Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 66

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.321 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #651
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
GÖRMESİN SENİ AŞK ,TÜKÜRECEK YÜZÜNE

Sponsorlu Bağlantılar

Gel dedi bir şehir, dedi ne olursan ol, ne olursun gel, gelirken bakma ardına
…ve bıraktıklarına … yaktıklarına, ve yandıklarına,
seslenilişleri ardından ‘gitme’leri duymadan gel,
uzaklaştıkça feri kaçan ardında kalan bakışları görmeden gel,
ve gidersem bekler misin, kalır mısın döndüğümde sormadan gel……
hesapsızca, hoyratça, fütursuzca
gitti(m)
öncekilere benzemeyen bir gidişle
…. kent kaldı ardın(m)da, ve kent ‘kara’rdı…Günlerden bir gün
Dön dedi ‘kara’ kent, gidecek başka yerin kalmadığında, buradayım dedi, kırgınca,
Oysa ben seni eskiden böylemi karşılardım, sen böylemi gelirdin,
severdin bu kentte, sevilirdin de,
aşk vardı, aşkın da, aşkıydın da
böylemi dönmeliydin, per perişan, ser sefil,
Sana verecek hala bir şeylerim var derken içinden geçirdi sana çok bile diye
Bir parça ekmek, bir yudum su, parça kağıt, kalem, her gün biraz da mavi
Cezalısın dedi biliyorsun. İyi halin yok,.
Eğer ağlarsan gözyaşlarını içine akıt,
canın yanar, bağırasın gelirse içinden kopup gelen çığlıkların dudaklarına çarpıp geri dönsün,
ve bir de umudunu vereceğim ama büyütemeyeceğin
her gün bir parça koparta koparta tüketebilirsin idareli kullanmalısın.
İşte inziva hanen
gir
Görmesin seni aşk, tükürecek yüzüne
ve
Kapandı kapı üzerin(m)e….



Döşemelerin üzerinde umudun(m)un artık son parçasından dökülüp kalmış kırıntılar…
Alışılmış bir yalnızlık, göğe doğru uzanmaktan yorulmuş iki el,
Hala kapalı bir kapı
Af belki….



——————————————————————————–



Yazar : Hüsrev
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #652
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Senin Korkularını

Sponsorlu Bağlantılar
Benim İnceliğimi





Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık.

O küçük ölüm!

Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı.
Ben bulutları gösterirken,
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış,
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı”
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip,
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ”
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.

Şimdi anlıyormusun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında....

Ne mi yapacağım bundan sonra?

Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye....

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?

Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi

doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu

yonta yonta binlerce

heykelini yapacağım.







Şükrü Erbaş

DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #653
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
lütfen sonuna kadar okuyun


Zaman: Efsane / İÖ 6. Binyıl Ortaları
Mekân: Güneybatı Türkiye / Karadeniz

Ve allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebile yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap... Ve ben, işte ben kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum. TEKVİN 6: 13,17

Kitabı Mukaddes'te dünyanın tümünü boğan büyük Tufan hikâyesi Tekvin kitabının 6-9 bölümlerinde anlatılır. Tanrı, yarattıklarını insanlığın günahları nedeniyle yok etmeye karar verdiğinde namuslu bir insan olduğu için yalnızca Nuh'u kurtarmıştı. Tanrı ona, küçük küçük odaları olan bir eve benzeyen bir gemi yapması için ayrıntılı bir talimat verdi. Yağmurlar başlayınca Nuh ailesini ve yeryüzündeki yaratıkların her birinden birer çifti gemisine aldı.

Yağmurlar toprağın tümü örtülene kadar yağdı ama sonra kesildi ve sel suları çekilmeye başladı. Gemi Ağrı Dağı üzerinde kaldı. Nuh gemiyi terk edip edemeyeceğini anlamak için kuşları salıverdi. Önce bir kuzgun ve sonra da üç kere bir güvercin gönderdi. Sonuncu kuş geri dönmeyince yeryüzünün kurumakta olduğunu ve gemiden inebileceklerini anladı.

Kuru toprağa ayak basınca ilk işi bir kurban adamak oldu. Tanrı bunu kabul etti ve bir daha insanların günahları için dünyayı cezalandırmamaya karar verdi. Nuh ile bir ahit yaptı ve ona "Semereli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun" emrini verdi (Tekvin 9:1). Yeryüzündeki bütün hayvanlara insanlar bakacaktı ve bu ahdin işareti olarak Tanrı gökyüzüne gökkuşağını yerleştirdi.

Nuh'un Gemisi'nin Aranması

İnsanlar çok eski çağlardan beri Nuh'un gemisinin oturduğu dağ tepesini aramışlardı. Zamanımızda bile geminin kalıntılarını bulmak için seferler düzenlenmiştir ve Yakındoğu'da seçilecek pek çok dağ vardır. Bunlardan biri Irak'ta (eski Mezopotamya'da) Kerkük yakınlarında eskiden Nısır Dağı olarak anılan Pir Ömer Gudrun'dur.

Burası Zagros Dağları'nda, eski Asur ülkesinin doğusundadır. Yine gözde yerlerden biri Van Gölü doğusundaki yüksek dağlardır. Asur İmparatorluğu zamanında (İÖ yaklaşık 9-7. yüzyıllar) burası Urartu krallığıydı (bu adla Kitabı Mukaddes'teki Ararat adının benzerliğine dikkat ediniz). Bu sıradağların en yüksek tepesi olan Masis Dağı da zaman zaman Nuh'un gemisinin arandığı yerlerden biri olmuştur.

Van Gölü'nün güneydoğusundaki dağlar da aranmış ve kimi zaman iyimserlik dalgalarına neden olmuşsa da gemi asla bulunamamıştır. Tekvin Kitabı'ndaki Nuh hikâyesi, tarihi terimlerle ifade edilmiş olmadığı için bunda şaşılacak bir şey yoktur. Hikâye biçim olarak mitolojiktir. Kendisine tapanlarla doğrudan doğruya konuşan bir Tanrı imajını korumaktadır. Tanrı "tek ve mutlak" olarak tanımlanmıştır ama her nasılsa insan karakterlidir ve o dönemin diğer Yakındoğu halklarının Tanrılarından pek farklı değildir.

giz8vh4

Nuh'un Gemisi, Ağrı Dağı üzerinde: Bir güvercin gagasında yapraklı bir dal parçasıyla dönerek suların çekilmekte olduğu haberini getiriyor.
giz9uy5

Eski Babil'den ünlü Gılgamış Destanı'nın Nuh'un Mezopotamya'daki karşıtı olan Utnapiştim'in tufan hikâyesinin anlatıldığı ikinci tableti (İÖ yaklaşık 2000-1800 yılları)

Tufanın İzlerinin Araştırılması

Büyük bir Tufan ve sonra dünyaya yeni bir hayat getirmek üzere oradan sağ çıkan kahramanın hikâyesi Güney Amerika'dan Avustralasya'ya ve Akdeniz' den Mezopotamya'ya kadar eski mitolojilerin çoğunda görülür. Yunan Tufan kahramanının adı Deucalion'du. Nuh gibi o da karısıyla bir gemi yapmış, içini hayvanlarla doldurmuş ve yok olmaktan kurtulmak için denizlere açılmıştı. Eski Mezopotamya'da Tufan kahramanı çeşitli dönemlerde Ziusudra, Atrahasis ve Utnapiştim adlarını almıştır.

Tevrat'taki Nuh hikâyesine en çok benzeyen bu Mezopotamya efsanesidir. Brİtish Museum'dan George Smith 1873'te Gılgamış Destanı'nı yayınlamıştır. Uruklar'ın bu efsane kralı yakın dostu Enkidu'yla bir çok serüven yaşar. Enkidu ölünce çok üzülen Gılgamış, karısıyla beraber Tufan'dan sağ çıkan ve Tanrılar'ın ölümsüzlük bağışladığı atası Utnapiştim'den ebedi hayatın sırrını öğrenmek üzere yola çıkar. Utnapiştim'in hikâyesi ayrıntılı olarak anlatılır ve Tanrılar'ının çokluğu dışında Tevrat'ın Nuh ve Gemisi hikâyesinin benzeridir.

1920'li yıllarda İngiliz arkeolog Leonard Woolley, Tevrat'ın patriyarkı İbrahim'in doğum yeri olan güney Mezopotamya'daki Ur kentinde kazı yapmıştır. Woolley, Ur'da Tufan'ın kanıtlarını bulduğu telgrafıyla Londra'da büyük bir heyecana neden olmuştu. Ama yazık ki, aradığını bulamamıştı ve Güney Mezopotamya ovasındaki diğer yerlerde kazılar yapan sonraki arkeologlar da herhangi bir şey bulamadılar.

Arkeologlar buralarda çanak çömlek, mezarlar ve binalarla yerleşim izlerinin altında ve üstünde, suyla getirilmiş kalın alüvyon katmanları bulmuşlardı. Ancak bu alüvyon katmanları yerleşim bölgelerinin belirli alanlarındaydı ve hiçbir zaman tümünü örtmemişti. Bunlar, Tufan'ın olmasa da, Sümer ve Akad ülkesinin büyük nehirleri olan Fırat ile Dicle'nin yerel taşmalarının kesin kanıtlarıdır.

Mezopotamya'nın bütün kentleri zorunlu olarak bu nehirlerin ya da onların kollarının birinin boyunca kurulmuşlar ve nehirler yerleşim birimlerine hayat verirken taşkın tehlikesi de getirmişlerdi. Eğer nehrin yukarısında, Suriye ya da Türkiye'de aşırı yağışlar olmuşsa ya da karlar dağlarda çok çabuk erimişse, o zaman bu büyük nehirler taşar ve çevrelerindeki küçük yerlere büyük zararlar verirdi. Bu gibi durumlarda bir taşma izi, beklenen bir şeydir. Günümüzde güneyde pek çok eski yerleşim birimi artık çöllerde kalmıştır. Bunun nedeni zamanla nehirlerin yataklarını değiştirmiş olmasıdır.

Arkeologlar ve tarihçiler uzun yıllar boyunca Tufan'ın, özellikle de çok şiddetli olan böyle bir taşkının halkın belleğinde kalmış anısı olduğunu kabul etmişlerdi. Bu anı Hz. İbrahim klanıyla Ur'dan Kenan İli'ne taşınmış ve yeni anayurtlarında taze ve tektanrılı bir biçim verilmiş olabilir. Tekvin'deki yazılı hikâyenin sözlü geleneği, yüzyıllar boyunca usta hikayecilerin dillerinde dolaşmış olabilir. Tevrat metnindeki tutarsızlıklar da bu kaynakların her ayrıntıda fikirbirliği içinde olmadıklarını göstermektedir.

giz10no3

Venedik'te San Marco kilisesinin mozaikleri: Nuh ile ailesi gemide. Nuh hayvanları çifter çifter gemiden indiriyor.

Karadeniz mi Taştı?

William Ryan ve Walter Pitman adlı iki Amerikalı bilimadamı yeni ve gayet ilginç bir kuram ortaya atmışlardır. Bunların ikisi de özellikle Karadeniz'le ilgilenen jeofizikçilerdir. Onlara göre Büyük Tufan, Karadeniz'de İÖ 6. binyılda gerçekten olmuş çok büyük bir âfettir. Karadeniz o zamanlar şimdi jeologların Yeni Euxine Gölü adını verdikleri bir tatlı su gölüydü.

O sıralarda yüzeyi deniz düzeyinin 150 metre altındaydı. Buzul çağı sonunda buzdağlarının erimesi dünyanın tümünde denizlerin yükselmesine neden oldu. Akdeniz (ki, o da Cebelitarık Boğazı yoluyla Atlas Okyanusu'ndan beslenmekteydi) tuzlu suyunu Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne boşalttı. Denizin doğusunda bir kara parçası Marmara'nın Yeni Euxine'yle birleşmesini önlüyordu. Ancak deniz yükseldikçe su bu bölgeyi ilk başlarda yavaş ve sonra belki daha büyük bir hızla aşmaya başladı.

Sonra herhalde Türkiye'de çok olan depremlerden biri sırasında toprak ayrıldı ve milyonlarca ton tuzlu su günümüz Boğaziçi'ne dolup oradan da çok aşağılardaki göle dolmaya başladı. Ryan ve Pitman iki yıl boyunca bu dar kanaldan günde 10 mil küp suyun batıdan doğuya boşaldığını ve böylece kendisine bir yatak kazarak önündeki her şeyi silip süpürdüğünü tahmin etmektedirler. Bu durumda bile Karadeniz'in tümü günde 15 santim yükselecek, gölün kıyısındaki düz arazi günde 1,5 km kadar toprak altında kalacaktır.

Gölün çevresinde tıpkı Yakındoğu'nun diğer yerlerinde olduğu gibi çiftçilikle geçinen insanlar yaşamaktaydı. Bunların çoğu yükselen sulardan hayvanlarını alıp kayıklarla, eşeklerle hatta gerekirse yaya olarak kaçmış olacaklardır. Dört bir yana kaçan bu gruplar Tufan'ın korkunç anılarını da taşıyacaklardı. Bu anılar zamanla kuşaklar boyu saz şairleri ve sıradan insanlar tarafından şarkılar ve hikâyeler olarak anlatıldıkça folklora ve efsanelere dönüşeceklerdi.

Kuram buydu ve bu kuram da şimdi Karadeniz'in tabanı uzaktan kumandalı kameralı denizaltı araçlarıyla araştırılarak sınanmaktadır. Kameraların gönderdiği görüntüler grubun gemisinde izlenmektedir. ilk bulgular heyecan vericidir: 91 metre derinlikte binaya benzer kalıntılara rastlanılmıştır ve bu araştırmalar sıklaştırılacaktır.

İki Amerikalı bilimadamına göre Tufan efsanesinin kökeni budur. Nuh'un hikâyesi bunun bir anısı, Mezopotamya destanları ikinci ve hatta Yunanistan'daki Deucalion efsanesi bir üçüncüsü olabilir. Bu fikrin kanıtlanması güçse de, kolaylıkla gözardı edilemeyeceği de kesindir.




Tekvin'den Tufan Seçmeleri

"Ve onu şöyle yapacaksın: Geminin uzunluğu üç yüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarı doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın. (...)

Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin, erkek ve dişi olacaklar.

Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanını topla ve sana ve onlara da yiyecek olacaktır. Ve Nuh, Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı."


giz13je9

İÖ 6. binyılda Karadeniz taşkını. Deniz yüzeyi 150 metre yükselmiş ve tatlı sudan tuzlu suya bir geçiş olmuştur..
_________________
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #654
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Unutturamaz Seni

Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben; her yerde sen her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem, neşemde sen hüznümde sen, bilmem ki nasıl söylesem...”
Her yer karanlıkken, inleyen nağmeler ruhumu sararken, içimdeki özlemi uyutamıyorken, söyleyin yıldızlar sevdiğim nerede derken, enginde yavaş yavaş gülün minesi solarken, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım diye ağlarken...
Hayatım boyunca her şeye erken başladım ben...
İnsanların çoğu bir şeylere hep geç kalmaktan şikayet ederken; ben hep erken oluşumdan, zamanı gelmeden başlamamdan yakındım...
Acı çekmeye erken başladım; hayal kurmaya, yanımdaki boşluğu dolduracak birini istemeye, istersem dilediğim her şeyi başarabileceğime inanmaya çok erken başladım...
Sevgiye ne kadar erken inanmaya başladıysam, seni de o kadar erken tanıdım...
Seni ne kadar erken tanıdıysam, ihaneti, umutsuzluğu ve düş kırıklığını o kadar erken öğrendim...
“Sen bir ömre bedelsin” derken, “her şeyimi uğruna ben boş yere mi verdim?” diye ağlıyordum...
Bu hayatta her şeyin bir bedeli vardır bir tanem, bunu biraz geç öğrendim, ama senden öğrendim; şarkılardan değil...
Belki bunu da erken öğrenmiştim, ama senden öğrendim...
Sen yanımdayken, bana onca şeyi erkenden öğreten şarkıları bir yana bırakıyordum, onları görmezden geliyordum...
Sonra bir gün sessizce, habersiz, sebepsiz çıkıp gittin...
“O bir gölgedir, varlık sanırsın” diyordu o şarkı, çekip gittiğin o yağmurlu günde...
Çıldırasım geliyordu böyle anlarda, tüm dünyaya isyan edesim, tüm insanlardan hesap sorasım, ne kadar acı çektiğimi haykırasım geliyordu sonsuzluğa...
Her şeye erken başladığım gibi, seni yaşamaya, senin için yaşamaya erken başladığım için seni hiç tanımıyordum, bilmiyordum belki...
Yaşamımda her şeye erken başladığım için bu kadar çabuk ve acımasızca kaybediyordum belki...
Gidiyordun ve bana erkenden öğretiyordun ihaneti, bencilliği ve kimsesizliği; bu korkunç sessizliği, bu şarkılara sığındığım zavallı ümitsizliğimi...
“Yazık olmuş o gözlerden sana akan yaşlara” diyordum haykırarak,
“Bu aşka canımı adayacağım, yeter ki gel bana senede bir gün...”diyordum yalvararak...
Beni bu çocukluğumda öğrendiğim şarkılarla öyle büyük bir yalnızlığa mahkum ettin ki, artık yaşadığım bütün acıların suçunu hep erken öğrenişime, erken inanmaya başlayışıma atıyordum...
Erkenden öğrendiğim her şey eskiydi artık; zaman aşımına uğramıştı...
Ama değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, hatta daha çok değer ve anlam kazanmıştı...
O şarkılar, o sahibinin sesi mısralar yıllarca kalbimin feryadı gibi yankılandı kulaklarımda...
O siyah beyaz fotoromanlardaki tutku dolu aşklar yıllarca girdi rüyalarıma, hayallerime, umutlarıma...
O taş plakları dinlemeye, o hisleri, o arayışları erkenden yaşamaya başladığımdan beri sanki taş basıyorum bağrıma senelerdir...
Sen de benim için erkendin bir tanem...
Bu yüzden öğrenmeye, tanımaya başladığım ilk günden itibaren bana acı vermeye başladın ve zaman geçtikçe daha çok anlam kazandın....
Tıpkı o nostalji şarkılar gibi...
Gün geçtikçe isyan ettirdin, bazen hayal kurdurdun, bazen unuttun, bazen hüzünlendirdin, bazen heveslendirdin, bazen sevindirdin...
Tıpkı, daha çocukken varlığını keşfettiğim taş plaklar, siyah beyaz fotoromanlar gibi...
Çocukluğumda başladım seni sevmeye, artık taş plaklar yok, fotoromanlar yok; o zamanlar kurduğum o fazla masum ve bencil hayaller yok...
Sen de yoksun...
Zamanında elde edemediğim, hep erkenden tanıdığım, yaşadığım hiçbir şey yok artık yanımda...
Yanımda değil bunların hiç biri, ama değerlerinden hiçbir şey kaybetmediler...
Eskiler, ama silinmezler, unutulmazlar, vazgeçilmezler, asla ölmezler!
“Ne varsa eskilerde var” derdi annem...
Ne varsa sende var bir tanem...
Gördün işte, neye erken başladıysam hep kaybeden, hep üzülen ben oldum...
Seni ne kadar derin bir tutkuyla, ne kadar erken bir saplantıyla sevdiysem benden bir o kadar kaçan sen oldun...
Benim erken yaşayışlığımdan kaçtığın zamanlarda tek sığınağım ne varsa onlarda var diye söylenen nostalji şarkılar oldu...
O şarkıları çocukluğumda, seni ise o şarkılarda buldum...
Ve anladım ki, bir çocuğun bir varlığı sevebileceği en masum, en saf ve derin duygularla sevmişim seni...
Ve yine anladım ki, o şarkıları, o anlamları ne kadar erken öğrenmişsem, yaşamışsam, seni de o kadar erken yaşamışım bir tanem...
Ne varsa eskilerde var, ne varsa erken yaşamışlığımda var, ne varsa ve yoksa, hiç olmadığı kadar sende var...
Sende benden bir parça var...
Bana yazdığın o nostalji şarkının derin sözlerinde gizli bizim ortak yanımız, her şeye erken başlayışımız ve hüzün dolu yalnızlıklarımız...
Ne seni ne de o şarkıları çıkartabilirim hayatımdan, çünkü onları çok çok erkenden öğrendim ben, istesem de silip atamam kalbimden...!
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #655
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
Yıllar önce çalışkan bir adam, ailesini avantajlı bir iş imkanı sağlamak için Newyork’tan Avusturalya’ya götürdü.Adamın ailesinden biri, sirke trapez artisti olarak katılmak veya aktör olma tutkusu olan genç ve yakışıklı oğluydu.
Bu genç adam zamanını bir sirk işi yada herhangi bir sahne işi gelene kadar kasabanın sınırındaki batı bölümünde yerel bir tersanede çalışarak geçirdi.

Bir akşam, işten eve gelirken ,onu soymak isteyen beş haydut tarafından saldırıya uğradı.Genç adam, parasından vazgeçmek yerine onlara karşı koydu. Bununla birlikte onu kolayca alt ettiler ve onu feci şekilde dövmeyi sürdürdüler. Botlarıyla yüzünü parçaladılar ve tekmelediler,vücuduna
sopalarla acımasızca vurdular ve onu ölüme terk ettiler.

Aslında polisler,onu yolda uzanmış bir şekilde bulduklarında, onun öldüğünü sanmışlardı.

Morg yolunda, polislerden biri, adamın zorlukla nefes aldığını duydu ve onu hemen hastanedeki acil bölümüne götürdüler. Acil bölümünde yatarken,bir hemşire korku içinde bu genç adamın uzun süre bir yüze sahip olamayacağını fark etti.Göz yuvaları parçalanmış, kafatası,bacakları ve kolları kırılmış, burnu askıda kalmış, bütün dişleri kırılmış ve çenesi hemen hemen kafatasından ayrılmıştı.

Yaşama imkanı az olmasına rağmen, bir yıla yakın zamanını hastanede
geçirmişti.Sonunda hastaneden ayrıldığında, vücudu iyileşmişti fakat yüzü
bakılamayacak kadar biçimsiz ve iğrençti. Artık herkesin imrenerek baktığı
yakışıklı genç değildi.

Genç adam,yeniden iş aramaya başladığında,herkes tarafından geri çevrildi. Bir iş veren, ona,sirkte “Yüzü Olmayan Adam” adında tuhaf bir şov önerdi ve bir süre bu işi yaptı.Bu olanlar boyunca o, hala herkes tarafından reddediliyor, işyerinde hiç kimse onunla görünmek istemiyordu.Genç adam intiharı düşünmüştü.Bütün bunlar beş yılda gelişmişti.

Bir gün, kiliseye uğradı ve bir teselli aradı.Kiliseye girerken onu, kilisenin sırasına diz çökmüş,hıçkıra hıçkıra ağlarken gören bir rahiple karşılaştı. Rahip ona acıdı ve onu uzun uzadıya konuştukları odasına götürdü.
Rahip büyük ölçüde etkilenmişti, onun yaşamını ve gururunu
tekrar kazanabilmesi için elinden gelen herşeyi yapabileceğinin mümkün olduğunu söyledi. Ama genç adam,iyi bir Katolik olabileceğine söz verecek ve olacaktı.

Genç adam her gün ibadet için kiliseye gidiyor ve ibadet ediyordu ve Allah’a onun hayatını bağışladığı için dua ettikten sonra,beyin huzurunu sağlamasını istiyor ve onun gözünde,iyi bir insan olması için şükran duasını
ediyordu.

Rahip, kişisel ilişkileri sayesinde, Avusturalya’daki en iyi plastik cerrahla görüştü. Genç adam hiçbir ücret ödemeyecekti. Çünkü; doktor, rahibin en yakın arkadaşıydı.Doktor genç adamdan çok etkilenmişti.Onun hayata bakış
açısı,tüm kötü tecrübelerine karşı mizah ve sevgi doluydu.

Cerrah harika bir şey başardı.En iyi diş ameliyatlarını onun için yaptı.Genç adam, Tanrı’ya söz verdiği her şeyi yerine getirdi..Tanrı da onu harika ve çok güzel bir eş, yedi çocuk ve ileride kariyer için düşündüğü iş hayatındaki başarı ile ödüllendirdi.

Eğer Allah’a şükretmezsen ve sana değer veren insanları
sevmezsen,toplumda kabullenilemezsin.

Bu genç adam................... Mel Gibson ‘du....
__________________
Alıntıdır
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #656
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Rüzgara Karşı


Doğu Trakya’da bir son bahar sabahı; soğuk bir yel esiyor, ağaçların yapraklarıyla cebelleşiyor. Direniyor yapraklar mevsime. Mevsim değiştim diyor, hüzünleniyor ağaçlar, dökülecek diye yaprakları. O sırada bir sevgili geçiyor hüzünlü ağaçların altından. Yüreğinin havası değişiyor onun da, bir sıkıntılar akınına uğradığını fark ediyor, bir yalnızlık hissine kapılıyor. Eli, cebindeki telefona gidiyor. Oysa bilmiyor, telefonu açacak olanın da aynı mevsimden nasibini aldığını ve çaresinin olmadığını, hazan havaların yeşerttiği hüznün. Yeniliyor sonunda yaprak, rüzgara. Havada kavisler çizerek evimin önündeki kaldırımın üstüne düşüyor. Hemen yanından çok hızlı bir otomobil geçiyor. Zaten havadaki cereyanını henüz sonlandırmayan rüzgar, otomobilin hızının yarattığı akımdan aldığı destekle, yaprakla uğraşmaya devam ediyor. Mekan değiştiriyor böylece yaprak, oradan oraya savruluyor.

Sonundan akraba bir ağacın gövdesine takılıyor, orada kurtulabiliyor ancak rüzgarın hışmından.
Gövdesine yaslandığı yaşlı ağaç, “direnme” diyor “rüzgara, bak benim dallarıma, her biri bir sonbahar.”
Üzülüyor mu bilmiyorum bunu duyduğuna yaprak, ama utanıyor, böyle düşünen bir ağacın gövdesine dayandığı için. Böylece bu kez, taa derinliklerinde diliyor yeni bir rüzgar dalgasını, gelip kendisiyle yeni bir savaşa girişmesi için. Göstermek istiyor belki, yaşlı, yorgun ağaca istencin savaşabileceğini.
“Yeni bir hikayedir oğul her mevsim, bitkilerin korunaksız dünyasının ve sonbahar, her sonbahar, trajik yanıdır her seferinde hikayelerimizin. Değiştiremezsin, değil mi ki sen de yaşanan son sahnelerden birisin işte.”

Söylenenlere inanmıyor olmalı yaprak, yaşananlar adil olmadığı için. Zaten hala var oluşu çürütmüyor mu bu geleneksel paradigmaları. Hayır, yok oluş gerçek olmamalıydı; yoksa nasıl duyardı savaşma istencini içinde, nasıl düş kurabilirdi ve nasıl peşine düşebilirdi düşlerinin… Hem var olmanın anlamı, eninde sonunda onu rüzgarın hırçın nefesine salacak bir ağacın dalında asılı kalmakla sınırlı olmamalıydı.

Kim bilir, belki birazdan yalnız bir kadın geçerdi buradan. Yüzünde, artık okunmayan bir kitabın hüznüyle yürürken fark ediverirdi onu, daha doğrusu, solmakta olan rengini hala terk etmeyen yaşama isteğini. Alıverirdi bir çırpıda onu, yürüdüğü kaldırım boyunca elinde tutar, neden sonra alır, mesela çok tuttuğu bir şiirin yazılı olduğu sayfaların arasına koyuverirdi nazikçe. Böylece yeni bir anlam kazanırdı yaprak ve yaşamaya devam ederdi. Değil mi ki her yeni bir anlam yeni bir yaşamdır. “Uyanır gibi çölde / Derin bir uykudan / Ateşler içinde buğu gibi / Kana kana içer gibi bir tas suyu / Bir kan boşanır burnumdan”* Rüzgara ve her şeye karşın… Yenilmek mi, o da bekleyenlere ve kabullenenlere giderdi.

İşte, yenilmiş bir sevgili daha geçiyor hüzünlü ağaçların altından. Yüreğinin havası değişiyor onun da, bir sıkıntılar akınına uğradığını fark ediyor, bir yalnızlık hissine kapılıyor. Eli, cebindeki telefona gidiyor. Oysa bilmiyor, telefonu açacak olanın da aynı mevsimden nasibini aldığını ve çaresinin olmadığını hüzünlerin ve adil olmayan yaşanmışlıkların.

Böyle seyretti geçen sonbahar, evimin önündeki kaldırımda.

Hiç gezinmemeliyim bugün o kaldırımda. Hiç değilse ben yenilmemeliyiyim, rüzgar olup kaldırımlara savrulmamalıyım.

Yaşayabilsin diye yapraklar ve bilcümle istençler…
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
12 Nisan 2007       Mesaj #657
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Sana uzak kentlerin birinde zamanın bir yerinde seni ve senli günleri anımsamaktı.Akşam güneşi onca zaman üstünde,eskimeyen bir düşüncesin şimdi...İnsan her gün anımsar mı aynı gözleri ?Seni Seviyordum ve senin haberin yoktu...Saçlarını izliyordum uzaktan...Kulağının arkasına düşüşü ve burnun herkesten başkaydı işte..Güldüğün zaman yukarı bakardın.Yukarı bakan başın ve gözlerin vardı.Ne güzeldiler...Sen bilmiyordun ben seni seviyordum..Kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler.Duvarlara,vitrin camlarına,kaldırımlara çarpıyordu...Geri dönüyordu çoğalarak...Senin ismini duyduğum masalarda...Erteliyordum herşeyi...Herşeyi ertelebildiğim oluyordunşkalp ağrısı oluyordun,birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun..Mevsimler değişiyor ve büyüyorduk..Dönemeçler geçiyor köprüler göz alıyor...Ve bazen tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk..CESURDUK!Ufuk çizgisi maviydi,gün batımı hep turuncu...Ve kırmızıydı bütün karanfiller..Ben seni seviyordum SEN bilmiyordun...!! Sevinçlerim oluyordun ara sıra...Ama sen hiç bilmiyordun..Sonra herhangi biri oldun bütün seviçlerim bittikten sonra...Yağmur yağdı serin haziran akşamlarında..Sonra bir gün uzaktan gördüm seni.. Saçların bana inat,Başın herşeye meydan okuyarak..İşte yine aynıı....Kalbimi acıttın her zamanki gibi...Değiştik sanıyordum..Sen yine bilmiyordun..ŞİMDİ bunu san anlatsa birileri
Kim bilir_??
Ya DA BOŞVER BİLME EN İYİSİ.....
VerSchL@GeN - avatarı
VerSchL@GeN
Ziyaretçi
13 Nisan 2007       Mesaj #658
VerSchL@GeN - avatarı
Ziyaretçi
Acele Karar Vermeyin ( Yazar : Lao Tzu )
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:

"Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Nisan 2007       Mesaj #659
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Benim bakmadığımı sandığın zaman, ilk yaptığım resmimi buzdolabının kapısına astığını gördüm ve hemen bir başka resim yapmak istedim.

Bakmadığımı sandığın zaman, sokaktaki bir kediyi beslediğini gördüm ve hayvanlara karşı nazik olmanın iyi bir şey olduğunu öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, benim için en çok sevdiğim keki yaptığını gördüm ve küçük şeylerin yaşamdaki özel şeyler olabileceğini öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, bir dua okuduğunu işittim ve her zaman konuşabileceğim bir Tanrı olduğunu ve Tanrı’ya güvenmeyi öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, yemek yaptığını ve hasta olan bir arkadaşına götürdüğünü gördüm ve hepimizin birbirimize bakmamız gerektiğini öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, zamanını ve paranı, hiçbir şeyi olmayan insanlara verdiğini gördüm ve bir şeylere sahip olanların, hiçbir şeyi olmayanlara vermeleri gerektiğini öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, evimizi ve içindeki herkesi gözettiğini, özen gösterdiğini gördüm ve bize verilenlere bakmamız gerektiğini öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, iyi hissetmediğin zamanlarda bile sorumluluklarını yerine getirdiğini gördüm ve büyüdüğüm zaman sorumlu olmam gerektiğini öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, gözlerinden yaşlar aktığını gördüm ve bazen olayların incittiğini, ama ağlamanın yanlış olmadığını öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, umursadığını gördüm ve olabileceğim her şey olmayı istedim.

Bakmadığımı sandığın zaman, büyüdüğüm zaman iyi ve üretici bir insan olmak için bilmeye gereksinim duyduğum yaşamın derslerinin çoğunu öğrendim.

Bakmadığımı sandığın zaman, sana baktım ve “bakmadığımı sandığın zaman gördüğüm her şey için teşekkür ederim” demek istedim.

Diane David aracılığı ile
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
13 Nisan 2007       Mesaj #660
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
ALFABENİN TANIMLAYAMADIĞI ÜÇ HARF:a,ş,k


Alfabenin anlamsızlığında üç harfti dilsizliğinin kilidi:A,Ş,K
A…düşünde kanla yoğurur yitmişliğin harmanından elde ettiğin ununu…
Ş…göğsünün kafesinde beslediğin çocuğa siyanür bir süt bırakır…
K…gözlerinini hazametine ağlak bir yaşlı kadın gibi oturur…


Yalancığın alamet-i farikasını yer dilimin eteklerinde pervasızca içlenen sözcüklerim…hazanın düşlerimi çalan yerinde yaldızlı yıldızlar gibi düşüyorum uykumun kirpiklerinde kırıldığı yere…gittiğinden beridir fesleğenleri suluyorum yeminle!…aç bırakmıyorum sokakta peşimize takılıpta gelen kediyi…
Şeytanın sözcükleri bir gergef gibi işlediği lahzada içimde bir senliği ifşa ediyorum…kalemim muhterip bir yeniçeri oluyor yokluğunun katranına…kalemim her gidişine aklımın duvarlarına bir virgül atıyor,sözleri ebedi bir türkü gibi söyleniyor mukaddes hislerinin…hayat,yüzünü tasvip edemediğim bir kelime yığını bırakıyor ellerime,benliğime sığmıyor şeydalaşan bedenim…gözlerimin ab-ı hasretinde boğuluyorum…ya güldür…ya öldür…ağlatma sevgili!…
Alfabenin tanımlayamadığı üç harfe diz çöküyor gözlerin,dilin geçmişin titrek sayfalarına soğuk bir demdeme gibi işliyor…vakitsiz bir mevsime düşüyor kuşlar,kırlangıçlar bir akbaba edasında içinde salınıyor…gelip dişlerimin arasına duruyor melankolik bir şarkı,adını tamamlayan harfleri literatürümden atıyorum…serçeler ağlayınca ölür,ben hiç gülmüyorum!…
Hezimetinden kaçarsın istanbul´un ayakların karanfillere takılır..düşersin..yüzün bana kan´ar…ayrık otları çaresizliğinin en ücra köşelerini sarmıştır…yüzünü döndüğün aynaların kırık,içine konan sevinç kuşlarının dalları çürüktür…aşk,aklında bir kelebeğin ömründen daha kısadır…
Şimalinde toprak yiyen bir çocuktur düşlerin,ab-ı haramı içtikçe içinde bir kaktüs gibi yeşerir…nereden baksan yalnızlık sanadır…gitmek,gidilenin içine bin adım yaklaşmak,bir asır onda oturmaktır…zaman gözlerinde pilli bir saat gibidir,ne vakit ağlasan durur…istanbul´un denizi suskunluğuna umman olur,gitmeyi tercih edersen eğer üç harf istanbul´a intihar kalır!…
Alfabenin tanımsızlığında üç harfti gidişinin kilidi:A,Ş,K
Gözlerime açılan kapıların kırıldı
adımların içimde ucube bir çocuk edasında takırdıyor
hadi aç karanlık kutularımı…!
çıksın yarasa kanatlı gülüşlerim!
bak gör!,ağlamak ağır geliyor işte bedenime

gelişine bir fazla veriyorum
üstü kalsın gidişinin…!

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat