Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 48

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 561.731 Cevap: 1.812
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
23 Mart 2007       Mesaj #471
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Sevginin Gül Rengi

Sponsorlu Bağlantılar

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle

Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarında. Kokusuna doyamadığım, sıcaklığını doyasıya içime sindiremediğim annemi kaybetmiştim. Saçımı okşayacak bir anam yoktu artık. Ne de sırtımı örtecek şefkatli bir el. Amansız bir hastalık dediler adına, çocuk aklım ermedi. Çocuk aklım ermedi anayı yavrusundan ayıran, eti tırnağından söken, sevgileri linç eden, adına “ölüm” denen bu “göç” ü. Geceler benimle ağladı sessiz sessiz... Günler benimle... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzümü okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç. Hani yaprağı titrer ya bir çiçeğin; Bilmez niye... Titrer ya içi bir çocuğun, hüzün iner gözlerine ... Üzülür, üşür ve koynuna sokar ellerini ısınmak için. Bir avuç bulamadığından kendine...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında. Kimsesizliğin ayazında...
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatırlıyorum bir gün babamın,”Hadi gel” deyişini.”Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya bırakacağım” Küçücük yüreğimden taşan acılarımla son bir kez daha bakıp odama selamlıyorum bulutları.
Yeşilin her tonu, göz alabildiğince, sözleşmişçesine, burada toplanmıştı sanki. Adını bilmediğim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşaği bir halı gibi serilmişti çiçek çiçek... Toprağın sesi yükseliyordu çıplak ayaklarımın altında. Mutluydum...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala...
Yaşamımı renklendiren analı kuzuyu orda tanıdım işte, adını Berfin koyduğum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda türlü türlü oyunlarla. “Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona” dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin’ de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin’in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin’in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu “analı kuzu” mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.

Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapımıza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin’e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanıbaşında bitiverip, bir şeyler yaparak onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sırdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapımda bitiveriyordu.

Yemyeşil kırlar bizimdi uçsuz bucaksız.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardı
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben aynı yerdeyiz hala
Bulutlar kuzum köpeğim ve ben

Bir tatlı koşuşturmaca başladı günlerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. “Hadi sana bayramlık alalım” dedi ninem. Hep beraber şehire gidip bir şeyler aldık. Çizgili beyaz gömleğim, mavi pantolonum ve yeni Trabzon derbey lastiklerim çok güzeldi. Gül rengi kırmızı kravat ve kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin’e, Serfin’e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. “Birazda kına alalım” dedi ninem. “Ellerimize yakarız. Berfin’i de kınalarız” Sevindim.
hayvan pazarı dedikleri yer çok kalabalıktı. Hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Kınalanmıştı kimisi, kimisi renk renk boyanmıştı. Bir anlam veremedim. Çocuk yüreğimin coşkusuyla yarının heyecanı sarıvermişti içimi. Yarın bayramdı... Kurban bayramı...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yumruk tıkanır genzime, kelimeler titrer
Titrer yüreğim
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Kınalar yakıldı ellerime. Berfin’in başına kınalar yakıldı o gece. Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Kırmızı kravatım, iki tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğum, diğerini de köpeğimin boynuna bağlayacağım.

Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım..

Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Paçamı tutup bir yerlere götürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Hani titrer içi bir çocuğun, korkar, üşür, üzülür, ağlar ve koynuna sokar ya ellerini, tutacak el, sığınacak kucak bulamadığından kendine... Oradayım işte!

Ninemin sesi duyuldu. “Berfin’i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı”
Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki gül rengi kravatım
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Yanağımdaki damla utandı
ışıldadı ıslak gözlerim, ve...

Başımı sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim
Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Anlatabilseydim dostluğu
Yapamadım.

Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım .
Bayramları neden sevmediğimi...

Nuri CAN

HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
23 Mart 2007       Mesaj #472
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
DENİZ YILDIZI
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden
Sponsorlu Bağlantılar
bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...

Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
24 Mart 2007       Mesaj #473
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
AYRILIK ANI...

Önce güller solmaya yüz tuttu ki dalından koparılmıştı, ellerinde güller... Beyaz güller... Sonra hazin bir gülüş emanet edildi yüzümden yüzüne... Gözünden sızan o damla... Selamlayarak kirpiklerini ve yol seçerek kendine burnunun naif kıvrımlarını; dudaklarını ıslatmaya yol aldı...

***

Ayrılık ânı, anı olmaya yaklaşırken, her bir kavşakta bent olan gelgitler vardı yüreğimize... Bir de kırmızı ışıktan vazgeçmeye niyetsiz, riyakar trafik ışıkları...

Her sağa dönüşün merkezkaçında kıvrılan bedeninle, başının omzuma dokunma ihtimalinin bile içimi ürperttiği bir biçimde uzarken yollar; iki ayrı yabancıyı oynamamıza destur veren ayrı ayrı koltuklar...

***

Ayrılık ânı, anı olmaktaydı adım adım...

Konuşamayan diller... Konuşamayan eller... Yanan sigaraların dumanları oldu ellerden ve dillerden kalan boşluğu var gücüyle doldurmaya çalışan... Yetmedi... Kalmadı... Nefes almaya boş yer... İçimizde...

Aklıma geldi ilk buluştuğumuz yer... İlk gördüğümde aklımdan geçenler... Yoldaki her şeridin ucunda birer fotoğraf karesi oldu öyle omuz omuza düşler...
Dudaklarında usuldan titreme aklında kim bilir hangi hengâme... Gözlerin bir uçurumun kıyısından bakan ceylan gibi derinden...

***

Ayrılık ânı, anı olmaktaydı adım adım...

Emanet ederken seni beyazlar içinde kucaklamamı düşlediğin evinin demir kapısına...

Ağlıyorum... İlk defa...

Sarılıyorum.... Son defa...


Sana... Anılara...

Ve ayrılık ânı; anı oluyor yavaş yavaş... Ayrılan parmaklarımızın ucunda...

Kemal SÜME - 2005
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
24 Mart 2007       Mesaj #474
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Bence Sevmek..


Mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların gölgelerini cömertçe sunduğu, türlü türlü böceklerin, çiçeklerin yaşadığı, insanoğlunun pek az uğradığı ormanlardan birinde güzel bir göl vardı.

Suyu berrak mı berrak, serin mi serin... Gölün kıyısında hayat bulmuş boynu bükük papatya, yanıbaşında o eşsiz büyülü suyun içinde açmış olan, en az kendi kadar yalnız görünen nilüfer çiçeğine sevdalanmıştı.

Onun görkemli görüntüsünü, saf, masum, asaletli halini hayranlıkla seyrediyordu hergün.

Nilüfer çiçeği de kayıtsız değildi sevgili papatyasına karşın. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar, şarkılar söylüyorlardı birlikte. Yalnızlıklarını unutuyorlardı şu koskoca orman içinde...

'Tanrım' diyordu papatya içinden kimi kez;

'Bu güzelliğin yanında benim yerim nedir ki? O suyun içinde yaşar bense toprakta... Elimi uzatsam tutamam bile onu... Oysa öylesine istiyorum ki onun yanında olmayı... '

'Ey güzel çiçeğim, ey benim nilüferim seviyorum seni. Lâkin öylesine çaresizim ki. Sana nasıl ulaşacağımı bile bilmiyorum. Evet, orada olduğunu bilmek, sesini duymak, güzelliğini görmek bile yetiyor bana ama istiyorum ki elini tutayım, güzelliğine dokunayım.

Gel gör ki ben bir papatyayım, sen ise bir nilüfer. Ayrı dünyalarda yaşayan iki ayrı çiçek...'

Nilüfer, karşılıksız bırakmadı papatyanın sözlerini:

'Papatyaların en tatlısı, kemandan çıkan müzik aynı ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır. Sen başkasın, ben başkayım, sen ordasın, ben buradayım diye yerinme.

Gönül sesine kulak ver yalnız. Birşeyi istiyorsan yürekten iste.

Sevgi, aşk, ne büründüğün kıyafeti, ne makamı, ne mesafeleri ne de başka bir şeyi dinler. Onun fermanı okunmaya başladı mı herşey susar. Herşey çaresiz kalır.

Sevgi söz konusu olduğunda kişi kendi dışındaki güçlerin insafına kalmaz. Çünkü; kendisi de güçlü bir varlık haline gelir. Ruhunun derinliklerinden gelen bu ezgi güçlenmeye başladıkça kayıtsız kalamaz buna tüm evren.

Sen ki benim güzelliğime, aşkınla güzellik katmakta, yalnızlığımı örtbas etmektesin. Benim ve kendinin varolduğumu ispatlamaktasın dünyaya.

Şimdi kapat gözlerini sımsıkı...
Sıyrıl tüm düşüncelerinden...
Yalnızca ama yalnızca beni düşle...
Yanımda olduğunu, gölün sularında elimi tuttuğunu hayal et. İste beni...
Göreceksin ki sevginin aşamayacağı engel yoktur! ..'

Papatya, nilüferin dediğini yaptı. Yalnızca ama yalnızca onun hayalini doldurdu tüm benliğine.
Kendini güzeller güzeli çiçeğinin yanında farzetti. İstedi... İstedi...

'Aç gözlerini! ' dedi nilüfer.
Papatya şaşkınlık içindeydi gözlerini açtığında.
Sevgili çiçeğinin yanında, gölün suları içinde bir nilüfer çiçeğiydi artık o da...

Sevmek...
İstemek...
Hayal etmek...
İnanmak...

Olmayacak şey yoktur!
Eğer ki; bu duygulara sahipseniz..


*ALINTIDIR*
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
24 Mart 2007       Mesaj #475
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
VURDU GÜNAHINI SIRTINA

Zaman, yaşanandı. Yitip gidendi avuçların içinden ve bir ustaydı zaman. Oracıkta, becerikli bir örümcek gibi, gümüşten ağlarını ördü, ördü... İvedi, tezcanlı, sessiz... Duvarlarda onlarca yıl önceki çekiç vuruşlarıyla tarihe direnen kara taşlara, yere döşenmiş düz yüzeyli taşlara, duvar taşlarının arasından pıtır pıtır dökülen kurumuş kara toprağa, üstteki örtmeyi tutan yıllardır yanından geçenlerin el izlerini, bakışlarını taşıyan direklere, örtmenin yan yana dizilmiş, bazıları çürümeye yüz tutmuş ağaçlarına, ağaçların arasındaki yuvalarına girip çıkan serçelere, sığırcıklara, pembecik ağızlı avaz avaz kuş yavrularına, şakır da şakır aç çığlıklara, ana çağrılarına, sevgiye, sevecenliğe, evin hep açık duran, eskimiş, kocabaşlı hayvan boynuzlarıyla çizilmiş kocaman tahta kapısına, kapının altındaki o zamanın ve üzerinden geçenlerin ayak izlerinin kararttığı, yıpranmış, yer yer yenmiş yüksek ağaç eşiğe ve kapının içinde, öte yanında, yıkılmış avlu örtmesinden içeri düşmüş güneşe... Belki de, zaman değil de, uçuk bacadan karanlık avlulara vurmuş güneşti onca örümcek ağını tüm gördüklerinin üzerine gümüşten iplikçiklerle yayan, tüm gördüklerini sarıp sarmalayan. Yanılgıyı, acıyı, üzerine gölgeler düşmüş geçmişi uyuyakaldığı yerde okşayan... Uyan Gülgez uyan!

Ne zamandır burdaydı Gülgez? Ne zamandır gözleri kapının eşiğine kilitli, örtmenin bir kenarında, taştan örenmiş sekide oturuyordu?

Ne zamandır, o eşikten geçtiği bir geceyi anıyordu?

Gecelerden bir geceydi işte. Aysız, yıldızsız, ışıksız. Karanlığı kadar şanssız, bahtsız bir gece. Kapıdaki köpekler bağa vurdukça vurur. Geceyi yırtar örtmenin iki ucunda karşılıklı zincire bağlanmış iki köpeğin sesi. Aşağıdaki incecik derenin, çermenin şırıltısı ve köpekler... Ezel'in serin esintiye karışıp gelen o ter kokusu... Gülgezi bekleyen Ezeldir gece karanlığını el yordamıyla yoklayan. Köyün ortasındaki yolu alttaki bostanlardan ayıran uzun taş çeperin öte ucunda, bir söğüdün altında, bir elinde kır atının dizgini, pusuda yatmaktadır Ezel. Köpekler onca uzaktan ayrımındadır Ezel'in. İncecik, şırıl şırıl akan dere ve karanlık yorganına bürünmüş sessiz gece... Bir de eşik! Dış kapının altındaki o koca ağaç yükselti, kararmış eşik. İçerde, iki kapı ötedeki yüksek tavanlı, sıcak gübre kokulu ahırın her boşalışında, karanlık avlulardan ağır ağır çıkan, güneşe gözlerini henüz alıştıramamış koca gözlü hayvanların tırnaklarını taktığı, gün batımına yakın içeriye kovalanan küçük kaz ve tavuk civcivlerinin üzerinden atlarken zorlandığı kocaman eşik. Ne çok söylenmişlerdir üç kuşak önce gelip buralara konan, atayurdu Ahıska'dan getirdiği kıl çadırını çoğu toprağın içinde kalmış taş duvarlı bir eve dönüştüren, bu eşiği de buraya konduran Ömer Dede'ye... Ne çok!

Ah bizim koca dedemiz, bunca yüksek mi yapılır eşik?

Yine de, kimsenin aklına gelmemiş, eli varmamıştır o koca eşiği yontup alçaltmaya. Atalardan bir anıdır evin önünde. Her girişte, çıkışta, her takılışta bir yürek burkulması, emeği geçene, çoktan toprak olmuşa saygı gibi...

Gecelerden bir geceydi işte, Gülgez elinde bohçası dışarı çıkmak için kapıya yanaştığında. Gecenin kör, sağır bir yarısı... Önce, kapının arkasındaki o koca dayağı, kapıyla avlunun toprak tabanındaki bir yerli taş arasına konmuş odunu kaldırmıştı. Sessiz ve ikirciksiz... Bir daha onlarca yıl o kapıdan içeri giremeyeceğini bilmeden. Sol arkada, iki kapı içerdeki evde, sağ yanda, bir kapı içerdeki tahta döşeli tahta sekili konuk odasında yatanları uyarmadan, kaçak bir gölge olup karanlığa karışmalıdır Gülgez. Ezel'e doğru...

Tam dışardaki göz kesmez karanlığa ilk adımını atarken bir kez ve son kez daha takılmıştı o koca eşiğe! Zor tutunmuştu kapının yan çerçevesine. Az kalsın örtmenin altına döşenmiş taşlara kapaklanıyordu. Tutunup kapının kenarından düşünmüştü Gülgez. Geceyi dinleyerek düşünmüştü. Bir uyarıydı belki eşik, yanlışa engel olmaya çalışan bir dost eli... Kesilip taşındığı ormanlardan, gelip geçene dokunarak yaşama katılan bir yüce çam esintisi.

Eşik deyip geçmemeliydi!

Kapıyı, sallanan kilit kolundan, zırzasından tutup yavaşça örtmüştü. Dönüp karanlıkta tam göremediği eşiğe doğru bakmıştı. Bırakıp o günler önceden verilmiş kararı, ikirciksiz kaçışı, yığılır gibi çöküvermişti bugün de üstünde oturduğu taş sekiye. Ya eve geri dönecek, ya söz verdiği gibi gidecek... Kendine, Ezel'e, Ezel'in karısı Şahsenem'e, bu kaçışın getireceği köydeki karmaşaya bir ayna tutmuş sanki eşik. Işıksız, sırsız bir ayna!

Daha on gün önceydi eşikteki kaz kesimi. Sabah erkenden toplanmıştı arkadaşları. Elli dört kazın o yüksek eşikte bir balta vuruşuyla boyunlarından tek tek kesilmesi, soyulması, temizlenmesi, tüyün, kanadın, ayağın, yağın ayrılması... On gün önceydi çalışırken ses sese söylenen türküler. İmece'nin şenliği, coşkusu... Daha gün batmadan gelmişti köyün delikanlılarıyla tulum da, şaşırıp kalmışlardı işi yetiştirmek için. Gülüşerek koşturmuşlardı köşebucak.

Köyün gençleri, komşular, akrabalar... Ayakların, zıplayan bedenlerin altında yaylanıp katılmıştı oyuna zemindeki tahtalar. Konuk odasında lüks lambasının sihirli ışıltısı... Bakışan gözlerde, terin inci damlaları gibi dizildiği, kaynayan genç kanının kıpkırmızı taştığı yüzlerde yalnız sevgi, arzu ve umuttu aydınlanan. Barın başında, tek oyunda, her zamanki gibi, hep Ezel. Taş çıkarır bekârlara. Çiçekli yaylalarda al valaya koşturur gibi atını... Yana yıkmış kasketini, kara gözlerinin üstüne. Tulum susunca türküde de o. Gözü çakılı sanki Gülgez'de. Öyle içten, öyle vurgun bakar ki... Kimin aklına gelir ki, köyün öte ucundan, Şahbaz'ın Şahsenemle evli oğluyla Gülgez çoktan sevdalanmışlar birbirlerine. Gizlice buluşur, sevişir olmuşlar. Gel demiş Ezel, vermezler biliyorum, kaç bana... Sana kıyacağım resmi nikâhı. Bırakacağım Şahsenem'i. Hepsi hepsi bir 'boş ol'la bitecek bir imam nikâhıdır aramızdaki. Çocukları alır mı bırakır mı bilmem demiş.

Gözü ne çocuk görmüş Gülgez'in, ne Şahsenem'e acımış. Gizlilerde, derelerde, fidanlıklarda, mereklerde sarılmış Ezel'e sıkı sıkı. Biçin zamanı, kızgın güneş altında, gün akşama, kan terlere bulanarak çalışmış da hiç su içmemiş, yangınlar içinde gibi, dayamış bedenini çağlayan dağ suları, kar suları gibi gördüğü Ezel'e, kana kana...

Yakışmaz Şahsenem bu yiğide diye düşünmüş. Her toyun birincilik valasını atının sağrısında tere bulayan, her kavganın öncüsü, gözüpek, mert yiğide yakışmaz Şahsenem... Suskun, önüne bakıp çalışan bir kocakarı sanki Şahsenem. Ne toy, ne oyun. Ne bir sevda türküsü...

Vermiş kararını çoktan, varacak Ezel'e. Kaçacaklar. Önce Kısır Dağı'nın öte yüzüne aşacaklar, orada bir köyde Ezel'in asker arkadaşına konuk olacaklar. Sonrasını yazgıya, olacaklara bırakacaklar.

Varmasına varacak da, o karanlık gecenin ortasında, tez giden, sessiz basan ayağına takılıvermiş kapının koca eşiği. Durmuş Gülgez, düşünmüş. Eşik deyip geçmemeli. Bir son uyarı, bir dost eli, bir yüce ağaç esintisi belki.

* * *

Dağ başındaki o arkadaş evinde ilk günler daha iyice tanımamış pişmanlığı. Kendilerine ayrılmış konuk odasında, dertsiz, tasasız, sevişmelere doyulmamış geceler yaşamışlar. Arkadaş karısının gözlerinde, evli bir erkeğe kaçışın ayıbını, konukluğunun hatırına susuşun izlerini bulmuş da, çok önemsememiş, yere bakmakla yetinmiş Gülgez.

Ne jandarma sormuş, ne arayan olmuş. Kimse düşmemiş artlarına. Çok günler sonra o yöne yolu düşmüş bir köylüleriyle ulaşan, anasının, “Yok benim öyle bir kızım. Onca yılın dul emeği, sütüm haramdır ona. Çalmasın bu kapıyı, aşmasın bu eşiği bir daha..” deyişinden başka. O zaman sarsılmış Gülgez, o ana iletisiyle... Sabahlara kadar ağlamış, dar gelmiş dolaşmaya çıktığı karlı dağlar.
Durgun, tepkisiz, suskun karşılamış Şahsenem gelenleri. İlk günler ses vermemiş kocasına, Gülgez'i de görmezden gelmiş, o kadar. Biri kucağında, biri kundakta iki çocukla dananın, kuzunun, ateşin ardında yitip yitip gitmiş.


Utanç, her gün batımında daha da ağırlaşan bir yük gibi binmiş yüreğine Gülgez'in. Her gün doğumunda, suskun, küskün Şahsenem'i her görüşünde, bir yeni zincir, bir paslı halka olup takılmış boğazına. Günahını görmemek için gözlerde, hep ırak durmuş insanlardan.

Önce danayı, kuzuyu, çapayı, tapanı almış Şahsenem'in elinden. Koşarak gitmiş tarlaya, bostana, uçarak geri dönmüş, ahıra, ateşe, ocağa, harmana, hamur teknesine davranmış. Sonra ayırmış yatağını Ezel'den... Direnmiş, yanına, yakınına koymamış. “Önce” demiş, “Şahsenem'e resmi nikâh kıyacaksın” Dikilmiş elinde koca bir kayın değnekle Ezel'in karşısına. “Önce Şahsenem'e nikâh! Hak onundur.”

Sonra katlanmaya çalışmış yeni yaşamına. İçinden de, dışından da, fırtınalı, kasırgalı... Yürüyen bir öfke, bir tanrı ateşi Gülgez. Dokunsan ağlayacak, seslensen parlayacak...

Düşürmeye çalışmış karnında taşıdığını, kıyıp becerememiş. Bir tek ses, bir tek koku aramış anasından, kardeşlerinden, evinden... Bir kez daha görüp evinin o koca eşiğini, sonra ölmek istemiş. Kaçak bir yolcu, bir hırsız gibi geçmiş kapılarının önünden. Kıyamamış canına.

Kara yazgısına bağlayıp olanları, düşünecek zaman bırakmamak için günahkâr bedenine, ölesiye çalışmış. Bir elinde ahır süpürgesi, bir elinde tırpan, sırtında Sevda kızı, dur durak bilmemiş. Belki o küçücük Sevda gülüşleriyle yeniden ısınmış yüreği de, dişi olduğunu anımsamış. Kırmamaya çalışarak Şahsenem'i, Ezel'i paylaşmaya katlanmış. Kimi gün pişmanlık, kimi gün geçici bir esenlikle, kimi küskün, kimi barışık, ama hep patlayamaya hazır bir kasırga gibi yaşamış yılları. Art arda iki oğlan çocuğu katmış evin kalabalığına.

Anasının kendine küskün göçmüş ölü bedenine kapandığı gün vermiş kararını. Doya doya solumuş, koklamış baba evinin avlusunu, mereğini, merteğini. İçi titreyerek dokunmuş koşatlarına, direklerine, sekilerine... Elleriyle işlediği yastıkları, kilimleri, keçeleri okşamış. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini çakıp üstüne, öyle bakmış kapıdaki o koca eşiğe. Bakakalmış.
O gün, Ezel'le son gün olmuş. Emeğinin, kadınlığının karşılığını istemiş Ezel'den. Kaçırdığı gece boynuna taktığı altınları da katıp aldığına, kente göçmüş bir komşunun evini peylemiş, ayrılmış Gülgez...


Bir kız, iki oğlan çocuğuyla tarlasız, tapansız direnmiş yıllara. Boş kalmış uzak tarlalara ekmiş çocuklarının umudunu. Saatlerce yürüyüp ölesiye çalışarak gece karanlıklarında dönmüş evine. Yarılmış, kalın nasırlar bağlamış ellerinde taşımış yangınları, altı delinmiş çarıklarda, kara lastiklerde sürümüş yorgun bedenini. Aldırmamış belinin, bacağının ağrısına. Unutmuş kadınlığı, aşkı, sevdayı. Sevda'sına öğretmiş kızlık türkülerini, halı, kilim, yastık, keçe nakışlarını. Sevda'sının saçlarını koklamış, gül yüzünü okşamış uykusuz gecelerinde. “Anam benim” diyerek sevmiş kızını. Toprak olmuş anasına bağışlatmak için kendini, günlerce, gecelerce kahretmiş yaşama.

* * *

Ne zamandır okşuyor güneş Gülgez'in yıllardır sevilmemiş sırtını?

Bir gün önce duymuş evin satıldığını da vurulmuş beyninin ortasından. Yıllardır ne bir ses, ne bir soluklarını duyduğu, batıdaki kentlere, karılara, çocuklara dağılmış kardeşleri satmışlar baba ocağını! Yok saymışlar Gülgez bacılarını.

Ne bir hayvan ayağı, ne çocuk çığlığı karanlık avlularda. Ne bir sevda türküsü, ne bir sevecen ana çağrısı evlerde... Koşatlarda, direklerde, çürümeye yüz tutmuş örtmelerde, on yıllar öncesinin dokunuşları, bakışları gizlenmiş. Ağır, hüzünlü bir havadır içeriyi dolduran. Yırta yırta geçer soluk yollarını, uyandırır geçmişi.

Yıllardır uğramamış baba evine Gülgez. Ne zaman uçmuş, yıkılmış bu avlunun örtmesi, ne zamandır gümüş ipliklerle donanmış kapısı, bacası?

Derin bir soluk alıp doğruldu oturduğu yerden Gülgez. Yandaki evin kapı aralığından eski komşuları, baba evinin de yeni sahibi Alişan'ın saatlerdir kendini gözlemekte olduğunu bilmeden oraya yöneldi. Alişan'ın kapısındaki demir elcek duyulur duyulmaz tıkırdadı.

“Alişan Dada!” diye seslendi Gülgez. Aynı çocukluğunda, genç kızlığındaki sesi! Aynı sesle seslendi Gülgez, gözünde iki damla yaş.

Öyle dokunaklı geldi ki o ses Alişan'a, hiç beklemeden, hiç bekletmeden açtı kapıyı. Kapının hemen arkasında durduğu, Gülgez'i izlediği anlaşılmasın diye bir ufak çaba bile göstermedi.

“Buyur Gülgez kızım, gel içeri” dedi. Sıcak, sevecen, babacan... Sesinde gizlenmemiş bir acıyla.

“Gelmeyeyim Alişan Dada...” İçine koca bir soluk doladı Gülgez. Gözlerinden, sıra sıra inci taneleri olup akıverdi yaşlar...

“Baba evimdir Dada'can” dedi Gülgez. Cız etti Alişan'ın içi. Bu, kapıdan görüp acısını sezdiği, yıllar öncesinin dostluk, atalık duygularıyla sarmaya, sahiplenmeye yöneldiği deli kız, bir köyü öfkesiyle yıldırmış deli kadın, Alişan'ın evi satın almasına bir engel mi çıkaracaktı acaba? Kanun karşısında elbet o da hak sahibiydi kardeşlerinin sattığı evde, yıllardır uzak, dışlanmış olsa da...
"İzin verirsen, evin eşiğini almak istiyorum Alişan dada" dedi Gülgez. "Bir balta, bir kürek, bir iznin olursa. Senin işine yaramaz artık.”


Aldı nasır nasır yarık yarık eline baltayı, küreği, vardı yüreğine akan acının tadına, yürüdü baba evinin eşiğine Gülgez. O eşiği çıkarıp yerinden, kendi evine takacak.

“Bak kızım, eğer ayağın takılırsa bu eşiğe bir gün,” diyecek kızına, Sevda'sına, “eşik diye geçme sakın, iyi düşün gittiğin yeri. İyice bak aynalara. İyi tart kendini. Bir odun, bir tahta parçası diye bilme bu eşiği sakın!”

Vurdu günahını sırtına Gülgez, aldırmadı bakışlara, köyü bir baştan bir başa yürüdü.
A. Alper AKÇAM
oyku7
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mart 2007       Mesaj #476
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
..agora


Piraye, hilkat garibesini andıran giysileriyle, ürkek tavırlarla bakıp girdi meyhaneden içeri… Şöyle bir gezdirdi bakışlarını ve aradığı gözü buldu.

“Görmedim, ömrümün asude geçen bir demini
Çekerim o siyah gözlerinin, matemini
Hasretiyle, inledim de çekti benden elini
Çekerim hep, o siyah gözlerinin matemini”

Fondaki müzik, onların aşkının şarkısıydı. Tesadüf mü bilinmez…

Usulca yürüyüp, ilişir gibi oturdu masaya. Ona dokunabileceğini düşünmek bile ürpertti solgun yüzünü. İkisi de alışkın değildi bu tarza… Önce yine Piraye konuştu;

- Burada, engeller olmadan bu kadar yakınımdasın ha!
- Yakın mıyım? Aslolan o yakınlık hep vardı. Belki de….

Susup, gelen meyhaneciden bir servis daha istemeyeceklerini el işareti ile anlattılar. O bardaktan ikisi de içmeliydi, yaşanmamışlıkların tadında.

Sadece gözleriyle konuşup, mezelere aldırış bile etmeden kadehi bitirdiler. Doymanın ne demek olduğunu ikisi de biliyordu…

Zor zarın elinde
Kim kimsenin!
Acı balın dilinde
Hay huyun!
Zikir fikrin emelinde
Can canın!
Kalk kalk da gidelim
Ruh bozumu var...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
25 Mart 2007       Mesaj #477
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Aşk, Uydurduğumuz En Güzel Yalan!


Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.


“Bana kalan,
Beni kalansız bölen bu şehir.
Ah! bu şehir, yalan şehir”


demek isterdim; ama yalan olan sendin. Benim yarattığım, inanmak için yıllarımı harcadığım kocaman bir yalandın sen. Gerçek olduğunu gördüm. Sen gittin...

Aslında içimden giden sevgili değildi. Ben sadece, yalanıma inanmıştım. O, gerçekti... Aşk bitmişti. Düşünüyorum da acaba aşk, ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde, müzikte ya da sözde, nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan, güzel ile çirkin, iyi ile kötü gibi birbirini besleyen, değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin temel dinamiklerinden ikisi olabilir mi? Ya da aşk, yalana sesdeş mi? “Seni seviyorum” derken, aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyor, kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyoruz?

“Bir gün içimden gittin, anladım.”


Aşk, uydurduğumuz en güzel yalan! Ve aşk, yalan varsa aşktı.


İnsanın doğasında var. Doğrular ne kadar da az cezbeder bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa, yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Durduralamaz bir dürtüdür bu. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama, söyleten ta kendimizdir.

İçimizdeki yasaklı kimliktir O:


Mülkiyet duygusu ve egosu olağanüstü gelişmiş; ihtiraslı, doyumsuz ve aşka her zaman hazır. Pembedir, mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır, yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır, yasak ve güzel olan herşeye. O cennetteki en güzel meyveyi tadan, ilk ihaneti gerçekleştirendir. Kısacası O, yaşayan tarafımızdır. En güzel anılarımız, en heyecanlı anlarımızdır...

Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye ve neden gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.



*ALINTIDIR*


Son düzenleyen Nephthys; 25 Mart 2007 14:20 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
25 Mart 2007       Mesaj #478
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
25001p209596pz9
Bir kız ve bir delikanlı,bir motorsikletin üzerinde 180 km hızla gidiyorlar ve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor
Kız: Lütfen yavaşla,ben korkuyorum
Delikanlı: Hayır bak ne kadar eğlenceli
Kız: Lütfen,lütfen çok korkuyorum
Delikanlı: Peki beni sevdiğini söyle
Kız: Seni çok seviyorum,lütfen yavaşla
Delikanlı:Şimdi de bana sıkıca sarıl
Kız delikanlıya sıkıca sarılır
Delikanlı: Şapkamı alıp,kendine takar mısın? Başımı çok sıktı...
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber çıktı....
Morsiklet kazası
Motorsiklet fren arızasıyla bir binaya çarptı.Üzerindeki iki kişiden sadece biri kurtuldu.

Geçek ise şöyleydi.Yolun yarısında,delikanlı frenlerin bozulduğunu anlamış ama bunu kıza belli etmek istememişti.
Bunun yerine kızdan kendisini sevdiğini söylemesini istemiş ve kendisine son defa sarılmasını istemişti.
Sonra da kendi ölümü pahasına,kızın başlığı takmasını ve hayatta kalmasını sağlamıştı.
İşte gerçek aşkın anlamı da buydu.....
...................................
Alıntıdır
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
25 Mart 2007       Mesaj #479
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Senin Yerine Ağladım Hikayesi

Bu toprakların geneli hiçbir vakit verimli olmamıştı. Yıllar yılı on dönüm toprak, otuz ölçekten fazla vermiyordu. Ama yine de bu toprakları ekiyorlardı. Böyle gelmiş, öyle gidiyordu. Dedeleri, dedelerinin de dedeleri böyle ekmişlerdi. Haram votka ancak çavdardan çekiliyordu. Çavdarlar tarlalarda burcu burcu kokarak olgunlaşıyordu. Esmer yanaklı dilberler çavdardan ev işi votkalar yaparlardı. Pınardan kaynayan su mudur, votka mıdır ayrıt edilmezdi. Güzün köyler, nahiye merkezleri körkütük sarhoşluğa gömülüyordu.
İçini bir acı kemiriyor, kaslarında tarifsiz bir yorgunluk hissediyordu. Havaya sinmiş, ince öğütülmüş çavdar kokusunu içine çekti. Aldırış bile etmeden, tepeye kadar yürüdü. Düşünceleri geçmişlere kadar uzanıyordu. Mezarlığın dışında, kardeşin kardeşi yargıladığı günlerde, kurşuna dizilenlerin, asılanların sayısını bilen yoktu. Derinliklerinde gözyaşlarını saklayan, topraklarında çiçekten çok genç dulların yaşadığı kutsal ırmak; hala akmaya devam ediyordu. Suyun çıkardığı hıçkırıkları dinliyordu. Güneş durmadan bulutun arkasına gizleniyor, yeniden çıkıyordu. Akarak geçen bulut kümelerinin gölgeleri bozkırlara düşüyordu. Keder yüreğini kabartınca, yanaklarından akan gözyaşları tenini yakıyordu. Esen rüzgar, gözyaşlarını kurutmaya yetmiyordu.
Güneş batarken, sular leylak rengine bürünüyordu. İki genç kız yan yana pınardan doldurdukları su dolu kovalarıyla evlerine dönüyorlardı. Avlu önüne oturmuş iki kadın ellerinde yün eğiriyorlardı. Bu yıl güz erken gelmişti. Rüzgar, sararmış kavak yapraklarını sürüklüyor, yabani otları karıştırıyordu. Biliyordu ki, birazdan gece bozkırların üzerine kanatlarını gerecek, ortalığı süt rengi bir pus kaplayacaktı. Ufukta görünürde hala kimsecikler yoktu. Gündüzleri onun hasretini çekiyor, geceleri onun için gözyaşları döküyordu. Umutsuzca kalktı. Ağır aksak, gönülsüz eve dönüyordu. ‘Kadıncağız oğlunun hasretiyle eridi, bitti. O gelemeyecek ama onu hala gelir diye ümitle beklemeye devam ediyor zavallı’ diye söylenmelerine aldırmıyordu. Geçen giden günlere aldırış bile etmiyordu.

Koyu bir karanlık, vişne ağaçları arasına sokuluyordu. Kuzeyden esen rüzgar, kuş başı kar taneleri atıştırmaya başladığı bir gündü. Kocası gecenin ilerleyen saatlerinde eve dönerken; yolda kaza geçirmiş bir yabancıyı getirmişti. Perişan durumdaydı. Onun yaralarındaki kanları silip temizlemişlerdi. Donmaya yüz tutan vücudunda yaşamdan nerdeyse bir eser bile yoktu. Ölüden farksızdı. Onu uzun bir süre ovdular. Yaşam varsa ani sıcak onu felç edebilirdi. Uzun bir süredir, onunla uğraşıyorlardı. Kendi evlatlarından farksızmışçasına onu hayata döndürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Gerekli pansumanları yapmışlar, kanayan yerleri sarmışlardı. İçlerinden onun kurtulması ve kendilerine bağışlaması için Allah’a yakarıyorlardı. Tertemiz bir oğlana benziyordu. Esmerdi ama yüzü bu güne kadar gördükleri yüzlerden çok farklıydı. Adam karısına baktı. Kadının gözlerinden akan yaşlar yanaklarından göğüsleri üzerine dökülüyordu. Yüreği, mayıs yağmurundan sonraki çavdar gibi büyüyordu. Boğazı gözyaşlarıyla düğümlendi. Kalbi sıkışıyordu. Adam:
“Galiba artık yaşamıyor.”
“Bir hekim çağırsan…” dedi.
“Bu saatte… Kar yolları kapamıştır.”
“Ölürse, yazık olacak…”
Aradan saatler geçtikçe umutları azalıyordu. Kadın yabancının başından ayrılamıyordu. Bir ana şefkatiyle onun için ağlıyordu. Bu arada sabahı etmişlerdi. Kar yağmaya devam ediyordu. Etraf tamamen beyaza bürünmüş, yer gök birleşmişti sanki.
O arada arda kapı çalındı. Birbirilerine baktılar. Kimseyi beklemiyorlardı. Merakla kapıyı açınca; kar da soğukla beraber içeriye doluverdi. Gelen komşu kadın ile kızları Ayyüce’ydi. Komşu kadın :
“Yahu komşu, Neyiniz var? Sabaha kadar ışıklarınız sönmedi.”
Kadın başıyla hareketsiz yatan yabancıyı gösterdi. O yöne baktı. Bir ölüden farksız biri yatıyordu. Ona yaklaştı. Elini tuttu. Eli soğuktu. Nabzının atıp atmadığını anlayamadı. “Yazık. Ölmüş mü” Yeniden baktı. Ayyüce, genç adamın elini avucuna alarak sıktı. Bir süre kendinden ona hayat veriyor gibi tuttu. O da annesi gibi onun yaşaması için içinden dua ve dileklerde bulundu. Adamın zayıfta olsa nabzının attığını fark etti.
“Bu yaşıyor, ölmemiş” dedi. Onun olumlu enerjisi mi, sevgisi mi genç adamı hayata döndürdüğünü anlayamadılar. Kadın yeniden bulmuş gibi sevindi. Eğilip ona baktı. Evet o yaşıyordu.

Günlerce ayıkmadan yatmıştı. Ona şifalı otlardan merhemler yapmıştı. Ayyüce gönüllü hemşire gibi çalışmıştı. Zamanın çoğunu onun yanında, ona yardım ve izlemekle geçiyordu. Balla sütü karıştırarak, ağzına damlatarak içiriyordu.

Yatağın başucunda uykusuz geçen gecelerden dolayı, kadın her geçen gün biraz daha kuruyordu. Ayyüce’nin yardımlarını takdir ederken; diğer yandan da kıskanıyordu onu. Bir kazayla gelen konuğu kaybetmeyi asla düşünmek istemiyordu. Sessizlik gözle görülmez dantelden ağlar örüyordu. Çakır ayazlı gecelerde; ay pencereden kederini gözetliyor, bir ananın özlemini seyretmekten zevk alıyordu. Hayat, delikanlıya ağır ve istemeye istemeye geri dönüyordu. İki hafta geçtiği halde, gözlerini yeni açmıştı. Başı yastıktaydı. Güçlükle bakındı. Kadın :
“Şükürler olsun yaşıyorsunuz” diyordu.
“Neredeyim ben?”
“….”
“Kimsiniz? Nerelisiniz?” diye sormak istediyse de sormaktan vazgeçti. Kim veya nereli olduğunun ne önemi vardı. Kurtulmuş ve yaşıyordu ya.. Bu yetmez miydi? Genç adam gözleriyle kadına baktı.
“O kimdi?”
“O dediğin kim?”
“Bir kız… Beni kurtaran…”
“Besbelli rüya görmüşsünüz.”
“Bilmiyorum rüya mıydı, gerçek mi? Uçurumdan yuvarlanıyordum. Son anda bir ay yüzlü kız, eliyle elimden tuttu ve o beni kurtardı.
...
Her geçen gün biaz daha iyileşiyordu. Ay yüce, yakınlığını ve sevgisini esirgememişti. Bir ara : ‘Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın... "Nereden çıktın bu vakitte" demeyecek. Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; "Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında. Sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni güvenli kolları... Dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı... En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin. Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz... Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli. Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli... Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, "hak ettim" diyebilmelisin. Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş... Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında, onun gözlerinden yaş gelmeli...’ gibi sözler söylemişti.Bir şeyler sezse de bir şeyler söylememeye kararlıydı. Yaşlı kadın:
“Buralarda ne arıyordunuz?”
“…”
“Ailen yok mu?”
“Gökteki yıldızlar kadar yalnızım.”
“Madem ailen yok, bizimle kal. Bir oğlumuz vardı. Ama ondan iki yıldan beri haber alamadık. Karı koca körebe oynuyoruz. Gerçi bizim kanımızı taşımıyorsun. Bizimle kal. Seninle ekmeğimizi taştan çıkartırız. Topraklarımız verimlidir, cömerttir. Biz yaşayacağımız kadar yaşadık. Çiftlik senin olur. Bizi bırakıp gitme…”
“Yanınızda seve seve kalırım ama…”
“Ama ne!...”
“Yapmam gereken bir görevim vardı.”
“Tamamen düzelmen aylar alır.”
“Tamam sizinle kalıyorum. Allah Kerim…”
“Belki temelli kalırsın…”

Günler bahara gebeydi. Buzlar kurt yemiş gibi göz göz olmuştu. Güneşin yıkadığı sel sularıyla oluşan göllerde ayna gibi parlıyordu. Rüzgar çiçeklerin insanı büyüleyen kokularıyla yüklü esiyordu. Yabani elma ağaçlarının dökülen çiçekleri yerleri kaplamıştı. Ebe gümeci, kuzu kulağı, sarı sığır kuyrukları yeşermeye başlamıştı. Bir gün yabancı adama benzeyen iki adam geldi. Yol kenarında konuştular. Birlikte eve geldiler. Kadına dönerek :
“Beni çağırıyorlar. Şu anda gitmem gerek ama mutlaka geri döneceğim.” dedi.
Kadının beklediği an gelip çatmıştı. Gözyaşlarını tutamıyordu. “Bilmelisin ki bizim güneşimiz oldun. Seninle aydınlandık. Günlerce ‘Senin Yerine Ağladım’ Mutlaka dönmelisin. Yolun açık olsun.”
Kadının elini öptü. “Mutlaka döneceğim” dedi.
“Ne olur dön bize…”
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
25 Mart 2007       Mesaj #480
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
heart38lb6
ROMANTİK SEVGİLİ
Günlerce,gecelerce hep onu düşünmüştüm.O ise beni sadece bir iş arkadaşı olarak görüyordu.Hatta bir seferinde kız arkadaşıyla kavga etmiş ve bana cep telefonunu uzatarak,onu aramamı ve ikna etmemi rica etti.Gözyaşlarımı içime akıtarak,kıza telefon açarak barışması için ikna etmeye çalıştım.Sanki Tanrı dualarımı duymuştu.Kız hiç bir şekilde barışmaya yanaşmıyordu.Ben üstüme düşeni fazlasıyla yapmıştım.
Aradan bir kaç hafta geçmişti.Haldun olanları unutup,eski neşesine kavuşmuştu.Bir akşam 22:00 sularında cep telefonuma bir mesaj geldi.Mesajın sahibi Haldun'du.
Mesaj şöyleydi
-Yarın bana son kez yardım etmeni istiyorum.Hayatımın aşkını buldum.Ne olur onu benimle evlenmesi için ikna et.
Bu mesaj beni beynimden vurmuştu.Gün ışıyana kadar yanağımdan süzülen yaşlar yastığımda acı ve unutulması mümkün olmayan bir iz bırakmıştı.
İşe giderken ayaklarımın beni geri geri götürüyor,yol bitmesin diye sürekli dua ediyordum.Hayatımda ilk ve son kez aşık olmuştum ve bu aşkı ben kendi ellerimle yok edecektim.
Mesaime yarım saat geç gittim.İçeri girer girmez Haldun,bugünün hayatındaki en mutlu gün olduğunu ispatlar gibi neşeli ve bir çocuk gibi heyacanlı yanıma geldi.Ben ise yenilgiyi çoktan kabullenmiştim.Ama sevdiğimin mutluluğu beni teselli ediyordu.Haldun,iyi günler dedikten sonra hemen konuya girdi.
-Yeşim senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum.Ama inan çok yüce bir olaya vesile oluyorsun.
Elindeki telefon numarasını bana uzattı.Bu numarayı arayıp,karşı tarafa;
-Haldun seni hayatını paylaşacak kadar çık seviyor.Lütfen onu kırma ve evlenme teklifini kabul et.İnan seni şimdiye kadar kimseyi sevmediği kadar çok seviyor.
Dememi istedi.Masama;
-Bu emeğinin karşılığı değil ama,diyerek küçük bir hediye paketi bıraktı.Elimdeki telefon numarasını çevirmeye başladığımda parmaklarımdaki titremeyi görecek diye çok endişelendim.Telefon çalmaya başlamıştı.Birden masamdaki kutudan love story müziğini duydum.Telefon hala kulağımdaydı.Bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyrdum.Kutuyu açtığımda bir cep telefonu gördüm.Telefonu aldım ve açtım.Haldun bir hamle ile masamdaki şi telefonumu kulağımdan aldı.Ben ise gayri ihtiyari cep telefonunu kulağıma götürmüştüm.Haldun şimdiye kadar duymayı her şeyden çok istediğim,bir kerecik duyduğumda ölmeyi bile kabul edeceğim o cümleleri söylemeye başladı.Ben ise gözyaşlarımı tutamadım.boynuna sarıldım....
......................
*Alıntıdır*

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat