Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 178

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.595 Cevap: 1.812
-Eylül- - avatarı
-Eylül-
Ziyaretçi
28 Ekim 2009       Mesaj #1771
-Eylül- - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Uydurduğumuz En Güzel Yalan

Bir gün içimden gittin anladım. Nereye gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin hangi havayı soluduğun hangi şehrin hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait seninle gitmişti. Renklerim ruhumdaki yaz güneşim gitmişti. Bana kalan Beni kalansız bölen bu şehir. Ah! bu şehir yalan şehir demek isterdim; ama yalan olan sendin. Benim yarattığım inanmak için yıllarımı harcadığım kocaman bir yalandın sen. Gerçek olduğunu gördüm. Sen gittin... Aslında içimden giden sevgili değildi. Ben sadece yalanıma inanmıştım. O gerçekti... Aşk bitmişti. Düşünüyorum da acaba aşk ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde müzikte ya da sözde nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan güzel ile çirkin iyi ile kötü gibi birbirini besleyen değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin temel dinamiklerinden ikisi olabilir mi? Ya da aşk yalana sesdeş mi? Seni seviyorum derken aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyor kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyoruz? Bir gün içimden gittin anladım. Aşk uydurduğumuz en güzel yalan! Ve aşk yalan varsa aşktı. İnsanın doğasında var. Doğrular ne kadar da az cezbeder bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Durduralamaz bir dürtüdür bu. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama söyleten ta kendimizdir. İçimizdeki yasaklı kimliktir O: Mülkiyet duygusu ve egosu olağanüstü gelişmiş; ihtiraslı doyumsuz ve aşka her zaman hazır. Pembedir mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır yasak ve güzel olan herşeye. O cennetteki en güzel meyveyi tadan ilk ihaneti gerçekleştirendir. Kısacası O yaşayan tarafımızdır. En güzel anılarımız en heyecanlı anlarımızdır... Bir gün içimden gittin anladım. Nereye ve neden gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin hangi havayı soluduğun hangi şehrin hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait seninle gitmişti. Renklerim ruhumdaki yaz güneşim gitmişti.

Sponsorlu Bağlantılar


Alinti..
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
28 Ekim 2009       Mesaj #1772
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
— Halk Edebiyatından —

Sponsorlu Bağlantılar
Ömer Seyfettin


Durmuş'un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gençti, kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı, eline bir değnek aldı, gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul'a geldi. İki gün hemşerilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.
— Bari uşak olayım, dedi. Kapı aramaya başladı. Bir hafta geçti. Münasip bir yer bulamadı. Bir gün kahvede Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler; evi Edirnekapı'da idi. Durmuş gitti. Bu efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar... Eteğini öptü:
— Uşak arıyormuşsunuz, beni alın efendim, dedi. Müstakim Efendi, onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş:
— Kastamonuluyum, dedi.
— Evli misin?
— Hayır.
— Anan, baban var mı?
— Yalnız anam var. Babam sizlere ömür...
— Ne zaman İstanbul'a geldin?
— On gün evvel...
— On gün boş mu gezdin?
— İş aradım.
— Bulamadın mı?
— Bulamadım. Kazanacağı parayı ne yapacağını, borcu olup olmadığını sordu. Durmuş'un verdiği cevaplardan memnun oldu.
— Peki oğlum, dedi. Ben seni yanıma alayım ama, çok para veremem... Durmuş:
— Ben çok para istemem efendim, dedi.
— Ama ben pek az para veririm.
— Ne kadar verirsiniz?
— Bir kuruş.
— Günde bir kuruş mu?
— Hayır.
— Haftada bir kuruş mu?
— Hayır. Durmuş biraz şaşaladı. Tekrar sordu:
— Ayda bir kuruş mu, efendim?
— Hayır! Senede bir kuruş... Durmuş bu ihtiyar efendiyi kendisiyle eğleniyor sandı. Güldü. Önüne baktı. Utandı. Fakat Müstakim Efendi yine:
— Senede bir kuruş, dedi. Yalnız bu kadar değil. Bir de öğüt vereceğim. Durmuş gözlerini yerden kaldırdı:
— Ben öğüdü ne yapayım? Bana para lazım efendim.
— Para kullanılır, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın aldığı öğüt hiç bitmez. Ölünceye kadar işine yarar. Durmuş, mahzun mahzun yine önüne baktı. Kuru lafın işe yarayacağına hiç aklı ermedi. Tekrar Müstakim Efendi'nin eteğini öptü. Çıkıp gidecekti. İhtiyar:
— Dur oğlum, dedi. Şöyle duvarlara bak... Görüyorsun ya... Hep kitap dolu... Burada beş bin kitap var. Ben bunların hepsini okudum. Ömrüm ilim ile geçti. Saçım, sakalım kitap üzerinde ağardı. Aklın, paradan daha kıymetli, paradan daha işe yarar bir şey olduğuna kanaat getirdim. Öğüt, hazır bir akıl demektir. Yoksa ben sana senede beş on lira verebilirim. Fakat paradan daha çok kıymetli olan bir öğüt veriyorum. Aklın varsa kal. Bana hizmet et. Durmuş:
— Hayır efendim, bana para lazım, öğüt lazım değil, dedi. Dışarı çıktı. Sokakta yalnız kalınca düşündü. Acaba bu paradan kıymetli olan öğüt neydi? Kahveye geldi. O gece merakından uyuyamadı. Acaba tek kuruşa katık olarak vereceği öğüt ne idi? Sabah olunca Edirnekapı'nın yolunu tuttu. Müstakim Efendi'ye gitti. Eteğini öptü:
— Vereceğiniz öğüdü merak ettim, dedi, bir sene size hizmet edeceğim.
— Pekala oğlum, sene nihayeti kuruşunla öğüdünü alırsın... Durmuş tam bir sene kitap odasını süpürdü. Bahçeyi belledi. Su taşıdı. Merdivenleri yıkadı. Camları sildi. Müstakim Efendi'nin her hizmetini yaptı. Nihayet bir sabah efendisi onu çağırdı:
— İşte oğlum yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Öğüdünü vereyim: "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!.." Al şu kuruşunu da... Durmuş, efendisinin uzattığı kuruşu aldı. Birdenbire canı sıkıldı. Büyük bir öğüt alacağını sanıyordu. Halbuki bu kuru bir laftı.
— Ben bu öğüdü zaten biliyordum efendim, dedi. Müstakim Efendi güldü:
— Biliyorsan iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi... Durmuş alık alık bakakaldı. Demek bir sene hep bu iki çift laf için çalışmıştı ha... Efendisinin eteğini öptü. İzin aldı. Çıkıp gidecekti. İhtiyar yine dedi ki:
— İstersen bir sene daha kal. Yine bir öğütle bir kuruş veririm.
— Hayır, istemem efendim, diye Durmuş çıktı. Hemşerilerinin kahvesine gitti. Gece yine merakından uyuyamadı. Acaba bu vereceği öğüt ne idi? Bir sene sabretmiş, birinci öğüt için çalışmıştı. Şimdi meraktan çatlayacaktı. Acaba ikincisi ne idi? Dayanamadı. Kalktı, Müstakim Efendi'nin evine geldi. Tam bir sene daha hizmet etti. Sene nihayeti yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra:
— Al öğüdünü: "Emanete hıyanetlik etme!" dedi. Durmuş'un yine canı sıkıldı:
— Efendim, ben bu öğüdü biliyordum.
— İyi ya işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak, yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır. Durmuş giderken efendisi tıpkı geçen seneki gibi:
— Oğlum, eğer bir sene daha kalırsan, sana bir kuruşum, ama son bir öğüdüm daha var, dedi. Durmuş kabul etmedi. Çıktı. Hemşerilerinin kahvesine gitti. Bir gece, iki gece, üç gece... Rahat uyuyamadı. Acaba efendisinin bu son öğüdü ne idi? Belki bildiği bir şeydi. Ama ne idi? Hep bunu düşünüyordu. Sersem sersem iş aradı. Bulamadı. "Mademki iki senelik emeğim havaya gitti, bir sene daha uğraşır, şu son öğüdü de anlar, merakta kalmam" dedi. Tekrar geldi. Eski kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi'ye hizmet etti. Sene nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline verdi:
— Al öğüdünü de, dedi. "Karını, kendin gitmediğin yere gece yatısına gönderme!" Durmuş, bu öğüde de omuzunu kaldırdı. İçinden "Dipsiz bir laf işte..." dedi. İzin aldı. Çıkacağı zaman efendisi nereye gideceğini sordu.
— Artık memlekete efendim
.— Başka bir yere girmeyecek misin?
— Hayır.— Niçin?
— Üç sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim bakayım, ne oldu?
— Pekala oğlum; yalnız, yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir hediye vereyim. Anana benden götür, olur mu?
— Olur efendim, dedi. Hemşerilerinin kahvesine düştü. Bu sene memlekete dönecek gurbetçilere başına geleni anlattı. Hepsi güldüler:
— Ulan, sen deli imişsin! dediler. Artık İstanbul'da durmak istemedi. Ama memlekete nasıl gidecekti? Cebinde üç kuruşundan başka on para yoktu. Gurbete yayan gelinirdi ama, gurbetten memlekete yayan dönülmezdi. Para lazımdı. Herkes kirayla sürücü atları tutardı. Ayakla bu sılacı kervanına karışmak mümkün değildi. Hemşerileri haline acıdılar. Aralarında ona bir beygir kiralayacak kadar para topladılar. Tam Üsküdar'a geçecekleri akşam, Durmuş, efendisinin evine gitti.
— İşte gidiyorum efendim, dedi. İhtiyar kalktı, "Yolun açık olsun. Al şu hediyelerimi, anana götür" diye ona iki büyük somun uzattı. Durmuş içinden, "Hay münasebetsiz herif, şu gönderdiği hediyelere bak!" diye kızdı. Ama belli etmedi. Somunları aldı. Kahveye geldi. Heybesine koydu. Sılacılarla beraber Üsküdar'a geçti. Handa bekleyen beygirlere bindiler. Geceleyin, ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe, düz gittiler. Dağlar aştılar. Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rastgeldiler. Geçecek yerini bulamıyorlardı. Durmuş, bu kadar bir su karşısında hemşerilerinin ürkekliğine güldü. Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği öğüt aklına geldi:
"Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" Dizgini topladı. Atının ön ayakları suyun içinde idi. Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. İki adım atmca birdenbire suyun içinde kayboldu. Çıksın diye beklediler. Çıkmadı. O vakit civarda bir çoban buldular. Suyun geçilecek yerini öğrendiler. Meğerse orası bir girdapmış... Durmuş, efendisinin öğüdünü hatırlayarak, atını o zavallıdan evvel sürmediğine şükretti. Bir senelik hakkını helal etti. Yolda hemşerileri ona yiyecek de veriyorlardı. Bir gün karnı çok acıktı. "Efendinin hediye gönderdiği şu somunlardan birisini koparıp yesem" dedi. Elini heybesine atarken tam bir senelik emek sarf ederek işittiği öğüt aklına geldi:
"Emanete hıyanetlik etme!" Elini çekti. "Şeytana uymayayım" dedi. Birkaç gün, birkaç gece daha yürüdüler. Nihayet bir gün karanlık ormanın yanından geçiyorlardı. Ağaçların arasından:
— Teslim olun! diye bir ses işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı çevirmişti. Efe meydana çıktı:
— Canını kurtarmak isteyen üzerinde, başında nesi var, nesi yok buraya bıraksın. Selametle yoluna gitsin, diye haykırdı. Kimse davranamadı. Kimse kaçamadı. Eşkıyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can maldan tatlı. Herkes nesi var, nesi yok, efenin önüne döktü. Senelerce emeklerle kazanılan lira kemerleri, altın keseleri, gümüş, elmas hediyeler, daha birçok şeyler... Durmuşa sıra gelince:
— Benim bir şeyim yok, dedi. Efe inanmadı:
— Ne demek, sen gurbetten gelmiyor musun?
— Gurbetten geliyorum.
— Çalışmadın mı?
— Çalıştım.
— Para kazanmadın mı?
— Kazanmadım...
— Yalan.
— Vallahi kazanmadım. Hemşerilerime sor, istersen... Efe hemşerilerine sordu. Hepsi Durmuş'un para kazanmadığını, senede bir kuruşa hizmet ettiğini anlattılar. Efe, Durmuş'un aptallığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına:
— Şu budalaya bir sopa çekin de, bir daha para kazanmadan gurbette kalmayı öğrensin, dedi. Durmuş'u yere yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.
Sılacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler. Durmuş'un anası daha ziyade ihtiyarlamıştı. Zavallı kadın üç senedir çektiği sefaleti anlattı:
— Neye para kazanmadın, a oğlum? diye darılacak oldu. Durmuş:
— Hemşerilerim gibi kazansaydım, yine eşkıyalara kaptırarak, elim boş dönecektim, dedi. Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi. Kadıncağız ağlamaya başladı:
— Bir şey yok oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.
— Bari, şu heybenin içinde, efendimin sana hediye gönderdiği somun var. Birisini kıralım, beraber yiyelim, dedi. Heybeden bir somun çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar. Öbür somunu da kırdılar. Onun da içi altın dolu imiş. Sevinerek hepsini topladılar. Durmuş, iki senelik emeğini efendisine helâl etti. Eğer bir sene hizmet ederek aldığı "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" öğüdünü aklına getirmeseydi girdapta boğulacaktı. İkinci sene aldığı "Emanete hıyanetlik etme!" öğüdünü hatırından çıkarsaydı, yolda somunları kıracak, altınlar meydana çıkacak, sonra hemşerileri gibi soyulacaktı... Yavaş yavaş düşündükçe, efendisinin ne kadar büyük, ne kadar akıllı bir adam olduğunu anlamaya başladı. Ona, İstanbul'da iken aylık verseydi ihtimal ötede beride yiyecek, biriktiremeyecekti. Yahut sılaya dönerken paralan meydanda gezdireceği için bir kazaya uğrayacaktı. Durmuş, daha çok düşündükçe "akıl" ın "para" dan kıymetli olduğuna iman etti. "Akıl" olmazsa "para" hiçbir işe yaramazdı. İşte arkadaşlarının hali!.. Dağ başlarında, eşkıya içinden, dolu kemerlerle geçmenin cezasını gördüler.
Durmuş, zengin olunca tarla aldı. Bağ aldı. Koca bir çiftlik kurdu. Köyünün ağası oldu. Ama bir türlü evlenemiyor, yaşı otuzu geçtiği halde bir kız bulup alamıyordu. Evlenmesini teklif eden köy ağalarına:
— Ben de isterim ama bir şartla!... derdi.
— Nasıl şart, ağa?
— Karıyı kendi bulunmadığım yere misafirliğe göndermem.
— Akrabalarının yanına göndermez misin?
— Göndermem.
— Anasının, babasının yanına da göndermez misin?
— Kendim bulunmadığım hiçbir yere göndermem.
— Niçin?
— Bilmem... Durmuş, efendisinin son üçüncü öğüdünü bir türlü aklından çıkaramadı. İlk iki öğüdü de evvela anlayamamıştı. Ama sonra onların ne kadar faydasını gördü. Kendi köyünde, komşu köylerde bu şartla kimse kız vermiyordu. Herkes:
— Biz evladımızı esir yapamayız, diyordu. Nihayet iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şanına yakışır düğün yaptı. Mutlu oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Aradan dört sene geçti. Karısını hiçbir yere göndermedi. "Anca beraber kanca beraber" derdi. Bir gün karısının akrabaları geldi. Köylerinde düğün varmış. Durmuş'tan bir gece için izin istediler.
— Hayır, olmaz, dedi.
— Niçin?
— Bilmem. Efendisinin öğüdü aklından çıkmıyordu. Yalvardılar, yakardılar. O razı olmadı. Kendi köylüsü de, karısının köylüsüne karıştı: "Zavallı kadın verem olacak" diye laf atmaya başladılar. Hep birden onun üzerine düştüler. Yemin ettiler. Durmuş artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı. O akşam pişmanlığından yemek yiyemedi. "Niçin efendimin öğüdünü dinlemedim" diye sıkılmaya başladı. Dinlediği ilk öğüdünde ne büyük faydalar görmüştü. Şimdi son öğüdü dinlemediği için kimbilir ne büyük bir zarar görecekti? Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat ötedeki köye yetişti. Düğün evinin önüne gitti. Delikanlılar çitlere dayanmışlar, avluda, meşaleler altında oynayan kızlara, kadınlara bakıyorlardı. O da yaklaştı. Karısının, çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu gördü. Acaba bu gece hangi akrabasının yanında yatacaktı. İçine bir kurt girdi. Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu. Ondan bunu anlamak istedi.
— Bana bak nine sana bir şey soracağım.
— Sor oğlum.
— Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor musun? Kocakarı dikkatle baktı:
— Görüyorum, dedi.
— Kimin nesidir o?
— Ah evladım, sorma. Onu bir zalim herif aldı, zavallı tazeye dünyayı zindan etti. Dört senedir işte, köyüne yeni geliyor...
— Acayip...
— Evet, bütün köylü zorladı da, bu sefer izin alabildi. Kocası öyle fena, zalim bir adam ki... Durmuş'un yüreği atmaya başladı. Karısının nerede yatacağını sordu. Kocakarı:
— Bilmem, diye cevap verdi. Durmuş düşündü, taşındı, birdenbire dedi ki:
— Beni bu gece bu kadınla yatırabilir sen, sana beş altın veririm.
— Yiğidim ondan kolay ne var?
— Demek beni onunla yatırabileceksin?
— Elbet.
— Nasıl?
— Onun akrabaları benim kapı bir komşumdur. Benim her sözümü dinlerler. Avlularının sonunda tek bir oda vardır. Gider, onları kandırır, bu kadını oraya yatırırım. El ayak kesildikten sonra seni götürür gizlice bu odaya sokarım.
— Doğru söyle...
— Sen, hemen altınları ver, yiğidim. Durmuş kesesinden beş altını çıkardı. Kocakarıya verdi. Atını onun avlusuna bağladı. Hiddetinden tir tir titriyordu. Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı. Küçük bir bahçe kapısından geçirdi. Bir avlunun en sonundaki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü salıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya başladı. Durmuş sesini çıkarmadı. Kapıyı kitledi. Üzerine yürüdü. Zavallı kadın köşeye büzülmüş, hem bağırıyor, hem tekme atıyordu. Durmuş'u yanına hiç yaklaştırmadı. Akşamdan uyuyan oğlu yatağın üzerindeydi. Annesinin haykırmasına uyanmadı. Mışıl mışıl uyudu. Durmuş, karısını daha çok bağırtmamak için kapının yanına oturdu. Hiç sesini çıkarmadı. Bütün gece ağlayan kadıncağız sabaha karşı korkudan, yorgunluktan sızar gibi olmuştu. Avluda horozlar öttü. Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü. Karısının akrabaları, gece çocuğun çalındığını duyunca, ne yapacaklarını şaşırdılar. "Ağaya ne cevap vereceğiz?" diye düşünmeye başladılar. Kocakarı buna da bir çare buldu:
— Bu oda zaten eski... Yakınız. "Gece yangın oldu, çocuğu kurtaramadık" dersiniz, dedi. Onu dinlediler. Hemen odayı yaktılar. Ağlayarak, sızlayarak, Durmuş'un karısını evine getirdiler. Hepsinin alnında çatkı vardı. Dövünüp duruyorlardı.
Durmuş:
— Çocuk nerede? diye sordu.
— Ah olan oldu! Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık, dediler. Durmuş güldü:
— Neye ağlıyorsunuz canım, dedi. Başımız sağ olsun. Elhamdülillah genciz. Allah başkasını verir. Karısının akrabaları, Durmuş'un bu soğukkanlılığından biraz ferahlar gibi oldular.
Tam bu sırada kapı açıldı. Durmuş'un çocuğu içeri girdi. Annesinin kucağına atıldı. Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit Durmuş:
— Gördünüz ya, yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyormuşum, diye bağırdı. Hepsini, tekme tokat, kovdu. Karısına döndü:
— Eğer gece orada bana el sürseydin hemen seni öldürecektim. İşte ibret al da, sakın bir daha kocandan ayrı bir yere gitmek isteme, dedi. İhtiyar efendisine üç senelik emeğinin hakkını da helâl etti.
Vikipedi

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
-Eylül- - avatarı
-Eylül-
Ziyaretçi
28 Ekim 2009       Mesaj #1773
-Eylül- - avatarı
Ziyaretçi
Kavanoz ve 2 Fincan Kahve Hayatın içinden bir öykü
Ne zaman hayatınızda bazı şeyler taşınamaz hale gelirse,
ne zaman 24 Saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman mayonez kavanozu ve

2 Fincan Kahveyi hatırlayın!

Birgün bir felsefe profesörü, elinde bir kaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığı zaman hiç bir şey söylemeden, önüne büyük bir mayonez kavanozunu alır ve içini ağzına kadar tenis toplarıyla doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar;

Öğrencilerin hepsi hemfikir olarak kavanozun dolduğunu söylerler, Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden çıkardığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve profesör öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar,

onlar da 'evet' doldu diye cevap verirler, profesör bu defa Masanın üstündeki diğer kutuyu eline alarak içindeki kumu yavaşça kavanoza boşaltır. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldururlar. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, Öğrenciler de koro halinde 'evet' derler.

Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek 'eveet' Diyerek;

Ben 'Bu kavanozun bizlerin hayatını simgelediğini ifade etmeye çalıştım' der.

Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir.

Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.

Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.

'Şayet Kavanoza önce kum doldurursanız' diye, anlatmaya devam eder, 'çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.

Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. . .

Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin. Çocuklarınız ile oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Eşinizle, dostunuzla yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur.

Bu Ara Bir öğrenci sorar; 'Peki, O iki fincan kahve nedir?'

Profesör tebessümle: 'Hayatımız ne Kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarımız ve sevdiklerimizle bir fincan Kahve içecek kadar yer vardır!!!'
Her zaman ve her yerde sevgiyle kalın




Alinti..
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
30 Ekim 2009       Mesaj #1774
reyan - avatarı
Ziyaretçi
Ateş ve Su

Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına. Hırçın hırçın kayalara vuruşunavirgs yüreğindeki duruluğa Demiş ki suya: Gel sevdalım olvirgs Hayatıma anlam veren mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa al demiş; Yüreğim sana armağan... Sarılmış ateşle su birbirlerine sıkıcavirgs kopmamacasına... Zamanla suvirgs buhar olmayavirgs ateşvirgs kül olmaya başlamış. Ya kendisi yok olacakmışvirgs ya aşkı... Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de yüreğindeki kederi de alıp gitmiş uzak diyarlara su... Ateş kızmışvirgs ateş yakmış ormanları... Aramış suyu diyarlar boyuvirgs günler boyuvirgs geceler boyu Bir gün gelmişvirgs suya varmış yolu Bakmış o duru gözlerine suyunvirgs biraz kırgınvirgs biraz hırçın. Ve o an anlamış; aşkın bazen gitmek olduğunu. Ama gitmenin yitirmek olmadığını.... Ateş durmuşvirgs susmuşvirgs sönmüş aşkıyla. İşte o zamandan beridir ki: Ateş sudanvirgs su ateşten kaçar olmuş.. Ateşin yüreğini sadece suvirgs Suyun yüreğini Sadece ateş alır olmuş...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
1 Kasım 2009       Mesaj #1775
arwen - avatarı
Ziyaretçi
usuf Pazar günü gezmek için Veysel’e söz vermişti ama Veysel’in sözünü umursamadan bugün evde kaldı Öğlen saatlerinde kapı çalındı.Kapıyı annesi açtı.Yusuf kapının açıldığını duyduktan sonra bir kadının sesini duydu.Kadın “Merhaba Ayşe.”dedi.Yusuf sonra annesini sesini duydu. “Merhaba Türkancım.Merhaba Melisçim” Annesi Ayşe, komşuları Türkan ve komşunun kızı Melis içeriye geçtikten sonra Yusuf çıkıp merhaba demenin doğru olacağını düşünüp odasından çıktı.Kadınla kızı görünce “Merhaba Türkan abla.”dedi.Kadında “Merhaba oğlum.”dedi.Sonra Yusuf kıza dönüp “Merhaba Melis.”dedi.Kız hiç çekinmeden “Merhaba Yusuf.”dedi.Yusuf ismini duyunca şaşırdı. “İsmimi nerden biliyorsun.” “Kim bilmiyor ki” “Neyse ben odama geçiyorum.Anne bir şey istediğin olursa bana seslen.” “Tamam oğlum” Yusuf odasına geçti ve annesi ve komşusunun konuşmalarını dinledi.Eline de okuduğu kitabı aldı.Yarım saat geçmişti ki odasının kapısı vuruldu.Yusuf “Gir” dedikten sonra odaya Melis girdi. “Kitap mı okuyorsun.” “Evet.” “Hangi kitabı.” Melis“Bilmezsin.Fantastik bir kitap.”,Yusuf’un elindeki kitaba baktı ve “Okumuştum.Hem de tamamını.” Yusuf bu kitabı çok severdi ama bir türlü devam serisini bulamamıştı. “Bende son üç serisi yok.Sende var mı.” “Evet Sana getireyim mi?” “Tabi ki.Ben bu kitabı bulmak için ne kadar uğraştım biliyor musun?” “Anlaya biliyorum.Neyse boş ver şimdi kitabı.Şu kurduğunuz grup hakkında konuşalım.Bana okuldaki kızlar senin bir grup kurduğunu söyledi.Açıkçası etkilendim.Kendi kültürünüzü böyle vurgulamanız ne hoş.Ve bu camiadan olmayanlara karşı çıkışınız.Mesela biri senin grubuna katılmak istiyormuş.Mani olmuşsun.Sana “Peki neden?”diye sorunca sende demişsin ki “Biz bu grubu süslerle ,boyalarla yabancı kültürlerin taklitleri altında kalan kişileri almak için kurmadık.”demişsin.Ben merak ettim de peki Ayşe’yi niye aranıza aldınız.Onunda süsleri,boyaları var.” “Çünkü o kendi kültürünü biliyordu.” “Bu durumda bana karşısınız değil mi?” “Evet karşıyız.” “Galiba sizin grup eşitliği önemsemiyor.” “Hayır bizim grup eşitlikçidir.” “Eşitlik anlayışınız bu mu?”Bunu söylerken Yusuf’a eğildi.Yusuf ise bu güzel yüzü öpmemek için kendini zor tuttu. “Neden beni de grubunuza almıyorsunuz.Avrupa da büyümüş olabilirim ama orada kültürümü unutmadığım kesin.Dilimi güzel kullanmıyor muyum?”Bunu söylerken biraz daha yaklaştı. “Çok yakışıklısın biliyor musun.Kızlar senin için deli oluyor.” “Sağ ol.Sende çok güzelsin.”dedi Yusuf dayanamayarak Melis’i dudaklarından öptü.Yusuf ilkin çekilmediği için kendine kızdı.Çünkü bunu guruba ihanet gibi görüyordu.Sonra ise bunu önemsemeyerek öpmeye devam etti. İçerden gelen bir ses ile öpmeyi bıraktılar. “Melis gel kızım.Gidiyoruz.” “Bunun için teşekkürler.”dedi Yusuf. “Teşekkür etmene gerek yok.Sadece kitapları getireceğim ve seni öptüğüm için beni bir yere gezmeye götürürsen ödeşiriz.” “Tamam.Yarın okulda görüşürüz.” “Melis.”dedi annesi içerden. “Tamam anne.” “Görüşürüz.”dedi Yusuf. “Görüşürüz” Birlikte odadan çıktıklar.Yusuf,Melis ve annesi evlerinden çıkarlarken “Görüşürüz Türkan abla.Melis kitabı unutma.”dedi “Unutmam” dedi ve gittiler. Yusuf odasına dönünce, pek belli etmese de yüreği yerinden çıkacakmışçasına atıyordu.
perlina - avatarı
perlina
Ziyaretçi
2 Kasım 2009       Mesaj #1776
perlina - avatarı
Ziyaretçi
AŞKTA TERÖRİZM

Gelin bir oyun oynayalım.Şimdi yazacağım soruyu önce kendinize, sonra eşinize sorun.
"Eşiniz çok hasta... Acilen ilaç lazım. Çabuk olmazsanız onu kaybedebilirsiniz. Evden fırlayıp bir eczaneye dalıyorsunuz. İlaç eczacının elindeyken fark ediyorsunuz ki, cebinizde 5 kuruş yok. Ne yaparsınız?"
Cevap için üç yıldızlık bir ara veriyorum.

* * *

Cevaplar tamamsa, kendi verdiğiniz cevapla, eşinizinki arasındaki farka şaşmış olmalısınız. Çünkü kriz durumlarında kadın ve erkek davranışlarını karşılaştıran bir araştırmada sorulan bu soru, kadınlar ve erkeklerden tamamen farklı yanıtlar aldı.
Soruyu yanıtlayan erkeklerin tamamına yakını şöyle dediler:
"İlacı eczacının elinden kapar kaçarım".
Kadınların yanıtı ise çoğunlukla şöyleydi:
"Eczacıya durumu anlatır, ilacı parasız vermesini rica ederim. Olmazsa kapı önüne çıkar birilerinden borç isterim. Alır kaçarsam, yakalanıp eşimi hepten ölüme terk etme tehlikesi vardır".

* * *

Bu kısa test bile, kadınlarla erkeklerin hayata nasıl farklı yaklaştıklarını kanıtlıyor. Erkeklerin fevriliğine karşı kadınların sorun çözmedeki soğukkanlılığı ve değişik çareler deneme ısrarı kayda değer...
Farklı cinslerin, "kriz yönetimi"ndeki farklı tavırlarına ilişkin bu deneyi bana hatırlatan, Levent Kırca ile Oya Başar'ın boşanma üzerine sergiledikleri "son parodi"leri oldu. Boşanmalarına ilişkin basın toplantısında Kırca "ilacı kapıp kaçma" telaşındaydı. Başar ise "eşi can çekişirken eczacıya soğukkanlılıkla dert anlatmaya çalışan bir kadın" görünümünde...
İzlerken, "Aşkta masumiyeti yitirdik" cümlesi döküldü ağzımdan...
Bu, bir süre önce okuduğum bir kitabın ilk cümlesiydi.
"İkili İlişkilerde Terörizm" (Varlık Y. İst. 1997) başlıklı bu kitapta psikoterapist Michael Vincent Miller neredeyse tam da ekranda izlediğimiz tartışmayı anlatıyordu.

* * *

Aslında Kırca ve Başar'ın tartışmada kullandıkları üslup ve geliştirdikleri suçlama-savunma mekanizmaları çoğumuza tanıdık gelmiş olmalı. Çünkü bunlarda, modern bir evliliğin bütün klişeleri, hataları, çıkmazları vardı:
Ses yükseltmeler, karşıdakinin ağzının payını vermeler, çözüm yerine suçlu aramalar, sorunun nedenini bir dedikoduya veya "Beni bunun için mi boşadın"a indirgemeler, buz dağının altında yatan sorunları görmek istemeyip, suyun üzerindekine ilişkin laf oyunları yapmalar, hem barışmak isteyip hem tribünler önünde kuyruğu dik tutmaya çalışmalar... vs...
Miller, boşanma kararından hemen önce "son bir umut"la kendisine terapiye gelen çiftlerin genellikle "para, cinsel uyumsuzluk, ev işlerinin dengeli paylaşılmaması" gibi ikincil nedenleri öne sürdüklerini, ancak aslında bunların altında bir başka neden yattığını söylüyor:
"İktidar çatışması..."
Miller'a göre günümüz beraberliklerini "iki kişilik bir iç savaş"a dönüştüren en önemli etken bu... Amerikalı psikolog, sadece aile içi kavgaların değil, sevgi dolu aşk sözcüklerinin altında da bu güç mücadelesinin yattığına, "artık sevginin iktidar savaşından ayrılamaz hale geldiğine" inanıyor.

* * *

Aşk, uzun yıllar baskı altında tutuldu. Bugün "aşkta özgürleşme" çağı yaşanıyor. Ancak Miller, bu özgürlük görüntüsünün altında çiftlerin "maske" takıp birbirlerine rol yapmaya başladıkları ve manipülasyona dayalı yeni bir baskı dönemi yarattıkları kanısında... O anlamda, çiftler arası her iletişimin "denetimi kim ele geçirecek" sorusunda düğümlendiğine inanıyor.
Miller'a göre kadınlar daha çok yakınlık, erkekler daha çok özgürlük istiyor. Biri terk edilmekten, diğeri esir edilmekten korkuyor. O yüzden de, birbirlerinden en çok istedikleri şey, yani sevgi, onları en çok kaygılandıran şeye dönüşüyor. Ne birbirlerine yakınlaşabiliyor, ne uzaklaşabiliyorlar. Bir soğuk savaşı yaşayıp gidiyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca da terapiye geliyorlar.

* * *

Ben son izlediğimiz basın toplantısının "Kırca'ların halka açık terapi seansı" olduğunu düşünüyorum.
İki karizmatik kişiliğin medya önünde sürmüş ilişkileri, medya önünde bir "iktidar hesaplaşması"yla sonuçlanıyor.
Anlaşılan o ki, günümüz aşıklarının asıl sorunu sevgiyi, iktidar savaşının elinden kurtarabilmek olacak.
Yöntemi nasıl olursa olsun aslolan, hastaya ilacı yetiştirebilmektir çünkü...
Aslolan hastayı sevmektir.

CAN DÜNDAR
reyan - avatarı
reyan
Ziyaretçi
2 Kasım 2009       Mesaj #1777
reyan - avatarı
Ziyaretçi
Bu olay japonyada yaşanmış gerçek bi olaydır...
Evini yeniden dekore ettirmek isteyen japon bunun için evinin duvarından bir tanesini yıkar.Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında çukur bir boşluk bulunur.Duvarı yıkarken orada dışardan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür.Adam bunu gördüğünde kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da kertenkelenin ayağına batmış çiviyi görünce.Muhtelemen bu çivi 10 yıl önce ev yapılırken çakılmıştı.

Nasıl olmuştu da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamayı başarmıştı???
Karanlık bir duvar boşluğunda 10 yıl boyunca yaşamak çok zor olmalıydı.Sonra bu kertenkelenin 10 yıldır kıpırdamadan nasıl yaşadığını düşündü...ayak çivilenmişti!!!!!
Böylece çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye başlar...Acaba ne yiyor? Nasıl yaşadı bu zamana kadar? Sonra nereden çıktığını farkedemediği başka bir kertenkele gelir ağzında taşıdığı yemek ile......
İnanılmaz!!!
Gördüğü manzara adamı sersemletir.Bu nasıl bir sevgi???Ayağı çivilenmiş bir kertenkele diğer kertenkele tarafından tam 10 yıl boyunca beslenmekteydi.
Çok ilğinç dimi???
Evet arkadaşlar meğer böyle sadık aşklarda virgssevgilerde var imiş.

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
2 Kasım 2009       Mesaj #1778
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Sabır Taşı


Fatma hanım yatan yavrusuna baktı bir kez daha.Belki de bu onu son seyredişi,son görüşüydü.Hayatta en çok değer verdiği,çok fazla önemsediği,hatta onun için herkesi kırıp, öz oğlunu Yavuzunu bile hiçe saydığı,geleceğinin teminatı gözüyle baktığı küçük oğlu Fatih’ti bu köhne hastanede yatan.Yaşlı gözleri ağlamaktan kızarmış,titrek ellerini kaldırarak dua ediyordu Yaradanına.Aslında hiç yüzü yoktu dua etmeye.Yaptığı adaletsizliği,haksızlığı,tüm insanların onları uyarmalarına rağmen dikkate almamalarının hesabını nasıl verecekti Rabbine?Ne kadar dua da etse,tövbe de etse yinede telafi edemezdi hatasını.Ya büyük oğlu Yavuz.Onun yüzüne her baktığında,her yanına gelip halini hatırını sorduğunda yerin dibine giriyor,utançtan bakamıyordu yüzüne.Her yemekte kendinden önce anne ve babasının yemeğiyle ilgilenen bir zamanlar hiçe saydıkları oğullarına nasıl affettireceklerdi kendilerini? Hiçbir şey olmamış gibi nasıl davranacaklardı? Onun yüzüne her baktığında hatasını düşünüyor,keşkeler zihninde dönüp duruyordu sürekli.Gelecekte keşke dememek için yaptığımız her davranışı,söylediğimiz her sözü düşünerek söylenmesi gerektiğini anlamıştı ama geç kalmıştı biraz.Yavuzun sürekli kullandığı bir söz geldi aklına. ‘Söz ağızdan çıkmadan biz ona hükmederiz.Ama ağzımızdan çıktığı anda o bize hükmeder’ Aslında geçmişimiz geleceğimizi yönlendirir. Evet böyle derdi Yavuz.Neye yatırım yaparsak günü geldiğinde o bizi karşılar.Bu dünyada da Ahirette de.Geçmişimiz bir nevi geleceğimizin aynasıdır aslında.Fatma hanım bunları düşündükçe utancı daha fazla artıyor pişmanlığını ifade edece söz bulamıyordu.Çok geç kalmıştı,hem de fazlasıyla.Geçmişi bir bir geldi gözünün önüne.Buruşmuş göz kapakları kapanmış,yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını düşünmeye koyuldu. İstanbul’un köhne bir ilçesinde gecekonduda iki oğlu ve kocasıyla yaşam mücadelesi veren sıradan bir kadındı o.Sıradan bir Anne yani.Onu diğer annelerden ayıran tek farkı ise şimdi ayırt edebiliyordu.Onun pişmanlığı da bu yüzden di zaten.Akşam geç vakte kadar çalışan kocası,büyük oğlu Yavuz,küçük oğlu Fatih.İki oğlundan en çok Fatihi seviyordu.Çünkü o, hasta olduğu için sürekli korunmaya muhtaç bir haldeydi.Ağabeyi Yavuz sağlıklı ve işinde gücündeydi. Fatma hanım yatmakta olan oğlunu baştan aşağı süzdü.Bebeklik hali geldi gözünün önüne.O doğduğunda da çelimsizdi.Hastalığı daha doğduğu yıllarda başlamıştı.Onun hastalığı ile uğraşırlarken Yavuz ilk okula gidiyor gayet sağlıklı bir şekilde devam ediyordu yaşamına.Fatih’le hastanelerde koştururken Yavuz okuldan eve döndüğü zaman genelde anne ve babasını evde bulamıyor onlar gelene kadar dış kapıda bekliyordu ailesini.Çoğu zaman açlıktan ve soğuktan üşüyen minicik ellerini zor çıkan nefesiyle ısıtmaya çalışıyor, aç olan midesine bastırarak başka şeyler düşünmeye çalışıyordu.İleriden anne ve babasını hasta kardeşiyle beraber geldiklerini görünce dünyalar onun oluyordu.Koşarak annesinin sıcaklığını duyabilmek için bacaklarına sarılıyor ve her defasında da sinirli annesinin onu ayağıyla itmesiyle zoraki uzaklaştırılıyordu.Evlerine girer girmez annesi söylenmeye başlıyordu bıkıp usanmadan. - Yinemi üstünü başını kirlettin.Sen ne biçim bir insansın anlamadım ki? Biz hasta kardeşinle uğraşıyoruz sen bize yardım edeceğine daha fazla yoruyorsun. Yavuz korkudan bir köşeye siniyor açlığını bile annesine söylemeye cesaret edemiyordu.Akmaması için zor tuttuğu gözyaşlarını içine akıtarak annesinin kardeşine şefkatle sarılıp - Ne yemek istersin yavrum.Canın ne istiyorsa söyle onu pişireyim.Aslan yavrum benin.İyileşecek ve bize o bakacak.Bizim onu taşıdığımız gibi o da bizi sırtında taşıyacak diyerek yanağına sıcacık bir öpücük kondurmasını seyrederdi çoğu zaman.Kardeşini o da çok seviyordu ama anne ve babası sanki kardeşinin hastalığının intikamını ondan alıyormuş casına kötü davranmalarına bir anlam veremiyor,kardeşine her yaklaştığında annesinin hışımla parmağını ona doğru sallayarak - Sakına çocuğu ağlatma yoksa seni pişman ederim. Sözlerinden sonra içten içe kardeşine de kızıyordu. Annesi yemek hazırlarken oda kırık dökük bir oyuncak arabayla oynamaya başladı.Çocuk aklı en ufacık bir şeyle avunuyor,en ufacık bir şey onu mutlu edebiliyordu.Babası da televizyonda haberleri dinlemeye koyulmuştu.Kardeşi yattığı yerden ona bakıp arabasını istedi.Yavuz: - Olmaz o benim arabam. - Ver dedim arabayı bak anneme söylerim. - Az ben oynayayım sonra sana vereyim tamam mı kardeşim demesiyle kardeşinin çığlığıyla irkildi. - Anne abim arabayı bana vermiyor. Anne koşar adımlarla gelerek bir yandan söyleniyor bir yandan da Yavuzun elindeki arabayı hızla çekti.Hem acıyan eli, hem de arabasının gittiği için Yavuz da ağlamaya başlamıştı ki oturan babası öfkeden kıpkırmızı olmuş vaziyette Yavuza tekme tokat vurmaya başladı.Tekmelerin bir biri ardına suratında ve tüm vücudunda patladığından Yavuz minik elleriyle yüzünü saklamaya çalışırken bir yandan da yalvarıyordu. - Babacığım ne olur yapma sonra çok acıyor.Anne ne olur kurtar beni söz veriyorum bir daha kardeşimi hiç üzmeyeceğim.Oyuncaklarımın hepsini ona vereceğim.Ne olur babacığım yapma ne olur! Babanın gözü dönmüş hasta olan çocuğunun intikamını alırcasına yerde zavallı bir şekilde yatan minik bedeni tekmelemeye devam ediyor onun haykırışlarını hiç duymuyordu bile.Anne hissiz sadece seyrediyor Fatihe sarılmış öylece bakıyordu.Taki baba Yavuzu duvara savurup kafasından kan gelene kadar.Yavuzun artık takati kalmamış yalvaramıyordu bile.Bu sesler ve bağırışmalar oturdukları gecekondunun dışına taşmış komşular toplanmıştı bile.Zaten alışıklardı bu duruma.Bu ne ilkti ne de son.Yan komşularından Hatice ana yaşlı haliyle koşarak girdi içeriye yerde yarı baygın kanlar içinde yatan minik yavruya bakıp, söylenmeye başladı; - Siz insan olamazsınız.Ne istediniz yine bu yavrudan? Bu kaçıncı? Korkarım bir gün öldüreceksiniz bu yavruyu. Hiç mi Allah korkusu,Anne baba sevgisi,hiç mi merhamet yok siz de? Bir yandan söyleniyor diğer yandan eline geçirdiği bir bez parçasıyla pansuman yapıyordu.Ama kanamayı bir türlü durduramayınca Yavuzu yaşlı haline bakmadan kucaklayarak dışarı çıkardı.Kapının önünde ki merakla olayı seyredenlere bağırarak; - Görmüyor musunuz çocuk kötü durumda ambulansı çağırın hadii! Baba içeriden hala söylenmeye devam ediyordu. - Oda Fatihi ağlatmasaydı.O hasta bilmiyor mu? Kendi sağlıklı diye bu çocuğu niye ağlatıyor? Fatih kendini koruyamıyor onun yerine ben korurum oğlumu. Fatma hanım hala Fatih’e sarılmış başını okşuyordu oğlunun.Oysa diğer oğlu yarı baygın Anne Anne diye mırıldanıyordu. Hatice ana gözyaşları içinde bir yandan dua ediyor diğer yandan da Yavuz’un yaralı vücudunu okşuyordu.Her kafadan bir ses çıkıyordu. - Hastaneye gerek yok aslında çocuk bu toparlar kendini - Nerde kaldı bu ambulans? - Neden dövmüşler yine bu çocuğu? En sonunda öldürecekler bu biçareyi. - Bunlarda insaf yok canım.Hiç insan kendi evladına bunu yapar mı? Zavallı çocuğun haline bak.Vicdansız bunlar vallahi vicdansız. - Öz değildir belki de ne biliyoruz ki? Bak diğerine yapmıyor. - Öz canım ben biliyorum.Senelerdir komşuyuz.Ama Fatih’i hasta ,Yavuz da sağlıklı ya sanki onun intikamını alıyorlar bu zavallıdan. - Bu çocuk ne yapsın canım? Bumu hasta yaptı diğer evlatlarını? Kaç senedir komşularıyım bu çocuğa bir kere sarıldıklarını görmedim ikisinin de.Ama Fatih’i şımartıyorlar.Oda gün gelir başlarına bela olur.Belli mi olur hayat bu belki de dövdükleri bu zavallıya muhtaç kalırlar.Diğeri hasta diye tepelerine çıkarıyorlar.Ya bu çocuk sakat kalsa şimdi ne olacak? Hatice ana konuşanlara sinirli bir şekilde bakıp söylenmeye başladı; - Bırakın dedikoduyu telefon açın da çabuk gelsin şu ambulans. Hatice ana şefkatle baktı gözleri yarı aralanmış bitkin bedene.Çok kısık bir şekilde hala mırıldanıyordu. - Anne beni kurtar.Anneciğim çok canım acıyor.Baba ne olur yapma.Bunları duydukça Hatice ananın gözyaşları kucağındaki yaralı bedene doğru akmaya başladı.Aradan birkaç dakika geçmişti ki ambulansın sireni acı acı çalarak yanlarına kadar gelmişti.Görevliler araçtan hızla inip yerde kanlar içerisinde yatan Yavuzu sedyeyle ambulansa bindirerek yine aynı acı sesle uzaklaştılar oradan.Yavuz’un yanında ne kurtarması için hala yalvardığı Annesi vardı,ne de onu bu hale gelene kadar döven babası. Hiç biri yoktu yanında. Onu defalarca bu şekilde dayaktan kurtaran Hatice ana vardı yanında.Yaşlı kadının eli minik,ürkek ve titreyen eli kavramış ona güç veriyordu. - Tamam yavrum geçti.Hastaneye gidiyoruz.İyileşeceksin merak etme. Ambulansın içinde doktor yarayı temizlerken Yavuz gözlerini hafifçe araladı.Karşısında müşfik bir şekilde ona bakan Hatice anayı görünce buruk bir tebessüm kondurdu kan içinde kalan yüzüne.Güvende olduğunu anlamış minik eli yaşlı kadının elini daha bir güvenle sımsıkı kavramıştı.Bu halde hastaneye gelmişler o geceyi orada geçirmişlerdi.Kendine geldiğindeyse doktor sordu. - Oğlum seni bu hale kim getirdi anlat bakalım.Olayı polise bildirmeliyiz. Yavuz’un sesi titriyor onu bu hale getirse de Babasının polisle karakolla uğraşmasına gönlü razı olmuyordu.Hem söylese bile eve geri döndüğünde daha kötü dayak yiyeceğini de biliyordu.Daha önce de bu şekilde olmuş babası ona sıkı sıkı tembih etmişti; - Sakın benim dövdüğümü söyleme.Yoksa beni hapse atarlar.kardeşin de sen de babasız kalırsınız.Sonra size kim bakar? Sana sorarlarsa çatıdan düştüm de tamam mı? Doktorun ısrarla sorusuna kısık bir şekilde cevap verdi. - Çatıdan düştüm doktor amca.Topum oraya kaçmıştı da. Hatice ananın gözleri doldu.Yüreğinde müthiş bir sızı hissediyor doğruyu söylemek istese de daha sonrasını düşünerek dudağını morartana kadar ısırarak sessiz kaldı.Bir ara Yavuz’la göz göze geldiler.Yavuz’un ona yalvaran gözlerle bakması onun yüreğini daha da fazla yakıyor bir şey yapamamanın verdiği çaresizlik onu helak ediyordu. Doktor çok inanmasa da çocuğu daha fazla üzmek istemiyordu. - Peki Annen baban yok mu yavrum senin? - Var efendim. - Neden yanında değiller peki? - Kardeşim hasta olduğu için onu yalnız bırakamadılar.Ben de Hatice ana ile geldim. Doktor’un kafası iyice karışmış vaziyette Hatice ana ya döndü.Hatice ana müşfik bir şekilde bir doktora bir de Yavuz’a bakarken gözyaşları sel olmuştu yine. Keşke anlatabilseydi.Keşke küçücük çocuğun vücudundaki morlukların mimarı olan kişiyi ele verebilseydi.Keşke yüreğinden geçeni açıklayabilseydi.Keşke yapabilseydi tüm bunları.Boğazında düğümlenen bu keşkelere daha fazla dayanamadı.Gözlerini doktordan hızla kaçırırken gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönerek çıktı odadan.Kapıda doktorun çıkmasını beklerken hala tereddüt içindeydi.Söylese daha kötü olur muydu acaba? Söylemediğinde de yine aynı şekilde davranması kaçınılmazdı.Gel-git ler içerisindeyken doktor da Yavuzu muayene edip odadan çıkmıştı. Hatice ananın yanına gelip yavaşça mırıldandı; - Çocuğu muayene ettim.Vücudun da morarmamış bir yer kalmamış. Bunlar kesinlikle düşme izi değil. Şiddete maruz kalmış bu çocuk.Kim yaptı bunu? Bunu yapan insan olamaz. - Ne olur doktor bey kimseye söylemeyin.Size yalvarıyorum.Yoksa daha kötü vaziyette geri gelir buraya Belki de mezara gider Allah korusun.Zoraki sadece bunları söyleyebildi.Kelimeler boğazında düğümlenip kalmıştı.Yüreğinin bir tarafı - Söyle de cezasını çeksin insafsız adam. Derken bir tarafı da; - Sakına eve geri geldiğinde kesinlikle çocuğu yaşatmaz.Belki de akıllanmıştır. Bir daha yapmaz.Korkmuşsa bir daha dövmez belki de. Diyordu.Ama bu söylediklerine o da inanmıyordu aslında. Doktor daha da fazla hiddetlenmiş sıktığı yumruğunu diğer eline vurarak söylenmeye başladı; - Bu minik bedeni bu hale getirenler aramızda dolaşıyor.İnanamıyorum.Vallahi aklım almıyor.Allah cezalarını versin böylelerinin.Çocuk kendinde çıkarabilirsiniz.Ama emniyette olduğundan ve başına bir daha böyle bir şey gelmeyeceğinden eminseniz alın götürün evine. Hatice ana üzerine bir kat daha fazla yük binmiş,ağırlığı kaldıramayacağını düşünürken kapı aralığından çelimsiz elleriyle onu çağıran Yavuza bakıp; - Tamam götüreyim.İnşallah bir daha bunu yapmaz.Yaparsa da biz mahalleli olarak ona dersini veririz inşallah. - Peki siz bilirsiniz.Size geçmiş olsun. - Sağ olun doktor bey oğlum.Allah sizden razı olsun.Siz kim bilir daha nelerini görüyorsunuzdur? - Evet çok olayla karşılaşıyoruz.Ama pek çoğu kaza,yaralanma vesaire.Ben en çok kendinden küçük ve korumasız yavruların bu şekilde hayvanca hırpalanmasını hazmedemiyorum. - Hiç kimse hazmedemiyor evladım.Kim hazmedebilir ki? İnsan olanın yüreği kaldırır mı böyle bir şeyi? Güçsüzlük ifadesi aslında bu.Kendinden küçük birini dövmek,hırpalamak. Zavallılığın bir ifadesi bence. - Evet teyzeciğim haklısınız.Zavallıların işidir bu.Ama Allah er geç kim zavallı kim güçlü gösterir.Allah büyüktür teyzeciğim,Allah en büyüktür... - Amenna oğlum amenna... Hatice ana doktora teşekkür ederek ayrıldı yanından.Yavuzun yanına geldi.Tebessüm ederek başladı konuşmaya; - Hadi bakalım bu kadar yatmak yeter dedi doktor bey.Artık eve gitme vakti geldi.Yavaş yavaş çıkalım mı? Yavuz’un ışıldayan gözleri bir anda karardı.Eve dönmek, bu ifade ne kadar soğuk ne kadar kötü ve ne kadar canını acıtıyordu onun.Vücudundaki ağrılara aldırmadan yavaşça doğruldu.Güvendiği el yine imdadına yetişmiş onu yataktan düşmekten kurtarmıştı.Yatağa oturup karşı ki camdan dışarıya baktı Yavuz. Hava pırıl pırıl aydınlıktı.Ama onun yüreği kapkara vaziyette gidiyordu evine.Hırpalandığı,dövüldüğü,horlandığı,itilip kakıldığı yere dönüyordu.Titrek bir sesle başladı konuşmaya; - Hatice ana sen olmasaydın ben ne yapardım. Gerisini söyleyemedi.Sesi kısılmış,boğazında düğümlenip kalmıştı sözcükler.Daha çok şeyler söylemek istese de ağlamaktan konuşamayacağını anladı.Bir süre öylece sessiz baktı bu yüreği kocaman kadına.Bu nur yüzlü kadını imanı mı böyle yapmıştı? Gıpta ile baktı yüzünde ki çizgileri derin ama imanın verdiği nurla parlayan bu kadına.O da büyüyünce tıpkı onun gibi olmaya yemin etti o gün.Onun gibi müşfik,onun gibi sevecen, onun gibi yardım sever,onun gibi imanlı. Hatice ana eşyaları toparlamış Yavuzun koluna girerek çıktılar odadan.Koridorda ilerlerken akşam onun halini görenler acıyarak bir birlerine gösteriyorlardı zor yürüyen bu çocuğu.Kapıya kadar gelmişlerdi ki,Hatice ana; - Bir dakika bekle.Ben taksi çağırayım yavrum sen şurada otur. Yavuz mahcup olmuştu.Emekli maaşıyla zar zor geçinen kadına daha fazla yük olmamak için; - Gerek yok Hatice ana ben yürürüm. Yaşlı kadın onun neden böyle dediğini anlamıştı.Tebessüm ederek karşılık verdi; - Sen yürürsünde yavrum ben yaşlı bir kadınım.Ben yürüyemem. Onlar kendi aralarında konuşurlarken taksi yanaşmıştı bile yanlarına.Taksiye binerek hızla uzaklaştılar oradan.Yavuz eve gidince neler olacağını düşünüyor,bir taraftan da ağrılarını düşünmemeye çalışıyordu.Ve nihayet kapının önüne geldiklerinde arabadan inerek yavaş adımlarla eve yöneldiğinde arkasına dönüp Hatice ana ya baktı.O gelmiyordu.Kendisine baktığını fark edince; - Sen yalnız git oğlum.Yine bir şey yaparlarsa sakın orada durma koş bize gel tamam mı?Ben seni kurtarırım.Hadi yavrum Allah yardımcın olsun. - Her şey için teşekkürler Hatice ana.Sen bana öz annemden daha fazla annelik yaptın hakkını helal et. - Helal olsun yavrum.Helal olsun. Eve iyice yaklaştığında içeri girip girmemekte tereddüt etti.Titreyen eli zile değmiş kısa bir süre sonra da kapı açılmıştı.Kapıyı açan annesiydi. - Gel bakalım.İyileştin demek.Sen sağlıklısın zaten sana bir şey olmaz.Turp gibisin sen.Hadi bakalım geç kardeşini oyala bende yemek hazırlayayım.Birazdan baban da gelir işten. Ürkek adımlarla içeri girdi Yavuz.Kardeşi yine televizyonun karşısındaki koltuğa oturmuş önünde meyve tabağı kumanda diğer elinde,keyfi yerindeydi. Yıllar bu şekilde akıp gitmiş,Kardeşi hasta olduğu gerekçesiyle hep el üstünde tutulmuş,şımartılmış,o ise sağlıklı olduğu için azarlanan,dayak yiyen horlanan,hatta çoğu zaman kardeşinin yapmış olduğu yaramazlıklar yüzünden bile cezalandırılan ikinci sınıf muamelesi gören bir kişilik olarak hayatını devam ettirmişti.Ama sürekli acı çekerek büyümüş okula parasız başkalarının verdiği kıyafetler ve kitaplarla,kar,kış demeden yürüyerek gidip gelmişti.Acılarla yoğrulmuştu yani. Orta okul ve lisede hem çalışıp hem okumuş,okul ihtiyaçlarını kendisi çıkardığı gibi eve de katkıda bulunuyordu.Kardeşi ise iyileşmesine rağmen çelimsiz olduğu için yine el üstüde tutularak servisle gidiyordu okula.Yavuz asla kıskançlık duymuyor,aksine kardeşine çok üzülüyordu.Onun iyileşmesi için sürekli dua ediyor Hatice ana dan ona miras kalan dua yı dilinden düşürmüyordu.Onu kızdıran tek şey anne ve babasının kardeşi ve ona farklı davranmalarıydı.O kadar farklı davranıyorlardı ki,bunu herkes hissediyor çoğu zaman etrafındaki insanların ona acıdıklarını fark ettiğinde ise fazlasıyla üzüyordu ama elinden bir şey gelmiyordu.Bu hal o askere gittiğinde de devam etti.Onu bir kere bile aramadılar.O ise Allah inancı sayesinde onları asla terk etmeyip sürekli hal hatırlarını sordu. Asker arkadaşları Yavuzun anne abasının yaşadığını bile bilmiyorlardı.Akşamları arkadaşlarına ailelerinden gelen telefonlar anons ediliyor,her konuşanda müthiş bir sevinçle geri gelerek, ballandırarak anlatıyorlardı aileleriyle konuştuklarını. O ise bunu bir kere bile yaşayamadı.Geceleri sessizce ağlayarak geçirir,gündüz arkadaşlarına bir şey hissettirmezdi.Tek sırdaşı Rabbiydi.Sadece ona derdini açar ailesinin doğru yolu bulmaları için dualar ederek geçiriyordu gecelerini.Çünkü çarenin sadece onu yoktan var eden de olduğunu biliyordu.Arkadaşları gayet rahat para harcarlarken ona hiç para gelmediği için bir şey alamıyordu ama o buna aldırmıyordu.Ailesinden istediği tek şey sadece onu arayıp sormalarıydı.Fakat bir kere bile aramadılar. Tezkere aldığına sevinememişti bile Yavuz.Bölükten toplanan parayla İstanbul’a zar zor gelmiş, Yaşadığı mahalleye girince de ilk işi Hatice ana nın mezarını ziyaret etmek olmuştu.Saatlerce dua etti orada.Ona çok şey öğretmişti çünkü.Vicdanlı olmayı,müşfik olmayı,merhameti,sabrı,imanı ve insan olmayı ondan öğrenmişti.Hayatına değer katmıştı onun.Neden dünyaya geldiğini,ne yapması gerektiğini hep o öğretmişti ona.O,öldüğü zaman da en çok üzülen de Yavuz olmuştu tabi.Koruyucusunu kaybetmişti,onunda değerli olduğunu hissettiren tek kişiyi kaybetmişti,yiyen,içen,gezen et yığını değil de Allaha ibadetle emrolunan bir kul olduğunu ondan öğrenmişti.Uzun uzun dua etti bu unutamadığı gerçek ana şefkatini hissettiği tek kişinin mezarında. Sonra ayakları ister istemez eve yöneldi.Kapıyı komşu gibi çaldı.Annesi açtı kapıyı.Yaşlanmış,saçlarına aklar düşmüş bu kadın onu doğuran ama şefkat göstermeyen bu kadın,dövülmelerinde sessiz kalan bu kadın için ne hissediyor olabilirdi? Koca bir boşluk. Sadece bu.Annesi herhangi bir komşu gibi sarıldı oğluna.Fatih büyümüş yine her zaman ki gibi şımarık bir edayla abisine hoş geldin dedi.Aynı anne babaya sahip olduklarına,kan bağının bulunduğuna inanamıyordu.Bu soğuk buz dağı onun kardeşimiydi? Kardeş neydi? Ne yapardı aslında? Ya anne baba neydi? Onlar ne yaparlardı? Doğurmakla mı sınırlıydı görevleri?Yanağındaki ize baktı.Bu yine bir dayak seansında meydana gelmişti ve bir ömür boyu taşıyacaktı onu.Taşımak zorundaydı.Her aynaya baktığında yanağını kaplayan o kapanmaz yarayı gördüğünde ne hissedecekti?Çocukları sorduğunda ne cevap verecekti onlara? Babasını nasıl anlatacaktı? Ya tepkisiz kalan annesini? Ahiret’te ne cevap vereceklerdi peki Allah’a? Nasıl savunacaklardı kendilerini? Adaletsiz davranan bu insanlar Allah’tan nasıl adalet umacaklardı? Evet Allah adildir.Hem de hiç kimsenin olmadığı kadar.Nihayet akşam olmuş baba da gelmişti işten.Öylesine sarıldı vücudunun pek çok yerinde imzası bulunan oğluna.Yavuz da ona yönelirken ürkekti,titrekti.Aniden dövmeye başlamasından korkan bir hali vardı ama artık imkansızdı bu. Yavuz o gün hep gözlemledi.Yaşadığı bu ev,onun isteği dışında anne-baba ve kardeşi olan bu insanlara baktı uzun uzun.Fatihin anne-babasına davranışlarına baktı.Hakaret ediyor,küfrediyordu.Emirler yağdırıyordu onun için çırpınan bu insanlara.Oysa o bir kere bile karşı çıkmamıştı onlara.Bir kere bile saygısızlık göstermemiş, sürekli saygılı davranmıştı onlara.Oysa Fatih annesine emirler yağdırıyordu sürekli.Yavuz annesine sofra kurarken yardım etti.Yaşlanmış ve bezgin haline dayanamadı.Sofraya oturmuşlardı ki Fatih bağırmaya başlamıştı. - Neden bir bardak getirdin? Ne biçim sofra bu? İnsan ol biraz ya.Git bir bardak daha getir. Yavuz şaşırmıştı.Yutkundu.Bir şeyler söylemek istese de sabretmek daha iyidir dedi.Kabahat onda değil,onu bu hale getirenlerdeydi.Hastalığından eser kalmamasına rağmen yine onu kullanarak anne babasına hükmeden bu insanda tıpkı babasını hatırlattı ona.O gece pek bir şey konuşmadan yattılar.Aslında hesap sormak istiyordu onlara. - Neden beni hiç aramadınız? Neden hiç para göndermediniz? Hasta olup olmadığımı hiç merak etmediniz mi? Neden? Neden? Hiç birini soramadı.Gerek duymadı belki de.Ne yararı olurdu ki sormasının? Zamanı geri alamayacağına göre ne işe yarardı ki hesap sormak? - Sessiz kalmak en doğrusu.Sessiz kalıp uygun bir şekilde burayı terk edip gitmek. Diye geçirdi içinden. Sabah olunca ilk olarak iş bulmaya karar verdi.Ama bu o kadar zordu ki.Böylece haftalar geçmiş o çok aramasına rağmen hala bir iş bulamamış,anne ve babasının hakaretleri yavaş yavaş başlamıştı.Ve Allahın izniyle çalışabileceği bir iş bulmuş genellikle işe yürüyerek gidip geliyor yol parasına kadar biriktiriyordu.Evlenme yaşının geldiğini düşünse de ailesinin yardım etmeyeceğini bildiğinden dolayı kendi çabasıyla bir şeyler yapabilmek için sürekli gece gündüz çalışıyordu.Eve de para veriyordu ama annesi onun biriktirdiği paraya göz dikmişti.Bir gün yine işten geldiğinde Yavuzu bir kenara çekerek nasihate başladı; - Bak oğlum bu paraları bu şekilde biriktirmen iyi değil.Değer kaybediyor bunlar.İstersen sen onları bilezik yaptır.Ben takarım.Hem evden çalınmamış olur.Hem de düğünün olacağı zaman onları bozdurarak ihtiyaçlarını giderirsin. Yavuz çaresiz kabul etti.Kendisine nasihat verecek,doğruyu gösterecek,onun yanında olan birilerinin olmasını çok istediğinden, bu teklifin de onun için hayırlı olduğunu düşünmüştü.Ertesi gün,canını dişine takarak biriktirdiği geleceğine yaptığı yatırımı bilezik olmuş,onu döven,hırpalayan,azarlayan,kıyaslayan annesinin kolundaki yerini almıştı.Dirseğine kadar gelmişti bu bilezikler. Yavuz bu arada hem çalışıyor,hem de kendini geliştirmek için kitaplar okuyor,bir şeyleri doğru yerden öğrenmek adına sürekli koşturuyordu.Ve nihayet seneler sonra kendi gibi düşünen birini tavsiye etti bir arkadaşı.Görüşmeler sonunda evlenmek üzere anlaştılar.Fakat ailesini ikna etmesi gereken Yavuz bunu bir türlü yapamıyor sürekli onlarla karşı karşıya geliyordu.Çok fazla dindar buldukları gelin adayını istemeye gitmek imkansızdı.Ve son gün Yavuz senelerdir yapmak isteyip te yapamadığını başardı.Onlarla konuşmaya karar verdi.Akşam yemeğinden sonra anne ve babasını karşısına alarak başladı konuşmaya; - Anne-baba.Ben sizden şimdiye kadar kendi adıma bir şey istemedim.Her ihtiyaç duyduğumda yanımda değildiniz.İhtiyaçlarımı hep başkaları karşıladı.En zor anlarım da bile,size en fazla ihtiyaç duyduğum anlarda bile hiç yanımda olmadınız.Beni dünyaya getirmeye vesile olan iki insan olarak sizden ilk ve son kez bir şey istiyorum.Emin olun bunu ben yapabilseydim veya bir başkasına yaptırabilseydim sizden asla istemezdim.İlk kez bana analık babalık yapın bu sizden son isteğim.Anne ve babası uzun süre düşündükten sonra bir kere kızın evine gidip istemeyi kabul ettiler.Ama babanın bir şartı vardı, hışımla söze atıldı; - Bak ama sadece bir kere giderim.Bir daha asla gitmem.Ne halin varsa gör.Yavuz ailesiyle ilk kez gidip isteme işlemini yaptılar,kızın ailesi olgun insanlardı ve zorluk çıkarmadan; - Onlar istiyorsa bize laf düşmez.Haklarında hayırlı olur inşallah.Gelin adayı içeri girip bir şeyler ikram ettiğinde baba sinirli bir şekilde baktı oğluna.Örtülü bir gelin istemiyorlardı.Hele birde bu şekilde fazla örtülü olunca iyice sinirlenmişti.Anne aslında Namaz kılmasına rağmen oda çok hoşnut değildi bu işten.Yavuz kendi çabasıyla evi tutup,birkaç eşya aldı.Kendilerini zorlamadan basit bir düğün yapacaklardı.Ailesi Yavuz’u bir kez daha şoka sokup ihtiyaç duyduğu zaman vereceklerini söyledikleri bilezikleri vermemişti.Kız, Yavuz’un durumunu bildiği ve onun üzülmesini istemediği için kendi bilezik takmaktan hoşlanmadığını söyleyerek onları almamasını, annesine hibe etmesizi istedi Yavuzdan.Yavuz hayran olmuştu bu olaya.Şimdiye kadar ailesi ondan ne koparabilirlerse kar sayarlarken karşısında evlenmeyi düşündüğü kız,hiçbir şeyin önemli olmadığından Allah’ın ileride daha fazlasını verebileceğinden bu dünya malının gelip geçici olduğundan söz ediyordu.Hatta daha da ileri giderek Ebu zerin sözü gibi diyordu. - Biz en güzel eşyalarımızı gerçek dünyamıza göndeririz - Çok sevindi Yavuz.Hayatı boyunca ilk kez birileri onu kişiliğinden dolayı takdir ediyor,dünya menfaatini boş gördüğünü önemli olanın sadece Kurani bir yaşam olduğundan söz ediyordu. Zor şartlarda evlenip yuvalarını kurmuşlardı bile.Yavuzun ailesi yine onunla ilgilenmiyor sadece Fatihle ilgileniyordu..Nihayet Fatihte biriyle tanışmış ve eve getirmişti.Bu Yavuzun babasının istediği gibi yarı çıplak dolaşan birini buldu Fatih ve aniden düğünsüz bir şekilde getirdi eve.Uzun bir süre beraber yaşadılar.Tabi Fatihin hakaretleri ve karısına bile iş yaptırmaması ipleri iyice koparmıştı ki,Fatih evin tapusunu bir şekilde üzerine alarak iyice yaşlanan anne babasını evden kovmuş bir daha da asla onların yüzüne bile bakmamıştı.Ve aylar sonra evi sattıklarını karısının da ev parasıyla beraber kaçtığı haberi şok etkisi yarattı Fatma hanımda. O biricik oğlu,kıyamadığı,hiçbir kötülüğü konduramadığı oğlu hastaneye kaldırılmıştı.Yavuz,hem anne ve babasına bakıyor hem de hastanedeki kardeşiyle ilgileniyordu.Ama bir kere bile onların yüzüne vurmadan bir görev olarak adletmişti bu işi.Çünkü o,sabrı kaynağından öğrenmişti,insanlığı,şefkati,yardıma koşmayı,karşılıksız,hiçbir şey ummadan sadece Allah rızası için mücadele etmeyi inandığı dinden öğrenmişti.Hayat o kadar farklı gelişiyordu ki, bir anda belki de kendisi hiç ummadığı bir insana muhtaç kalabilirdi. Hayat bu, her an her şey olabilir.Allah her birimizi farklı şekillerde imtihan ediyor.Bunu bu şekilde bilmek ve bu şekilde inanmak ne büyük lütuf...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Kasım 2009       Mesaj #1779
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç bir adam kendi kalbinin yörenin en güzel kalbi olduğunuilan etmişti. Onu görenlerde bunu onaylamıştı.Birden kalabalığı tam ortadan yaran yaşlı bir adam genç adama doğru yürüdü ve :

"Ne için senin kalbin benim ki kadar güzel değil "dedi.
İşte tam o anda kalabalık ve genç adam yaşlı adamın
kalbine doğru baktılar. Çok hızlı çarpıyordu fakat içinde çok fazla yara ve zaten çok az kalan boşluklarda çentikler vardı,

onlarında üzeri
keskin çentiklerle dolu idi.Yaşlı adamın yaşlı kalbinin
çok acı çektiği belli oluyordu

İnsanlar şaşırmıştı, yaşlı adam nasıl bu kalbin en güzel kalp
olduğunu söyleyebilirdi.
Genç adam gülerek"şaka ediyor olmalısın" dedi yaşlı adama"
benim kalbim pürüzsüz mükemmellikte iken seninki gözyaşları
ve acılardan oluşmuş yara izleri ile dolu"

"Doğru" diye yanıt verdi yaşlı adam

" Senin kalbin mükemmel gözüküyor fakat ben asla yaşlı kalbimi
senle değismem.

O gördüğün her yara benim sevgimi verdiğim
bir kişiyi gösteriyor, onlara kalbimin bir parçasını seve seve
verdim onlarda kendilerinden bir parçayı bana verdiler bu
yüzden bu parçalar benim verdiğim parçalara bazen tam
uymadılar ve üstünde yada köşelerinde pürüzler oldu
fakat ben onların her parçasını tek tek seviyorum ,
çünkü onların herbiri paylaşılan sevgileri ,
dostlukları bana hatırlatıyor. Bazen de sevgimin ve dostluklarımın karşılığını alamadım ,
o kalbimin içindeki yara
dolu boşluklarda bu yüzden ucu kıvrık bıçak gibi ve
oldukça da acı verir, fakat hala boşturlar ve başka bir
kalplerinde bana sevgi ve dostluklarını verebileceklerini
böylece de bu boşlukları doldurabileceklerini gösterir ve
benim hala o umutla yaşamamı sağlar.

Şimdi söyle genç adam sence hangi
kalp daha güzel ?" Genç adamın gözleri sevgi gözyaşlariyla
dolmuştu Yaşlı adama doğru yürüdü ve kalbinden genç ve
güzel bir parçayı dostça ona doğru verdi.

Yaşlı adamı kalbinde hala bir çok boşluk vardı.
Yaşlı adam gençadamın cömertçe verdiği kalbi dostlarının
olduğu bölüme yerleştirdi, üzerine çentikler attı ve yerine
bir güzel oturttu. Genç adam kendi kalbine doğru baktı artık
eskisi kadar mükemmel ve pürüzsüz değildi ta ki yaşlı
adam ona kendi kalbinden eski fakat güzel bir parça
verene kadar. Sonunda genç adam ve oradaki kalabalık gerçek kalbin
güzelliğini anlamıştı.

Kalbi güzelleştiren onunla paylaşılan sevgi ve dostluktu.
İçinde sevgi barındırmayan ve taşımayan hiçbir
kalp gerçekten güzel olmazdı..
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
17 Kasım 2009       Mesaj #1780
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Sana akıyorum kaygısızca ve hiçbir şey bunu engelleyemiyor ve geri çeviremiyor bu akışı. Çünkü sen her tarafımdasın. Sağımda, solumda, arkamda, karşımda... Ne yana dönsem, ne yana yol almaya kalksam, ulaşacağım son nokta sensin, orada yalnızca sen varsın...

Sana akıyorum, çünkü senin yolunda gidiyorum, attığın adımları takip ediyorum sorgulamadan. Önüme çıkan hiçbir ayrım, hiçbir kavşak ilgilendirmiyor beni. Yürüyorum peşin sıra, yürümenin en zor olduğu yol bu olsa bile yürüyorum... Şikayet de etmiyorum çakılından, tozundan, toprağından üstelik. Sana yaklaşabildiğim her adımda mutlu oluyorum ya da yaklaşmayı başaramasam da bu umudu yaşamak heyecanlandırıyor beni...

Sana akıyorum, çünkü hayatın akışı kadar doğal sana akışım... Doğa nasıl ki her canlının yaşaması için bir düzen kurmuşsa ve nasıl ki kuralları varsa doğada yaşamanın, benim var olmamın da, yaşamamın da kuralı sensin, senin var olduğun bir düzen içerisinde ben olabilirim ancak...


Sana akıyorum, çünkü sesinde, bedeninde, kuşatmış durumda beni... Sana karşı savunma dahi yapmıyorum ve böyle bir teslimiyet de rahatsız etmiyor beni... Yüzüne, gözlerine, ellerine baktıkça, sesine yüklediğin gizleri çözerken, hep kendimden bir şeyler buluyorum sende...

Sana akıyorum, çünkü o kadar çok paylaşacak şeyimiz var ki seninle... Bu güne kadar paylaþtığımız her þey, her an umut veriyor sonrası için bana ve ben belki de sende bu umudu yaşamayı, yaşatmayı seviyorum... Biliyorum ki hayatın bir yerinde sadece bize özel bir çiçek var, o çiçeği birlikte bulup, kokusunu ciğerlerine çektiğimizde hayata ve birbirimize sımsıkı sarılacağız...

Sana akıyorum, çünkü bir insanı tutkuyla, beklentisiz ve delice sevmenin tadını sende yaşadım ben... Bunun anlamını senle öğrendim, bunu senden başkasıyla da yaşayamayacağımı biliyorum... Sende, seninle yaşamak her an bir şölen tadında ve ben böylesine keyifli, böylesine eğlenceli ve hayat dolu bir şöleni bırakıp gitmek istemiyorum...

Sana akıyorum, çünkü “hayatın uslanmaz ruhusun” sen ve ben belki de bu ruha aşığım aslında... Seninle yenileniyorum, sadece seni düşünmekle yüreğimde, beynimde çöreklenmiş ne kadar kötülük varsa hepsinden arınıyorum bir anda...

Sana akıyorum, Bütün coşkum, bütün saflığımla... Aşka, sevgiye, güzelliğe dair ne varsa benimle akıyor onlarda sana... Benim gibi çoşku dolu bir ırmağı da huzurlu, sakin bir göle çevirecek tek güç sensin... Ne olur orada kal, ayrılma seni gönül gözümün görebileceği noktadan... Sana ulaşamasam bile varlığını hissetmek ve senin yolunda olmak yetiyor bana...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat