Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 73

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.178 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #721
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Kar Yağıyor Bu Şehire!.. ve Sen Yoksun

Sponsorlu Bağlantılar


Senden ayrılalı kaç yıl oldu, kaç asır geçti, kaç yaz, kaç kış, kaç gün, kaç ay..? Saymadım.. Sen giderken ardında bir dağbaşı yalnızlığı bıraktın bana. Şehrin ıssızlığını, yokluğun kimsesisliğim oldu, yokluğun kederim … Şimdi kar içinde bedenim, buza döndü dünya...

Sen gittin kar yağıyor bu kente! Gökyüzü yere dökülüyor sanki, bembeyaz bir gülücükle, nazla... Bir eski hikaye geziniyor sokakları gözlerimin içinde... İnsanlar farkında değil, bilmiyorlar bu hikâyeyi…
Kar yağıyor bu şehire, üşüyorum!.. Ve sen yoksun! .. Kar yağıyor... Kahretsin!..

Giderken ardından son bir çığlığımı ekleyebilmiştim sadece... Giderken "beni de al" diye bağırabilmiştim sadece... Ama nafile duymamıştın...

Yıllarca hayalinle yaşadım bu kahrolası yerde, hayalinle avundum senden uzaklarda, bir tatlı sözüne, bir tebessümüne hasret kaldım…. Sen bir serap gibi yıllardır içimin çöllerinde; yaklaştıkça uzaklaştın, uzaklaştıkça yaklaştın... Bilki hayalin bile serinliktir kavrulan ruhuma, üşüyen yüreğime sıcaklıktır…

Gel ey sevgi meleğim, “Can Gülüm”, bir bahar sabahı toprağıma can olmak için gel!.. Damarlarıma kan olmak için gel!.. Hasretlik boyu uzayan raylarda gönlünün sıcaklığına muhtacım.

Bilki, kaynağı sendedir mutluluğumun, çaresi sendedir yüreğimin. Uzaklığın çekilmiyor, uzaklığın işkence… Ne zaman seni düşünsem şiirler dökülüyor kar gibi gibi kaldırımlara, şarkılar ağlıyor yokluğuna..

Uzak dağbaşlarının serin seherlerinde gökyüzünü süsleyen gözlerini aradım kaç kez. Seni ararken ırmaklara döktüm derdimi, rüzgârlara döktüm. Bin 'âh'la iniledi dağlar, bin 'âh'la aktı pınarlar, 'âh'ımdan kan damladı gül yapraklarından, yaralı bülbüller figan etti…

Özlemin bir bulut gibi sardı beni, bir yağmur gibi üstüme yağdı her gece. Damlalar yüreğime vurdukça, seni sevmek her gün biraz daha büyüdü içimde.

Gel ey gül-i rana; gel ey Can gülüm, ayakların kanasa da dikenlerden, binbir pusu kurulsada yollara, prangalar vurulsada ayaklarına, kırıp zincirleri gel… Gelmezsen yok olurum, tükenirim. Gelmezsen bil ki, ölüme savurur beni hayat…

Geceler boyu hayalinin peşinden koşarken şaşırdım yolumu... Bir uçuruma düştüm, canım yandı, kanadı her yerim...

Gel ki, uzak dağyollarında küçük bir su olup, sevda pınarı gönlüne akayım… Ürkek ceylanlar gibi sokulayım yanına. Gel koru beni zamanın zulmünden, merhametinin gölgesine al… Kucakla beni şefkatinle, yüreğime bıraktığın o kutsal aşk için kucakla…

Her gece ismini anarım gecenin en ıssız saatlerinde. Korkuyorum senden uzaklarda sensiz, yüreğim sensiz dağbaşı ıssızlığı, yüreğim sensiz en karanlık gece... Sana doğru kayıyor gönlümün bütün yıldızları, sana doğru akıyor gönlümün ırmakları…

Uykusuzum her gece böyle, yorgunum sensiz.
Hani diyorum bir gece hasretini yüklenerek çıkıp gelsen, ısınsa üşüyen duygularım. Sonra başımı koysam dizlerine kapansa kirpiklerim; bird aha hiç uyanmasam…

Ey öksüzlere yüreğinden merhamet pınarları akıtan sevgili!
Gel tut ellerimi, beni sensiz bırakma.

Gel, adını ‘’Can Gülü’’ koyduğum can’ımın gülü... Gel, zamansız da olsa, kimseciklere görünmeden, bir gölge gibi, sır gibi, rüya gibi, rüzgar gibi, meltem gibi... Gel...
Bir daha gitme…




Nuri Can

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #722
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yağmurlar Canımı Alsın ,

Sponsorlu Bağlantılar
Masanın üzerinde çalan saatin sesine daha fazla katlanamadı, el yordamıyla bulduğu saatin zilini kapattı.

Kendisini bitik ve yorgun hissediyordu, yatağında tembel, tembel gerindi, işe gitmek istemiyordu. Kaç zamandır bir değişiklik olsun istiyordu hayatında, hep aynı insanları görmek, aynı sokaklar, eşyalar, etrafındaki her şey artık dayanılmaz bir sıkıntı veriyordu.

İçindeki boşluk hiçbir şey doldurmuyordu, Hâlbuki birkaç ay öncesine kadar ne kadar dolu, dolu heyecanlı bir insandı. Bu birkaç ayda olanlara kendi bile inanamıyordu.

Radyoda çalan müzik dikkatini çekti.

“Gökyüzüm sen ol bir tanem,
Güneş tenimde batsın,
Bırakıp gidersem seni,
Yağmurlar canımı alsın.

Sonbahar yağmurları başlayalı havada daha bir kasvet, daha bir sıkıcılık vardı.

Adımlarını sıklaştırdı, Eteği yüzünden adımlarını küçük, küçük atıyordu. Ceylanın sekmesi kadar güzel yürüdüğünden her salındığında ince beline inat aşağılara inildiğinde balıketli sayılabilecek kalçaları kadınsı hatlarını daha belirginleştirdiğinden gelip geçenler
Bakmadan edemezdi.

Oysa son zamanlarda salmıştı kendini, içinden isyan ederek ağır adımlarla yürürken acı bir fren sesi duydu, sesin geldiği yöne başını çevirmesine zaman kalmadan sol tarafında bir acı hissetti, zaten yorgun olan bedeni daha fazla dayanmadı, Kanadı kırık bir kuş gibi duvarın dibine yığıldı, kaldı. İçinden isyan ediyor, gözyaşları gecenin karanlığına inat inci taneleri gibi yanaklarından süzülerek toprağa düşüyordu.

Bir süre öylece kaldı, sonra yanına yaklaşan birini fark etti. Sokak lambasının ışığı yüzüne yansıdığından yüzünü tam göremedi.


-Affedersiniz, bu saatte buralar pek emin değildir,bir yardıma ihtiyacınız var mı...?

-Yok… dedi yardıma ihtiyacım yok. Yerinden kalkmak istedi, olmadı. Başının döndüğünü hissetti, midesinde garip bir sancı, kulaklarında amansız bir uğultu ile yığılıp kaldı.

Az önce yardımcı olabilir miyim diye soran adam, yerde yatan genç kızın kollarının arasına girerek ayağa kaldırmaya çalıştı.

Bir kolunun altına girdiği kızı omuzlayarak, birazda ayaklarını yerde sürüyerek caddenin başındaki evine kadar taşıdı.El yordamıyla kapının kilidini açtı.Gecenin ayazına, soğuğuna rağmen içerisi sıcacıktı.

Odanın cam kenarında bulunan divana yatırdı.Saçları yüzünü örttüğünden dudağının kenarında minicik bir tebessüm gördü.

Kaç zamandır bir kadın yüzünü bu kadar yakından görmemişti, duvardaki deniz manzarasına baktı, karakalem resim çalışması olmasına rağmen maviyi hissetti, burnuna balık kokusu geldi,

Bir süre genç kızın başında durdu, uyanması için seslendi, dolaptan aldığı kolonyayı koklattı baktı olmuyor.

Sonra sokağın başındaki eczacı geldi aklına, böyle zamanlarda ondan yardım isterlerdi, mahallede biri bayılsa, yada biri elini kesse ilk koştukları yerdi eczahane.

Evin kapısını dışarıdan kilitleyip, eczacının dükkanına gitti. Şansına bu gece nöbetçi eczacı olduğundan kapalı değildi.

Yüreğinde depremler olurcasına heyecan ve korku ile eczahanenin kapısından girdi.

Eczacı Nimet hanım telaşla gelen adama baktı, yüzü solmuş korku ve panik içinde olduğundan bir şeylerin ters gittiğini hissetti.

- Ahmet bey hayırdır, bu telaşınız ne kuzum hele şöyle oturun.
- Yok iyiyim ben, bir şeyim yok dedi, bir yandan da işaret edilen sandalyeye tutunarak oturdu.
- Bizim evde baygın bir kız var, ayıltmaya uğraştım, baktım olmuyor size geldim, bana yardım edebilirmisiniz. ?

Eczacı şaşırdı, hayırdır dedi.Akrabanız falanmı geldi. Ahmet beyin yüzündeki korku ve panik havası devam ettiğinden dükkanın arka tarafındaki çırağına seslendi.

- Evladım ben Ahmet beyin hastasına bakacağım, gelen olursa beklesinler, 15,20 dakikaya kadar gelirim. Bunları söylerken bir yandan da İlkyardım çantasını hazırlamaya başladı, ağrı kesiciler, iğneler, gazlı bez gibi malzemeleri aldı.
- Kimdi,neyin nesiydi bu gece vakti.Ahmet bey yıllardır tek başına yaşar.annesi öldükten sonra ne arayan vardı,nede soran.

- Kapının açıldığını duydu, gözlerini açmaya çalıştı, sol tarafında çok büyük bir acı hissetti, kıpırdayamadı.Şaşkın,şaşkın etrafına bakındı,

- Eczacı Nimet hanım genç kızın yanına geldiğinde göz göze geldiler.
- Anne şevkati ve içtenliği ile seslendi.Merhaba kuzum, korkuttun bizi..

Başında duran orta yaşlı kadın ve arkasındaki adama baktı, söylenecek bir söz bulamadı,

Bir tutam sevgi,bir düş uğruna uzak ayrılıkları göze alıp, dağları aşarak geldiği bu şehirde yaşadığı hayal kırıklığını,güvendikleri insanların ihanetini, eski kocasını velhasıl içinde esen hazan rüzgarlarını düşündü.

Göz pınarlarından akan yaşlar yanaklarından süzülürken odayı kaplayan sessizliği yine eczacı bozdu.

- Kuzum bari adını söyle, yoksa Ahmet Bey dili olmayan bir peri kızı bulmuş diyeceğim.

Peri kızı betimlemesi hoşuna gitti, başını hafifçe dönerek Aysel dedi,

Eczacı, bak adında varmış, Aysel şöyle bir bakalım sana, yattığı yatağında sağına, soluna baktı. Önemli bir şey görünmüyor kuzum, bir iğne yaparsak bir şeyin kalmaz.

Bir ağrı kesici iğne yaptı, masanın üzerine birkaç ilaç bıraktı.

Nimet hanım görmüş, geçirmiş bir insandı, yılların tecrübesi, birikimi vardı. Aysel’in kıyafetinden, yüzündeki çizgilere, yanaklarından sicim gibi akan yaşlara baktı, en küçük ayrıntısına kadar inceledi.

Evden ayrılırken Ahmet Beye dönerek,

- Çok yorulmuş,biraz dinlenirse bir şeyi kalmaz.Ha birde kendine gelince yemek yesin, sanırım kızımız çok acı çekmiş,çok hırpalanmış,gideceği bir yer yoksa sende kalsın, bir sorun olursa ben sana yardımcı olurum.

Nimet hanımın bu ince tavrı ve tavsiyesi karşısında biraz rahatladı.Odaya geri geldiğinde tarifi zor duygulara kapıldı.

Kireçle boyanmış bu dört duvar yaklaşık on yıldır, bir sese bir insanın nefesine muhtaç öylece bekliyordu.Annesini kaybettikten sonra tek başına kalmış, ne kimselere güvenebilmiş, nede bir can yoldaşı aramıştı.

Yüzünde çocukluktan kalma yanık izleri vardı, ayrıca sol elini kullanamıyordu.Babasından kalma bu evde zaman dolduruyor, günde birkaç saat simit tezgahının başında duruyordu.Kazandığı para yaşamasına yetiyordu.

Bir koltuğa oturdu, farkında olmadan uyuyakaldı.

Odanın bir köşesinde Aysel, diğer tarafta Ahmet bey , saatlerce uyudular.

Ahmet bey uyandığında genç kızın hala uyuduğunu fark etti, Küçük bir kahvaltı sofrası hazırladı, sokağın başında bulunan fırına giderek sıcak ekmek aldı, geri döndüğünde Aysel’in uyandığını, yatağından çıktığını fark etti.

İkisi de bir şey konuşmadı, ilk kelimenin kimden geleceği belli olmadan sofranın başına oturdular,

Aysel’in yüreği bir kuş misali çarpıyordu, tanımadığı bir adamın evinde, sofrasındaydı.

Boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti.Karşısında oturan adamın sol eli dikkatini çekti. Eli sakattı, parmakları olmadığından sadece sağ elini kullanıyordu, bakışlarını elinden kaçırıp yüzüne baktığında Otuzbeş, kırk yaşlarında, saçlarının tamamı beyazlamış, yüzünün sol tarafında da yanık izi olduğunu fark etti.

İlk kez görmesine rağmen sanki tanıdık birini görür gibi hissetti, yabancı bir erkeğin karşısında olmasına rağmen güvende olduğunu anladı, eczacının kadın gittikten sonra uyumasına rağmen neler olduğunu bilmese de karşısında oturan adamın ona zarar vermeyeceğini hissetti.

Boşalan çay bardağını doldurmaya kalktığında başı dönmeye başladı, duvara tutunarak düşmekten kurtuldu.Tekrar yerine oturduğunda Ahmet Beyle göz göze geldi.

Bir baba şefkati, yakın bir dost bakışı görür gibi oldu, boğazında düğümlenen kelimeleri toparlamaya çalıştı.Ne diyeceğini düşünürken imdadına Ahmet yetişti.

Aysel hanım benim çıkmam lazım. Simit tezgahım var. Simit satıyorum.Fırında ayırmışlardır. Öğlene kadar gelemem.Sen istirahat et, gitmek istersen kapıyı çekmen yeter.

Oysa bu konuşma yerine başka soruları vardı. Kimsin, nesin gecenin bir yarısı sokaklarda ne işin vardı. ?

Aysel sessiz kaldı, başıyla olur anlamında işaret etti.

Ahmet çıktıktan sonra evin içinde dolaştı, küçük ama şirin bir evdi. Dolapların içlerinde dantel örtüler, yatağın kenarlarını el işi danteller süslüyordu.Masanın üzerinde duran eski radyoyu açtı.

Sabah saatleri olduğundan İstekler programı çalıyordu, içinden bir sonraki türkü benim olsun diye geçirdi.

Kaç zamandır bu saatlerde evde olurdu.Gece çalıştığı bardan sabaha doğru çıkar, insanlar işe giderken o evine dönerdi.Gece bara gidemediğinden patronun kızdığını tahmin ediyordu.

Evinden çok uzakta olmadığından arayıp bulacaklarını biliyordu, normal şartlarda korkması gerekirken garip bir şekilde içinde korku yoktu.

Evin havasını soludu, camın kenarına dizilen tenekelerde sardunyalar açmıştı, küçük bahçenin temiz ve bakımlı olması şaşkınlığını daha da artırdı.

Radyoda çalan türkünün sözleri ruhunu okşadı,

“Huma kuşu yükseklerden seslenir,
Yar koynunda bir çift suna beslenir,
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır.”


Ahmet evden çıktığında elinde olan paketi sıkıca kavradı, yıllardır dişinden tırnağından artırdığı, sattığı simitlerden kazandığı paraları, ana yadigarı gümüş kemeri koymuştu torbanın içine.

Aysel’in çalıştığı barı biliyordu, simit sattığı zaman ara sıra kapısından geçerdi.Onu barın kapısında taksiye binerken görmüştü. Yüreğinde biriken korku, telaş ve olacakları merak ederek önce simit fırınına uğradı. Fırın sahibine o gün çalışmak istemediğini söyledi.

Barın kapısına geldiğinde korumalarla karşılaştı, tanıdıklarından hayırdır dediler,

- Simit yok mu bugün .
- Yok dedi, barın sahibiyle görüşmek istiyorum.

Korumalar şaşırdı, yıllardır sessiz sedasız kapılarının önünden geçen simitçi sabahın bu saatinde barın sahibini soruyordu.Elinde olan paket dikkatlerini çekti.
Yaşlı olan koruma takıldı,

-Hayrola hemşerim patrona simit mi getirdin.

Ahmet sessiz kaldı, bakışlarındaki kararlılığı gören korumalardan genç olan ,
-Peki, gel bakalım, patron kahvaltı yapıyor biraz bekleyeceksin.

Ahmet’i barın içerisine aldı. Giriş kısmında bir sandalyeye oturdu.İçeri giden koruma biraz sonra geldi.
- Patron seni bekliyor, yalnız üzerini aramam lazım,

Ahmet sesini çıkarmadı, üzerini arayan koruma sıra pakete geldiğinde şaşırdı, paketin içindeki demet, demet parayı ve gümüş kemeri görünce kafası daha da karıştı.

Barı işleten eski kabadayılardandı, Ahmet’in babasıyla aynı mahalleden ahbap olduklarından onu tanırdı. Ama Ahmet bu baba dostunu unutmuştu.

- Karşısında duran genç adamın ellerine baktı, bir elinde naylon bir poşete sarılı paket, diğer eli belli, belirsiz ceketinin kolundan sarkmıştı, elinin sakat olduğunu biliyordu.Çocukken kendi oğluyla top oynadıkları günlerden aklında kalmıştı.

Bir süre konuştular, Ahmet’e çay söyledi.Konu Aysel’den açıldığında barın sahibi şaşırdı, ama belli etmedi.

Yarım saat kadar içerine kalan Ahmet barın kapısından çıktığında yüzünde huzur dolu bir gülümseme vardı.Elindeki paket duruyordu ama biraz hafiflemişti.

Mahallesine giden dolmuşa binmeden köşedeki çingene kadından bir demet papatya aldı, hayatında ilk defa çiçek alıyordu, çiçekleri nasıl tutacağını bile bilmediğini gören çingene kadın,

- Abe öle sopa tutar gibi tutma, aha şöyle tutasın , dedi.

Eve geldiğinde Aysel, annesinin yağ tenekelerine ektiği sardunyaları suluyordu. İçinde inanılmaz bir huzur buldu.Elindeki çiçekleri ve paketi ne yapacağını bilemedi, tahta masanın üzerine bıraktı. Ceketinin iç cebinden bir zarf çıkardı çiçeklerin yanına koydu,

Aysel’in yüzündeki şaşkınlığın yerini merak aldı, ne vardı o paketin ve zarfın içinde,

- Ahmet masanın üzerinde duran paketi işaret ederek, onlar senin dedi.

Aysel başını önüne eğdi, önce zarfı aldı, zarfın kapalı olduğunu fark etti, köşesinden yırtarak içindeki mektubu çıkardı.

Mektupta;

“ Aysel, bizim raconumuzu bilirsin, mekanımızda çalışan kadınlara yanlış yapan bize yanlış yapmıştır. Dün işe gelmedin, araştırdık bu delikanlının evindeymişsin. Kocana verdiğim parayı ödedi. Getirdiği gümüş kemer ana yadigarıymış, ona dokunamadım. O kemeri sevdiğinin beline taksın.

Ahmet’in babasını tanırım.Rahmetli asker arkadaşımdır. Oğlu emanetim sayılır.Bundan sonra özgürsün.Bir derdin, sıkıntın olursa ara beni. Allah yolunu açık etsin.
Yakup………….”

Aysel mektubu okuduğunda yanaklarından süzülen yaşlara hakim olamadı, masanın üzerinde duran papatyalardan bir tane kopardı kulağının arkasına taktı, paketin içerisinde duran kemeri çıkardı, önce beline takmak istedi, sonra yapamadı. Elinde mektup ve kemerle Ahmet’e baktı. Bir süre sessiz kaldılar.

Ahmet Aysel’in elinde duran kemeri aldı, bir eli özürlü olduğundan tek eliyle Aysel’in beline dolamaya çalıştı, baktı olmuyor. Kemerin yere doğru düşen ucunu Aysel tuttu, ikisi birlikte kemeri taktılar. Her ikisinin yüzlerinde hüzün ve tebessüm karışımı bir mutluluk vardı.

Birkaç gün sonra Antalya’ya giden otobüsün ön koltuklarında iki kişi yan yana oturmuştu. Genç kadın huzur ve mutluluk içinde başını yanında bulunan adamın omzuna dayadı.
Ata yadigarı gümüş kemer ve gecekondu satılmış, parası bankaya yatırılmıştı. Yeni bir hayat ve başlangıç için hareket eden otobüsün arkasından simit satan birkaç simitçi, fırın sahibi ve eczacı nimet hanım el salladı.

Ha, yaz tatilinde yolunuz Antalya’ya düşerse sahilde işletilen büfede genç bir çift görürsünüz, büfenin tabelasında “Yağmurlar Canımı Alsın” yazar.

Büfenin önünde oyun oynayan küçük kızın gözlerine bakın, rengini annesinin gözlerinden almıştır, adını sormayın sadece Yağmur deyin yeter.

Engin KASAP

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #723
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Ve Ölüm...!

9.SINIF

Şuan dersteyiz.yanımda dünya tatlısı bir kız oturuyor.Yüzüne bakmaya kıyamıyorum.onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor.o benim en yakın arkadaşım. beni sadece arkadaşı olarak görüyor.nedenini bilmiyorum ama kendimden çok utanıyorum...



10.SINIF

Evdeydim arayıp erkek arkadaşıyla tartıştığını ve bana ihtiyacı olduğunu söyledi.sonra bize geldi.bana sıkı sıkı sarılıp ağladı.Şuan dizimde uyuyor.saçlarını okşayıp ogül yüzünü doya doya seyrettim.ben onu o kadar çok severken o beni sadecearkadaşı olarak görüyor.nedenini bilmiyorum ama kendimden çok utanıyorum...




11.SINIF MEZUNİYET BALOSu

Onunla çocukluktan beri arkadaşız.8. sınıftayken birbirimize söz vermiştik lise sonda mezuniyet balosuna gidecek eşimiz olmazsa beraber gidecektik.beni aradı ve erkek arkadaşının hastalanıp gelemeyeceğini söyledi ve beraber gidebilir miyiz diye sordu. kabul etttimonu evinden aldım.balodaki en güzel kız oydu.bembeyaz elbisesiyle tıpkı bir melek gibiydi..gece boyu dans ettik.kollarımdayken hep aynı şeyi düşündüm onu çok seviyordum .gece sonunda onu evine bıraktım.beni yanağımdan öpüp en iyi arkadaşı olduğumu söyledi.onu gerçekten çok seviyorum.ama o beni arkadaşı olarak görüyor.ona onu sevdiğimi nasıl söylerim. nedenini bilmiyorum ama kenmdimden çok utanıyorum...



Aradan yıllar geçti.. şimdi o canımdan çok sevdiğim meleğimi toprağa veriyorum. özel eşyalarının arasından kara kaplı bir defter çıkmış bana verdiler.okuyup okumamakta kararsızdım.açtım. bu bir günlüktü ve bir sayfasında şöyle yazıyordu...




''Şuan dersteyiz ve yanımda dünya yakışıklısı bir çocuk oturuyor.yüzüne bakmaya doyamıyorum.onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor.beni arkadaşı olarak görüyor.erkek arkadaşım olduğu yalanını söyleyerek ve sürekli onunla ilgili yalanlar uydurarak yanında olabiliyorum.onu canımdan çok seviyorum.bana bir kerecik SENİ SEVİYORUM deseydi dünyalar benim olurdu...''




Ben bu satırları okurken meleğimi çoktan gömdüler.hıçkırıklarımı tutamıyorumgözümü mezarından alamıyorum.merak etme biriciğim ben de ben de seni çok seviyorum....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #724
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Evliya

Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;
- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"
Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;
- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."
Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;
- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."
Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;
- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"
Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;
- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "
Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.
Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;
- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."
Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;
- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."
Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;
- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"
Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;
- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece."
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #725
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
MAVİ GÖZLER

Öykü

İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.

Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.

Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.

Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:

- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?

- Evet, hem de sonsuza kadar.

Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.

Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.

Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.

Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.

Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.

Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.

Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Nisan 2007       Mesaj #726
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bundan yıllar önce ben on iki yaşındayken annemle bir yaşlı kadının evine misafirliğe gitmiştik. Ev iki katlı ahşap bir evdi. Girişte kocaman tahta kapı vardı. Kapıdan girince zemin kat topraktı. Birkaç adım sonra tahta merdiven önüne geliniyor ve yukarı çıkılıyordu. Zemin katın ortasında kenarları demir, tahtadan kocaman bir kapak dikkatimi çekti. Demek ki, oradan yeraltına iniliyordu. Acaba orada ne vardı?

Yukarı çıktık. Nasılsın, iyi misin faslından sonra, annemle o yaşlı kadın koyu muhabbete daldılar. Çay, bisküvi ikramı derken, yaşlı kadın Arap Dede’den bahsetmeye başladı ve şunları söyledi: “ Arap Dede, benim kocamdı. Yıllar önce vefat etti. Evin yanındaki Sinan Bey camisinde imamlık yapıyordu. Vasiyeti üzerine girişteki zemin katın altına gömüldü. Oradaki tahta kapak mutlaka dikkatini çekmiştir, çocuk. “

“ Girişte hemen fark ettim. Orada mı yatıyor Arap Dede? “

“ Sen çok uyanık bir çocuksun. Gözlerin biraz dertli bakıyor ama zeki olduğun belli. Bu anlatacaklarımı unutma. “

“ Hele sen anlat. Merak etme unutmam. “

“ Her sabah zemin katın altına inip Arap Dede’nin kabri başında Fatiha okurum. Takunyalarının biri orada, biri buradadır. Onları yan yana koyarım. Su ibriği yarıya kadar su doludur. Onu tekrar ağzına kadar doldururum. Duvarda tahtadan bir askı vardır. Orada asılı ıslak havluyu temiz, kuru bir havluyla değiştiririm. Kısaca Arap Dede gece kalkıp namaz kılıyor. “

Derin bir sessizlik oldu. Birkaç dakika konuşan olmadı. Sessizliği yaşlı kadın bozdu:

“ Hadi desen ki Arap Dede kalkmıyor, farz et ki, fareler diyelim, fareler takunyaları /Takunya: Tahtadan yapılmış bir tür terlik / dağıtıyorlar. İbrikten su içiyorlar. Birazını yere döküyorlar. İbriğin etrafı hep ıslak oluyor. Yerden belki 1.5 metre yüksekteki havlu nasıl ıslanıyor, duvara asılı askı kuru olduğu halde? Ben inanıyorum Arap Dede’nin geceleri kalkıp namaz kıldığına. “

Olayı yıllar içinde bilmem kaç defa tanıdıklara, arkadaşlara anlattım. Bir kişi bile çıkıp böyle şey olmaz demedi. Nedeni bilinmez bir korku duydukları kesin. İnsanlar nedense böylesine dini konuları derinlemesine irdelemeye yanaşmıyorlar. Hoca, imam, hafız gibi dini konularda eğitim görmüş insanlarla konuşurken bir konu hakkında çerçeveyi genişletmeye çalıştığımda:

Sus, öyle şeyler söyleme, günaha girersin diye tepki gösterenlerle ve çatılmış kaşlarla karşılaştım. Benim kalbimde kötülük yok niye günaha gireyim ki? Araştırmak, soruşturmak, öğrenmeye çalışmak kötü bir şey mi? Soru sormayan ne öğrenmiş? Her neyse ben de yıllardır Arap Dede’nin geceleri kalkıp namaz kılıp kılmadığını gerçekten merak eder dururum.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #727
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dedelerimizden dinlediğimize göre, 1700 yılında San Bartolo kenti büyülenmiş. Görünmez olmuş. Anlatılanlara bakılırsa, batmış gitmiş toprağın derinliklerine. Bu felaketin nedenleri pek de iyi bilinmiyor. Kimileri bunun, kilise inşa edildiğinde çanı olmadığı için, köylülerin San Lucas Tecopilco adlı yakın bir köyün kilise çanını yürütmeleri yüzünden olduğuna inanıyor.

Söylentiye göre, çan kulesine gece saat on birde varmışlar. Herkes uykudaymış. Çanı ses çıkarmadan dikkatle indirmişler. Saat on ikiye yaklaşırken, ellerinde çanla gidiyorlarmış San Bartolo’ya. O anda tüm kent yok oluvermiş birdenbire. Büyülenmiş olduğundan batıp gittiği söylenir.

Geriye tek kalan ise kentin koruyucusu olan aziz heykeli imiş. Bir çam kütüğünün üstünde durup dururmuş öylesine. Derler ki Cuamanzingo çiftlik arazisinde çalışan işçiler, bu aziz heykelini bulup hemen efendilerine haber vermiş. Efendileri de azizciği alıp, daha yakışır diye, çiftliğin şapelinin1 boş altlarına2 yerleştirmiş. Ertesi gün gittiklerinde bir de bakmışlar ki, yerinde yok. Araya araya onu ilk buldukları yerdeki çam kütüğüne ulaşmışlar, heykeli eski yerinde bulmuşlar. Yine taşımışlar, yine eski yerine dönmüş. Hep yürüye yürüye gittiği söylenir, çünkü ayağındaki sandaletlerin çamurla dolmakta, tabanlarının delinmekte olduğunu görmüşler. Kesin olan o ki, sonunda yorulmuş azizcik ub gidip gelmelerden. Bugün o çiftlikte artık oturan yoksa da heykel boş atların üstündeki yerinde durup durur.

Gene söylentilere göre, bu büyülenmiş kentin bayramı olan 24 Ağustos günü, gece saat on ikiye doğru çanların çaldığı, horozların öttüğü, fişeklerin patladığı duyulur. Büyükannemle büyükbabamın beni çam kütüğünün önüne çan sesleri dinlemeye götürdüğünü çok iyi anımsıyorum. Oraya varınca diz çökerdik. Büyükannemle büyükbabam haç çıkarıp dua ederdi. Ben en küçük bir ses bile işitmedim hiç, ama onlar çan seslerinin duyulduğunu söylerdi. Kimbilir!

O cıvadra hep denir ki, kentin büyüsünü çözmek için San Bartolo insan biçiminde dünyaya gelecek. Bu doğan çocuğun yitik kenti görme yeteneği olacak. Sonra o kentin kilisesine gidip orada bir yanda kırık bir Mesih heykeli, bir yanda da bol altın görecek. Eğer Mesihi yerden kaldırırsa kent büyüden kurtulacak, yok eğer altınları almayı yeğlerse kent sonsuza dek gömülü olduğu yerde kalacak, tıpkı şimdiki gibi büyülü ve görünmez olacak.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #728
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
CAN GÜLÜ


"İnsan, çok sevdiğine gülüm der... Analar, babalar; çocuklarına; ilk gülüm der; ak gülüm der, son gülüm der… En çok sevdiğine ise; can gülüm diye seslenir…" Canının gülü, gülünün canı bilir onu…

"Gül fidanı, esansını, usaresini, güneş batınca çiçeğine doğru yönlendirir. Güneş doğarken ise gövdesine doğru çeker ve en yoğun esans ve koku, en yüksekteki goncaya gider. Bu en yüksekteki gonca, 'can gülü'dür. Onun için, gül fidanının en tepesindeki gonca, koparılmaz." Can gülüne dokunulmaz.

Bilen dokunmaz, seven koparmaz, koparttırmaz da… Hayat, bazen de tüm acımasızlığıyla gelir, dokunur, koparmak ister…
Üniforma egemenliğindeki karanlık koridorlarda, hücrelerde, kaç güneşin söndürüldüğünü, apoletler emriyle kaç ayın kesilip yıldız yapıldığına tanık oldu da; yüreğindeki güneşe dokunulması bir başka acıydı, dayanılmaz sızıydı!... Can gülüne el uzatılması tanımlanamaz bir vicdansızlıktı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu.
Ejderhalarla boğuştu daha çocuk yaşta… Gençliğini yaşayamadan , jandarma takibi, polis kuşatmasında buldu kendini. 8 yıllık kaçak günleri, açlık, kör hücrelerin sessizliği, bakımsızlık; kronik bronşiti başına musallat etti. Yaşadığı ihanetler kor gibi dağladı da ciğerini, kızılcık şerbeti içtim dedi, hiç yakınmadı… Can gülüne dokunulmasına dayanamazdı. Bu acı, bir insana nasıl reva görülürdü?

Her insanın kendi beyninde biçim verdiği, aralıksız duyumsadığı, yüreğinde hissettiği, koruduğu ve bazen önyargı haline getirdiği; etkisi, büyüklüğü, yakıcılığı ve yoğunluğu her insana göre farklı şekillenen duyguları olur. Buna bazen sevgi denir de, duyulan sevgilerin şiddeti, ağırlığı, hacmi hep değişir. En âfatı, en dayanılmazı can gülüne ayrılır sevginin.

Bir olay sırasında kendi bedenin üç katındaki işkencecinin elinden adam aldı. Hakim, bir adam alana baktı, bir de adamı elinden kaptırana: “Bu mu, senin elinden adam kurtardı; bu mu?” diye seslendi yargıç işkenceciye şaşkınlıklar içinde…Yargıca göre bu nasıl yürekti, bu ne inançtı…

O yürek, o inanç, o umut, en gerekli olduğu zamanda işe yaramazsa kahreder insanı işte… O kahır, hastane önündeki incir ağacına yönelir kimi zaman. Bazen de, baştabibin ölümden acı gelişine…

"Çocuklarını çok sevdi. Her yaşta onları öptü, kokladı, sardı. İncinmesin diye kelebeğe dokunur gibi dokundu. Beyaz bir kelebeğin ellerindeki sarı gül polenine vurgun olmanın tadını gelecekte de yaşayabilmek istedi hep. Gülüşünü, umut; şefkatini enerji; göğsünü siper; bedenini paspas yaptı." İncinmesin benim “can gülüm” diye.

Çok da inançlı olmamasına karşın,, yakardı “can gülü”nün saçının bir tek teline zarar gelmesin diye. Bu lanet hastalık, neden "can gülü"nü seçmişti.

Başkaları için; hiç tanımadığı, adını duymadığı insanlar için verdi yıllarını. Kaçak günlerinde çektiği sıkıntılar, yoksulluklar, inlemeler de neydi ki… Çoktan unutturmuştu “can gülü”nün bir tek gülüşü, o yılları.

Yeni kurmuştu, tırnaklarıyla kazarak, mutluluğa el uzatan yaşamı.

Çaresizliğindendi suskunluğu. Kimi zaman, söz yaralar insanı da. Susmalar, bir vuruşta öldürür bazen. Bu suskunluktu, onu yıkan… Neden diyordu, neden?. Neden ben değil de can gülüm?
Ne pahasına olursa olsun uğurlayamazdı can gülünü, zamanın sonsuzluğuna… Her yara kabuk bağlar da bu yara başka, hiç geçmez. Akıl oynatan sancılar, sızıya dönüşür. Hiç dinmez bir sızıya…

Yaşamından biriktirdiği en çarpıcı ders, umuttu, mücadeleydi. O umut, o mücadele hiç bitmeyecekti. Hem, can gülü de direnecekti, kendisine uzanan acımasız ellere.
Öyleyse direneceklerdi birlikte; tıpkı çocuk yaşlarında, gençliğinin imkansızlıklarında, hayata ve baş edilemez denen güçlere direndiği gibi…

O’nun, can gülüyle yaşayacağı, paylaşacağı daha çok şeyler vardı. Uzattı elini can gülüne, “Haydi bi tanem kalk. Hayat bizi bekliyor” dedi. Can gülü, hasta yatağından kalktı, el ele tutuştular, yeniden merhaba dediler yaşama. Onları bekleyen yaşanmamış mutluluklara yürüdüler birlikte…
VerSchL@GeN - avatarı
VerSchL@GeN
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #729
VerSchL@GeN - avatarı
Ziyaretçi
Eşkenar Üçgen Uzayda


Uzunlukları birbirine eşit üç doğru bir araya gelip bir eşkenar üçgen oluşturdu. Ben bu eşkenar üçgenin içine iki göz ile bir burun ve bir ağız çizdikten sonra kulaklarını ekledim. Meydana gelen şekil bir insan başına benzedi. Şekle en basitinden gövdeyle, kollar ve bacaklar da çizerek insan modelimi ortaya çıkardım. Beyaz bir kartona çizdiğim insan modelimi makasla kenarlarından keserek aldım ve ayakları üstünde duracak şekilde bıraktım. Haydi eşkenar üçgen, yolun açık olsun, dedikten sonra onu uğurladım. Aradan iki ay geçtikten sonra eşkenar üçgen geldi ve başından geçen olayları anlattı.

“ Senden ayrıldıktan sonra uzun süre yol yürüdüm. Sonunda bir ormana geldim. Ormanda giderken ilerde bir ışık gördüm. Meğerse ışık açık bir alanda duran uçan daireden geliyormuş. Hiç korkmadan uçan daireye bindim. Uçan daire az sonra havalandı. Rengarenk ışıklı düğmeler vardı uçan dairede ve biri yanıp biri sönüyordu. Bilgisayardan gelen metalik ses uzaya çıkıldığını ve Samanyolu Galaksisi’nin çok uzağında bulunan bir başka galaksideki 31092-ct adındaki gezegene gidildiğini haber verdi. Bayağı keyiflenmiştim. Metalik sesin söylediğine göre, uçan daireler kozmatik güçle hareket ederlermiş. Metalik ses aylarca yolculuk yapıldığı halde uzayın sonunun bulunamadığını söyledi. Ertesi gün pat diye bir ses duydum ve uçan daire hafifçe sarsıldı. Bunun ne olduğunu sorduğumda metalik ses Samanyolu’ndan bir başka galaksiye geçildiğini, bilgisayarın önceden programlandığı gibi zaman ayarını yapıp, atlamayı gerçekleştirdiğini, zaman ayarının periyodik uzay takvimine göre yapıldığını, zaman ayarını yapmadan, atlamayı gerçekleştirmeden bir galaksiden bir başka galaksiye geçmenin mümkün olmadığını söyledi. Her galaksinin kendine özgü, sadece o galakside geçerli olan zamanı varmış. Daha önceden hazırlanmış olan periyodik uzay takviminde, bulunduğun galaksiyle geçmek istediğin galaksi arasındaki zaman farkı bulunurmuş. Zaman farkı bulunmadan zaman ayarı yapılamazmış. Zaman farkını bulmak için, bulunduğun ve geçmek istediğin galaksilerdeki en yaşlı gezegenler baz alınırmış. En yaşlı gezegenlerin yaşı birbirinden çıkarılınca aradaki fark + - zaman farkı olurmuş.

Örneğin bulunduğun galaksinin takvimi 4900 yılını gösteriyor. Periyodik uzay takviminde geçmek istediğin galaksinin durumunun -1200 olduğunu gördün. Bulunduğun galaksinin yaşı olan 4900 yılından -1200 ü çıkarınca, geçmek istediğin galaksinin yaşını 3700 olarak bulursun. Şimdi iş süpersonik zaman göstergecinde zaman ayarını yapmaya kalmıştır. İlgili tuşlara basarak rakamların göstergecin ekranına düşmesi için bir dakika beklenir. Sürenin sonunda zaman ayar düğmesine basarak işlem tamamlanır.

İki galaksiyi birbirinden ayıran, zamanın geçerli olmadığı bölgeye girilir. Burada uçan daire yol aldıkça göstergecin ekranında 4900 yılından 3700 yılına her yarım saniyede bir yıl olarak zamanın gerilemesi izlenir. Ekran 3700 yılına gelindiğini gösterince uçan dairenin hızı limite çıkarılarak geçmek istediğin galaksiye giriş yapılır. Şayet -1200 yerine +1500 olsaydı 4900, 1500 ile toplanırdı. O zamanda göstergecin ekranında zamanın ilerlemesi izlenirdi. Herneyse, galaksiler arası yolculuktan sonra 31092-ct adındaki gezegene yumuşak iniş yaptık. Bu gezegende gördüklerim beni şaşırtmadı, çünkü yolculuk sırasında metalik ses her şeyi anlatmış ve bana pek çok konuda detaylı bilgi vermişti. Orada da insanlar yaşıyor. Ağaçlar var, çiçekler var, kuşlar var, dağlar var, dereler var. İnsanları sevecen, iyi kalpli, hoşgörülü. Sorunlarını tartışarak, kavga ederek değil, karşılıklı anlayışla, hoşgörüyle çözüyorlar. Herkes birbirinin hakkına saygılı, kimse kimseye kötü söz söylemiyor ve son derece nazik insanlar. Bütün çabaları bilimde, teknolojide daha ileri seviyelere ulaşmak. Geçim sorununu önce yardımlaşma daha sonra paylaşma ile çözümlemişler. Birinde çok ötekinde yok değil, ikisinde de var. “

Eşkenar üçgen konuşması bitince ayağa kalktı ve şöyle dedi: “ Patron, ben geri dönüyorum. Uçan daire beni bekliyor. Gel seni de götüreyim. “
“ Boş versene sen ya, ne işim varmış benim uzayda “ dedim ben de. Bunun üzerine eşkenar üçgen keyfin bilir dedi ve vedalaştık. Eşkenar üçgen ayrılırken son olarak elveda dedi el sallayarak. Sanırım onu bir daha hiç göremeyeceğim.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2007       Mesaj #730
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Cananı toprağa gelin eyledim (Mektup)

Sana bir sürpriz yapacaktım…
Hani, seninle dün terminalde dakikalarca birbirimizin gözlerine bakarak hüzünlendiğimizde, ikimizin de boğazına bir şey düğümlenmişti ya. Hani sen otobüs kalkmadan 1-2 dakika önce 15 numaralı koltuğuna oturduğunda o kadar kısa zamanda onlarca kez öpücük atmıştık birbirimize ya… Hani sana o gün aldığım mavi nazarlığı boynundan ağzına doğru çekip öptüğünde ikimizde de bir tebessüm oluşmuştu ya kendiliğinden…
Muavinin “Aşağıda yolcu kalmasın” dedikten sonra tek ayağını kapıya atıp “devam et” diye bağırmasının, seni son görüşümün işareti olacağını nerden bilebilirdim ki…
15 gün sonra buluşmaya sözleştiğimizde, 15 günün kaç saat, kaç dakika olduğunu hesaplamıştım da dayanamayacağımı, bu hasretin canımdan bir şeyler eksilteceğini düşünmüştüm. Yine de “dayanırsın” diye kendimi teselli etmiştim.
Sana bir sürpriz yapacaktım…
Otobüsün hareket eder etmez, sana bir mektup yazıp hemen kargo ile gönderecektim. 12 saat yolculuktan sonra sen İstanbul’a vardığında mektubumla karşılaşacaktın, seni ne kadar özlediğimi, ne afat sevdiğimi yazacaktım…
Sen gidince, dolmuşun 5 dakika sonra gelmesini bile kayıp saydım. Dolmuştan inince evin merdivenlerini 2’şer 3’er çıktım. Hemen başlamalıydım hasretimi birazcık olsun dindirecek mektuba…
Kapıyı açıp, ayakkabılarımı, montumu çıkardığımda saate baktım, senden ayrılalı ne kadar oldu; kavuşmamıza kaç saat kaldı diye. Yarım saat geçmişti, ne kadar sevindim…
Nerden bilirdim ki; senden ayrı kalışımın 30’uncu dakikasında çalan telefonun, seni sonsuza kadar bir daha göremeyeceğimin habercisi olacağını…
Nerden bilirdim ki, daha yola çıkışının 10’uncu dakikasında zalim kamyonun otobüsünüzü kan pazarına çevireceğini…
Evden nasıl çıktım, nasıl bir taksiye binip yanına geldim bilmiyorum. Seni o can pazarında bulup kucakladığımda insanoğlunun yaşayacağı en büyük acıyı yaşadım. Son nefesinde beni sevdiğini söylemeye çalışman; işte benim de sonum olacaktı.
Sana bir sürpriz yapacaktım…
Sürprizi sen yaptın. Birden gittin. Nasıl gittin? Neden böyle beni öksüz, beni mahsun, beni ızdırap yüklü bırakıp gittin?
Bu kadar mı kolay, böyle gitmek? Bu kadar mı kolay umutlarımızı, hayallerimizi bir anda yok etmek?
Sana bir sürpriz yapacaktım…
Sürprizi sen yaptın.
Seni bugün sonsuza uğurladım. Toprağını ellerimle attım üzerine.. Seni toprağa gelin eyledim bugün…
Şimdi ben sensiz ne yaparım? Nasıl yaşarım sensiz? 15 günün bitmeyeceğini, beni bitireceğini düşünürken, sensiz bir dünyanın kahrına, sensizliğin acısına nasıl dayanırım?
Dayanamam.
Daha 3 saat oldu seni toprağa gömeli. Belki 20 kez aynı türküyü dinledim.

Çok kez yemin edip ayrılmam derdi
Gencecik bir hayal tez sona erdi
Helâllaşıp dizlerimde can verdi
Cananı toprağa gelin eyledim.

Boynuna takmıştım mavi nazarlık
Azraille edemedim pazarlık
Aldı sevdiğimi hain mezarlık
Cananı toprağa gelin eyledim.

3 saatte gözlerimde yaş kurudu sevgilim.
3 saatte ancak bunları yazabildim sevgilim.
Mektubunu kendi ellerimle getirmek isterdim. Yapamadım.
Yaşam devam ediyor. Hayat, her şeye rağmen yaşamaya değer.
Bağışla beni sevgilim, sensiz yaşamaya alışmayı seçmek de varmış kaderde.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat