini yemesine rağmen, bir türlü ona açılamamış olmaktan dolayı çok üzülüyor, dertleniyormuş. Çok istemesine rağmen bir türlü küçük deniz kızına açılamamasının nedeni; onu ürkütüp kaçırmaktan ve sonsuza dek kaybetmekten korkmasıymış. Ona açılma girişiminde bulunmaya karar verdiğinde ise, kendi kendine “Ona, seni seviyorum dediğimde, beni yanlış anlayarak ya hemen çekip giderse?.. Ne yapar o zaman kalbim? İkinci bir ayrılığa ben dayanabilirim, ya kalbim?.. Bu yorgun ve yaşlı kalbim nasıl dayanabilir?” diyerek, vazgeçiyormuş.

Karşılıklı balık-yol şeklindeki bu ilişki, günlerce böyle sürüp gitmiş. Ama bir gün yaşlı balıkçı bütün cesaretini toplayıp kendi kendine; “Söyleyeceğim işte! Çekip giderse gitsin! Eğer kalbim buna dayanamayıp duracaksa da dursun. Sonuçta, sevgiyle duracaktır. Sevgisiz yaşamaktansa, severek ölmeyi tercih ederim” diyerek, küçük deniz kızına "seni seviyorum" demiş. Bu sözleri duyan küçük deniz kızı, çok ürkmüş, korkmuş ve hiç bir şey söylemeden denizin derinliklerinde yitip gitmiş... Çünkü küçük deniz kızı, yaşlı balıkçının onu sahiplenmesinden ürkmüş ve kendisini de o köhne sandalına mahkum etmesinden korkmuş. Ne de olsa küçük deniz kızı, engin denizlerde özgürce yüzmeye alışmış ve üstelik, o güne kadar öyle köhne sandallara hiç binmemiş. Kaldı ki küçük deniz kızının tek amacı; yaşlı balıkçıya yol göstermek, karanlıkta, ona ışık olmak ve onu yeniden hayata, insanların içine döndürmekmiş. Küçük deniz kızı, kendi kendine; “Hiçbir şey söylemeden, konuşmadan, çekip gitmekle acaba saygısızlık mı yaptım? Öylece, çekip gitmemden de etkilenmiştir şimdi... Neyse, yarın sabah erkenden yanına gidip özür diler ve düşüncelerimi açıklarım kendisine.” demiş, ve yosun yatağına uzanarak uyumaya başlamış.


Ve Sevgi


O gece yaşlı balıkçı hiç uyumamış. Çünkü, gece boyunca balık tutmuş. Ta ki, gecenin en karanlık anı olan; şafak sökmeden önceki ana kadar. Denize sarkıttığı her oltaya bir balık gelmiş. Hiçbir oltası boş dönmemiş denizden. Ama yaşlı balıkçı, şafak sökmeden önceki anda tuttuğu bir balık hariç, tüm balıkları, tutar tutmaz gerisin geriye denize bırakmış.. O balığı, özenle teknesinin içindeki çuvalın üstüne bıraktıktan sonra, sandalın baş kısmındaki yere oturarak, balığı seyretmeye koyulmuş. O balığı izlerken gözleri nemlenen yaşlı balıkçı, hiç kıpırdamadan gülen gözleriyle kendisine bakan balığa “Aradığım sendin!” demiş. Bir süre sonra yerinden kalkarak balığı sandaldaki çuvalların altına yerleştirdikten sonra, küçük deniz kızıyla sabah gerçekleşecek buluşma için hazırlıklarını yapmaya koyulmuş ve kısa sürede hazırlıklarını tamamladıktan sonra da uykuya dalmış...

Yaşlı balıkçı, sabah gelen küçük deniz kızı tarafından uyandırıldığında, ona “Hayrola? Ne oldu? Hiç bu saatlerde gelmezdin?” diye, sormuş. Küçük deniz kızı, “Öncelikle, dün hiçbir şey konuşmadan, söylemeden çekip gittiğim için özür dilerim” dediğinde, “Sorun değil. Ben zaten öyle bir şey bekliyordum” demiş, yaşlı balıkçı. “Sana açıklamak istediğim bir kaç şey var!..” diyen, küçük deniz kızına “Dinliyorum” demiş. “Ben, gördüğün bu uçsuz bucaksız denizlerde özgürce yüzmeye alışmışım!.. Üstelik hayatımda hiç sandala binmedim, binmem de. Hele hele, seninki gibi köhne bir sandala asla...” demiş ve ardından “Benim, seninle görüşmekteki amacım; sana yol göstermekti. Amacım, en kör karanlıkta bile sana ışık olarak seni yeniden o küstüğün hayata, insanların içine döndürmekti; senin sevgine sahip olmak ya da sana sevgimi vermek değildi.” diyerek, düşüncelerini açıkladığında, yaşlı balıkçı, kısa bir süre durduktan sonra, küçük deniz kızına
"Seni seviyorum dememin, sana ne zararı var ki?.." demiş... "...şunu unutma Küçük Deniz Kızı, hiçbir balıkçı denizde kaybolmaz! Çünkü, şu gördüğün gökte, onlara yol gösteren bir şeyler, her zaman vardır ve var olacaktır. Sen, bana yol değil tamamen yok olduğunu düşündüğüm bir şeyin, aslında hiç kaybolmadığını gösterdin! Ben, aslında seni veya senleri değil, sevgi'nin kendisini seviyormuşum. Bana bunu öğrettiğin için sana ‘seni seviyorum’ dedim. Her ne kadar, aynı denizde yaşıyor olsak da, çok iyi biliyorum; aynı dünyanın ayrılıklarında yaşadığımızı. Evet Küçük Deniz Kızı evet... görünüşte ikimizde aynı denizde yaşıyoruz ama, bir farkla; sen, onun içinde yaşıyorsun, ben ise, üstünde! Ben, artık yolumu biliyorum! Bildiğim şey için de kimsenin yardımına ihitiyacım yok! Sevginle Kal!..” diye, eklemiş ve küreklerine asılmadan önce, küçük deniz kızına "Bu pakettekileri evine dönünce yersin" diyerek, büyükçe bir paket balık daha vermiş ve küreklerine yüklendiği sandalıyla gözde yavaş yavaş küçülerek kaybolmuş...

Yaşlı balıkçıyı kırmış olabileceğini düşündüğünden, üzgün bir halde evine dönen küçük deniz kızı, hemen yaşlı balıkçının verdiği paketi açmış. Paketin içine baktığında; o güne kadar bu denizlerde hiç görmediği ve de duymadığı parıldayan pullarıyla, etrafına ışıklar saçan pembe renkli, mavi gözlü bir balıkla karşılaşmış! Yanında da, bir bez parçasının üzerine mürekkep balığının, mürekkebine batırılmış oltanın ucuyla yaşlı balıkçı tarafından yazılmış bir not... Notta ise şöyle yazıyormuş: "Bunca yıllık balıkçılık hayatımda, hiç karşılaşmadığım bir şeylerle karşılaştım, dün gece sen gidince! Denize attığım her oltadan balık çıktı. Hiçbir oltam boş dönmedi. Ama, ben tuttuğum her balığı, tutar tutmaz gerisin geriye denize bıraktım. Ta ki tutulacak balığı tutana kadar. Ve sonunda tutmak istediğim; bu gördüğün balığı tuttum! İnsan, ideallerine sıkı sıkı tutunursa, artık idealleri tutunduğu şey olmaktan çıkarak, tutkuya dönüşür.
Hiç görmediğim, bilmediğim bir balığı tutma ideali de, dün gece tutkuya dönüştü bende, sen gidince!.. Ve sonunda başardım da!

Şafak sökmeden az önce tuttum bu balığı. Ben; hiç bu kadar beyaz ötesi beyaz bir balığın, bu denizlerde yaşadığını ne gördüm, ne de duydum! Ya o gözlere ne demeli! Onu, bu köhne sandalımın içine yatırdıktan sonra gözlerine baktığımda, bana bu balığı tutturan şeyin 'sevgi' olduğuna inandım ve bu balığın adını 'sevgi' koydum... Şimdi, Sevgi'yi sana veriyorum... Çünkü, O senin... Ve ben dün, senin sevgin yardımıyla tuttum onu...

Sevginin rengi, her zaman ve sadece beyazdır... hem de bembeyaz! Ve gözü de yeşildir küçük deniz kızı; aynı, senin yatağının yosun yeşili gibi! Ne yazık ki sen, onun gerçek halini hiçbir zaman göremeyeceksin. Sen, şimdi evinde Sevgi'ye baktığında, onu parıltısıyla etrafına ışıklar saçan pembe renkli, mavi gözlü bir balık olarak görüyorsundur!.. Öyle değil Sevgi, öyle değil Küçük Deniz Kızı! Sevgi, görmek istediğin renkte değil, olduğu renktedir...

Ve inanıyorum ki, Ondan bu denizlerde bir tane varsa, bir ikincisi de mutlaka vardır. Ben, onu bulmaya gidiyorum! Onu kimsenin yardımı olmadan, yalnız başıma bulacağım. Çünkü, onu kimseyle paylaşmak istemiyorum küçük deniz kızı!.. Benim Sevgi'm benimle kalacak, Sen de ‘Sevgi'nle Kal...”

Mektubu okuyan küçük deniz kızı hüzünlenerek, “Beni bu kadar çok sevdiğini tahmin etmedim yaşlı balıkçı. Affet beni lütfen” demiş ve kafasını suyun üstüne doğru kaldırarak, “Ama üzülme, emanetin olan sevgiye çok iyi bakacağım” dedikten sonra bakışlarını yosunların üstüne koyduğu balığa çevirerek “Sevgi! Sen artık benimsin... hem de sonsuza kadar... Artık hep benimle olacaksın; ben de seninle. Ölene kadar senin yanından ayrılmayacağım. Ama lütfen bana olduğun renkte görün, yalvarıyorum sana sevgi... lütfen... lütfen gerçek renginde görün!..” diyerek Sevgi'ye sarılmış.

O günden sonra küçük deniz kızı, söz verdiği gibi sevginin yanından hiç ayrılmamış. Yemeden, içmeden kesilmiş. Yaptığı tek şey sadece sevgiyi seyretmek ve uykusu geldiğinde sevgiye sarılıp uyumakmış. Bir de sürekli, Sevgi'ye “Lütfen bana gerçek renginde görün!.. Yalvarıyorum sana!.. Bir kerecik bana olduğun renkte görün” diye yalvarıyormuş. Küçük deniz kızı, gün geçtikçe hiçbir şey yemediğinden dolayı zayıflamaya başlamış. Güçten de düştüğü için artık hareketleri de ağırlaşmış. Sevgi ise hala, parlayan pembe renginden ve etrafına ışıklar saçan mavi gözlerindeki canlılıktan hiçbir şey kaybetmeden yosunların üzerinde öylece duruyormuş. Kendisi eriyip giderken, canlılığından hiçbir şey kaybetmeyen sevgiye bakan küçük deniz kızı; “Ne kadar güzel bir şeysin sen sevgi, ne kadar güzel!.. Ben senin için eriyip giderken, sen hala ilk günkü gibi canlısın!..” demiş.

Küçük deniz kızı, her gece yaptığı gibi o gecede sevgiye sarılı bir halde uyurken düşünde, köhne teknesiyle sahile varmak üzere olan yaşlı balıkçıyı görmüş. Yaşlı balıkçının yanında ise parlayan beyaz teni ve etrafına ışıklar saçan yeşil gözlü, bir bayan varmış. Yaşlı balıkçı, yanındaki bayana sarılarak, küçük deniz kızına “Sana tanıştırayım; bu Sevgi!” demiş. “Sevgi'yi tanımaktan memnun oldum.” diyen küçük deniz kızı hiç ara vermeden konuşmaya devam etmiş; “Sen gittikten sonra, ben hep Sevgi'nin yanında kalıyorum... Senin bana verdiğin Sevgi'nin yanında!.. Onu hiç yalnız bırakmıyorum. Hep ona bakıyor; her gece ona sarılıp yatıyorum. Ama onu ve onun gözlerini bir kere olsun senin mektubunda yazdığın renklerde göremedim. O kadar yalvarmama, yakarmama rağmen Sevgi'yi bir kere olsun beyaz göremedim. Ve onun gözü hâlâ mavi!.. Çok zayıfladım, güçsüzleştim Sevgi geldikten sonra!.. Onu bırakıp yiyecek bulmaya gitmiyorum. Çünkü geri döndüğümde Sevgi'yi bulamamaktan, onu sonsuza dek kaybetmekten korkuyorum. Böyle giderse, çok yaşayabileceğimi de sanmıyorum! Günlerim sayılı... ama olsun, hiç umurumda değil... Zaten, Sevgi'yi gerçek rengiyle göremedikten sonra yaşamanın ne anlamı var ki!..Kim bilir belki öldükten sonra onu gerçek rengiyle görürüm.” demiş.

Küçük deniz kızını dinleyen yaşlı balıkçı ise ona; “Üzüldüm senin bu haline. Niçin hâlâ anlamıyorsun küçük deniz kızı, sevgiyi yanında değil, içinde barındırman gerekir!.. Onu görmen değil, hissetmen gerekir. Sevgi, görünmez yaşanır. Sen Sevgi'yi sadece seyretmekle, ona sarılıp uyumakla ve sürekli onun yanında bulunmakla onun gerçek rengini göremezsin. Onu, ancak sonsuz bir aşkla seversen onun gerçek rengini görebilirsin. Ama üzülerek söyleyeyim ki sen hâlâ elindeki sevgiyi yeteri kadar sevememiş; ona aşık olamamışsın!.. Onun ruhundaki değil, dış görünüşündeki güzelliklere, özelliklere takılı kalmışsın... ‘Zayıfladım, güçsüzleştim, öleceğim’ diyorsun. Senin eriyip, sararıp solmana rağmen Sevgi'de bir değişiklik oldu mu? Olmadı değil mi? Zaten Olmazdı da, Olamazdı da!.. Şunu unutma küçük deniz kızı, sevgiyi hissedersen, sevgi için ölmen değil yaşaman gerektiğini anlarsın. Sevgi, senden hayatını değil, sadece kalbini vermeni bekliyor. Ver ona kalbini küçük deniz kızı, ver ona!..” demiş. Küçük deniz kızı, o anda yaşlı balıkçının yanındaki bayanın birden yok olduğunu görünce, irkilerek uykusundan uyanmış.

Gözlerini hafifçe aralayan küçük deniz kızı, sarılarak uyuduğu Sevgi'nin yanında olmadığını görünce, hızla yosun yatağından kalkmış. Her bir tarafları aramış, taramış ama bir türlü onu bulamamış. İçini derin bir hüzün kaplamış!.. Ve o an yuvasını terk ederek uçsuz bucaksız denizlerde, kaybettiği Sevgi'sini aramaya karar vermiş. Bu kararını uygulamak için güçlü olması gerektiğinden yeniden yemek yemeye başlamış. Yanındaki sevgi için hiçbir şey yapmazken, aradığı sevgi için kendine bakmaya başlamış. Vücudu tekrar eski görünüme ve dinçliğine kavuştuğunda denizlere açılmış. Günlerce, haftalarca, aylarca sevginin peşinde dolanıp durmuş. Ama ne ona rastlamış, ne de ona rastlayan birine...

Sevgiyi bulma yolundaki tüm umutları artık tükenme noktasına geldiğinde, bir gece uyurken düşünde bir balık görmüş. Beyaz ötesi beyaz parlayan pullara ve yosun rengi gözlere sahip bu balık, küçük deniz kızına şunları söylemiş; “Beni, neden hiç olmayacağım yerlerde arayıp duruyorsun küçük deniz kızı? Neden hiç bıkmadan, usanmadan beni her gördüğün kişiye soruyorsun? Ben; yaşlı balıkçıyla düşünde yaptığın konuşmanın ardından yatağından kalkarak senin kalbine girdim. Ben artık senin içindeyim küçük deniz kızı. Hem de ta o geceden itibaren. Ve sen, o geceden sonra sadece küçük deniz kızı olmakla kalmayıp ‘sevgili küçük deniz kızı’ oldun!..”


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #732
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Şiirdir İstanbul

Sponsorlu Bağlantılar
_____________________“ İstanbul elbette fetholunacaktır.
______________________ne güzel komutandır o komutan
______________________ne güzel askerlerdir o askerler..”
________________________________ (Hz. Muhammed)


İstanbul’u anlat deseler anlatmak kolay değil, kelimeler yetersiz kalır; anlatamam. Belki tarif ederim o kadar “Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş ecdadımızdan bize kalan yadigar.”
İstanbul öyle uzaktan anlatılmakla da olmaz. İstanbul’da yaşamakta değildir esas önemli olan... Bire-bir hissetmeden görmeden güzelliklerini, çekmeden acılarını anlatılmaz ki; hiçbir an hiçbir zaman...
Samimi değilseniz İstanbul kırılır, içten değilseniz İstanbul gücenir. Doğal değilseniz birde üstelik; İstanbul, haksızlığa hiç mi hiç gelemez...

Ve İstanbul bir şiirdir mısra mısra. Ve İstanbul bir şarkıdır her gün yeniden söylenir. Ve o İstanbul değil midir ki; ”Yüzlerde tebessüm gönüllerde ferahlık ve aşkların kanat çırpışı” diye tarif ettiğimiz. Ve en güzel gerçekse; “İstanbul en çok yürekte yaşanır.”

Ve bir İstanbul sabahında; martılarla sohbet etmeli, şakalaşmalı balıklarla, kedilere süt vermeli, vapur seslerini dinlemeli, bir şair edasında en güzel şiirlerini okumalı İstanbul’un, görmeli doğal güzelliklerini, araştırmalı geçmiş uygarlıklarını, bilincine varmalı sanat eserlerinin ve inadına yeşili korumalı, ve sevmeli İstanbul’u koşulsuz ve karşılıksız; dostluğun ve barışın katıksız maviliğinde...

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA, “Karadan yürüyen gemiler” adlı şiirinde bakın şöyle diyor; Bir sabah ferman ile uyandık İstanbul kıyılarında/Bir sabah duyuldu Sultan Mehmet:/ Gemilerim karadan yüzdürülsün!/Dağlar taşlar inledi: Emret!
Ve 550 yıl geçmiş aradan dile kolay... Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden bu yana... İstanbul İstanbul olalı... Dünya kültür ve medeniyetinin beşiği İstanbul bizim olalı...*
Dedim ya, İstanbul ecdadımızdan bize kalan yadigar. İstanbul’un taşı toprağı şehidimin kanı... Nice canlar verilmiş uğruna, nice şairlerin ilham kaynağı, nice sevdaları taşımış gün be gün nice sevdalara gebe...

Ve neden sonra, aşklarım gelmeli aklıma; hatırlanası aşklarım... ve en son hatırladığım; ”İstanbul en büyük aşkım” olmalı...


* 28 defa kuşatılmış olan İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453 tarihinde 21 yaşındayken Fethetmiş ve
Hz. Muhammed’in övgüsüne layık olmuştur.


İstanbul’un Fethi

___________________“Ya İstanbul beni alır,
____________________ya ben İstanbul’u alırım.”
________________________(Sultan II. Mehmet)

Bir gece düşünün
Her yer zifiri karanlık
Aylardan Nisan sene 1453
Altmışyedi parça olmuş donanması Fatih’in
Karadan Haliç’e bir şahin gibi süzülen..

Bir gündüz düşünün
Her yer Fatih’in toplarıyla aydınlığa göz kırpıyor
Aylardan Mayıs sene 1453
O ne muhteşem gün
O ne muhteşem kuşatma
O büyük gün işte tarih 29 Mayıs 1453

Dövülürken İstanbul Fatih’in toplarıyla
Ne direniş kaldı geriye ne kapılar ne surlar
Her karış toprakta şehitler yatıyor şimdi
Dalgalanırken şanlı Türk Bayrağı topkapı surlarında..

Fatih Sultan Mehmet değil miydi o
Bir devir açıp bir devir kapatan
Fatih Sultan Mehmet değil miydi o
Tüm kapıları ardına kadar açan
Fatih Sultan Mehmet değil miydi o
Bir güneş gibi yeni çağı aydınlatan
Fatih Sultan Mehmet değil miydi o
Topkapı’dan İstanbul’a tek bir yürek olup akan...

MaLiNBeR - avatarı
MaLiNBeR
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #733
MaLiNBeR - avatarı
Ziyaretçi


BIRAKIP DA GİDENE...
Burnu bir karış havada, gözü
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi...
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça...
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi...
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi...
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun "ölüm yıldönümü"dür.
17'sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz...
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
"Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim...
Allahım son defa göreyim yeter bana"
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi...
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına...
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle...
Hele hele o ilk satırı...
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
"İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!..."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #734
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
benim için yapar mısın?

Ben düşünmekten yoruldum, benim yerime de düşünür müsün? Benim yerime ilgilenir misin insanlarla, yalanla, ihanetle, yâlnızlıkla...? Geceleri birdenbire bastıran sağanak yağışlı korkuları alır mısın yamacımdan? Gündüz gözüyle sevemiyorum kimseyi. Yüreğimdeki bu düğümü çözebilir misin?

Giderek yaklaşıyor ve çoğalıyor sorular. Bir cümlenin içinde virgül olmayı beklerken, nedendir bu noktaların kelimelerime yaptığı tecavüz? Beni bu saldırılara karşı koruyabilir misin? Korktuğumun farkındayım, bu yüzden konuşmuyorum. Küçük bir çocuğun, hiç bilmediği bir şehirde kayboluşunu ve bir köşede kıvrılarak sessizce ağlayışını yaşıyorum sanki. Tek farkımız, ben bildiğim bir şehirde kayboldum ve gözyaşlarının asil olduğunu bilmeyen insanların arasında ağlamaya çalışıyorum. Bu çabam da sonuçsuz kalacak, biliyorum. Beni benim yerime bağışlar mısın?

Oysa, garipliğimi sudan sebeplerle süslemeyin dedim. Sevecekseniz yıpratmadan, acıtmadan ve okşayarak sevin dedim. Ellerimin küçüklüğü çocukluğumdan kalma, saçlarımın dağınıklığı rüzgârdan, beni rüküş oyunlarınızın içine almayın, oynayamam dedim. Çok sonraları farkettim kendi kendime konuştuğumu. Beni deli sanacaklar. Ya da sanmayacaklar, delilik bu...! Benim adıma saklayabilir misin isyanlarımı özenle? Çığlığımı tutar mısın düşmesin yere? Bir gün, işime yarayabilirler.

Yağmur yağıyor. Biraz sonra bütün çıplaklığımı giyinip, çocukluğumla ona gideceğiz. Belki ıslandığımda kaybolacak bu buruk gülümsemeler. Belki unutacağım incindiğimi. Yüreğimin ağrıyan yanlarını belki söküp atacağım, açlıktan ağzı kokan sokak köpeklerine. Kollarımı gökyüzüne kaldırıp, şarkılar söyleyeceğim belki, şarkılarım yağmura .. Olur da bana bir şey olursa, şarkılarımı sahiplenir misin?

Kırgınım, çok yorgunum. Yanıyor bir yerlerde, derinlerde gönlüm..Geçtiğim yollarda bıraktım sözlerimi ya da bırakmak zorunda kaldım, emin olamıyorum. Gidenlerin geride bıraktıkları gözü yaşlı ayak izlerini sayarken üzerime giydirilmiş olabilir suskunluklar..Yoksa ben de bilirdim, güneşin izniyle aldığım gülüşleri her daim dudaklara yapıştırmayı. Yaşım kadar geçtim hayattan ve sevdadan ve ayrılıklardan...ve artık ben de korkuyorum herkes gibi, senin gibi sevmekten. Canımı acıtmadan üzerimden alabilir misin bu korkuları..? Kırgınlıklarımı kazıyarak beni aşk’la barıştırabilir misin yeniden..? Ben senin bir zaman dokunduğun kadındım. Neden sessizce gittiğini, konuşmaya gerek kalmadan gözlerinle anlatabilir misin..?

Bütün bunları yapabilecek kadar yürekli misin bilmiyorum. Cesaret sadece güç gösterisi değildir çünkü. Şimdi, şimdi yaşadığın yerde kal ve sakın konuşma. Ceplerinde biriktirdiğin bozukluk sevişmelerden biri değilim ben. Ya da sisli bir havada görmeden yanlışlıkla çarptığın biri hiç değil..Bunun ne olduğunu, ne anlama geldiğini anlayabilir misin..?

Tedavülden kalkıyor zamanla bütün sorular ve kaybolup gidiyor uzayın derin boşluğunda, kimse üzerine alınmadan.Suskunluğunu ve cevap veremeyişlerini, çocuk ruhunun bastırılmış serseriliğine veriyorum. Daha zamanın var, elbet bir gün sende öğreneceksin konuşmayı. Beden unutsa bile yürek unutmaz yaşadıklarını..Bunu o garip gönlüne öğretebilir misin...?
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #735
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
SEN OZELSIN



Kendimi ne zaman ise yaramaz ve aciz hissetsem,

ayni hisleri hissettigim bir anda, eski bir dostun uzun zaman önce söyledikleri gelir aklima...

Yüzümü kocaman bir gülümseme sarar..

Bana: 'Kendini her aciz ve ise yaramaz hissetiginde parmaginin ucuna bak,' demisti...

O sira o kadar üzgün ve duygularimin içinde o denli kaybolmustum ki,

kendi sesimi bile taniyamaz bir halde, çok kisik bir ses tonu ile

'Neden? ' demistim...

'Çünkü o parmak izlerinden bu yeryüzünde baska hiç kimsede yok,' demis ve eklemisti.

'Sen özelsin.

Inanmazsan parmaklarinin ucuna bak.'

Birden sanki dirilmistim.

Evet, ben özeldim...

Herkes aslinda özeldir.

Ama beni o günden sonra digerlerinden ayiran tek ayirt edici özelligim

-kendimin özel oldugumun- farkinda olmamdi...

Hala karamsarliga düstügümde,

bazen umutsuzluklarla bogustugumda

o dostumu hatirlar ve parmagimin ucuna,

yüzümde büyük bir gülümseme ile bakar ve kendi kendime:

'Sen özelsin. Bunlarin hepsini atlatirsin,' derim.

Yine ayni dostum bir karar asamasinda oldugum bir gün bana söyle demisti,

'Önce ne istedigini iyi belirle,' ve eklemisti,

'Sonra o istedigine ulasmak için ne gerekiyorsa yap! '

Sonra da elini tam üç kez gözlerimin önünde çirpmis

ve bana 'Ne oldu simdi? ' diye sormustu.

Ben de anlamsiz bakislar ile cevap vermistim.

'Ne oldu? '

'Üç saniye hayatindan uçtu gitti ve hiç birsey o üç saniyeyi geri getiremez,'

demisti...

Ve eklemisti

'Hayati istediklerine ulasmak için harca, bir gün arkana dönüp baktiginda

uçup giden o saniyelerin bombos bir ömür haline geldigini görmek istemiyorsan tabii! '

Farkindasiniz degil mi?

Hayatlarimiz saniye, dakika, saat dilimlerine bölünmüs, akip gidiyor.

Ve biz akan bir saliseyi bile

geri dönüp tekrar yasayamiyoruz.

Onlari geri getiremiyoruz.

Aynaya baktigimizda her gün yeni bir beyaz saç telini

ve yüzümüzde acimasizca akip giden dakikalarin izini,

birer kirisiklik olarak seyrediyoruz.

Peki biz hayattan ne bekliyoruz?

Beklentilerimiz için varimiz yogumuz ile için savasiyor muyuz,

zaman denen acimasiz düsmanla?

Oysa parmaklarinizin ucuna bakin bir kez.

Sonra da parmaklarinizi üç kez siklatin.

Orada gördügünüz parmak izleri sizden baska kimsede yok

ve parmaklarinizin ucundan çikan o ses

hayatinizin bombos geçmis üç saniyesi oldu, geçti gitti iste...

Siz özelsiniz, siz yeryüzünde teksiniz...

O zaman hayattan beklediklerimiz de bize layik olmali, özel olmali,

ulasilmasi için savasa deger olmali.

Zaman denen canavar galip gelmeden,

biz hayattan beklentilerimize ulasmaliyiz ki,

Geçip giden zamana ragmen,

geriye dönüp baktigimizda kucak dolusu mutluluk ve beklentilere ulasmanin hazzi ile

zaman zaman yüzümüzde kocaman bir gülümse ile nanik yapabilelim...

Ellerinizi üç kez çirpin,

hayattan üç saniyeniz silinip gitti iste...

Bugün özel bir insan olan kendiniz için ne yaptiniz?

Beklentileriz için bir ugras, savas verdiniz mi?

Yoksa zamanin sizi yenmesine seyirci mi kaldiniz?

Mesela özel eski bir dostu aradiniz mi bugün?

Bu kisa ama çok anlamli hayat derslerini veren dostumu

kaç zamandir aramadigimi düsündüm tüm bunlari yazarken...

Yerimden kalktim,

Internet'ten çiktim ve telefon ile o dostumu aradim.

Çok mutlu oldu...

'Ne zamandir sesini duymamistim, hangi dagda kurt öldü? ' dedi.

Ben de 'Özel birini aramak istedim, aklima sen geldin,' dedim

ve sonra ekledim:

'Ve ellerimi üç kez çirptim,

geçen zamani geri getiremedigimi görünce

belki de seni arayacak baska bir üç saniyem olmayacak,

su anda aramazsam deyip,

yazdigim yaziyi yarida birakip seni aradim,' dedim.

Çok mutlu oldu.

Bir dostun mutlulugu ile ben de mutlu oldum.

Dostumla telefon konusmami bitirip

klavyenin önüne oturdugumda

yüzümde kocaman bir gülümseme vardi.

Özel birini arayip, dakikalari geri getiremeyecegim bir hayat içinde

istedigim bir seyi yapmanin huzuru ile

yani mutlu bir yürekle tekrar yazmaya basladim.

Ve zaman denen sinsi düsmana bir nanik yaptim.

Acimasizca akip gidiyorsun, ama ben seni hissediyorum

ve istedigim hiç birseyi ertelemiyorum

ve istediklerimi elde etmek için hayatla savasiyorum der gibi mutlu idim.

Siz hala ne duruyorsunuz?

Kosun telefona, bir dostu arayin.

Birine e-mail atin. Onu sevdiginizi hissettirin.

Onun mutlulugu ile mutlu olun.

Ellerinizi üç kez çirpin ve düsünün

hayatinizdan üç saniye bos bir sayfa gibi koptu gitti iste.

Oysa siz özelsiniz

ve size layik bir hayati hak ediyorsunuz.

Size layik mutluluklari hak ettiginiz gibi.

Bana Inanmazsaniz parmaklarinizin ucuna bakin
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #736
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İKİ UZAK YILDIZ ARASINDA


Hayatına giren onca erkek içinde, en çok da, gerçek anlamda sevdiği tek adam üzmüştü kendini. Yerlere göklere sığdıramadığı, yakınındaki uzak yıldızı, küçük dev adamı...

Yıllar kaymıştı avuçlarının arasından; kimi zaman birlikte, kimi zaman o tek başına acılar içinde. Tanıdığı, gördüğü, konuştuğu, yeni tanıştığı herkesi kıyaslamıştı onunla; o çok sevdiği adamla. Hep de onu üstün bulmuştu. Ah bir de diğerleri onu kendisinin gözüyle görebilseydi; onun ne kadar muhteşem bir adamı sevdiğini. Bir anlayabilselerdi sevgiden de öte olan bu duygusunu: TUTKUSUNU...

“Sevgiliden intikam alınmaz! Alınmaya kalkılırsa, o, gerçek sevgi değildir. İnsan hiç kendisinin bir parçasından, dahası; kendisinden intikam alır mı?”

“Acı çekmeyi mi seviyorum acaba?” diye kendi kendine düşünürken, yeni kararlar alma ve ne pahasına olursa olsun, uygulamaya hazırlanıyordu. Bıçak kemiğe dayanmış, artık hiçbir şeyi yapamaz hale getirmişti kendisini.

Bir süredir yeni bir heyecan vardı yüreğinde, kendisinin bile içine nasıl düştüğünü bilemediği. Yeni bir “küçük dev adam”! Hayatı boyunca sevdiği erkeğin, tümüyle zıddı olan bir uzak yıldız... Sevdiği adamdan on üç yaş daha küçük, kendisinden üç yaş büyük olan yeni bir sevda, ve belki de yeni bir tutku! Kendisine erkeği kadar yumuşak davranmayan, haşin ve hatta saldırgan. Erkeği gibi nazik (en azından her zaman nazik) olmayan. Kimi zaman hiç duymadığı sözleri işittiği, farklı bir dünya vardı şimdi hayatında. Çözmeye çalışıp da kendisini kör düğüm yapan bir Don Juan! Kimi zaman sevgilisinden de duygusal, kimi zaman bir buzdan dağ. Kimi zaman sımsıcak sarmalayan, koruyan, gözeten, destek olan, çılgınca seven, sevişen; tam da istediği gibi. Kimi zaman da kendinden iten, uzaklaştıran, hırpalayan, acılardan acılara sürükleyen; aynı insandan hiç beklemediği gibi.

İki erkeğinin tek ortak yönü, ikisinin de kendisini bir kitap gibi okumalarıydı ve ikisini de vazgeçemeyecek kadar çok seviyor olması. Bunun dışında tümüyle zıtlık...

Oysa erkekleri; hiç anlayamamıştı ki, aslında dev adam olmadıklarını, onun kendilerini büyütüp, yüceltip, ilahlaştırdığını. Anlasalardı zaten onu asla incitemezlerdi. Oturtuldukları tahtın kıymetini bilselerdi, onun sevgisi olmadan aslında yarım, eksik birer erkek olacaklarını hiç olmazsa içlerinden biri görebilseydi, çok şey değişecekti. Böyle olmasını değil; bir insan, bir kadın olarak yalnızca sevilmeyi beklemişti ilişkilerinin her anında. Kendisinin sevdiği şekilde sevilmeyi, tapındığı şekilde tapınılmayı, düşündüğü şekilde düşünülmeyi, arzuladığı şekilde arzulanmayı, özlediği şekilde özlenmeyi...

“Belki de aslında erkekleri değil, erkeklerimin bana gösterdikleri ilgiyi seviyorum” diye düşünürken, birden bire saate ilişti gözleri. Zaman geliyordu, gitmeliydi. Kapının önünde duran valizini ve el çantasını son bir kez kontrol etti; eksik göremedi. Telefonun tuşlarına basarken, ellerinin güzelliğine baktı.
Yıllar önce çok daha güzel olan ellerinin... Kendisini şehirler arası terminale götürecek olan servis aracını çağırdıktan sonra, salonun perdelerini kapattı, çiçeğini suladı.

Güney sahillerinden birinde, çok fazla özelliği bulunmayan, hatta vasat denilebilecek kadar gözden ırak olan otele doğru yol alırken, otobüste kendisini göz hapsine alan göbekli adama için için kızdı. “Ne seni ne de senin neslinden birini seviyorum! Olmasaydınız hayat çok daha çekilesi olurdu, kendi hemcinslerimle...” diye haykırmak geldi içinden. Sustu. Susmasa da değişen bir şey olmayacaktı nasıl olsa.

Otele yerleşip, bir duş alıp, zihnindeki yorgunluğun bir kısmını, akan sularla birlikte küvetin deliğinden sonsuzluğa yolladığında bile, rahatlayamadığını fark etmesi uzun sürmedi. Görünüşte yalnız başına yola çıkmış, otele gelmiş, tek kişilik oda ücretini yatırmış, tek kişilik beyaz çarşaflı yatağa uzanıp biraz dinlenmeye çalışmıştı. Ama gittiği her yere, yaptığı her şeye, üç kişi sığıyorlardı. Bir kişi gibi görünüp, üç kişi olarak yaşadığına; kendisi de şaşırarak gülümsedi. Kısa mı uzun mu olduğuna karar veremediği yedi gün vardı önünde. Kararlarını alacağı, ölçüp tartacağı, kendisi de dahil olmak üzere üç kişiyi sorgulayacağı ve dönüşte değişmiş, kararlı, hangisini istediğini bilen bir insan olarak, yıldızlarından birini sonsuza dek sonsuzluğa gömeceği. Acı da verse, gömeceği!

Dalgın gözleri aynadaki gözlerine bakarken, çalan telefonun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Genç sevgilisi telefonun diğer ucunda tatlı sesiyle:

- Bebeğim, nasılsın? diyordu.

- İyiyim canım, odadayım. Sen nasılsın?

- Kısıtlı bir süre için de olsa ayrılığına alışmaya çalışıyorum. Seni şimdiden çok özledim.

- Ben de seni çok özledim canım.

- Eşyalarını yerleştirdin mi?

- Evet tatlım, duş da aldım, rahatladım.

- Yanında olmak isterdim, duş alırken...

- Sabret bitaneciğim, yedi gün sonra kollarındayım.

- Peki bebeğim. Sonra yine ararım. Öpüyorum fıstık.

- Hoşça kal canım. Seni seviyorum.

- Ben de güzelim.

Kadının dudaklarından çıkan öpücük sesi, erkeğinkiyle buluşup, telefon tellerinde birleşti. Kapanan telefonun çıkardığı küçücük tını, yürek çırpınışını biraz olsun hafifletmedi. Seviyordu, hayatını karmakarışık yapmasına rağmen, bu adamı. Hem de tüm hücreleriyle seviyordu. Hiç tatmadığı duygular yaşıyordu onunla; yenilikler, heyecanlar.

“Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp, banıp yer gibi; geceleyin ateşler içinde uyanarak, ağzımı dayayıp musluğa, su içer gibi...” İkisine ait olmasını kararlaştırdıkları bu şarkıyı mırıldanmaya başladı gülümseyen dudakları.

Yorgun zihni, dinlenmiş bedeniyle sahilde bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Odadan çıkmak üzereydi ki telefon yeniden çaldı. Yıldırım hızıyla açılan telefonun diğer ucunda, beklenmeyen bir ses vardı. Kadın elinde olmadan irkildi.

- Merhaba güzelim.

- Merhaba.

- Nasılsın?

- Sağ ol iyiyim, sen?

- İdare ediyorum. Bildiğin gibi. Evdeysen sana uğrayayım. Senin kahveni içmeyi özledim.

- Şehir dışındayım.

- Öyle mi? Neredesin bakalım kaçak velet?

- Bana velet deme. Bundan hoşlanmadığımı biliyorsun!

- Peki neredesin o halde tatlı çocuk?

- !!!

- Tamam, tamam kızma. Takılıyorum sadece.

- Güneyde bir oteldeyim.

- Yalnız mısın?

- Evet yalnızım.

- Gelmemi ister misin? Şu bir türlü baş başa geçiremediğimiz tatili yaparız.

- Hayır, gelme. Yalnız kalmaya ihtiyacım var.

- Nasıl istersen. Ne zaman dönüyorsun?

- Belli değil, dönünce seni ararım.

- İyi, hadi eğlen bakalım. Öpüyorum çokça. Dikkat et kendine.

- Merak etme, bana bir şey olmaz. Hoşça kal.

- Hoşça kal güzelim.

Peş peşe edilen telefonların ardından, yeniden dalgalanmaya başlayan duygu dünyası; gündüzün tüm aydınlığına rağmen karanlıklara doğru hızlı kulaçlar atıyordu. Sağlıklı olmasına karşın, yüreğinin sıklıkla sıkışması, soluğunun kesilmesi, gözerinin kararması, aniden ter basması, psikolojikti, biliyordu. Bildiği şeyleri engelleyemiyordu ya asıl ona kızıyordu.

Otelden çıkıp, birkaç kutu da bira alarak sahile indi. Şezlonglardan birine usulca ilişti. Zaten öyle çok şey kırılıp incinmişti ki. Paramparça ruhunu avuçlarına alıp parçalarını birleştirmesi, teselli etmesi, onarması, iyileştirmesi gerekiyordu. Buradan giderken, hiç olmazsa büyük kısmını yamamış olabilseydi! İki yıldız arasında heder ettiği yüreğinden özür dilemeye dili varmıyordu. Bilerek, görerek atmıştı o masum kalbini ateşlere. Şimdi de yangınlarını söndürmek için; herkesten, her şeyden, şehrinden, işinden, ailesinden, evinden, erkeklerinden kaçmıştı. Dalgalara, denizin bu beyaz köpüklü dalgalarına atsa yüreğini, koca deniz merhamet edip de yıkar mıydı? Yoksa tuz mu basardı açık yaralarına?

Kimi ne için suçlayacaktı? Yüreğini, iki erkeği aynı anda sevdiği için mi? Bir kadının sevilmeye ihtiyaç duymasını mı? Yıllar yılı sevdiği adamı mı; incinmişliklerini boynuna, yerlere kadar uzanan bir inci kolye yaptığı için? Kendisinden üç yaş büyük olan genç sevgilisini mi; birden bire geceyi yırtan bir bıçak sesi, hızı ve acımasızlığı içinde hayatına giriverdiği için? Alışkanlıklarına mı, bir türlü yakasını kurtaramadığı? Adam gibi adam çıkmadığı için, eski kocasına mı?

Kime neyi şikayet etseydi? İflah olmaz romantik yanını mı? Yorgunluklarını mı? Kırgınlıklarını mı? Usul usul hayatından yitip giden gözyaşlarını mı? Tüm bunlara fırsat verip de duygularına yenilen mantığına mı çatsaydı? Yoksa içinden yıllardır çıkamadığı bu okyanusa hiç girmeyip; derhal otele koşup, eşyalarını toplayıp, ilk otobüsle geri dönse ve kendisini sevdiği adamın kollarına mı bıraksaydı? İyi ama hangisinin kollarına? Biri severken üzüyor, diğeri üzerken seviyordu. Birinde bulamadıklarını diğeri tamamlıyordu. Ve aynı anda iki ilişkiyi yürütmek istemiyor, bu ona adilik olarak geliyordu.

“Sensiz yaşayamıyorum, seninle olunca da sana zarar veriyorum” demişti sevdiği erkek. Birbirleriyle çok ender görüşüyorlar, birbirlerini aramamak için her ikisi de kendisini çok zor tutuyor ama yokluklarında bile birbirlerini yaşıyorlardı. Aşk; kuruyan kanı fark ettiğinde bıçağın üzerinde, savuruveriyordu yüreklerine bir çizik daha. Bir yangın daha çıkarıyordu yüreklerinde, her seferinde yenisi, eskisinden daha büyük olan ve onu söndürmek için bir süre yine görüşmeyecekleri zamanın, intikamını ruhlarından alıyordu. Acısını bastırmak için “velet” diyordu sevdiği kadına, “tatlı çocuk”...

Çelişkilerinin, gel gitlerinin, çıkmazlarının en derininde çırpınırken; biralar da bitti, sigara paketi de, gün de.

Şahikalardayken, bir kuşun kanat çırpınışları gibi çabuk geçen zaman; uçurumlarda olduğunda, anları bile bin bir parçaya ayırıp geçmek bilmez sancılara dönüşüyordu. Her bir an parçası, bir kancaya dönüşüp yüreğine takılıyor, bir bıçak olup yeni çizikler atıyor, kor kor yakıp, liğme liğme bölüyordu kendisini. Falezler’den aşağı atsa şu bedenini; yüreği kadar parçalara ayrılır mıydı?

Bir karar vermek zorunda olmak ve en kısa zamanda kararının sonucunu hayata geçirmek bu denli zor olmamalıydı. Bir karar bir insanı böylesi zorlamamalıydı. Ama hep çıkmaz sokaklarda yolunu arayan kişi, eninde sonunda bunalıyor. O ışığı görmek, yakalamak, aydınlığında yıkanmak istiyor. İstemek yetmiyor oysa. Doğrularla duygular çarpışıyor. Çarpışmalardan örselenen ruh, şifa arıyor; bulamıyor. Kaçmak çare mi, onu da bilmiyor. İnsan kendinden nereye kadar kaçabilir ki?

Her sayılı olan gibi, yedinci günün de sonu geldi. Valizini hazırlayıp, çıkış işlemlerini yaptıktan sonra, yorgunluğunu sürükleyerek ayrıldı otelden. Yedi günde tek bir insanla konuşmuştu uzun uzadıya: Kendisi! Bir de servis yapan garsonlara teşekkür etmişti, o kadar. Sırlarını, gözyaşlarını, acılarını gömdüğü masmavi Akdeniz’e dönüp, son bir defa baktı; otobüsü hareket etmeden önce.

Dönüş yolculuğunda zihni bomboştu. Artık düşünecek bir şey kalmamış, seçim yapılmış, karar, o çok zorlanarak ulaşılan karar verilmişti. Dönüşü olmayacaktı! Yol boyunca uyudu. Mola verilen tesislerde, tuvalete gitti, sigara ve açık çay içti, otobüse bindiğinde yeniden derin uykunun kollarına bıraktı kendini.

Evinin kapısını açarken yüreğinde ne büyük bir huzursuzlukla yola çıktığını anımsadı. Şimdi doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü; bir karara varmış olmanın rahatlığını hissediyordu içinde. Hayat onun hayatı, karar onun kararıydı ve bu defa bu karara herkes uyacaktı!

Bir saat gibi kısa bir sürede valizini hazırladı. Annesini aradı, uzun uzun konuştular. Buruk, çoğu zaman her iki taraf için de bol gözyaşlı bir konuşma oldu. Babasına da telefonda veda etti. Ocak ve şofben tüplerini, su vanasını kapattı. Şalterleri indirdi.

Havalimanını aradı. Biletinin teyidini aldı.

Bilgisayarını her zamanki el çabukluğu ile açtı. İnternet’e bağlandı. Farklı iki erkeğe, aynı mesajı yolladı, ne bir harf eksik ne bir harf fazla:

“SENİ ÇOK SEVİYORUM...
HOŞÇA KAL * ”

Gelen maillerine bakmadı. Yedi gün önce yaptığı iki telefon konuşmasının ardından kapadığı ve bir daha açmadığı cep telefonunu bilgisayar masasının üzerine bıraktı. Artık ona da ihtiyacı olmayacaktı. Çiçeğini alt kat komşusuna verirken, evinin anahtarını aileden birinin gelip alacağını söyleyerek, emanet etti.

Evet işte anons yapılıyordu. 203 sefer sayılı Avustralya uçağındaki koltuğu kendisini bekliyordu. Buğulanan gözlerinden, iki erkek için iki damla yaş aktı. Ardına dönüp bakmadı. Baksa neredeyse kalacaktı. İradesi bu defa kendisine oyun oynamamalı, teslim almamalıydı. Yenik düşmemeli, direnmeliydi. İçinde mağlup bir komutanın ezikliği, dışında zafer kazanmış bir komutanın mağrur edasıyla, başını kaldırıp omuzlarını dikleştirerek; dönüşü olmayan kapıyı geçti.

Uçak havalandı. Mavi bulutların içinde yitip gitti. Herkes onu tek kişi sanıyordu. Ama o kendisiyle birlikte iki kişiyi daha beraberinde götürüyordu...
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #737
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Kemancının Taşlari
Kumsaldaki ayak izlerinde hece hece, çizgi çizgi keder okunurdu. Martılar kayalıklara inip kalkardı. Dalgalar insanoğlunun gözyaşlarına tanıktı asırlar boyu.

...Ve ansızın biraz hüzzam sevdaların kederiyle, biraz hasretle suyun üstünde küçük beyaz taşlar sektirirdi sahildeki kemancı. Dolaşırdı kıyıda. Deniz kabukları toplar, bu kabukları özenle sakladığı küçük çakıl taşlarının bulunduğu çantaya koyardı. Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı.

Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka....Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. Kemancı her akşam sessizce anılara gülümser....Ve kimse bilmez kemancının kederini. Kimse görmemiştir, duymamıştır bugüne dek tek kelime söylediğini...

İşte, sevgili okuyucum, hikayemiz bu kemancıyla başladı. Sahildeki parkta onunla dost olabilen tek insan beş-altı yaşlarındaki küçücük bir kız çocuğuydu.

Bir gün kemancı, küçük kızı sahilde ağlarken buldu. Yufka yüreği dayanamadı, ilk kez biriyle konuştu. Fakat ne yapsa kızın gözyaşlarını bir türlü durduramadı....her akşamki gibi taşları sektirmeye başladı suyun üstünde. Derken küçük kız kemancıya yaklaştı ve böylece taşlar, kemancı ve küçük kız her akşam buluştular o parkta.

Küçük kızın en çok merak ettiği şey yaşlı adamın sırtındaki çantada taşıdığı taşlardı elbette. Adamcağız o taşları ne diye kendine yük ederdi ki... Pul ya da peçete koleksiyonu yapmak dururken, kemancı neden taşları toplardı?

Kemancı Amca, dedi küçük kız. ‘ Sen bu taşları neden böyle çok seviyo’sun?’
‘Ben küçükken, dedi adam, senin yaşlarındayken okula taşlı bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çıkışlarında o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarını. Benim ağlayışlarımı kimseler bilmezdi o patikadan başka.Pek fazla arkadaşım olmadığı için taşlarla oynardım. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatırdım.Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sırrımı saklardı. İşte o günlerde başladı taşlara ilgim. Yoldan geçerken farklı renklerde ve şekillerde taşlara rastladım. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarım...Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydılar ve hep sessizce tarihe tanıklık ettiler.

Bir kemancı kemanını dost bilir, hiç ayırmaz yanından. Benim ilk dostum taşlar, ikincisi kemandır. Taşlarımı da kemanım gibi daima yanımda taşırım.

Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşın kendi yüzü, kendi görünümü vardır. Her taş aslında kendi başına sır dolu bir yalnızlıktır. Ben farklı taşlar buldukça onlardan bu sırları dinlerim. Toprağın üstünde durup da gözyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatırlar bana....Ve ben taşları işte bu yüzden severim.’

-‘Fakat, dedi küçük kız, taşlar nasıl oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşların konuştuğunu hiç duymadım.’

-‘Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatır. Dinlemesini bilirsen ancak....’

............

Bana sahildeki kemancıdan o taşlar ve taşların öyküleri kaldı. Taşları sevdikçe ben, o dingin sessizlikte dinlemeyi öğrendim ve o gizemli taşlar gibi dostlarımın sırlarını saklamayı.. O sırları kendimle birlikte mezara götürmeyi...Elime aldığım taşa baktıkça, ilkokul yıllarındaki arkadaşlıklarımı, benim için bu taşlar gibi benzersiz olan dostlarımı anımsadım hep. Suyun üstünde taşlar sektirirken kemancının bana, yani tek dostu olan o küçük kıza anlattığı masalları dinledim yeniden ve yeniden. Nerede bir taş görsem taşın öyküsünü öğrendim, yüzünün ayrıntılarını ezberledim ve o yeni taşları da eski bir dost bildim.

Kemancıdan geriye işte bu kaldı. Kemancı ölmedi, o taşlar gibi hep hoş bir anıyla yaşadı. Koleksiyonu benden sonra başka çocuklara emanet edilmek üzere bende kaldı.

Taşlar benim için cinayetlerin gizli ipuçları, mutlulukların gizli yansımalarıydı. Hayatın kimselerce bilinmez sırları, tarihin tanıklarıydı... Sıradanlığın içindeki başkalıktı...Ve kemancının hatırasıydı. Taşlar benim için başka çocuklara verilecek en güzel armağandı.

Ya sizin için? Sahi siz hiçbir taşı dinlediniz mi? Hiç, bir taş gibi dostlarınızın sırlarını sonsuza dek saklamayı başarabildiniz mi? Siz taşları sevdiniz mi?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #738
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YARATICI



Kıprıs'ta pygmalion adında bır heykeltraş yaşardı.kadınlardan nefret ederdı hıç de evlenmemıstı var gucuyle sanatına vermıstı kendını.
Gunun bırınde fıldısınden bır kadın govdesı yonttu oyle olaganustu bır guzellık vermıs kı eserıne,bır olumden dogma hıc bır kadında yoktu boylesı guzellık gercek bır genc kız nasıl gorunurse goze o da oyle gorunmekteydı goren canlı sanıyordu onu neredeyse ayaklanıp yureyecektı hanı..
Kendı yaptıgı bu cansız govdeye aşık olmuştu pygmalion.
onun karsısına gectıkce yuregınden alevler fışkırıyordu sankı
bu yapma bedene hayran hayran bakıyordu.kımı zaman bu acaba etten'mi yoksa fıldişinden yapılmamı dıye kuskuya dustugu de oluyordu.aslında onun fildişinden cansız bir heykel oldugunu kendısıne bile ıtıraf etmekten kacınıyordu.opüyor,kokluyordu heykelı onun da karsılık verecegını hayal ederek.konusuyordu eserıyle kolları arasına alıp sıkıyordu.etı parmaklarının dokunusuyla sankı esnıyormus gıbı gelıyordu pygmalion'a o zaman korkuyordu parmaklarının ızı govdesınde morluklar bırakacak dıye. kımı zaman oksuyordu onu kımı zaman da boynuna bınbır renklı kır cıceklerınden denız kabuklarından yapılma gerdanlıklar takıyordu kulagına ıncı kupeler parmaklarına degerlı taslardan yapılma yusukler gecırıyordu.kımı zaman da gıysıler gıydırıyordu eserıne. cıplak da gıyımlıde her sey yakısıyordu ona.
aphrodıte bayramları kutlanıyordu butun KIBRIS akın etmıstı tanrıcanın topragına. boynuzları suslu ak boyunlu ınekler tanrıca kurban edılıyor buhurlar yakılıyordu pygmalion da tapınaga gelenler arasındaydı. tanrıcanın sunagı onunde yalvarmaktaydı tıtrek bır sesle.
Ey tanrılar ve tanrıcalar ! dıyordu herseyı bagıslamaya gercekten gucunuz yetıyorsa benım dılegımı de getırın yerıne ! su fıldişiden yapılma kıza benzıyen bır eşim olsun benım!.
Şu fildişi kız benım eşim olsun dıyecektı aslında ama cesaret edememıstı o kadarına.
Aphrodıte'nın kendısı de bızzat gelmıstı tapınaga bayramında hazır bulunmak ıcın.pygmalionu severdı tanrıca cunkuo gereklı saygıyı hıc esırgememıstı kendısınden bu dındar kısıyı odullendırmek ıstedı bır şimşek çaktı havada bır ısık parladı tanrıca kabul etmıstı pygmalionun dugalrını.
Pygmalion eve donuste fıldişinden heykelı sardı kollarıyla ve bır öpücük kondurdu yuzune. dudakları fil dişinın sogukluguna degıl de ılık bır ete degmıs gıbı geldı pygmaliona ellerıyle gogsunu yokladı fıldişi yumuşamıştı sankı parmagını dokundurunca damarların attıgını duydu bır daha sarılıp öptü kızı kuşkusu kalmamıştı artık heykel canlanmıstı yaratıcısının dudaklarını tenınde duymus ve kızarmıstı genç kız evet fildişinden cansız bir heykel değil etıyle,canıyla bır genç kızdı o artık.
pygmalion sevgisiyle ruh vermişti cansız heykele sevginin gücüydü bu mucizeyi yaratan.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #739
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SEVİYORUM DÖN Msn Sad


Ben şimdi sensizim, şimdi yalnız bir uçurumun ortasında geriye kalan ömrümün tükenmesini bekliyorum. Sen yokken de seni yaşayabiliyor yüreğim. Sen yoksun evet ama ben seninleyim. Seni de sürükledim uçuruma. Benle sen de yok ol istedim sevgilim, kızma ne olur. Yaşanan onca şeyden sonra kor bir anda bitirmek. Zaten bitmez ki bittiğini düşündüğün şey. Nasıl sen benden öncekilerde yaşamaya devam ediyorsan ben de sende tutklu kaldım. Sende yaşıyorum.
Sevmek ya da sevmemen değildi engel birlikteliğe. Asıl önemlisi gerçek duygularla bağlanamaman oldu. Şimdi yokluğundaki hayalin öyle bağlı ki bana. Öylesine sarıyor bedenimi. Sensizliğin acısını yaşatmıyor.
Ya seninle ölmeliyim ya da seninle yaşamalı. Ya seni sevmeliyim ya da seni sevmeli... Bir türlü vazgeçmiyor yüreğim ne yapayım.
Gittiğin yerde kal diyemiyorum sana. Ne olur dön. Kollarında yaşamak varken şimdi bu boş evde sadece hayalinle sevişmek ağır geliyor. Ben seni istiyorum, seni seviyorum.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #740
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kuyumcu Ustası



Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. Anlat, dinliyorum demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, Bu bir yeşim taşıdır dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış. Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık. Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. İşte taşın demiş, Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım? Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın. Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA! Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat