Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 75

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 549.944 Cevap: 1.812
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #741
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Küçük Kızın Armağanı
Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı...
Sponsorlu Bağlantılar

Bayram sabahı küçük kız paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü, acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı...

Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı:

- Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun?!

Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı:

- O kutu boş değil ki baba, dedi. "İçini öpücüklerimle doldurmuştum"

Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.

Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #742
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
SENiN GEMiN CAMDAN SEVGiLi....

Sponsorlu Bağlantılar



Duydum ki yine umudunu kesmissin insanlardan,
dostluklardan... Duydum ki yine acimaya baslamissin kendine...
Yolunu kimselerin bilmedigi, bilmek de istemedigi sevginin o hayal ülkesinde birilerini beklerken çok üsümüssün...
Insan ancak kendisine sevgili olabilir, diyormussun.
Simdi artik yollarda ve binbir hayalin pesinde sürükledigin ve yiprattigin sevgine minnet borcunu ödeyecekmissin...
Aciyan sevgini simartacak, onu örtülere saracakmissin. Onu kendini güçlü ve korunakli oldugunu hissetmedigin hiçbir yerde ortaya çikarmayacakmissin...
Sevgini yirtici bir kus gibi yetistiriyormussun.
En iyi savunmanin saldiri oldugunu ve yok olmamak için yok etmek gerektigini ögretiyormussun ona...


Ona onu, sabirlar, merhametler ve inceliklerle degil, hazlar, hayranliklar ve kiskanç ilgilerle besleyecegini vadediyormussun.
Her gece uyumadan önce arkasinda Che Guevera'nin resmi olan aynanla konusuyormussun: Bir sen varsin önemli olan, bir sen varsin gerçek olan...
Hem onca aciya ragmen hâlâ güzelim...
Ve artik kendime yasakliyorum baskalarina acimayi ve hayatin acisini...
Aynandaki nefesinin bugusunu görüyorum buradan. Gözlerinle göz göze gelemedigin için tutup aynadaki buguyu öpüyorsun.
Yarali kendini öpüyorsun.
Çekmeceden cüzdanini çikartip içindeki kredi kartlarini seyrediyorsun zoraki bir hayranlikla.
Içinde sevgini sakladigin kaleyi daha da güçlendirmeyi geçiriyorsun aklindan.
Kredi kartlarini yaliyorsun dilinle ve onlarin zehirli tadini içine akitiyorsun...
Bankamatikten her para çektiginde kulagina gelen ölüm çigliklarina alistirmak istiyorsun kendini böylece.


Hem senden güçsüzlerin ölümü, hem bu ölümleri gizleyen ve bütün katliamlari aninda temize çeken teknolojinin zehirli tadi sariyor simdi sevginin yaralarini.
Bankamatikten her para çektiginde kulagina gelen çocuklarin ve kimsesizlerin ölüm çigliklarina dayanamadigini hissettigin an, senin için hayatta sadece annenin babanin ve kardeslerinin önemli oldugunu söylüyorsun kendine ve aksam is dönüsü onlara hediyeler alarak evine dönüyorsun...
Ve eskiden, sevgini bir kalenin ardina saklamadan önce, sadece kendi çocuklarini sevenleri çok kinadigini unutmak içinse, bu defa baskalari degil kendin kanatiyorsun sevgini...
Sonra küçük, tüylü bir köpek almak istiyorsun kendine.
Köpegini severken, kucaklarken sana acimasizlik eden dostlarinin, seni sevginin o hayal ülkesinde yillarca bekletip düslerini ve ömrünü çalan sevgililerinin yüzleri geçsin istiyorsun karsindan.
Onlarin yüzleri geçtikçe sahibi oldugun için senden baska kimseyi sevmeyecek ve baglanmayacak olan köpegine daha da siki sarilmak istiyorsun, öpüp koklamak.
Kendini öper gibi, yarali ve belki de artik hiç iyilesmeyecek olan kendini...


Hiç iyilesmeyecegini artik kendinden bile saklayamadigin böyle anlarda para kazanmak istiyorsun, is kurup daha çok para kazanmak...
Böyle anlarda bir kalenin ardinda gizledigin yarali sevgini bile unutmak istiyorsun; o seni düskirikligina ugratan insanlara inat yeniden baglanmak istedigin anneni, babani kardeslerini bile...
Böyle anlarda kendine sakladigin, gizledigin her seye, yanlislarla dolu olsa da senden izler tasiyan tarihine bile düsman oluyorsun.
Seni bu hale getirenlerle bir olup bu belki de artik hiç iyilesmeyecek yarali kendini yok etmek istiyorsun... Sonra yorgun düsüyorsun... Artik dinlenmek istiyorsun. Yarina daha dinlenmis ve korkulardan kurtulmus olarak uyanmak istiyorsun...
Ve uykuya dalmadan önce vitrinlere biraktigin dalginligin geliyor aklina...
Kendine bir kez daha aciyorsun ve bu yüzden pahali bulup da almadigin giysileri almaya karar veriyorsun.
Bu pahali giysiler sayesinde ilgilerin kölesi degil, ilgilerin merkezi olmayi istiyorsun.
Bu giysiler sayesinde sizlayan sevgilerini örtmek, örtmek, örtmek istiyorsun. Görünmez olmak istiyorsun.


Oysa senin gemin camdan sevgili...
Iste güçlü baligin güçsüz baligi yok ettigi kanli denizin her tarafindan seni görebiliyorum...
Sadece ben degil, dost düsman herkes uykuya daldigini görebiliyoruz buradan.
Çünkü senin gemin camdan sevgili.
Sikintidan yedigin tirnaklarinin kenarlarini...
Korkulu bir rüya gördügünde birden silkinisini...
Yarali sevgini korumak için aldigin onca kötücül karara ragmen nasilsa hep masum kalan sayiklamalarini görüp duyuyorum buradan...
Kaleni ve kalenin ardinda sakladigin yarali sevgini.
Bosuna saklama sevgini. Senin gibiler hiç örtünemez sevgili...
Seni bu kanli deniz ve düsmanlarin da dostlarin da hemen tanir.
Ya benzerini bulup gidersin buralardan.
Ya da seni yok ederler sevgili...
Herkes gibi ve her seyi bilerek yasayamazsin sen.
Senin gibiler örtünemez...
Bu kanli denizde senin gemin camdan sevgili...
CEZMi ERSOZ

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #743
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Biraz uzun ama okuyun inanın değiyor

Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor, 'doktor bey' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında, bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.

Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16–17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu. Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
—Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!

Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:
—Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen getirdik.
—Aldığı ilâçlar yanınızda mı?
Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.
—Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.
—Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?
—İki saat kadar olmuş.

Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
—Hımm! Yazık, çok yazık!

Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor, ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum. Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
—Ne yapacağız doktor bey?

Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı. Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.

—Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.

Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı. Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı. Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki, her biri bir kenara çöktü. Baba ve anne, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
—Ne olacak doktor bey? Hiçbir şey yapamaz mısınız?
—Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz. Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.

Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak, gerçekten zor bir durum olmalıydı. Hem, insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür, neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında, ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini, arkadaşlarını, ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını... Belki de arkasından neler düşünüleceğini, konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana, son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi.

Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya! 'Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu.' diyorum kendi kendime.

Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
—Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok?

İçeri yeni giren doktor, kaş-göz işaretiyle ne olduğunu sordu. Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
—İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef. Durum da ciddi. Yapılacak bir şey kalmamış. Sonra raporunu tanzim ederiz.

Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora; 'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum!" dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor.

Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim. Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
—Doktor bey! Serumla bol mayi verip, bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?

Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı:
—Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah'ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki...

Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
—Yoksa sende mi inandın öleceğine?
—Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?

Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.
VerSchL@GeN - avatarı
VerSchL@GeN
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #744
VerSchL@GeN - avatarı
Ziyaretçi
Savaş Yurttaş kimdir, hakkında, kim, bilgi...

blu Savaş Yurttaş, 1944 yılında Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde doğdu. Tiyatroya, üniversite yıllarında İstanbul Üniversitesi Gençlik Tiyatrosu’nda, Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası” adlı oyunu ile başlayan sanatçı, daha sonra Ulvi Uras Tiyatrosu, Türk Öğretmenler Sendikası Tiyatrosu, Ankara Halk Oyuncuları, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Birlik Tiyatrosu ve Ankara Ekin Tiyatrosu’nda çalıştı.

TRT’de yayınlanan “Bizimkiler”, “5 Dakika”, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Yazlıkçılar” ve “Oğlum Adam Olacak” adlı dizilerde rol alan sanatçı, 1981 yılında sinema yazarlarının “En iyi yardımcı oyuncu ödülüne” layık bulundu. Yurttaş, ayrıca “Sürü”, “Yılanların Öcü”, “72. Koğuş”, “Suçumuz İnsan Olmak”, “Can Şenliği”, “Bebek”, “Güneşe Köprü”, “Yolun Sonundaki Karanlık”, “Biri ve Diğerleri”, “Ziyaret”, “Sarı Mersedes”, “Kara Kafa” gibi Türk sinema tarihinin önemli filmlerinde de rol aldı.

Ankara Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nda “Devri Süleyman”, “141. Basamak” ve “Teneke”, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Durant Bulvarı”, “403. Kilometre”, “Heykel” adlı oyunlardaki rolleriyle tiyatroseverlerin gönlünde taht kurdu. Tiyatro sanatçısı Savaş Yurttaş, evliydi.

Savaş Yurttaş 10 Nisan 2002'de Ankara'da öldü.
yalnız - avatarı
yalnız
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #745
yalnız - avatarı
Ziyaretçi
Gitarcının Aşkı..
Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı...posta kutusu boştu gene. Yoo, hayır. Beyaz birşeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi.Elektrik faturası gelmişti...hem de herzamankinden "hoş" bir miktarda...Başka birşey olmadığını bildiği halde, gene kutunun içine bakti...Boş...Dışarısı, ne...

Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı...posta kutusu boştu gene. Yoo, hayır. Beyaz birşeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi.Elektrik faturası gelmişti...hem de herzamankinden "hoş" bir miktarda...Başka birşey olmadığını bildiği halde, gene kutunun içine bakti...Boş...Dışarısı, ne soğuk ne de sıcak...kapalı bir havaydı.Yağmur yağmaması için dua etti...şemsiye evde kalmıştı ne de olsa...Karşıya geçmek için trafik lambalarının yanında durdu...önünden son sürat geçen araba, bütün çamuru sıçrattı...en sevdiği siyah pardesüsü de batmıştı...karşıya geçti.Karnı açtı...Her pazar sabahı uğradığı cafe'ye gitti..."tadilat nedeniyle kapalıyız" yazısını okurken, gülümsedi...aklına mezar taşına yazılabilecek bir şey geldi "Tadilat nedeniyle oldu... açlıktan "... neyse dedi kendi kendine" o kadar da aç değildim"...sonra bi yerlerde yerim diye düşünerek yürümeye başladı. Derken yanından geçen bir grup çocuk, ona sertçe çarptı. Yere yığıldı. Karşısında, evin balkonunda oturan bir grup genç kız, gülüyorlardı...ona gülüyorlardı... Ayağa kalkarken, cebindeki bozuklukların düştüğünü farketti. Herbiri ayrı bir yöne yuvarlanıyor... çatlaklardan, deliklerden düşüp kayboluyordu.Parası da gitmişti.Bi gitarı, bi de canı vardı...Yemek yiyecek,eve gidecek parası kalmamıştı...yorgundu. Mektup yazmayan, arayıp sormayan, çok sevdiği o kızla bir zamanlar gittikleri parkı hatırladı...orada küçük çocuklar bileklik, kolye gibi hediyelik eşya satarlar...müzisyenler maharetlerini gösterir, para kazanır,kızlara hava atarlardı...Parktaki o eski nese kalmamıştı.Yolun kenarına geçti. Elindeki gitar çantasını yere koydu.

Gitarını çıkarıp, o "en" hüzünlü besteyi çaldı...sonra, o kıza bestelediği parçayı...ve bir başkasını...ve bir başkasını...çaldı...çaldı. Kulağına gelen takırtı sesleriyle kafasını kaldırdı. Gitar çantasına para dolmaya başlamıştı. Sonra, neşeli bir parça çaldı...para geldikçe,şarkılar daha bir hareketli, daha bir neşeli oluyordu...Güneş batmaya başladı... İleride zabıtalar göründü...daha fazla kalamazdı orada.Gitarı çantaya koydu ve kalktı...eve gidecek, yemek yiyecek parası vardı... belki kirayı hala veremeyecekti, bu ay...ama, hiç değilse düşürdüğünü karşılıyordu bu miktar...

Derken yağmur başladı...Eve daha çok var, diye geçirdi içinden. Ne zordu hayat!Yağmur altında yürümeyi severdi...ama yalnızken değil.Yalnızken,daha bi ağır yağıyordu sanki yağmur...Daha bir soğuk... Eve vardığında, kuşu öterek karşılamadı onu...sessizlik dolu ev, o an ürpertti...kafesin yanına gittiğinde, minik kuşu kafesin tabanında yatıyordu hiç kıpırdamadan...öylece..."ölüm" dedi..."sürprizleri seviyor" Islak giysilerini çıkardı...kuş gibi o da ölecekti, bu sefil hayatta.

Gitar çantasını açtı, kalan bozuklukları almak için. Arada beyaz bir kağıt gördü...Açar açmaz, yazı tanıdık geldi...o beyaz ellerin yazdığı notu okurken, önce heyecanlandı, sonra üzüldü...Notta: Demek hala bizim parçamızı çalıyorsun...ve yine çok hüzünlü bir şekilde. Beraber aldığımız kuşları hatırlıyor musun? Bendeki bu sabah öldü...ayrılığa dayanamadı herhalde...ama, biz insaniz, dayanabiliriz degilmi? Yarın gidiyorum bu şehirden...kendine iyi bak...hoşçakal! Anladı o an, işlediği hatayı...ne kadar da bencil olmuştu bugüne kadar. O bu şehirdeydi...ve hiç aramamıştı...o arar diye. Şimdi aynı şehirde bile olmayacaklardı. Gün batışını aynı anda izleyemeyecek, aynı ortamda aynı havayı solumayacaklardı...ama, o da affetmezdi ki...yoksa eder miydi?Dal rüzgarı affeder, ama kırılmıştır bir kere, diye geçirdi içinden...Kapı çaldı...ne de çok istedi o an için, kapıdakinin o olmasını...Bu nedenle açmadı kapıyı...o umudu taşımak istedi hep içinde...sonra uykuya daldı...uyanmamak üzere...



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #746
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Beni Sevdiğim Yaratır


Beni Sevdiğim Yaratır'//Aşk üzerine yazılar-

“BENİ SEVDİĞİM YARATIR”


Kenanlı Yusuf zindana konunca Züleyha’ya ayrılık ağır gelmeğe başladı.
Evi barkı ona zindan gibi dar göründü. Her gece zindana gidiyordu.
Birisi ona dedi ki: 'Aşk ateşi seni yak¬mamış, sevgi bahçesinin meyvasını tatma¬mışsın.
Bu gayet güzel bahçeli saraydan uzak kalıp suçlular gibi ne vakte kadar zindanda oturacaksın? '
Züleyha cevap verdi: 'Dostun cemalin¬den uzak kalınca, bütün âlem sahası bana karınca gözü gibi dar gelir.
Eğer onunla beraber bir karınca gö¬züne yerleşsem, bu bana yüzlerce bağlı bah¬çeli saraydan daha hoş, daha ferah gelmekte!
Cami-Salaman ve Absal




Yeryüzünde aşka dair söylenmedik söz kaldı mı? Belki kalmadı. Kalmasa da,hala,başka bir biçimde aynı anlama gelen cümleler söylenmeye devam ediyor.Aciz bir biçimde,insan yaşadığı duyguyu ifade edemedikçe, ısrarla başka sözcüklerle anlatmayı, yeniden deniyor.Mevlana,kendisine aşkı soranlara; ”ben ol da gör” diyerek,sözün aczini dile getirmiyor mu.Fuzuli; 'Aşk imiş her ne var ise âlemde, ilim bir kıyl ü kal imiş ancak' (Âlemde ne varsa aşktır,ilim bir dedikodu-falanca şunu dedi,filanca bunu dedi-dan ibarettir) derken,her ne kadar İslam tasavvufundaki âlemlerin yaratılmasının nedenini aşk olarak gören anlayışı dile getirse de,biz burada şöyle bir düşünce geliştirebiliriz.
Bilim insanın yaşamını kolaylaştıran buluşlar yaptı. Buzdolabı, kalorifer, araba,uçak,bilimin on binlerce yılda ortaya koyduğu,insanlığın yaşamını kolaylaştırma amaçlı buluşlardır.Ancak insan yemek yiyen,otobüse binen,bir canlı değildir yalnızca.İnsan bilimin ürettiği malzemeleri kullanarak mutlu olamaz.”Dünyanın en güzel yeri sizce neresidir? ” dediğimizde herkes farklı bir yanıt verecektir.”Herkesin maddi anlamda düşlediği yaşam biçimi nedir? ” dediğimizde de,çoğunluk hep,lüks evler,arabalar,deniz kıyıları vb sayabilir. Ancak düşlenen kentlerde, parasal sorunu olmayan nice insan var ki, sürekli ruh hekimlerine gitmekte, depresyon geçirmekte, bunalımlarından çıkamayıp, intihar etmektedir. Dünyanın en güzel yeri saydığımız yerlerde de insanlar mutsuz olabiliyor yani. Bilim, insana belki daha kolay ve rahat bir yaşam sunabiliyor; ama mutluluk, aşk, huzur gibi kavramları sunamıyor.Burada sözü edilen teknolojinin dışında,egemen ideolojilerin geliştirdiği felsefe,sanat, gibi etkinlikler de,o ideolojinin amaçlarına uygun olarak,insanlara mutluluk değil mutsuzluk getirir ancak.Yirminci yüzyılda burjuva düşünürlerinin ürettiği felsefeler varolouşçulukta olduğu gibi,insanı ancak,kendi değerlerini”hiç”leyen bir bataklığa saplamayı amaçlamaktadır.Sanat,ilk çağlardan bu yana,insanın yaşamını “güzelleştirme” yolunda yapılan etkinliklerdir.Bir sıunıfın diğer sınıfı sömürdüğü zamanlarda,egemen olanların sanatı,ancak dar bir çevreye hitap eden bir yapıdadır.Bunun örneklerini,Osmanlı divan şiirinden,son yüzyılda ortaya çıkan bir takım sanat akımlarına kadar görebiliriz.Kaldı ki bununla da yetinmeyip,geniş yığınların sanatını yok etmek,yozlaştırmak için her yola başvurmuşlardır. Evreni aşkla görenler, kuşkusuz ki onlardan daha mutlu ve huzurlu olabilirler. Kapitalist sistem doğanın düşmanıdır ve Tanrı kavramını tanımaz.Doğaya ve Tanrı’ya daha yakın olan,hayatın ortasında aciz bırakılmış kitleler,bulutlara,kuşlara, tanrıya daha yakındırlar; bu yüzden de aşk ancak onların yüreklerini vatan kılabilir kendine.
Belki de aşka dair söylenmedik söz, söylenmiş olanlardan çok daha fazladır kim bilir. Çünkü aşk, her insan nasıl benzersizse, her insanda farklı yaşanan bir duygu değil midir? Her insan kendini farklı sözlerle ifade eder. Aslolan da söz değil,bize o sözleri söyleten duyguları yaşıyor olmamız değil mi.Söz ki,insanın yaşadığı içsel fırtınaları anlatmakta hiçbir zaman yeterli olmayacak.
Bilim sınıflı toplumlarda egemen sınıfların elinde, insanlığın rahatını huzurunu düşünerek işleyemez. Kapitalist toplumda insan değil, sömürü söz konusudur. İnsan mutluluğu ise asla önemsenemez. Bilim insanlığın hizmetinde olduğu zaman gerçekten de,iç dünyamıza yansıyan güzellikler üretiliyor olacaktır.İnsanı sömürme temeli üzerinde yükselen her sistemde,kadın –erkek,ana-baba-çocuk,seven –sevilen ilişkileri de,dostluk arkadaşlık,aşk gibi duygular da,onları sakatlamak üzere kurgulanmış koşulların avuçlarına doğacaktır.Bundandır,aşklar hep yalan çıkar; dostlarsa hep sahtekâr.Sonuçta,sürekli olarak mutsuzluklar,düş kırıklıkları yaşanır.Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde” sözü,bu âlem için geçerliliğini kaybeder.Âlem çünkü,insanın insanı kul ettiği,çocukların başına bombalar yağdırılan,para adındaki puta milyarlarca insanın sabah akşam secde ettirildiği bir âlemdir.Orada aşk olsa olsa, bu sisteme karşı savaşmakla sağlığına kavuşup,anlamını bulabilir.Bunu görmezden gelerek,aşk üzerine,inci gibi söz dizen zamanımızın şair ve yazarları,yalnızca,insanların karşısına sistemin bir aldatmaca olarak koyduğu sanal bir aşkın belleklere daha bir çivi gibi çakılmasına yardım etmektedirler.Filmlerde,kitaplarda anlatılan,dizelere dökülen aşk,kapitalist sistemde milyonlarca insanı kandırmaya yarayan bir hayaldir yalnızca,bir hastalıktır. Maksim Gorki’nin”Yazarlar insan ruhunun mimarlarıdır” sözündeki gibi şairin ve yazarın bir görevi de,ruhlarımızı sağaltmak olmalıdır.Dünya piyasalarında en çok satan postmodern kitaplar nasıl ki,sakat bir aşkı insanların bilincine allayıp pullayıp giydiriyorsa,bizde de bunun benzerlerini adım başı görmek olası.Hatta diyebiliriz ki,doğru olan istisnadır.Arzu,güçlü istek anlamına gelen bir söz olarak,aşk için kullanıldığında çoğu zaman cinsel isteğin bir ifadesidir.Örneğin,insana düşünmemesini buyuran Orhan Veli neyin temsilcisi olabilirdi.
Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor
Bu örneği o kadar çoğaltabiliriz ki.Ancak,zamanımızın yazıcılarının sadece düşünmeyen,arzu eden insan tiplemesinin mimarlığında,sistemin iyi birer temsilcisi olduklarını söylememiz ve bu örnek,konu hakkında başka söze gereksinim bırakmıyor sanırım.
“Bu sistemde aşk olmaz mı? ” gibi bir soru,bu sisteme rağmen aşk hep var olacaktır biçiminde yanıtlanmalıdır.Evet,sistem,insanlık dışı bir sömürü düzeni olunca,insanı insanlıktan çıkartmanın tüm koşullarını sürekli hazırlamaktadır. Her sistem de her canlı gibi ölüm korkusunu yaşar sürekli.Nedense,diktatörler, zorbalar,halktan daha çok korkar ölümden.Onların bu dünyada sonsuza kadar kalacakmış gibi yaptıkları her şey,tarihin çöplüğüne gömülecektir; bilirler bunu.Bu da zulümlerini daha bir arttırır.Çünkü yaşam biçimleridir zulüm, zulmederek daha çok yaşayacaklarını sanırlar.İşte tam da bu noktada,aşktır kalabalıkların,milyonların direncine verdikleri sabırlı su.Başkaları için ağlamanın, yanmanın, direnmenin, savaşmanın,ölmenin güzelliğini bilen insanlar,aşka layıktır.Bencillikle işi olmayan bu yüce duyguyu sökemedi zorba sistemler insanlığın sinesinden.Aksine,öyle bir duygu ki,bencil yanlarımızı onardı kalbimize düştüğü zaman.Yoksulların en büyük zenginliği oldu ilk insandan bu yana. Milyonlarca türküye,ağıda döktük,efsaneler yarattık aşka dair.Ona sığındık yalnızken; kimsesizken kimsemiz oldu,yaramızı yar ettik,sabır taşlarını çatlata çatlata bekledik,özledik,aradık…
“İnsan çift yaratılmış” derdi eskiler.Herkese göre deliydi ama yâriydi yârinin kimisi..”Tencere kapak “benzetmesini yaptılar maşukunu bulan âşıklar için.Her insanın bir insanı var mıydı sahiden.Yani bu zamanda bu düzende,bize en çok uyan birileri olur muydu.”eş ruh” diye bir aldatmaca uydurdu batı kaynaklı düşünce sistemi.Olaya daha nesnel bakmak gerekiyor.İnsanın bir benzeri,eşi olur mu?

“Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül, iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.iki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları birbirine katışmış birleşmiş¬tir.Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını ara¬sın, dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin! Fakat aşk, âşıkların vücudunu inceltir, zayıf¬latır., sevgililerin vücutlarınıysa güzelleştirir, semir¬tir!
Bu gönülden sevgi şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır.
Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı şüphe yok ki Tanrı seni seviyor.”diyor Mevlana. Bize diyecek söz bırakmayacak kadar güzel söylüyor. Eğer sen gerçekten doğru olanı bulup sevmişsen,o da seni sever.”Burada Marks’ın ünlü sözünü alalım: 'İnsanı insan olarak düşünün ve onun dünya ile ilişkileri de insanca olsun,o zaman sevgiyi sadece sevgiyle,güveni güvenle...değiştirebilirsiniz.” diye başlıyor Marks,yani sevginin karşılığı sevgiden başka bir şey olursa,o sevgi satın alınmış demektir,sevgi değildir.(Burada Halil Cibran’ın şu sözlerini anımsıyoruz;
” Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez
Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz.
Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir;
Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.”)
Marks devam ediyor; ”Eğer sanattan tad almak istiyorsanız,sanatkârca eğitilmiş olmanız gerekir,eğer başka insanları etkilemek istiyorsanız,onlar üzerinde gerçekten uyarıcı ve geliştirici etki yapan bir kişi olmalısınız.İnsanlarla ve doğayla olan her ilişkiniz,sizin iradenizin nesnesi olan,gerçek bireysel yaşamınızın en net yansıması olmalıdır.” Sanatkârca kendini eğitmemiş birinin sanatkârlık taslaması, sanatkârlık yapmaya kalkması soytarılıktan başka bir şey olamaz. Bu anlamda, zamanımızda pek çok sanatçıyı(!) bu kategoriye sokmak mümkün. İnsanları etkilemek için bir takım oyunlara girmenin de hiçbir anlamı olmaz.Böyle bir davranış olsa olsa şaklabanlık olabilir.”Eğer sevginiz sevgi doğurmuyorsa bu,sevginizin,sevgi üretmediği anlamını taşır.Eğer seven kişi olarak yaşamınızı ortaya koyuyor ama sevilen bir kişi olamıyorsanız,sevginiz güçsüzdür.Bu bir talihsizliktir,mutsuzluktur' diye bitiriyor Marks sözünü.Sevginiz,karşı taraf üzerinde,doğal ve kendiliğinden bir akış sağlamalıdır,bunun dışındaki her çaba,boşuna olacaktır.Ben bu alıntıyı bu biçimde yorumladım.Sana ait yârse eğer,o da seni arıyordur ve ilgiler mutlaka karşılıklı olacaktır.Mevlana diyor ki; ” Tek elin sesi çıkmaz. öbür elin olmadıkça, İki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda!
Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerde o susamış, diye ağlar, inler!
Bizdeki bu susuzluk, suyun bizi çekmesinden ileri gelir.. biz suyunuz, su bizim! . Tanrı hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık etti. O ezelî hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve her cüz'ü de kendi çiftine âşıktır.Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker.”Mana âleminin sarrafı olarak adlandırılan gönül adamı,
gökyüzünü erkeğe,yeryüzünü kadına benzeterek devam ediyor; ” Bu iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, bir¬birlerini sevip koçmasalar nasıl olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı?
Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gök¬yüzünün suyu,-harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlan¬sın diyedir.
Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkek¬le kadına da birbirlerine karşı bir meyil verdi.
Her cüz'e de, diğer bir cüz'e meyil verdi., ikisi¬nin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bu¬lur.”
Bütün bunlar kuşkusuz güzel sözler.Ancak gerçekten de,bir yerlerde bizi bekleyen ve arayan bir yârimiz var mı.İslam inancındaki,ruhlar yaratıldığında,ruhumuzun tanış olduğu sevgili var mı gerçekten.Eğer varsa,insanların çoğu bunu bilmiyor.Eğer varsa,neden bu dünyada karşılaşmak ihtimali,neredeyse imkânsız denilecek ölçüde zayıftır.Eğer aynı zaman diliminde dünyaya gelmişsek,kim bilir,nerededir,hangi ülkededir.Belki bir genelevde saat başı bir başka insana satılan kadının eş ruhu,Paris’te bir kilisede rahiptir; belki Afrikada bir ülkede açlıktan öleli çok zaman olmuştur.” Kim bilir belki de,birlikte olduğumuz kişinin ta kendisidir.
'Tüm diğer konularda değersiz ve yararsız biri olsam da, en azından seven ve sevileni kolaylıkla ayırt edebilme yetisi, her nasılsa bana tanrı tarafından verilmiştir.” diyen,Sokrates’e göre; ” Eros mitolojik olarak konuşulduğu zaman bile, bir tanrı değildir. Tanrılar yetkindirler, oysa Eros'un kendisinin bir yetkinliği yoktur ve yetkin olan bir şey, her ne olursa olsun, zorunlu olarak, aşktan yoksundur. Aşkın özü daha çok yetkinliğin karşıtıdır: Yetersizlik, eksiklik, yoksunluktur, eksiklik bilinci ve gerçekleşme ve tamamlanma arzusudur. Aşk sevilenin eksikliğidir ve tanrılar hiçbir şeyin eksikliğini duymazlar.
Tanrı değilse eğer. Eros nedir? Hâlâ söylenceye dayanarak konuşan Sokrates, Eros’a büyük bir tin ya da daimon adını verir. Bir başka deyişle Eros ne tanrı ne de insan olup, tanrılarla insan arasında bulunan, 'aradaki uzayı (mekânı) dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren' bir şeydir.” İslam Tasavvufunda ise “'Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım.' kudsî hâdisine dayarak, yaradılışın gayesi aşktır. Kur’an’da Âraf,172-de 'Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar da 'Evet şahidiz ' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı; 'bizim bundan haberimiz yoktu. 'biçiminde anlatılan,ezel meclisinde,Allah’ın ruhlarla yaptığı bir tür sözleşme vardır.Orada ruhların birbirini gördüğü belirtilip ve,bu dünyada karşılaşınca,birbirini bulacak olan âşıklar,dostlar biçiminde yorumlanır,bu ayet.Sonuçta,”âlemde ne varsa aşktır” İslam tasavvufuna göre.Sokrates’in düşüncesi de bundan çok uzak değil görüldüğü gibi.İslam Tasavvufunda,”vahdet-i vücut” olarak adlandırılan ilahi aşktır.Sokrates ise “Tanrılarla insanlar arasındaki boşluğu dolduran ve bütünü kendisinde birleştiren” bir unsur olarak söz eder aşktan.
Dna larımızın,dedelerimizden bize gelen bir takım özellikler ve hastalıklar gibi,ezel meclisinde,bu dünyada bize en uygun,diğer yarımız olan insan için de kodlandığını belirten zamanımızın bir takım yazıcıları,yeryüzünde insanı biçimlendiren koşulları tümüyle reddeden bir anlayışın savunuculuğuna düşüyorlar.(zamanımızda bilim dna lara,genlere müdahale ederek hastalıkları ortaya çıkmadan yok etme noktasına gelmiştir) Bu tıpkı,insanın başına gelen bütün olumsuzlukların,savaşların,belaların sorumluluğunu,kadere yüklemekle aynı şey oluyor.İnsanın insanı kul ettiği, insanın yaşam biçimini,insanın isteklerini,zevklerini,dünyaya bakışını belirlediği zamanlarda,bu dünyada olan her şeyin sorumluğunu,doğmadan önce belirlenmiş olan yazgıya yükleyen,”şükürcü” anlayışla aynı konuma düşmüş oluyorlar.Filmerde gösterilen çok zenginle çok yoksulun aşkı ne yazık ki bu dünyanın koşullarına pek uygun düşmüyor.
Sokrates aşka dair gayet akla uygun tespitler yapıyor:” Aşk her zaman bir şeyin aşkıdır Zorunlu olarak bir nesneye doğru yöneltilmiş durumdadır. Sevmek demek bir şeyi sevmek demektir. Ancak aşkın nesnesi nedir? Çok yalın olarak, insanın gereksindiği, arzu ettiği ve istediği şeydir. İnsan zaten sahip olduğu bir şeyi gereksinmediği, istemediği ve arzu etmediğine göre, aşk her zaman insanın henüz sahip olmadığı bir şeye yönelmiştir” Burada biz şunu söyleyebiliriz:çoğu insan için aşk,bu dünyada yaşamını araç yaparak yöneldiği amaçtır.Farkında olmadan kölesi olduğu,istekler,giderek büyür ve,onun tüm varlığını gasbeden bir canavar olur.İslam dininde “nefis” denilen,bu hırs yüklü istekler,asıl aşktan bizi yoksun bırakan hastalıklarımızdır.Çoğu insan hayat boyu insanları sömürür,haksızlık yapar,rüşvet alır,haksız kazanç yolları bulur,para kazanır; ama o parayı yiyemeden de ölür.Onlar için aşk,bu yaşamlarını gasbeden çılgın tutkudan başkası değildir.Böyleleri için,karşı cinsten kendilerine en uygun kişinin fiyatı, ya paradır,ya gösterişli meslek diploması vb.Elbette onlar için de bu dünyada,satın alabilecekleri,biçilmiş kaftan,tencere kapak kişiler vardır. Bu dünyada,karşı cinsten,herkese en çok uyan birisi elbette vardır.Olmaması akla ve bilime aykırı olurdu.Sokrates’in bu konuda söyledikleri şöyle devam ediyor:” Aşk iyi, yararlı ve hayırlı olan bir şeye duyulan arzudur; doğamız itibariyle, eksikliğini duyduğumuz, gereksindiğimiz, eşdeyişle doğamız itibariyle bizim bir parçamız olan ve bizi tamamlayacak bir şeye duyulan sevgidir. İnsansal aşk. İnsan için iyi olana duyulan sevgiden başka bir şey değildir, insanın doğal ereği ve hedefine doğru yönsemesidir, her bireyin doğuştan getirdiği, kendini-gerçekleştirme gereksinim ve isteğidir” Aslolan da bu değil mi:insanın kendini gerçekleştirmesi.İnsanın,yeryüzünde benzeri olmayan bir varlık olarak,kendi dışında önüne konulmuş yasa,kural ölçülerin duvarlarını aşarak “kendi” olabilmesi,Bu elbette,insanı var eden koşullar dâhilinde oldukça zor.Beğenilerimiz ve zevklerimiz bile dışardan bize veriliyorken,kendi iyi’mizi,güzel’imizi,aşk’ımızı var edebilmek hiç de kolay değil.
Bizim en büyük eksikliğimizdir aşk, bundan olmalı yaşam boyu bitmeyen susuzluğumuz olması.Büyük bir kendini tamamlama çabası içinde çırpınarak yaşanan mutsuzluğumuz ve mutluluğumuz..Sokrates tam da bunu anlatıyor; ” Eksikliğini duyduğumuz, doğamıza uyan bir şeye duyulan arzu olarak görüldüğünde, aşk bizim dışımızda bulunan bir mutlak diye sunulmuş bir şeye duyulan aşk değildir, tam tersine, bizim doğamızın bir parçası olan, ve onu tamamlayan bir şeye duyulan aşktır. Çok yalın olarak, eksikli ve sonlu oluşumuza ilişkin bilinçliliğin doğurduğu gerçekleşme aşkıdır.” Çoğu insan arayışının farkında bile olmadan aramaktadır kendisini tamamlayacak olan diğer parçasını.Eksikli yanı sürekli sancıyarak ve kanayarak yaşanan bir maceradır insan ömrü.Bizim diğer parçamız olan kişi de,kendi diğer parçasını arayarak,kendini tamamlama,gerçekleştirme sancılarını yaşar.Biz kendimizin diğer yarısını çeken bir mıknatıs gibi yaşarız; böyle olunca da,ne yaşı başı vardır aşkın,ne de insanların koyduğu denklik kurallarını tanır.Mevlana; “Âlemde her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini İster. Kehribar, nasıl saman çöpünü çekerse her cüz'ü de muhakkak kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle Öyleyim.”diyordu.Sonsuz bir arayıştır işte bu macera,yurtsuzların yurdunu aramasına benzer.Âşık yana yana arar maşukunu,bir garip yolculuktur.Mevlana şöyle diyor; ” Sevgililerin aşkı, onların yanaklarını parlatır; âşıkların aşkı, âşıkların canlarını yakar, yandırır! Kehlibar, niyazdan müstağni gibi davranan bir âsıktır., o uzun yola düşen, o uzun yolda savaşansa saman çöpü! ..” Hüsrev ü Şirin’in başlangıcında; ” Hayvan gibi yalnız yemek ile, uyku ile kalma; bir kediye de olsa gönül bağla! Se¬nin bir kediye âşık olman, kendi kendine aslan olmadan daha iyidir.” Diyen Nizami’nin Mevlana’nın biraz önceki sözlerine çok benzeyen sözleri aynı şeyi pekiştiriyor; ” Eğer bir taşın sinesine aşk düşerse, bir cevhere âşık olmaya hak kazanır. Eğer mıkna¬tıs, âşık olmasaydı, o şevk ile demiri nasıl ka¬pardı? Eğer yolunun üzerinde aşk olmasaydı, kehrubar saman çöpünü aramazdı. Ne kadar taş ve ne kadar cevher vardır, yerlerinde öy¬lece dururlar, ne demiri ne de samanı kapmaz¬lar. Her bir cevher —ki bunlar sayısızdır — kendi merkezine meyleder”

Bizim için,önceden hazırlanmış,buluştuğumuz zaman her şeyin,yerini bulup oturacağı; gerekli bütünlüğün oluşacağı bir insanın varlığına inanmak mümkün olabilirdi; eğer ki,aşk ilişkisinin doğasına ters olarak,,karşımızdaki insanı olduğundan farklı göremeseydik.Sevgili daima en mükemmel olan değil midir.Onda kusurlar bile bir özellik oluvermez mi çoğu zaman.Onu tanıdığımız anda, karşımızda,bütün gizemleri ve güzellikleriyle,keşfedilmeyi bekleyen bir dünya değil midir sevgili.Başka olandır o,en farklı olandır; ve böylece başlar Şeyh Galib’in “Aşk”ına ateş denizlerini aşmayı göze aldıran yolculuk.Aşkın doğasında bu var; ancak,gerçekte olanla,bizim,aklımızı bir tarafa atarak, gönlümüzde,düş dünyamızda yeniden var ettiğimiz aynı varlık değildir.Ama eğer,şansımız yaver gider de,yârimiz,onun varlığına attığımız her adımda,bizi şaşırtarak,tam da umduğumuz gibi çıkarsa,işte buna mucize denir.Belki de,bütünlenip tamamlanma böyle bir şeydir.İki taraf da karşılıklı tamamlanıp,kendini gerçekleştiriyor,Mevlana’nın kandilleri gibi,birlikte ışık saçarak.” Çünkü tüm insanlar gerçekten iyi olanı, eşdeyişle doğaları itibariyle kendilerinin bir parçası ve kendilerinin olan bir şeyi severler ve bu nedenle, iyi bir şey yaratır ve arkalarında iyi bir şey bırakırlarken, sevdiklerini korur ve ölümsüzleştirirlerken, gerçekte kendilerini yaratmakta, korumakta ve ölümsüzleştirmektedirler” diyor Sokrates.
Bir insanı değiştirerek,kendi insanımız kılmanın mümkün olamayacağını, söyleyebiliriz burada.Bir insanı,kendinden başka bir insan yapmak,kafamızdaki kalıplara uydurmak olanaksızdır.Bunu kendisi istese bile,başaramayacaktır.O yalnızca bizimle tamamlandığında kendisi olabilen bir varlıksa,bizim yârimiz demektir.
İlişkilerinin başlangıcında,sürekli kavga eden insanlar tanıdım.Sürekli kavga eden,başkalarının ne diyeceğini umursamadan birbirini kıran,rezil olan arkadaşlarım oldu.Özellikle,bir çift var ki,bu yazının yazılmasına neden olan onlardır.Anımsıyorum; İzmir’de iki dersane öğretmeni olarak tanışmışlardı. Kadın felsefe öğretmeni,erkek tarih öğretmeniydi.Kavgalı bir ilişkiydi onlarınki.Defalarca ayrılıp,sonra yeniden bir ayaya gelmişlerdi.Kadının ailesi öğretmen kökenli,erkeğin ailesi gecekonduluydu.Biri alevi diğeri Sünni kökenliydi; ama önemsemedikleri bir durumdu bu.Sonra erkek,İzmir’den,İstanbul’a gitti.Bu gidişle,aynı zamanda kadını terk etmiş de oluyordu.Fakat çok zaman geçmedi,kadın da onun peşinden İstanbul’a gidip,orada bir dersanede çalışmaya başladı.Yedi sekiz ay sonra da,bir yaz günü evlendiler İzmir’de.Kadın,erkeğin ailesini sevmiyordu başından beri.Bunu da sürekli olarak belli ediyordu.Çok bir zaman geçmedi,birkaç ay sonra,erkeğin İstanbul’da evini önce terk ettiğini; bir ay kadar sonra da,geri döndüğünü.Bir süre sonra,erkeğin izmirdeki ailesinin evinde aileyle birlikte,mahalleye rezil olurcasına bir kavga edildiği duyuldu.Kavga sonucunda,gecenin bir yarısı erkeğin ailesi,gelinlerini evden kovmuşlardı.Tam bir rezalet.Eşi de ağzını bile açmamıştı.Buna benzer olayları pek çok insan yaşamış; yaşamayan azınlık da defalarca tanık olmuştur.Arkadaşım,yaşadığı aile faciasından sonra,biraz kendine gelebilmek için,benim yaşadığım bozkır köyüne geldi.Gezdik,tozduk, konuştuk,tartıştık.Kaçınılmaz olarak boşanacak ve bir daha da arkasına bakmayacaktı.Döndükten bir süre sonra,eşiyle tekrar aynı eve yerleştikleri haberi duyuldu.Bu olayla birlikte de,evin tek oğlu olan arkadaşımın ailesiyle arasındaki köprüler tümden yıkıldı.Öyle ya,eşinden memnun olmayıp bunu ailesiyle paylaşarak cephe oluşturan bir insan ailesine ne diyecekti ki.Ailesiyle birlikte,eşini sokağa atmıştı.
Beş yıl kadar bir zaman sonra onların ziyaretine gittim.Zaman içinde çok uyumlu bir ilişki geliştirmişlerdi.Son derece birbirini tamamlayan iki insan vardı şimdi.Anlaşılan o ki,bir ağaç büyütürcesine emek verilerek,iki insan birbirini yeniden yaratıyordu.Çocuğun önce emeklemesi,sonra düşe kalka yürümeyi öğrenmesi gibi,iki insanın sevgisi de,ancak bin bir güçlüğü yenerek,koşmayı başarabiliyordu.Sokrates bu saptamayı şöyle destekliyor; ” Bu, hiç kuşkusuz, seven ya da sevilen*söz konusu olduğu sürece, sevgi ilişkisinin daha az maieutik (x) olduğu anlamına gelmez. Çünkü, seven her ne denli sevgiliyi, kendi iyi imgesine dönüştürmeye çalışırsa da, bunu sevgiliyi. onun doğası İtibariyle olma gereksinimi duyduğundan farklı bir şeye dönüştürerek yapmaz. Herhangi bir doyurucu ilişkinin temeli, seven ve sevgilinin ortak olarak (iyi) bir şeye sahip olmaları ve büyük ölçüde aynı şeyi sevmeleri ve istemeleridir, bu nedenle seven sevgiliyi kendi iyisine dönüştürerek, ona zarar vermez, ancak daha çok, onun tam anlamıyla gerçekleşmesi için, doğası itibariyle olması gerekene dönüştürerek, yardımcı olur. Seven bunu. kendi iyi anlayışını sevgiliye hile ile kabul ettirerek değil de. onun kendisi için gerçekten de iyi olanı elde edebilecek, kendisi sevgilinin bunu elde etmesinde salt bir vesile olacak biçimde, kendisine doğru dönmesini sağlayarak yapar. Eğer durum böyle olmasaydı, aşk ilişkisi meyvesiz kalacaktı, çünkü ilişkide ortaya çıkan iyileşme ve gelişme, kişinin bizzat kendi gelişmesi değilse, hiçbir biçimde gerçek bir gelişme değildir. Aşk ilişkisi hem seven hem de sevilen tarafında doğurtucu ya da üretici kalmalıdır: Hem seven hem de sevilen diğerinin kendi kişisel gelişmesi, ortak iyiye doğru karşılıklı bir ilerleme için bir vesile, bir fırsattır.”O halde insanların başlangıçta, kimseden utanmadan,yaptıkları onca kavga ve rezillik,hayalimizde yeniden oluşturduğumuz sevgilinin gerçeğiyle buluşma sürecinde ortaya çıkan hayal kırıklıklarının bir sonucu olduğu gibi,aynı zamanda karşılıklı birbirine nüfuz etme,bir tür uç noktalarda sınama değil midir.Biz aynı zamanda da kendimizi sınıyoruz o zaman.Sadece sınamakla kalmıyor,dönüştürüyoruz da,hem kendimizi,hem de karşımızdakini.Bu dönüşümde,zaten,değişmesi mümkün olan fazlalıklarımız değişiyor.Eğer ki,kişinin “kendi”ne dair bir değişme veya değiştirilme söz konusu olursa,işte o zaman,ilişki bitiyor.” Aşk ilişkisi, doğası gereği, sorgulayıcı ve çürütücüdür. Her şeyden önce, aşk bir anlamda kuşkudan, sevgiliyi sorgulamadan, incelemeden ve sevgiliye ilişkin bir araştırmadan oluşur, çünkü seven sevgilisinde kendisini tamamlayacak, gerçekleştirecek olan şeyi aramaktadır; bu nedenle seven gerçek sevgilisini bulmak ereğiyle, bıkıp usanmadan insanları sınar ve inceler ve eğer talihi yaver gider de, aradığı sevgiliyi bulabilirse, onun gerçekten araştırmasının gerçek nesnesi olup olmadığını anlamak -gerçekte, onu (iyiye ilişkin) yeni araştırmasının nesnesi yapabilmek- için, bu kez de sevgiliyi inceler. İkinci olarak, aşk sorgulayıcı ve çürütücüdür, çünkü insanın kendisiyle olan bir ilişkisi olarak bile. aşk doğası gereği, insanın kendisi ve kendi gerçekleşmesi için kaçınılmaz bir arayıştır: Bir sorgulama ve kuşkulanma (ben altı üstü bu kadar mıyım? Ben yalnızca bunlardan mı ibaretim?) , bir araştırma (Ben neyim? Ne olmam gerekir?) , bir yâdsıma (Şu an bende ortaya çıkmış kişi, kesinlikle yeterli biri değildir!) ve gelişmeyi isteme sürecidir.” Diyor buna Sokrates. Sokrates’ten bu kadar alıntı yaptıktan sonra,çok başka bir yer ve zamandan uzak doğudan Me-Ti’nin sözlerine kulak verelim; ” Burada üzerine çok şey söylenebileceğinden kuşku et¬mediğim bedensel zevklerden söz etmiyorum. Amacım, üze¬rine söylenebilecek pek bir şey olmayan aşktan söz etmek de değil. Dünya, bu iki olguyla da yetinebilirdi. Ama sevgi bir üretim olgusu olduğu için, onu ayrıca ele almak gere¬kir. Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışardan bakıldığında sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkulu¬durlar ve engel tanımazlar; yumuşakbaşlıdırlar, ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulu¬nabileceklerini araştırırlar (ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar) . Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar, sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışçasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yap¬mamakla, tek bir yanlış yapmak arasındaki fark, çok bü¬yüktür — oysa dünya, böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sü¬rerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendik¬leri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılana¬maz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin, gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman seve¬cenlikleri genel bir nitelik kazanır, yaratıcı yetenekleri ço¬ğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.” Bu sözlere katacak bir yorum bulamıyorum.
“Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin”

Diye başlayan dizelerin şairi çağımızın Büyük aşığı Aragon,Elsa’ya “zaman sensin” diye sesleniyor ve ekliyor “zaman kadındır” Zaman,öldüren ve yaşatandır.Her şey zaman içinde büyür ve gelişir; yaşlanır ve ölür.Zaman üretken ve doğurgandır.Elsa’yı,daha doğrusu kadını,zamanla özdeş kılıyor Aragon.Kadın üreten ve var edendir, sevginin mimarı odur.Aşk onun dâhilinde var olur ve büyür.Aşk onun dâhilinde sonsuz olur veya ölür.Her insanın bir insanı var mıdır? Sorusuna karşılık,Aragon’un aşk üzerine söyledikleri oldukça önemlidir. CREMIEUX’in Büyük ozanla yaptığı söyleşinin bir yerinde şöyle diyor Usta:” Önce kavramlar üstünde anlaşmak gereki¬yor, yoksa söylenenler açıklığa kavuşamaz. Sözlüğe, örne¬ğin Larousse'a bakacak olursanız, gizemcilik, ilahi düşün¬celere dalarak yetkinleşme yoludur. Şiirimin amacının, tut¬tuğu yolun bu olmadığı biliniyor. Le Fou d'Elsa'yı gizemli anlatıma yaklaştıran tipik anlatımı, Arap gizemcilerinde şöyle bir araştıralım. Arap gizemcilerinin en büyüklerinden biri olan İbni Arabî der ki 'bir varlık gerçekte, yaratıcı¬sından başka kimseyi sevmez '' İşte, başka başka biçimlerde anlaşılabilecek bir söz. Ben kendi adıma, sevdiğimi ta¬nıyorum, ama yaratıcımı tanımıyorum. İbni Arabî’nin bu düşüncesini gerçeğe daha uygun bir hale getirmek için cümleyi tersine çevirip şunu söylemek gerekmez miydi..'Beni sevdiğim yaratır.' İşte bu, ayakları üstüne oturtulmuş gizemli düşüncedir”
Bu söz üzerine,bu konuda söylenecek başka bir söz olduğunu sanmıyorum.İnsanın birer tüketim nesnesi,aşk da dâhil tüm duygularının sökülmeye çalışıldığı zamanlarda,gerçekten de insanı sevdiği yaratır,çiçeklerin yeniden açmasını sağlayan yağmur gibi,güneş gibi.Bütün dayatmalara rağmen,kimsenin uğramadığı yıkıntılardan yükselen çiçekler gibi aşk, en büyük başkaldırıdır. Başkaları için ağlamayı, yanmayı,direnmeyi,savaşmayı,ölmeyi bilen insanlar olduğu sürece, aşka mahcup olmayacaktır insanlık.Şu an,bir yerlerde nasıl,öpüşür gibi usul usul yağıyorsa yağmurlar; ve bir yerlerde güneş olanca güzelliğiyle kucaklıyorsa şafakları, aşklar da öylesine aşk gibi yaşanmaya devam ediyor,birbirini aşkla yeniden yaratan sevgililerde,yeniden,yeniden,yeniden…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #747
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Minik Serce

Bir zamanlar kendini ispatlamaya çalışan MİNİK SERÇE varmış.İlk bulduğu bir pencerenin kenarına konmuş.Şakıyarak içerde ki kişin ilgisini çekmeye çalışmış.Güya pır pır uçuşarak,şakıyarak dikkati çekmeye çalışmış.Ama ne yaparsa yapsın boş imiş.İçerde ki onu içeriye almayı düşünmek nedemek kuşlardan da nefret edermiş.Kuşların özgür olduğunu,kendisininde hayat mahkumu olduğunu düşünüp.MİNİK SERÇEyi tanımak istememiş.Birgün mahkum olduğunu düşünen kişi MİNİK SERÇEye ders vermek istemiş.MİNİK SERÇEnin kanatlarını keserek bir kafese kilitlemiş vekafesi karanlık odaya bırakmış.MİNK SERÇEyi ölüme terkedip.Günlük yaşantısına dönmüş.Ama birgün rüyasında MİNK SERÇEnin gözyaşlarını görüp utanmış,pişman olmuş. Hemen karanlık odanın yolunu tutmuş.Kapıyı açınca birde ne görsün ki küçük bir karınca MİNİK SERÇEye hayat vermek için ekmek taşıyormuş.Adam utanmakla kalmayıp kendine lanet yağdırmış.Ben bir toz zerresi büyüklüğünde ki karınca kadar olamadım.Gözlerinden yaşlar süzülerek benim yüreğim bir karınca kadar yok imiş demiş kendi kendine.Adam MİNK SERÇEyi eline almış ve penceresinden dışarı salmış.Salarkende demiş ki benim mahkumiyetim odamda değil yüreğimde,yüreğimde taştan imiş.Benim yanlışımı minicik yüreğiniz gösterdi demiş.Adam hergün MİNİK SERÇEyi penceresinin önünde beklemeye başlamış.Ama MİNİK SERÇE hiç gelmemiş onun penceresine buna çok üzülen adam yaptıklarını affettirmek için imkan arayormuş.Birgün penceresinin dibinde dolaşırken bir avuç tüylerle karşılaşmış.Başlamış ağlamaya çünki kanatlarını kestiği için MİNİK SERÇE uçamamış.Olduğu yere düşmüş günlerce ağlamış sevdiği pencereden aşağı bakıp onu görsün diye.Adam özgürlüğe saldığı zannederek göklerden gelmesini beklerken,aşağıda olabileceğini hiç düşünmemiş.Tekrar utanmış kendinden artık af diliyeceği MİNİK SERÇE de yok imiş.Kendi,bir nebze huzurlu edebilmek için adam hergün penceresine kuş yemleri koyurmuş ve hergün MİNİK SERÇEnin mezarı başında af diliyormuş.Bencilliği olduğu,insanca yanını kaybettiği için..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #748
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nazenin

Kapandığın odalar korur mu zannediyorsun seni, ben intikamın eski dostu, peşinden çığlıklar attığım yollarda sen, unutuldun mu sanıyorsun, kızım örtsün yüzünü adını söyle gelsin uzağından, dokuz ay içinde taşımaya bile cesaret edemediğin o artık babasının kızı, çöplerden geri aldım bir tanemi,kendimden üfledim içine yoksa seni sever miydi, bilmiyorsun, gece yattığında karanlık kırıştırmasın diye
ninniler söylüyor anneciğine, tıpış tıpış geliyorpeşimden,yatağının ol yanına kıvrılıyor, bazen ağlıyorum, minnacık elleriyle mıncıklıyor yanağımı, her defasında sana ne kadar çok benzediğini fark ediyorum, baba diyesi dudaklarında bir tanemin üzerinde çöp kokusu var çıkartamıyorum, kulağına eğiliyorum sabah olmaya yakın, tam lanetleyecekken seni uykuya dalıyor omzunda, içimde kalıyorsun atamıyorum... Saatin çalıyor işe gidiyorsun, umurunda değil kim uyumuş yanında,olsun kızımla seni her sabah yolcu ediyoruz akşam ki bize... Çöp kokusu var üzerinde çıkartamıyorum, rüyasında adını mırıldanıyor,
canı çekiyor sesini, ben taş mıyım sanıyorsun öyle senin gibi susa kalamıyorum... Kahverengi bakıyor herkese gözleri yanakları gibi elbiseler aldım üstüne, başında şapkasız üzgün oluyor annesi gibi o da rahat edemiyor şapkasız, saatlerce dua ediyorum, burnundaki morluğu görebilmek için, yağmur yağsın diye, ortalık ıslandı mı cam gibi oluyor gözleri ela bakıyor etrafa... Okula gitme zamanıydı ayşecikle ömerciğin annelerine kavuştukları yıllarda, eflatun ojeler sürdüm parmaklarına, omuzlarının üstünden dökülen saçlarını ördüm, hani bir ada hayalim vardı kaçıracaktım seni
mavi boncuk filmindeki eterli pamukla sen kendine geldiğinde
dalgalarda yıkayacaktım ya ayaklarını çok merak etmiştin o kumsalı sonra bir gün göstermişti tanrı rüyanda sana, el ele dolaştıktan sonra ismini yazmıştım kumsala pembeli deniz kabuklarıyla işte onlardan yaptığım tokaları bağladım zindan karası saçlarına... Çarşamba sabahıydı, tüm ankara tek yürek yağmuru dinliyordu... Burnunda küçük morluğu, eflatun tırnakları, deniz kabuğu saçlarıyla tuttu ellerimden, beslenme çantası almaya gidiyorduk, çöp kokuyordu giydikleri utanıyordum, üzerinde pisiler olanı beğendi, minicik gülüşü
tüm dünyaya büyük geliyordu... Kırmızı kalpten kaplıklar istedi, güzel yazı defteri, müzik resim, ve saire... Havhavlı kocaman çantasına yerleştirdi, kıyamadım sırtına asmaya kayboluyordu içinde küçücük bedeniyle, çantayı koluma, kızımı omuzlarıma aldım, dönülebilecek köşeler o kadar çoktu ki nereye baktığını hiç düşünmedim o adamların... babasından pamuk şeker istedi ebruli sesiyle, yemek
kısmet olmadı güzelime, yorgunluktan uyuya kalmıştı, her yanım pamuk şeker bulaşığıydı...
Eve girdiğimizi dokundu melekler kollarında... uyandı küçüğüm... Minicik dudaklarıyla öpücüklere boğdu beni belki de şeker yüzünden... Ben onun tatlı babasıydım, dibi tutmuş pilavlardan sonra tek yiyebildiği... Aslan babası önlük almayı akıl edememişti, yine elalara boyandı gözbebekleri, kollarımı açtım, unuttuğun tüm rüzgarlarla beraber doldurdu için, koşarak geçtik yine yazılanları, kırmızı elbisesinden vazgeçmek istemiyordum, birileri bana inat oturmuş kabak çekirdeği yiyordu... kara önlük almaya ak sakallı dedesine gittik, yo hayır babam değil ama biriciğimin sakallı tatlısı, telli dedesi, en miniğinden buldular getirdiler, benim ela bakamayacağımı bilmediğinden ağladığımı fark etmedi, kızcağızım beni de düşünmüş meğer yakasına
kocaman birde kırmızı kurdele istedi, o zaman gördü ağladığımı, kocaman açtı kollarını arkasında birleştirmeye çalıştı, beni o kadar seviyordu sarıldım... Çöp kokuyordu sevgimiz, ne yazıktı ama kader senden başlıyordu ağlamaya...
Eve döndük,bu sefer yiyebildi, pamuk şekerini, saçlarını taradım, annesi çarpı dördünden sıktım üzerine, önce kollarımda öptüm, sonra yatağına koydum, mutfağa koştum senden uzak sütler ısıttım, kıyamadım uyandırmaya bekledim sabah olmasını... süt soğudukça tekrar ısıtıp geri dönüyordum ayaklarımın ucuna basaraktan, ne rüyalar istedi onu
benden gözlerinin içine yabancı hayaller girmesin diye izin
vermedim...
ne sevdalar geçti ömrümüzden,
ama bir seni atamadık içimizden..
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
22 Nisan 2007       Mesaj #749
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Ögrendim Hikayesi

Insanlara kendimi zorla sevdiremeyecegimi ögrendim. Yapabilecegin tek sey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmis...
Insanlari ne kadar düsünürsen düsün, Onlarin seni o kadar düsünmediklerini ögrendim. Güven elde edebilmek için yillarin gerektigini, Ama yok etmek için saniyelerin bile yettigini ögrendim.

Önemli olanin hayatindaki esyalarin degil, Hayattaki kisilerin oldugunu ögrendim.

Insanin ancak 15 dakika çekici olabildigini, Ondan sonra alisildigi ögrendim. Kendimi karsilastirmak için baskalarinin en iyi yaptiklarini degil, Kendimin en iyi yaptiklarini kistas almam gerektigini ögrendim. Insanlar için olaylarin degil, onlarin daha önemli olduklarini ögrendim. Her ne kadar ince kesersen kes, Kestiginin her zaman iki yüzü olacagini ögrendim. Sevdigin kisilere sevgi dolu sözler söylemen gerektigini, Belki bu son defa son görüsün olabilecegini ögrendim.

Her ne kadar onu çok düsünsen de, Yine de gidebilecegini ögrendim Kahramanlarin, yapilmasi gerekenleri ne pahasina olursa olsun, Yapanlar oldugunu ögrendim. Insanlarin seni hep hesapsiz sevdigini, Ama bunu nasil göstereceklerini bilemediklerini ögrendim.


Sinirlendigimde gerçekten buna degse bile asla acimasiz olmamam gerektigini ögrendim. Gerçek dostlugun ve gerçek askin aramizda uzak mesafeler olsa bile büyüdügünü ögrendim. Birisinin seni istedigin gibi sevmemesi, Onun seni tüm benligiyle sevmedigi anlamina gelmedigini ögrendim.

Bir arkadasin ne kadar iyi olursa olsun seni üzecegini Ve senin yine de onu affetmen gerektigini ögrendim. Bazen baskalari tarafindan affedilmenin yetmedigini ögrendim. Kendini de affetmeyi ögrenmelisin. Kalbin ne kadar kirilmis olursa olsun, Dünyanin senin acilarindan dolayi durmayacagini ögrendim.


Geçmisimiz ve durumumuzun oldugumuz kisiligi etkiledigini, Ama olmamiz gerekene karsi sorumlu oldugumuzu ögrendim. Iki kisinin tartismasinin, birbirlerini sevmedikleri anlamina gelmedigini ögrendim. Ve tartismadiklari zaman da sevdikleri anlamina gelmedigini.

Bazen kisiligini eylemlerinin önüne koyman gerektigini ögrendim. Iki kisinin tamamen ayni olan bir seye baktiklarinda bile Farkli seyler görebildiklerini ögrendim Hayatlarinda her zaman dürüst bir sekilde daha ileriye gitmek isteyen kisilerin, Sonuçlari önemsemediklerini ögrendim.


Seni dogru dürüst tanimayan kisilerin, Hayatini birkaç saat içinde degistirebileceklerini ögrendim. Verebilecegin bir sey kalmadiginda bile bir arkadasin agladiginda, Ona yardim edebilecek gücü bulabilecegini ögrendim. Yazmanin, konusmak kadar duygusal gayret gerektirdigini ögrendim.

En fazla önemsedigim kisilerin, benden hep uzaklastirildiklarini ögrendim. Insanlari üzmeden ve duyarli olarak kendi fikirlerini söylemenin Çok zor oldugunu ögrendim.

Sevmeyi, Ve sevilmeyi ögrendim...

Ögrendim...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Nisan 2007       Mesaj #750
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hepimizin hayatında önemli dönüm noktaları vardır. Hayatımız belli doğrultuda akan bir nehir gibi akmaya devam ederken tüm gidişatı değiştiren, hayatımızın bambaşka bir yola sapmasına neden olan dönüm noktaları… Bu dönüm noktalarının, hayatımızın diğer yaşanmışlıklarından biraz daha farklı, biraz daha süslü, biraz daha özel olmasını isteriz. İsteğimizi gerçekleştiren de olur, gerçekleştiremeyen de…

Dolunayın tüm gökyüzüne loş ışık verdiği gecelerden biriydi. Günün en uzak saatlerinde hafif bir meltem rüzgârı denizden çıkarak karayı dövüyordu. Sevenlerin birbirine aşk mısraları okuyabileceği en uygun bahar gecelerinden biriydi. Yakamoz ile neon ışıklarının kardeşliklerini pekiştirdiği İstanbul’da birbirini seven 2 yürek, boğaza doğru bir arabanın içinde yol alıyor ve kahkahalarını, gecenin sessizliğinden esirgemiyorlardı.
Aykut, Pınar’ı bugün boğazda balık yemeye davet etmişti. Bir süredir çıkıyorlar ve kalplerinde küçük aşk çarpıntılarını hissediyorlardı. Denizin en güzel manzarasına sahip restaurantlardan birinin önüne geldiklerinde arabayı görevlilere teslim ederek arabadan çıktılar; Aykut, görevlilerden plakayı yazan bir fiş aldı ve içeri girdiler.
Daha önceden Aykut’un rezervasyon yaptığından bihaber olan Pınar, denize komşu olan 2 kişilik bir masaya geçtiklerinde birazcık şaşırmıştı. Yakamozu ve ışıklarını yakmış gemileri görebildikleri, yosun kokusunu içlerine çekebildikleri bir masaya oturmuşlardı.
Pınar: “masayı daha önce ayırtmış mıydın?”
Aykut: “Sen, benim için değerlisin. Evet, rezervasyon yaptırmıştım.”
Pınar, Aykut’un sözlerinden çok hoşlanıyordu. Kendisine değer veren, kendisini düşünen bir erkekten başka ne isteyebilirdi ki…
Biraz sonra garson masalarına gelip isteklerini sorduğunda ikisi de somon ızgara istediler. Zevklerinin, ruhlarının ikiz olduğunu belgelemek istercesine ikisi de aynı siparişi vermişlerdi. Yürek ikizleriydi, onlar.
Konuşurlarken bir süre sonra Aykut, Pınar’ın elini kavradı. İnce, narin ve üşüyen ellerini… Pınar’ın tüyleri diken diken olmuştu. Nedenini keşfedemediği bir heyecan dalgası esmiş ve yüreğinin içini serinletmişti. Mutluluk üşümesiydi, bu. İçinden bir ses, bugünün en güzel gün olacağını söylüyor; Pınar ise bu sesin manasını çözemiyordu. Ufacık bir dokunmanın bu kadar şiddetli bir etkisi olabileceğini, vücudunun kimyasının bozulabileceğini tahmin edememişti. Kanı buz kesmişti, ruhu ise aşk ateşi ile ısınmıştı, sımsıcaktı.
Aykut: “üşüdün mü?”
Pınar: “sadece biraz… geçer, merak etme”
Aykut kalkarak ceketini Pınar’ın omzuna şefkatli elleriyle yumuşakça koydu. Her hareketinden Pınar’ın incinmesini istemediği, ona zarar gelmesinden korktuğu, onun en iyilerine layık olduğunu düşündüğü belliydi. Aykut için felaket, Pınar’ın camdan kalbinin kırılıp bin bir parçaya bölünmesi idi. Bir süre sonra Pınar’ın üşümesi geçmiş ve bedeni de ruhu gibi sıcacık olmuştu.
Önlerine gelen yemeği ikisi de yavaş hareketlerle yiyor, lokmalarını mümkün olduğunca küçük tutuyorlardı. Birlikte geçirecekleri bir dakikanın bile pırlanta kadar kıymetli olduğu gerçeği beyinlerine mıhla kazınmıştı. Bu gerçeği, dünyanın en güçlü silgileri bile silemezdi artık.
Restaurantın piyanisti şarkılarına başlayalı epey olmuş, ama iki sevgili bu şarkıları duymamışlardı. Onlar için etrafta kendilerinden başkası yoktu. Garsonlar, muhteşem yakamoz manzarası, leziz balık… Hiçbirini gözleri görmemişti. Aykut, şarkıların farkına romantik bir melodi başladığında varmıştı. Pınar’a daha yakın olabilmek adına bu fırsatı kaçırmak istemediği için Pınar’ı dansa kaldırdı.
Dans sırasında gözlerini birbirlerinin gözlerinin içinden alamadılar, birbirlerinin gözlerinin içindeki dehlizlere girip kayboldular. Müzik değişmiş ve Hakan Altun’un “Benimle Evlenir misin” şarkısı çalmaya başlamıştı. Şarkı başlar başlamaz Pınar’ı rüyadan kafasından dökülen bir kova kırmızı gül yaprağı uyandırdı. Şaşırmıştı. Aykut ise Pınar’ın ellerini bıraktı, elini ceketinin iç cebine soktu ve küçük mavi kadifeden bir yüzük kutusu çıkardı. Bir eliyle kutuyu Pınar’a uzatırken, diğer eliyle Pınar’ın elini tuttu. En yumuşak ses tonuyla sordu.
“Benimle evlenir misin?”
Şaşkınlığın bu kadar sevindirici olacağını bilmiyordu genç kız. Kafası ve omzunda gül yaprakları, kulağında tatlı bir melodi ve karşısında aşkından delirdiği adam… Aykut, bir kadının asla reddedemeyeceği bir teklif yapmıştı. Şaşkınlığın şokunu geçirdikten sonra Aykut’un gülen gözlerine bir daha bakarak haykırdı.
“Evetttttt”



Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat