Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 8

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.430 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #71
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZAHMİN-3

Sponsorlu Bağlantılar

Aşk kendi yokluğunu var ederek varlaşıyor içimizde…
Nedeni bana kalan susuşun namsızlığı içimizi kötüye çıkaran. Dibe vuruyor aşkın gerekliliği için kendini hırpalayan acının mürekkebi. Ben solcu gibi duvarlara karşı ağlarken gözlerimin kalabalık sus’larında kodes karanlığı diriliyor. Ellerimde aralıktan kalma küf kokusu yarınların. Sök beni yaranın tınlayıp durduğu beyaz kâğıt hiçliğinin satır önlerinden, gör nasıl hıçkırıp delirecek şair o zaman. Kırılmaya yüz tutmuş kelimelerin isyanından başlıyorum kendimi aynaların pullu sırrından dökmeye. Eski bir hezimetin an be an çoğalan esmerliğinde sızlıyor yalnızlık denilen işgüzâr oyun. Ey zahmin! Bakışlarınla yüzümü mü çağırıyorsun saçlarının siyahlığına? Hiç gitmeyen nasıl gelir ki?
Bin beterim hezeyanın haykırışından da, sükûtum darp izi taşıyor anlık yakarışlara. Zamanın serseriliğinden an kaybına uğruyor nifak düşlü cinnetlerim. Ham vakitlerin güç yetmezliğinde barınırken alın çizgilerimi silen sızı, öfkeye delâlet ıslıkları boğumluyorum gırtlağımda. Kandil ışığında seyrediyorum yüzüme bulaşan karanlığı. Kırk beşlik ampullerin tafrası yetmiyor gözyaşımı sarmalayan ah’ı aydınlatmaya. İfademi alıyor kayda geçilmemiş hikâyenin geçmiş zaman suretli celladı. Tenimde kalıyor kanımın içime akmamışlığı. Ey zahmin! Al cismimi aşka çarp, nasıl olsa tarumar kıyametlerin mecazında sere serpe yokluğa uzanan benim. Acı yalnızlığın gıyabında yaşanır mı, hüzünbaz duruşlar süpürülemezken alnımızdan? Aşk senden bir alıntıdır künyemde ve hangi anlamı yüklerlerse yüklesinler senden başka anlamı yok aşkın.
Gün arkasına sızarken sensizliğin oldu bittiye getirilen ilk hecesi, yosunlu kirpiklerime ağ atıyor iyot kokulu balıkçılar. Bela hükmü taşıyor çehremin uyumsuzluğundan azade gülüşün. Kısa kalıyorum seni uzun uzun soluklamalara. Dursun ve derin derin boğulsun aşk kendinde. Giderek sıklaşan bir acı tutunuyor diz kapaklarıma. Nefesime karışıyor iç kanamalı nikotin efkârı. Tek başınalığın nöbetçisi mi sancı zahmin? Kırık bir mihraptayım şimdi. Oturup seyrediyorum kallavi hüzünle dağılan kalbimi. Ebkem kasırgaların yanağında dövünen yağmurların gölgesinde mahmurluğuna sesleniyorum sesimin. Açılmıyor feryadımın suskunluğu. Bu puslu coğrafyayı güneşin ırgatları çocuklar taşıyor, nafile sonun hudutsuzluğu için. Yıkılırken tapınak sütunları yeryüzünün üstüne bir elem dolaşıyor dilime: Saten bir tendir ölüm doğarken giydiğimiz. Tanrım, neden babalar erken ölüyor ve neden herkes kendi cesedinden sorumlu bu şehirde?
Hayatla uzlaşamayan militan kederimden tanıyor suçlarım beni. Gecenin şafağında aşk üstü yakalanırken kalbim ayet olup iniyorsun benzimin senliliğine. Saçların karda yıkanırken soğuk ülkelerin ayazına yaslıyorsun ömrünü. Kibrit kutularına yığılan bungunsuz yangınların islenişini çekiyorum ciğerlerime. Sana şiir olmak için katlediyorum bütün şairlerin şah damar şiirlerini. Ne çok aynısın yüzümle. Bakma bana öyle zahmin! Avazımın benden çıktığı kadar susmak için harap denizlerin durulmasını bekliyorum. Pişman gemileri bekliyorum içimden gitmek için. Üstüne alınma notası felç şarkıların kristal kanamalarını. Çünkü üstü hep bende kalıyor zifiri hayallere müptela gidişlerin. Dar zamanlara rastlasada aşkın hayattan arta kalan anları, oyala gözlerini ne olur. Bir yanı doludizgin yaşamaksa da diğer yanı ertelenemez sondur gözlerine bakmanın. Ölebilecek kadar sensiz değilim daha.
Fikr-i delilikle yıkarken tuvâllere resmedilemeyen ürpertimi, toplu katliam merasimlerimde buluyorum can sürgünü bedenimi. Melekler solumdan atlıyor uçurumlara, tamamlamak için yokluğunun eksik harflerini. Iska geçebilseydi rüzgârım saçlarını belki intiharı fermanlardım benliğime. Belki çığlığımı düğümlerdim kirpiğinin en avuntusuz yerine. Bir masal bulup kaçabilir miyim kendimden sen uzağına? Aşkın çıplaklığına kaç yalan sığdırılabilir ki? Şımarık mevsimlerde biteviye kavrulsa da hicranım bendesiyim güle vuran sevdanın. Göğsüme dağ gibi yuvarlansa da fırtınalar aşkının ölmezi benim. Kıyamet alâmeti şimdi avuç içi sıcaklığının bu katran karası gecede beni terk edişi.
Ömür kaç nefeslik hayat eder aşk için? Sen imanın aşk yanısın zahmin…
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #72
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Unutulmayanlar

Kaç yıl oldu bilirmisin,aşkı karanlıklarda bırakalı...çeyrek asır vardır ki alıcı gözle bakmadım evdeşimden gayrı güzellere,ben mi kaybettim yaşamın rengini yoksa güzeller güzellikler mi değişti bilnmez. Bildiğim bir realite varsa o da karacaoğlan coğrafyasının Çukurovasında yetişen her türk genci biraz aşık biraz da yılgındır,çektiği aşk acısından...
Sponsorlu Bağlantılar
Hemşerim Yaşar kemal ne güzel anlatmıştır bu coğrafyada yaşanan umarsız aşkları,yabanıl da olsa...Böylesine olmasa da bir aşktır,benimki de sonunda.
Erzurumun karlı boranlı bir havasında geçer umarsız aşkımız.81 eylülünde başlamıştı Erzurum maceramız...Üç yıl ara verdikten sonra ünüversiteyi ihtilalin hemen ardından yakalamış,o güne kadar vilayetim olan Adanaya bile gitmeyen bir köy çocuğu olarak bin kilometre uzaklıkta bir coğrafyaya sürgünümz başlamıştı.Erzurumu bilirdim,haritadan ve hava durumlarından başka da malumatım yoktu...
Bir valiz hazırlandı,birkaç iç çamaşırı,bir emanet ceket ve sümerbanktan alınma bir pardüso,cebime konulan iki bin lira...İyi para o gün için ya da biz öyle sanıyoruz.Okula kaydı yaptırdık bin zahmet ve torpille,o da ayrı bir hikaye...
Okulun ilk günü sınıfa vardım herkes kendine bir yer bulmuş oturuyor,sohbet ediyor,tanışıyor...Benim avantajım memleketten gelirken edindiğim arkadaşlarım tesadüfen aynı sınıftayız...Onlara selam verdim ve yanlarına oturdum.
Sınıfa şöyle bir baktım dört tane kız var gerisi mi işte anlayın kazma, balta...Biri bizim sıraya geldi ve 'Merhaba arkadaşlar' dedi...Onun o sıcak merhabası beni o kadar etkilemiş ki sonrasını hatırlamıyorum... Derse hoca gelmiş, zil çalmış ,tenefüs olmuş mübalasız bir saat kendimde değilmişim... Yine onun sesiyle kendime geldim ,tanışalım ben H.... Diyordu ,tanıştık Erzurum Oltu'danmış Ben de Adanalı olduğumu söyleyince Adanalı'lar Fellah olurmuş nedir bu fellahlık diyince dilimiz döndüğünce Fellah kelimesinin Arapça olduğunu ve çiftçi demek olduğunu söyleyip argo manasının yakıştırmadan ibaret olduğunu iknaya çalıştımsa da pek ikna olmuş görünmüyordu ancak arkadaşlığımız sınırlı da olsa devam ediyordu.Ne olduysa o gün oldu ,Sınıfta bulunan kurmaylardan biri,bu vasıf çift dikiş yapan öğrenciye verilen addır ünüversitede oyıllarda,Sınıfa bir hışımla girdi ve bağırıyor,sebep sınıftaki kız erkek ilişkisi ,zaten dört kız var hepsi paylaşılmış durumda kapanın elinde kalıyor beyefendi nutuk atıyor,böyle sapkınlıklar istemezmiş, onlar bacılarımızmış...vs Serde Adanalılık var ne de olsa Devleti Aliye kafa tutan Dadaloğlunun soyundan geliyoruz,Allahın mıhosuna mı papuç bırakacağız,genciz,canlı kanlı delikanlıyız...
-Ne diyorsun sen kardeşim git vaazını camide ver,dedim.Adam saldırdı.Braz vuruştuk ama sağolsun arkadaşlar uzamadan ayırdılar...Ne olduysa o kavgadan sonra oldu ...O kız selam vermez ,gördüğü yerde başını çevirir,konuşma niyetimi anladığı anda benden kaçar oldu...Bu yaklaşık üç ay sürdü sonunda ısrarlı takibim ve kararlığım sayesinde pes etti ve konuştuk.Meğerse o kurmayla kavgamızda öyle kendimden geçmişim ki onun tabiriyle FELLAHLIĞIM tutmuş akla hayale gelmedik küfürleri saymışım sinirden...
Artık her şey rayına girmiş onsuz günüm geçmez olmuştu,üçüncü yılın sonunda artık okul sonrasını düşünür olmuş mutlu yuva kurma hayalleri,çocuk sayısı ve ismine kadarher şeyi düşünür,konuşur olmuştuk...Ta ki o günün sabahına kadar 84 yılının bir kasım sabahı,yurta bir anons 'Kürşat Develi tilifon' bu sesle uyandım ve santrala vardığımda ağlamaklı bir sesle kız yurduna gelmemi istiyordu ısrarıma rağmen sebebini söylemedi...Erzurum ünüversite gençliği bilir hemen postanenin elli metre ötesinde cumhuriyet mahallesinde Elif pastahanesi vardı,yirmi beş yıl önce ,yıklmadıysa...Yurtla şehir arası beş kilometre vardır herhalde oraya gelinceye kadar ağzını açmadı...Orda ağzından çıkan tek sözcük ben gidiyorum olmuştu,beyninden vurulmuşa döndüm,inanamadım bir nisan şakası mı dedim...Hayır dedi,hayatın gerçekleri,gözlerinden yaşlar akıyordu,dayanamadım,sordum...Neden,niçin,
Ekonomik sıkıntılar, dedi.Her şeyin bir çözümü var,memlekete yazar,durumu izah eder gerekirse bir söz geçeriz, şurda bir yılın kalmış ,yapma dedimse de domuz inadını kıramadım onun...Giderken tek sözüm oldu ona,'Gözden ırak olan gönülden de ırak olur '
Oldu mu bilinmez ama olan şu ki;o gün bu gündür bakmadım eyalimden başka dilbere içim cız etse dahi

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kalk ve sıyrıl karabasan sarhoşu rüyalarından.
papatyalara su vermeye gidiyoruz…
Mevsime terk eylenememiş zaruri kostümlerimin üzerine,bekleme odası acemiliği sinmiş.Sarıp sarmalayıp annemin eskileri arasında,eskicilere takasa saydıklarına yetişememiş, modası geçmiş tekrarlanışlarım.
Paha biçilmez benim olmaz olası nöbetleşe vurgunlarıma.
Git desem gitmezler ki bilirim.
Bakamam bu yüzden kırılgan hallerine.
Ama müsadenizle…
Papatyalar beklemez adresime varmayı koynuma dolmayı.
Papatyalara su vermeye gidiyorum…
Pencere önü mırıltılarından başkası gıdıklamaz mı mola verip yeniden başladığım kahır yumaklarını?
Her çile bir acelem,her ilmek bir yoruluşum,her renk seçimi gizli sırlarımı açığa vuruşum.
Deli kız türkü söylüyor…
Notaları karıştırdım yine.
Ezbere kayıtlarım cızırtılardan faka basıyor.Sobelenen de sen ,ebe de sen olunca,
saklı bahçelerde çiçekleri ezenlerin ayak izleri tabanımda kalıyor.
Anne…
Bana yenilerini seç mahrumiyetini hediye edeceğin yoka satılanlarımın.
Telaşa ne hacet.
Bir duvar ötenden haykırıyorum bak.
Bilmediğin gece kabuslarımı unutturuyor yanıma yaklaşmaya cesaretsiz varlığın.
Gençliğim senin dünyanda adı konmamış yeni intiharların gölgesinde.
Aynı uykulara yattığımız ama aynı olmayan rüyalara daldığımız geceler,
duymaya kör,
görmeye sağır ,
iniltilerime aldanışsız…
Sözün söz büyüyen yarınlarıma.
Annenin kaderi kıza dualarına ekleyeceklerimin ikilemleri,benim kaderim kanayan papatyalarda.
Emdiğim sütün helaldir dualarında bilirim.
Kuşlarımız aynı anda uçar ,cennette yeri konulmuş saraylarının terasına.
Sana haber olunanla nasiplenirse korkak yaratılışım,ellerim koynumda geleceğim yanına.
Duyuyorsun değil mi beni?
Türkülerim dua makamında…
Duaya aşikar yaratılmış ellerim,nikotin kokuyor.
İçime çekiyorum en uçtan tutuşan yangınlarımı.Kim ne derse ona dost olamayan dostluklara kanıyorum.
Doğrularım eziliyor,kurallarım boyun büküyor,
köşe başlarında nöbetleşe ağlıyorum.
Yorganımın altında sakladıklarım kilometreler aşıyor,yanlış otobüslere biniyor,ölülerin gözlerinde sönüyor…
Ama çiçeklerim hiç solmuyor…
Harlanmış soba sıcağına sığınmak nedir bilir miyim?
Kederlerle alevlendirirsin,korkularla gelecekte olacakların bilinmezliğine dalarsın.
Böyle miydi süslenen hatıra netlikleri…?
Yaşı başında unutma nöbetlerine tutulmuş, bir ayağı çukurda yaşam çiziklerim.
Aynaları kırdım,sokak çamurlarında aksime bakıyorum pisliğe aldırmadan.
Ama arkamdan papatyalar hücumda.
’renklerimiz bu kadar gerçekken ardını dönme misafirliğimize ‘diyorlar.
Bekliyorum…
Fallar açıyorum kimselere gözükmeden,onları kucağıma dolduracak geciken ellerin beklentisinde.
Sahneye buyurun.
Ben söyleyeyim ,siz tamamlayın türkülerimi.
Bir kere olsun tıkamayın kulaklarınızı olur mu…?
DELİ KIZ TÜRKÜ SÖYLÜYOR….
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #74
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Özgürlük

O daha özgürlüğün tadını alamadan kapatılmıştı bir kafese. Daha uçmayı bile öğrenememişti. Annesinden duymuştu. Bir gün onu alıp kafese koyacak diye. Ama o vakit gelene kadar annesi yetiştirmeliydi onu, bunu biliyordu.
Kafes hayatı, o küçücük bedenine inen onlarca yükten biriydi sadece. Annesini özlüyordu. Uçmayı öğrenince annesinden ayrı düşecekti ama o uçmayı öğrenene kadar annesinin yanında kalmalıydı.
Annesinden ayrı düşmek sorunların en küçüğüydü. Büyük sorun özgürlüktü. Kendisini satın alan yaşlı bayan deniz kıyısında, sakin bir kasabada oturuyordu. Evin önünden martı hiç eksik olmazdı, hele kadını balıkçı kocası yeni gelmişse. Yani balık kokusu henüz üzerinden gitmemişse…
Martılar oradan oraya uçar kanatlarını suya daldırıp çıkarırlardı. Kasabanın sıcak ikliminden olsa gerek bazı martılar suya oturup hafif meltemin denizden alarak getirdiği birkaç damla su ile serinlerdi. O ise yine o evde camın açık olmasına karşın yine o bunaltıcı salonda, ileride serinleyen martıların ne kadar şanslı olduğunu düşünürdü. Kim bilir uçarken kanatlarının altındaki serinliği hissetmek yüzüne vuran güneşin gözlerini kırpıştırmasına izin vermek ne kadar güzeldi…
Yaşlı çift tatile gittiklerinde küçük kuşu unuttular. "işte bir fırsat "dedi kuş içinden" yemeğimi vermediler, suyum da yok" çaresizdi kafesi açmalıydı. Ama nasıl?
Karı-koca eve dönünce küçük kuşun kaçtığını gördüler.
Artık o özgürdü. Kimse ama kimse durduramazdı onu. Ne taş duvarlar, ne de kafesler. Görünmez olmuştu. Yakalamanın imkânı yoktu.
O büyük kafesten başka şeylerde bırakmıştı geriye, dertlerini, tasalarını ve en önemlisi o görünür kılan bedenini.
Artık hiçbir korkusu kalmamıştı. Bedeninden çıkmış, tüm dertlerini ise o bedenin içinde bırakmıştı.
Ölümsüzlüğün aslında ölümün içinde olduğunu yeni anlamıştı. O şimdi ölüydü, bu yüzden de ölümsüz.
Kimse onun canını yakamazdı, öldüremezdi en önemlisi bir kafese kapatamazdı. Demek gerçek özgürlük buydu ve ancak ölümle elde ediliyordu
Kreacher - avatarı
Kreacher
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #75
Kreacher - avatarı
Ziyaretçi
Japonya'da bir çocuk 10 yaslarindayken bir trafik kazasi geçirmis ve sol kolunu kaybetmis. Oysa çocugun büyük bir ideali varmis. Büyüyünce iyi bir judo ustasi olmak istiyormus. Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yikilan çocugunun büyük bir depresyona girdigini gören babasi, Japonya'nin ünlü bir Judo ustasina gidip yapilacak bir seyin olup olmadigini sormus..

Hoca: Getir çocugu .. bir bakalim, demis.

Ertesi gün baba-ogul varmislar hocanin yanina.. Hoca çocugu süzmüs ve: Tamam demis.. yarin esyalarini getir, çalismalara basliyoruz. Ertesi gün çocuk geldiginde hocasi ona bir hareket göstermis ve bu hareketi çalis demis. Çocuk bir hafta ayni hareketi çalismis.. Sonra hocasinin
yanina gitmis. Bu hareketi ögrendim baska hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormus. Hocanin cevabi: -Çalismaya devam et olmus... 2 ay,3 ay,6 ay derken çocuk okuldaki bir yilini doldurmus.. Çocuk bu bir yil boyunca hep o ayni hareketi tekrarlamis.. Hocanin yanina tekrar
gitmis:
-Hocam bir yildir ayni hareketi yapiyorum bana baska hareket göstermeyecek misiniz?
- Sen ayni hareketi çalis oglum . Zamani gelince yeni harekete geçeriz.. 2 yil ,3 yil, 5 yil derken çocuk judodaki 10.yilini doldurmus. Bir gün hocasi yanina gelip. ..."Hazir ol ! " demis.. "Seni büyük turnuvaya yazdirdim.Yarin maça çikacaksin!"..Delikanli sok olmus.. Hem sol kolu yok hem de judo da bildigi tek hareket var. Ünlü judocularin katildigi turnuvada hiçbir sansinin olmayacagi düsünmüs; ama hocasina saygisindan ses çikarmamis.

Turnuvanin ilk günü delikanli ilk müsabakasina çikmis. Rakibine bildigi tek hareketi yapmis ve kazanmis. Derken.. ikinci ,üçüncü maç....çeyrek, yari final ve final... Finalde delikanlinin karsisina ülkenin son on yilin yenilmeyen sampiyonu çikmis. .... Tam bir üstat. delikanli
dayanamayip hocasini yanina kosmus..
- Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakin hele.. Bende ise bir kol eksik ve bildigim tekbir hareket var.. bu kadar bana yeter.. bari çikip da rezil olmayayim, izin verin turnuvadan çekileyim..
-Olmaz demis hocasi. Kendine güven,çık dövüs. Yenilirsen de
onurunla yenil.
Çaresiz çikmis müsabakaya. Maç baslamis. Delikanli yine bildigi o tek hareketi yapmis ve tak.! Yenmis rakibini sampiyon olmus. Kupayi aldiktan sonra hocasinin yanina kosmus:
-Hocam nasil oldu bu is? Benim bir kolum yok ve bildigim tek bir hareket var. Nasil oldu da ben kazandim.?
-Bak oglum 10 yildir o hareketi çalisiyordun. O kadar çok çalistin ki, artik yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir.. İkincisi de o hareketin tek bir karsi hareketi vardir. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutmasi gerekir.!


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #76
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sustukça Tükenir Yalnızlığımız


Eski/tilememiş sevgilerdir, yüreğindeki büyülere tutkunluğum
Düşüne karıştı ırmaklarım, sen benim en kutsal suskunluğum
Yüreğindeki yenidünyanın sorgusuz tutanaklarındayım sanki
Ben sende buldum sevdayı, zeytin gözlerinde yitiğim şimdi…


Aralık bırakılan düş ormanlarından kanatlanarak gelmişsin bu çelişkili küreye ağlayarak. Melekler yüreğinin Nil nehirlerinde yıkamışlar seni, bütün gülüşleri aşkla kutsayarak. Güneşler biçmişler sonra ömrüne, yaşanılır bütün güzellikleri künyene işleyerek. Sevdayla doldurmuşlar kalbini, aşk tarlalarına sevginin tohumunu serperek.
Gül dikip toprağa, sevgiyle sularız bir zaman. Yaşam ışığıyla gece ve gündüzün lokmalarıyla sararız gönül ağrılarımızı gülüm. Her mevsim baharında bayram sevinciyken umut, gün gelir düşünüşlere sereriz yürek çarşafımızı. Takvim yaprakları düştükçe duvarlardan ağlamalara daha çok alışırız bir gün. Sevda ağulu bir lokma işte, hayat değirmeninden çuvalımıza ne akarsa onunla avunuruz.
Dudağından dökülen sözcüklerin hangisini yüreğimde kendime ayırsam bilmiyorum. Hangi düşünüşünü es geçerek bir sevda ırmağını akışına bıraksam. Sendeki vefa ve aşkla dolu bu kalbi hangi eylemin üzer, hangi sözün darmadağın eder düşünemiyorum. Her anımdasın artık ve ben evrim değiştirdim. Seni sevmenin büyüsüyle bir tanem, kendimden geçtim.
Sen uzak yolculuklardan dönmüş bir denizkızı gibi ne gözlerimin sorgularını, ne de ruhunun yorgunluklarını görmezden geliyorsun. Umursamazlığın düşüyor yüreğime ve nedendir ağlamak da istemiyorsun özgürce. Yokluğunun sürgünleri ne çabuk meyveye durmuş sevdam, özlemimi bile sevmiyorsun. Kendinden, hayattan delice kaçarak bu sevdalını farkında olmadan ağlatıyorsun.
Günlerin bekleyiş kolyesiyle iki ayrı şehirdi özlem. İki ayrı yürektik, ama bütünden koparılan kokulu bir ekmektik seninle. Beyaz bir kuşla ülkene gittin gideli eskisi gibi aşk bardağına dolamadık nedense. Şiirler biriktirdim sana kadınım, sözcüklerinde kızıl güneşler dönen. Şarkılar ki, her biri hasretine söven, kollarından koptum kopalı bu kafese dar geliyor bu beden.
Özlemim hep büyüktü sana, say ki dağlar deviren, ırmakları gülüşünle tersine çeviren.
Yalnız gülüşler vaktidir avunduğumuz şimdi, selamsız. Her yangının son çıtırtısı küle düşer yankısız. Zamana emdirdik ıslak dudaklarımızı birbirimizden habersiz. Düşlerimizi yaşamdan, sezgilerimizi dumandan aldık en sonunda yalansız.
Günler içiyoruz durmadan ayrı kadehlerden. Birbirimizin sularından uzak düşler tarlasına umut ekiyoruz. Kelimelerin pastil sağrılarından ağrılar çekiyoruz, gamsız, kedersiz, yüreğimizdeki ağuları dökemiyoruz niyetlenip niyetlenip. Böyle bir sevda işte bizimkisi, zahmetsiz. Şimdi koyup sıcak yastıklara başımızı sere serpe, gecenin ayazında dilinin paslarını çözmek istiyorum.
Her yaz döngüsünde sonsuzluğun ayinine katılır beden. Terler dökülür ruhunun uçsuz bucaksız vadilerinden. Geriye dönüp baksan göreceksin belki, umursamazlığa sardığın en güzel yaşanmamışlıkları ve böylesi anlarda ‘kahretsin’ demek daha kolaydır. Uzaklaşırsın yankımdan, tutunamazsın kendi dalında, savrulmak istersin yaprakça. Son notlarını düşersin aşk günlüğüne zamanla, belki de ağlarsın. Sevda vefadır gül yüreklim, mevsim güze dönünce nasılsa anlarsın.
Sanki görünmez ellerin kurgusuyla meçhul mesajlar düşer ruhun krallıklarından yüreğimize. Cennetimizi ararken biz, hiçbir zaman kendi çadırlarımızı terk edemeyiz. En güzel şiirimi yazmadan ben sana, sen en güzel aşkların yollarını ararsın masum adımlarınla. Zorludur oysa bedenin sevdaya kokusunu düşürmesi. Korkak adımlarla yollar tükenir, iğrenç bir gecenin paklanılışına sular dökülür. Gecenin namlusuna er geç hüznün sancısı sürülür.
Çocukluğumun kahır dolu slâytlarından dönünce bugüne, en görkemli kare, dizlerimde uyumaya çalıştığın o kutsal geceydi bende. Zaman kahırlı bir ağıt anlayacağın bebeğim ve isyan aynı her devirde. Sevda sürüyorum yorgun yüreğime ve belki unutuyorum yaşamadığım günleri vefa dolu gülüşünle. Sureti bozuk duygusuzlara inat, dönüyor işte bu anlamsız, iğrenç küre.
Bu gün boyu gerilen sevda yayını yüreğinle asılıp ne çok uzaklara atıyorsun, bilmiyorsun. Dağ kokulu nefesinle, ılgıt ılgıt sesinle, en doyumsuz orman esintinle gözlerinin sedirlerinde ağırlıyorsun şu yorgun bedeni. İşte böylesi anlarda daha çok sorguluyorum aşkı ve daha fazla sevda sözleri büyüyor yamacımda. Öfkemin okları kendime dönüyor, içimdeki karanlığına ışıkların doluyor aniden.
En uç özlemin kırık dayanılmazlığıyla günler yutarız peş peşe, aşk tabletleriyle. Ruhumuzun bildik benzeyişleriyle kelimeler biriktiririz birbirimize. Yanarken rüyalarda, biz birbirimize sarılırız cesurca. Özlemin pembe uyanışlarıyla çözülür dizginlerimiz o an. Bulutlara serili bu aşk döşeğinde özgür çığlıklarla buluşturup dudaklarımızı kenetleniriz sonsuza kadar. Avuçlarımızda yanarken aşk, biz yarınların sularında yıkanırız sevgiyle.
Yüreğinin zili çalınca, döneriz gerçeğimize aniden. O an, kırık bir plakta sesini ararım aşkın. Aynı korkuların damarı yürürken can evimize, biz rüyalarda güneşi aşırırız dağlardan, denize ağlar atarak. Islak ormanlardan geçer, yaşamın çelik kanatlarıyla kendimize sığınaklar ararız. Damlalar düştükçe akşamlara, yıldız düşüşlerine keder, umutlarımıza dilekler yatırırız biz. Hoppadır yine de sevinçlerimiz. Aklımızı çelen çağrılarda meraklarımızı besleriz. Hep yorgun zamanlardır gülüşümüzün korku tüneli, ağrılarımız suskun nöbetleri tutarken.
Mavidir gülüşlerin, ben denizlerin tuzuna şiir yatırırken. Günlerdir sana susuzluğumu sakladım kendimden bile, sen uykusuzluğunun yasını çekerken. Gözlerindi içimde gizlediğim ve yüreğime anlatıp durdum seni hiç bıkmadan. Neyi yaşamışsam, hangi sevdadan ipsiz yolculuklarla dönmüşsem suskularımdı yalnızlığım. Sevdanla, sen sesim, soluğum oldun. Sen aşksız geçen dünüm, sen yaşanmamış bugünüm ve takvimlerde bekleyen yaşanacak yarınımsın.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Ocak 2007       Mesaj #77
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Şimdiye kadar kazanmış olduklarını, bundan sonra kazanabileceklerini, vazgeçemeyeceklerini, yıllarca koruduklarını, daha yıllarca muhafaza etmek istediklerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Herkesin yaşamak istediği bir kişisel hayatı vardır ve onu yaşayabilmesi için arkada bıraktığı şeyleri düşünmemesi gerekir. Bilmelidir ki o birçok şeyi istediği zaman bütün evren ona yardımcı olur. Herkes yüreğinin sesini dinlemeyi ve yüreğinin diliyle konuşmasını öğrenmek zorundadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Bulduğun ve arkada bıraktığın için seni tedirgin eden aşk önünü kesmesin. Kişisel hayatını gerçekleştirmeni engellemesin. Yeter ki bulduğun ve arkada bıraktığın aşk ''saf madde''den yapılmış olsun. Üzerinden bin yıl geçmiş bile olsa, orada, o biçimde, senin bıraktığın haliyle duruyor olacaktır. Çürümeden, bozulmadan... Ve sen, nasılsa günün birinde oraya döneceksin.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Korkularını, tedirginliklerini, kafa karışıklıklarını, beni seviyorumlarını, ben onu seviyorumlarını, onunla yaşayabilir miyimlerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
İhanet senin beklemediğin bir darbedir. Ama sen, yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle, en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir kesinlikle, sana.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Kendi yolunda yürü. Başını dik tut. Kendini yenilmiş hissetme. Kişisel hayatını yaşa. Kahramanı, baş rol oyuncusu sensin. Bu senin öykün. sen sadece yaşa. Yüreğinin sesini dinleyerek, yüreğinin diliyle konuşarak yaşa!



buse özyılmaz
Kreacher - avatarı
Kreacher
Ziyaretçi
9 Ocak 2007       Mesaj #78
Kreacher - avatarı
Ziyaretçi
Ülkenin tiranı büyük bir piyanist olmak istermiş. Ama kader onu bir despot olmaya mecbur kılmış. O da ne yapsın, cerrahı çağırıp imparatorluğundaki en iyi piyanistin ellerini kendisine dikmesini istemiş. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve diktatör değerli bir müzisyen olmuş. Ama sefalet içinde yaşayan piyanistin, hiçbir işe yaramayan elleriyle ne kendisine ne karısına ne de küçük oğluna bakabilecek durumu kalmış.
Bu arada tiranın hırsı bitmek tükenmek bilmemiş ve artık piyano çalmaktan sıkıldığı için kendine yeni bir tutku edinmeye karar vermiş: Futbol. Meğer diktatör çocukluğundan beri büyük bir şampiyon olmak istermiş ve her hafta devam eden savaşlarına aldırmadan heyecanla tüm dünyadaki maçları izlermiş. Cerrahı çağırmış ve ondan imparatorluğun milli takımının kaptanının, en zor pozisyonlarda imkansızı başarabilen gencecik bir yeteneğin ayaklarını takmasını istemiş. İstediği zaman Pazar günleri sahaya inip futbol oynarmış. Rakiplerine göre açıkça üstün olduğundan goller atıp seyircinin beğenisini toplayarak eğlenirmiş. Sonra da sıkılıp gidermiş. Bu sırada milli takımın eski kaptanı pis sokakları o işe yaramaz ayaklarını sürüyerek geziyormuş.
Ancak gelin görün ki ne konserler ne de maçlar tiranın sıkıntısını gidermeye kafi gelmiyormuş. İçinde ele geçirilecek ülke bile kalmayan bu yeniliksiz dünyadan sıkılmış ve bir şekilde sarayının koridorlarında doktorlara bağırıp duruyormuş;
“ Bir şeyler yapın … Allah aşkına… Bir şeyler yapın! “
Bir gün kurnaz bir danışmanının aklına bir fikir gelmiş: “ Sıkıntını geçirmenin tek yolu kendine bir çocuğun gözlerini taktırmaktır. Onun saflığıyla dünyayı sanki yeni bir keşif gibi görmeye başlayacaksın. Her geçen gün daha çok şaşıracaksın; bu en azından bir süre için sıkıntını geçirecektir.”
Tiran hemen cerrahı çağırtmış, ancak bu seferki istek karşısında cerrah da gözlerinde okunan hüznü ve isyanı saklamayı başaramamış. Ama her zamanki gibi tiranın kaprisini tatmin etmek için elinden geleni ardına koymamış.
Ameliyattan sonra tiran kendisini görmek için bir ayna istemiş. Aynada yüzünü görür görmez bir bıçak almış ve askerlerin şaşkın bakışları arasında kalbine saplayıvermiş ve oracıkta ölmüş. Hiçbir tepki göstermeyen tek kişi doktor olmuş ve sakin bir sesle konuşmuş:

“ Ona piyanistin oğlunun gözlerini taktım. Tiranı gördüğü anda öldüreceğine yemin etmişti.”


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ocak 2007       Mesaj #79
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GÜL UYKUSU

Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında
hiç kimsenin uykusu olmamanın
sevinci.”

Rainer Maria Rilke


Başlangıcı yoktur gülün.
Sonsuzdur çünkü.

Ve “ gülü gül ile tartarlar"
Anadolu denen bu kentte.

Gül derdine düşmüş nice diken gördüm, bülbülün kanıyla sulandı ve ne çok ağladı gül için.
Ve bir gül tanıdım ki dost bahçesinde bir Küçük Prens yalnız O’nun için yaşadı.

Gül rengi suya benzer
Zamansızdır ve akacaktır al tadında
Ölümüne ten yakan bu ölümsüz bakış
"Aşina sevmenin” Aslıhan’ıdır.

Şeyh Galip’ten Fuzuli'nin göğsüne saplanan gül yaresi " yarin yanağından gayri" paylaşılan en güzel gazellerde dillenir.

Gül derilmeden sevilir
Ve gül yaprağından akar
O semazenin acısı
Yaradan’ın kalbine

“sapı gül dalında bıçak” ki dost elinden gayrisine yakışmaz desem yar

O saf duruşumdadır. aşkın özü
Gül’dür.

Gül uykusu vardır
Aşk'ın sessizliğinde.



arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Ocak 2007       Mesaj #80
arwen - avatarı
Ziyaretçi
...Aşk eski bir hikayedir ama her zaman yepyeni...Ve aşk, öyle engin bir deryadır ki, ne kenarı vardır, ne de ucu bucağı...
Sana desem ki;
'Aşk kalbin göklere yükseldiği altın merdivendir.' Bilmem yeterli ulurmu?
Aşkın ilk soluğu, mantığında son soluğudur.
Bitmeyen bir şarkıdır aşk...Dudaklarda türkü, ruhu açan baharın gelişi gibi...Nasıl, nereden gelir bilinmez, öyle sessiz ve güçlü...
İnsan kalbindeki gerçek aşk dört nala giden bir attır. Ne dizgin anlar, ne ses dinler...
Aşk insanı kılıçsız zapteder ve ipsiz bağlar.
Aşkı anlatmak, suya mektup yazmaktan farksızdır.
Aşk işte, AŞK...



halil yıldırım

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat