Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 127

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 591.798 Cevap: 1.812
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #1261
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.
Sponsorlu Bağlantılar

Omuzları bir küçük kız çocuğun şımarıklığını sergilercesine “Bana ne” ifadesinde. Kıpır,kıpır ya
içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında buluverir kendini.
Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda
kayar gibi “Hooop” havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki
başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş,

esenler de yetmiyormuş gibi.
Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle
barışık ve yaşadığına memnun.

Kahkahası ekrandan yüreklere taşan, mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta
olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle.

Oynadıkları oyunun tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini.

Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına
şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere.

Uyku tutmaz bekleyişlerde ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden..
Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.

Birbirlerini gerçekten merak ederler.

Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden bile sorumlu tutmaya başlar kendini.

Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz.
Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...

Hayaller ekranlara sığmaz olur.

Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak
sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık bu. AŞK ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N’olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
“Bilmiyorum” der.”Bilmiyorum”
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...

”Bu nedir?...Bunun adı ne..?”
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak..
Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir.
Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese
sevda denen şey olmaz zaten.
İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar.
Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara,
onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca.
Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından
bakmaktadır.
Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin
kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...
“Beni ignore et*.Ne olur bunu yap.”
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan
budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği...Ölüm anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..
“Sevdam HAYIR dese” “ Sensiz yapamam dese” diye bekler
nefes almak için.
Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın..
Bunu ikisi de bilirler.
Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan
“Netten çıkıyorum o zaman” “Hoşçakal”
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir...
Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları
gezinir kadının “Hoşçakal”
Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan.
Ve KADIN ÖLÜR...

duygu41 - avatarı
duygu41
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #1262
duygu41 - avatarı
Ziyaretçi
MARTILAR NEDEN DENİZİN ÜSTÜNDE UÇARLAR____
Sponsorlu Bağlantılar



Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında... Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler... Tabii ki... Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşün en fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.

Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş...Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Ağlayarak kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Tabii bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar... Fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış... Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #1263
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dostluk


Serüvendir yaşamak; ne getirir, ne götürür belli olmaz, bir gün ağlar, bir gün gülersin.
En umutsuz anında; yaşlar süzülürken yanaklarından, birden donuverir hatırladığında.. Işığın olur, karanlıkları delersin.. Ya da katılırken kahkahalarla, yüzünde açan gülleri göstermek istediğin.. Belki yanı başında belki çok uzaklarda, ama bir yürek atışı kadar yakındır sana..
Kasvetli bir sabaha merhaba dediğinde gülerek, ya da düz yolda tökezlediğinde, ellerini avuçlarında hissedersin..
Çoğu zaman yalnızsındır kalabalıklarda, sahte gülücüklere sahte gülücüklerle karşılık verirsin..
İlişkiler vıcık vıcık; menfaat, ihanet, riya vardır hep etrafında.. Tiksinirsin..
Hani bazen manasızdır yaşamak. Ot gibiyim der dalar gidersin.. Bir film şeridi gibi geçerken yaşadıkların, Bir iki kareye takılır gözlerin.. O karelerden sevgi akar damarlarına.. Birden canlanır, dirilir, güçlenirsin.. Dört elle sarılırsın sonra hayata.. Meydan okursun, kafa tutarsın.. Dünyayı sırtlayıp gidesin gelir.. Ben de buradayım dersin..
Bir kucak açarsın, kolların dünyayı sarar.. Bir gülümser, içinde çiçekler açar, yüreğinde mevsim ilkbahar olur..
Yanında yüksek sesle düşünür, en mahrem sırlarına ortak edersin.. Kimi zaman kalbini kırdığın, kimi zaman gönlünü aldığın olur.. Almadan veren, çağırmadan gelen, vedasız gidendir..
Gün olur araya yollar, yıllar.. Ama hep taze sımsıcaktır anılar.. Hatırlayınca gülümsersin..
Korkmazsın... Buz üzerine yazılı değildir yitip gitmez.. Onunla alıp verdiklerin..
Bilirsin..
O benim "CAN DOSTUM" dersin..

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Eylül 2007       Mesaj #1264
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir otobüs duraginda karsilasmislardi ilk kez.... Biri tipta okuyordu, öbürü mimarlikta. O ilk karsilasmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karsilasabilmek için, hep ayni saatte, ayni duraktan, ayni otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konusacak cesareti bulmalari biraz zaman aldi ama sonunda basrdilar. Ikisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardi aslinda. Delikanli arkadasinda kaldiği için o duraktan binmisti otobüse, kiz ise ablasinda.... Sirf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çikip, sehrin öbür ucundaki o durağa, onlarin duragina geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...

Okullarini bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen issiz, bazen parasiz kaldilar ama öylesine SIKI kenetlenmisti ki yürekleri ve elleri hiçbir seyi umursamadilar. Ayin sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarinda da hep mutluydular. Zaman asimina ugrayan, aliskanliklara yenik düsen, banka hesabinda para kalmadigi için ya da tam tersine o hesabi daha da kabarik hale getirmek uguruna bitip-tükeniveren sevgilerden degildi onlarinki... Günler günleri, yillar yillari kovaladikça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarinin olmamasiydi. Zorlu bir tedavi sürecine ragmen çocuk sahibi olmayinca, "bütün mutluluklarin bizim olmasini beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarina. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadin, simsıki sarilip adama ve adam "Hayir, ben senin için ölürüm" diye yanit verirdi hep...

Bazen eve geldiginde, aynanin üzerinde bir not görürdü kadin, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafina bak...." Kütüphanenin ikinci rafinda baska bir not olurdu, "Mutfaktaki masanin üzerine bak ve seni çok sevdigimi sakin unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notlari okuya okuya kosturan kadin, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdigi çikolatalar, kimi zaman da pahali armaganlarla karsilasirdi... Aldigi hediyenin ne oldugu önemli degildi zaten....

Hayat ne kadar hizli akarsa aksin, isleri ne kadar yogun olursa olsun hep birbirlerine ayiracak zaman buluyorlardi bulmasina ama kirkli yailarin ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrildi ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye basladi. Kadin da mimarlik bürosunu kapadi ve sadece özel projelerde görev aldi. Artik daha fazla beraber olabiliyorlardi. Bir gün sahilde dolasirken, harap durumda bir ev gördü kadin, üzerinde "satilik" levhasi asili olan. "Ne dersin, bu evi alalim mi?" dedi adama. "Bu viraneyi yiktirir, harika bir ev yapariz. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terasi olan, martilari kahvaltiya davet edecegimiz bir deniz evi yapalim burayi..." "Sen istersin de ben hiç hayir diyebilirmiyim?" diye yanit verdi adam. "Amerika'daki tip kongresinden döner dönmez ararim emlakçiyi... Kaç para olursa olsun, burasi bizimdir artik...."

Sadece bir hafta ayri kalacaklarini bildikleri halde, ayrilmalari zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konustular telefonla. Gözyaslari içinde kucaklastilar havaalaninda. Fakat birkaç gün sonra, kocasinda bir tuhaflik oldugunu fark etti kadin. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konusmaktan kaçiniyordu. Onu neselendirmek için, sahildeki evi hatirlatti ve çizdigi projeyi verdi kadin ama hiç beklemedigi bir cevap aldi: "Canim, o ev bizim bütçemizi asiyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutlulugun tadina alismis insanlara daha da aci, daha da çekilmez gelir. Kadin, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardi adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü bos yere... Yillardir sevdigi adam, duyarsiz ve sevgisiz biriyle yer degistirmisti sanki. Ona ulasmaya çalistikça, beton duvarlara çarpiyordu kadin, her çarpmada daha fazla kaniyordu yüregi...

Bir gün, çocuklugunun, gençliginin ve bütün hayatinin birlikte geçtigi arkadasina dert yanarken, "Artik dayanamiyorum, sana söylemek zorundayim" diye sözünü kesti arkadasi. "O, seni aldatiyor. Is yerimin tam karsisindaki restoranda genç bir kadinla yemek yiyiyor her öglen. Sonra sarmas dolas biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanlari" diye bagirdi kadin. Onca yillik arkadasini, kendisini kiskanmakla suçladi.... Ertesi gün, ögle vakti o restoranin hemen karsisinda bir köseye sindi sessizce ve peri masallarinin sadece masal oldugunu anladi... Kocasinin eskiden ayni hastanede çalistigi genç çocuk doktorunu tanidi hemen. Bazen evlerinde agirladiklari kadina nasil sarildigini gördü adamin...

Aksam kocasi eve gelir gelmez, bazen bagirip, bazen aglayarak, bazen ona simsıki sarilip bazen de yumruklayarak haykirdi suratina her seyi. Inkar etmedi adam. Zamanla duygularin degisebildigi, insanlarin orta yasa geldiklerinde farklilik aradigi gibi bir seyler geveledi agzinda ve bavulunu alip gitti evden. Kapidan çikarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadin, "defol" dedi nefretle...

Ilk celsede bosandilar... Modern bir ask hikayesinin böyle son bulmasina kimse inanamadi. Arkadaslarinin destegiyle ayakta kalmaya çalisti kadin. Adamin, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerlestigini ögrendi. Bazen yalniz kaldiginda, onu hala sevdigini hissedince, aglama nöbetleri geçiriyor, askin yerini, en az onun kadar yogun bir duygu olan nefretin almasi için dua ediyordu.

Aradan bir yil geçti... Her seyin ilaci oldugu söylenen zaman bile, kadinin derdine çare olamamisti. Bir sabah, israrla çalan zilin sesiyle uyandi. Kapiyi açtiginda, karsisinda o kadini gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bagirmak istedi ama sesi çikmadi. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konusmamiz gerekiyor." dedi genç kadin. Kanepeye ilisti ve zor duyulan bir sesle konusmaya basladi: "Hiçbir sey göründügü gibi degil aslinda. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yil Amerika'daki kongre sirasinda ögrendi hastaligini ve yaklasik bir senelik ömrü kaldigini. Buna dayanamayacagini, hep söyledigin gibi onunla birlikte ölmek isteyecegini biliyordu. Seni kendinden uzaklastirmak için, benden sevgilisi rolünü oynamami istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerlestigimiz yalanini yaydi. Oysa ilk karsilastiginiz otobüs duraginin karsisinda bir ev tutmustu. Tedavi görüyor ve kurtulacagina inaniyordu ama olmadi. Gece fenalasmis, bakicisi beni aradi, son anda yetistim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaslari durduramayacagini biliyordu kadin. Hemen oracikta ölmek istiyordu. Eline tutusturulan kutuyu açmayi neden sonra akil edebildi. Itinayla katlanmis bir sürü kagit duruyordu kutuda. Ilk kagitta, "Lütfen bütün notlari sirayla oku birtanem" diyordu... Sirayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söyledigini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Simdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yasayacaksin, anlastik mi?" son kagidi eline alirken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadin... Ve son kagitta sunlar yaziliydi: "Sahildeki evimizi senin çizdigin projeye göre yaptirdim. Kocaman terasta martilarla kahvalti ederken, ben hep seni izliyor olacagim...."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Eylül 2007       Mesaj #1265
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Masum Değil


Sadece bir anlık konuşmadan sonra nedensiz buluşma bağladı yine
birbirimizi bize.Hiç anlamadık sebeplerini.Nedenlerini soramadan ellerimiz
birbirine çoktan kenetlenmişti.Sanki hiç kopmayacakmış gibi.Aklımdan
çıkmayan o hasret günleri,çektiğim çileler,haykırdığım isyanlar hiç biri
unutulmadı.O aylar boyunca ağladığım gecelerin hesabını kim verebilir
ki?kim beni o eski deli dolu günlerime döndürebilir ki?Aşk mıydı beni böyle
divane eden yoksa bu sadece onda mı gizli?Zaman sanki benimle birlikte o
vazgeçilemez aşkımı da alıp götürdü.Sürüklendim bir uçtan bir uca.Gelip de
elimden tutanım hiç olmadı.sevdim diye mi çektim bu acıları bunca
zaman.Hani sevip sevilmek çok güzeldi.Mutlu ederdi insanı;yetmiyor işte
mutlu olmak yetmiyor.Kimseler fark etmeden eriyip gidiyorsun ama nedenini
ne sen ne de başkası bilmiyor.Zaten kimsede öğrenmek istemiyor yalan
mı?Hayatımı mahvettiler,yaşarken öldürüldüm.sevdiğimin ardından en zayıf
noktamdan yakalandım.Giden sevgili yüzünden bitip,tükenmek çok kolaymış
meğersem,ölüm bir harekete bakarmış.Bunları anladın sevince.Her gün daha
fazla tükenen bir beden gördüm o aynanın karşısında.Halbuki bakılmaya
kıyılmayan kaç masum yüz verdik topraklara.Yine bilinmedi kıymet yine
anlamadılar değerlerini.Bu kedere bu derde aşk mı diyorlar?Sevgimi bunları
bize yaptıran.Kimler bu sözlerimden utanacak acaba?bunlara rağmen
anlayan yok beni değil mi?Ben yine mutlu olabilirim geçici bir süre.Ya
onlar acılarıda sevinçleride mezara gömülenler hiç anlamı yok.Aşkın azabı
kör hançerle kalplere yazılmış çoktan.Sonu yok ne benim için ne çekenler
için ne de aşk uğruna.Mezara Girenler İçin.

Merve Ağca
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Eylül 2007       Mesaj #1266
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bu kadar olmamalıydı.. bu kadar olmamalıydı bunca düşün bedeli..3 aycık mutlulukla karşılanmamalıydı 5 yıllık yeminlerim..kendimi beni sıkan tabakalar arasında kalan küçük akıntılar gibi hissediyorum..izleyeceğim rotalar toprağımın çeşidine, akıntının şiddetine mahkum..ne ben değiştirebilirim gideceğim yerleri, ne sen geri döndürebilirsin akıntıma takılan birikintileri…bende istemezdim sürükleyeyim, sürükleneyim acılara.. bende istemezdim içimden seni atmam gereksin..

biraz huzur istiyorum senden tüm günahlarıma karşılık..

Sessizlik istiyorum senden.. susalım birlikte..
Anladım ben sevmeler günah bana…
Bugünden içimi parçalıyor yarınki hiçlikler… geleceğimin düğümleri bugünden diziliyor boğazıma…
ve şimdi lanetliyorum geçmişi…
Yanlıştım .. yanlıştık.. olmalıydı ama, aşk; boş ver aklını dedi.. akılsızlık; hadi dene bir dedi…
İlk önce sen dedi.. hadi söyle dedi..
Devamsızlıktan kalmıştı bizim hikayemiz.. raporsuzdu hatalarımız.. disiplin kurulunda tanışmıştık aşkımızla…üstelik yüreğimizle geliyorduk okula, kapatmamıştık hislerimizi..gecelerimizse hep siyahtı laciverdin aksine iliklememiştik düğmelerimi kötülüklerin karşısında kapıyı tıklatmadan dalmıştık umutlara..ben anayasası gereğince bilmem kaçıncı kuraldan dolayı yasaktık birbirimize…ve ben mahkumdum sana..
Yanlıştın ama sen bana…
Önce uyarı aldık beynimizden.. sonra kınama gururumuzdan.. bir müddet daha geçince birkaç gün uzaklaştırıldık ruhumuzdan..yedik dayağı Feridun’ dan.. en sonunda kaldık aşktan.. atıldık varlıktan.. artık yokuz..!!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Eylül 2007       Mesaj #1267
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Dili


Hep "aşkın dili olsa da konuşsa" deriz.
İşte bir gün aşk konuşmaya başlamış ve demiş ki:
Ey insanlık hep peşimden koştunuz, bana ulaşmaya çalıştınız. Aslında bana ulaştınız ama hiç fark etmediniz. Benim için ağladığınız zaman bile size hep yalan, belki de şaka gibi geldim. Bana hep yakıştırmalar yaptınız. Size bir hikaye anlatayım. Bir gün küçük bir köpek kuyruğunu yakalamak için hep kendi etrafında dönüp duruyormuş ve büyük köpek dayanamayıp
“ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sormuş.
Yavru köpek de,
“bana ancak kuyruğumu yakaladığım zaman mutluluğa ulaşacağımı söylediler. Ben de onun için uğraşıyorum” diye cevap vermiş.
Büyük köpek gülmüş ve
“ben de küçükken senin gibiydim. Hep kendi etrafımda döner, kuyruğumu yakalamaya çalışırdım ama bir gün durdum, düşündüm ve yürümeye karar verdim işte o zaman anladım ki zaten o benim peşimden geliyordu.”
İşte şimdi anladınız mı? Aşk; bir köpeğin kuyruğu gibidir ki ona ulaşmak için peşinden koşmanız gerekmez, o zaten her hareketinizde arkanızdan gelir.
Anonim
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
21 Eylül 2007       Mesaj #1268
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini evrene saçar. Yüksek dağlardan süzülerek gelen cemre damlaları gibi, mehtabın ışınlarıyla çocuklara sevgiyi, sevinci, coşkuyu, muştuyu getirir. Çocuklar her sabah yeni bir müjdenin aydınlığına açar gözlerini. Çocuklar için her yeni gün vazgeçilmez bir muştu taşır. Muştusuz yaşayamaz çocuklar. Çünkü, muştu demek umut demektir, umudun diğer adı da muştudur. Umut en umutsuz gecelerde bile öten bir kuştur. Umut vazgeçilmez gıdadır, yaşam için gerekli olan havadır, sudur belki ama çocuk yüreği için elzem olan, umuttur. Muştudur, yarınlara çekilen özlemdir. Umutsuz kalmak karanlıkta kalmak demektir, dayanılmaz zifiri bir hayat yaşamaya benzer.

Kimsesiz bir çocuk, sokak ortasında, sıcak bir somuna uzanır gibi, umuda, bir yudum sevgiye, şefkate uzanır. Ama bulamaz ürkektir, tedirgindir, çünkü kim bilir kaçıncı kez tekmelenmiştir o körpe yüreği, bir sevgi yerine kaç kez azarlanmayı, ihaneti görmüştür. Çünkü yılanlar, çıyanlar sarmıştır dört tarafı.

Hayat ne dedesinin anlattığı kadar güzel, ne de insanlar düşündüğü kadar iyiydi. Yalnız başına yaşamak için verilen mücadele yorucu ve zor bir yarış gibiydi. Hem de hiç tecrübesi olmadan başlamak zorundaydı bu yarışa. Hayat hiç de kolay değildi. Artık kararlarını yalnız başına verebilecek biri olmak zorundaydı. Hayatını yönlendirebilecek biri. Çocuk da olsa sorumluluklarını yüklenebilecek biri olmalıydı. Unutmamalıydı bir de annesinin olduğunu. İki gözü iki çeşme, her gün dövülen, sövülen, hor görülen ama çaresiz, tüm bunlara katlanmak zorunda kalan ve seninle gurur duymasını isteyen bir oğul olmalısın. Bu yüzden bundan sonra ne yapacağına karar vermen ve ona göre davranman lazım. Şartlar ne kadar ağır, acımasız olursa olsun hem çalışıp hem okuması lazımdı.

Suçlu kendisi mi, kaderi mi, tanrısı mı, onu doğuran mı, bilemez. Çocuk aklı ermez bunları yanıtlamaya. Ama insanlara duyduğu güveni sarsılmıştır. Oysa dedesinden hep insanı, emeği, dostluğu, iyiliği, merhameti, doğruluğu, dürüstlüğü, temizliği, ahlakı ve adil olmayı öğrenmişti. Dedesinden öğrendikleriyle yaşamın gerçekleri birbirine zıt düşüyordu. Ve asıl gerçek olan çok katı ve acımasızdı. Kapı kapı iş aramış ama kimse yardım etmemişti. Dünyada yapayalnız kaldığını hissediyordu. Hepsi de birbirinden beterdi insanların, kimse kimseye acımıyordu, bölüşmüyordu yasını, güveni kalmamıştı kimselere. Sığınacağı bir yuva, elini uzatacak bir dost, ona insan gibi davranacak bir aile bulmaktan ümidini kesmişti. Ölmek istiyordu ama gerçekte yaşıyordu ve kimsesizdi. Umut’un durumuna en çok öğretmeni üzülmüştü, isyanını ve üzüntüsünü şu sözlerle belirtiyordu.

‘’Bir ülke eğer yetimlerini hakça ve eşitçe kucaklamıyorsa, onlara analık babalık edemiyorsa, Umut’ların umutlarını karartıyorsa, efendi olacakları köleleştiriyorsa yere batsın. Kalem ve hokkaya ant içerek salt cebini düşünüp vicdanının sesini duymayanlara lanet olsun’’.

Dünyada kimsesiz yapayalnız kalmış, her şeyi yıkılmıştı. Dedesinin yanındaki güven, neşe ve sevgi dolu yılları bir yaz yağmuru gibi gelip geçivermişti. Yinede zeki bir çocuk olarak hayallere sığınarak kimsesizliğine tahammül etmeye, yaşamın acı gerçeklerine karşı durmaya, dayanmaya, direnmeye çabalıyordu. Hayaller yalancıdır belki, ama kimsesiz bir çocuk ancak soluğunda bir tutam fesleğene eklediği an’larla yaşayabilir. Çünkü durduğu yerde yaşayan tek canlı türüdür fesleğen. Adı Umut’tu temiz, masum, olağanüstü duygulu ve çok güzel bir çocuktu. Gözleri pırıl pırıl zekice ışıldardı. Sevimli tatlı sözleri, güzel gözleri vardı. Mutluydu çünkü umutluydu. Yarınlara umutla bakıyordu. Her akşam sevgiyle döndüğü bir evi, çok sevdiği annesi babası vardı. Sevgiyle okşadığı kuzuları vardı.

Henüz ilkokul ikinci sınıfta iken Babasını bir trafik kazasında kaybedince annesi de geçim zorluğuna dayanamayarak evlenip gitmişti. Evlendiği adam Umut’u istemeyince Umut da İstanbul’da bir gecekonduda oturan dedesinin yanına gelip sığınmıştı. Umut dedesinin umudu, yaşama sevinci, dayanağı olmuştu. Dedesi de umut için her şeydi. Anne – baba, dost, kardeş, arkadaş. Hayatta tutunacak tek dalıydı.

Dedesinin ölümü üzerine hayatta yapayalnız kalmıştı. Gülen gözleri hüzünle dolmuş, tatlı sözleri acıya dönmüş, yüzü asılmış, neşesini, yaşama sevincini tümden yitirmişti. Hayatında tek sevdiği sığındığı, canını istese vereceği, varlığıyla teselli bulduğu, hayatta tek dayanağı, umudu dedesi de onu bu dünyada yalnız başına bırakıp gitmişti.

Henüz daha babasının acısını taze bir yara gibi yüreğinde taşırken, arkasından ikinci büyük darbe de dedesinin ölümüyle gelmişti. Hem de yıllar sonra. Yıkık gönlünün tek tesellisi umudunun, sevgisinin tek odağı, gözünün bebeği dedesi amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Oysa Erzincan’dan İstanbul’a ne ümitlerle, ne hayallerle gelmişti ancak hayatın kötü oyunu burada da peşini bırakmamıştı…

Bundan sonra ne yapacaktı Umut, kime naz edecekti, üşüdüğünde kimin kucağına sığınacaktı, “dedeciğim” diye kime sarılacaktı. Oysa bir çocuk kimsesiz ve sevgisiz kalmışsa, nefessiz kalmıştır. Bilin ki boğulmaktadır. Ve kimsesizlik ateşi yüreğini yakıp kavururken, kanamaktadır. Her yerde bir serinlik, güveneceği bir insan kokusu aramaktadır, şifa ummaktadır; ama kaderin kovaladığı insanın ocağı tütmez. Başını sokacağı, yüreğini ısıtacağı bir yeri olmaz. Bazen kendini öylesine çaresiz hissediyordu ki omzuna yaslanıp sıcaklığını duyacağı, bazen de rahatlayıncaya kadar sarılıp gözyaşı dökebileceği bir insan arıyordu…

Her işe çıkışta ya da okula gidip gelişte, içten içe bağ kurduğu ve dedesinin de çok sevdiği asırlık çınarın altında nefeslenir, dinlenir, sonra yoluna devam ederdi. İçi burkulunca iyice mahzunlaşır, bir yolunu bulur çınarına koşar, gökyüzüne uzanan nasır gövdeli iri yapraklı çınarla konuşur dostluğuna sığınırdı. Hafif esen rüzgarın salladığı yaprak sesleri arasından kulağına çıngırak sesleri gelirdi. Bu ses alır götürürdü onu köyünün bahçelerine, kırlarına, sularına, hayvanlarla olan dostluğuna…

Bahar gelmişti. Her yer yeşillikler içindeydi. Daha öncede dedesiyle geldiği bu yerlere acıyla bakıyordu. Uzaklarda deniz köpük köpük dalgalanıyordu. Ağaçların dalları ve yaprakları çimenler üzerinde koyu gölgeler oluşturuyordu. Ufukları seyrederken dedesini düşünüyordu, yoksul dedesini ve inanmak istemiyordu kendisini yapayalnız koyup gittiğine. Küme küme olup kızıllığa bürünen bulutların üzerinde güneş ağlıyor gibiydi...
Ölmeden önce dedesinin neden ona yaşlı gözlerle sıkı sıkı sarılıp derin derin ah çektiğini şimdi daha iyi anlıyordu. En son okuldan gelip gülümseyerek dedesinin boynuna sarılıp öptüğünde, yaşlı dedesinin nefes almakta zorlandığını görmüştü. Öleceğini biliyordu yaşlı adam ama bunu Umut’a anlatmaya, açıklamaya nasıl başlayacağına karar verememişti. Onu üzmeden anlatmak kolay olmayacaktı. Şimdi her zamankinden daha çok çaresiz, dayanaksız hissediyordu kendini yaşlı adam. Yutkunup boğazını temizlerken boğazı düğümlenmiş, dudakları titremeye başlamış ve gözlerinde iki damla yaş süzülmüştü. Ellerini Umut’a uzatıp ona sevgi ve şefkatle sarılmıştı gücünün yettiğince...

Bir taşın üstüne oturup yoldan gelip geçenleri seyre koyuldu. ‘’Bütün çocuklar evine dönüyor’’ diye düşündü. Sıcak bir yuvanın özlemi vardı gözlerinde; içinde anne, baba, dede kardeş kokusu bulunan. Dipsiz bir kuyu gibi gittikçe derinleşen yalnızlık duygusu ve kimsesizlik korkusu o çocuk yüreğinde onarılmaz yaralar açıyordu.

Her akşam buğulu çocuk gözlerine bin bir acı dolar, kimsesiz gecekondusunda yorganı başına çeker, dedesinin elbiselerine sarılıp, gece boyu korkuyla ürpererek gözlerindeki yaşlarla öylece uykuya dalmaya çalışırdı. Çoğu geceleri zaten kabusla geçiyordu. Oysa güzel rüyalarla uyanmalıydı bir çocuk, apaydın sabahlara. Bir yağmur altında ıslanan tohumların renk renk filizlerinde yaşamalıydı, dolu dizgin umutlar fışkırmalıydı tomurlarından. Koklandıkça açıveren. Açıverdikçe etrafına neşe ve sevgi saçan. Acaba diyordu peşinden koştukça kaçırdığı, kovaladıkça ardından yetişemediği, sıcak bir sevgiye hasret, tek başına dünyayı omzunda taşımak zorunda kalmış kendisi gibi kaç çaresiz çocuk vardı dünyada. Korumasız ve yalnız...

Dedesinin ölürken kendisine bıraktığı paraya dokunmak gelmiyordu içinden, çünkü onunla dedesine yakışan bir mezar yaptırmayı düşünüyordu.
Her sabah erkenden kalkar fırına koşar, fırıncıdan aldığı simitleri sokak sokak dolaşıp satarak, sonra da okulunun yolunu tutardı. Okul dönüşü de bazen manavdan aldığı limon ya da portakalları satar, bazen de küçük bir aşevinin mutfağında bulaşık yıkayıp kazandığı üç beş kuruşla geçimini sağlamaya çalışırdı. Bütün hayali; çalışıp okuyup, başarmak, güçlü bir insan olmak ve annesini o insafsız üvey babasının elinden kurtarmaktı… Ama kimsesiz, küçük yavru bir kuş gibiydi Umut. Konacak dal arıyordu, oysa konacağı her dalın altında bir avcı beklemekteydi.

Umut hastaydı ve üç gündü ateşler içindeydi, yatağından kalkamıyordu. Aç yatıyor ve kımıldayacak gücü kalmamıştı.Dışarıdan insan konuşmaları ve çocuk sesleri geliyordu, ancak kendisi evinde yapayalnızdı.
Yavaş yavaş anlamaya başlamıştı yaşadığı yüzyılın acımasızlığını ve ne zaman yalnız kalsa ağlamaya başlardı hemen, yüreğini yakan acısıyla. Her akşam iki gözü iki çeşmeydi zaten, dokunulmayı unuttuğundan beri.
Vakit buldukça dedesinin mezarına topladığı kır çiçeklerini götürüp bırakırdı Umut. O gün de topladığı çiçekleri mezarının üstüne bıraktıktan sonra, çömeldi ellerini açıp dua etmeye başladı. Dua ederken, gözlerinin önünden dedesinin hayali bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. Bütün sevgisiyle, içtenliğiyle, şefkatiyle capcanlıydı dedesi.

Neredeyse gerçekmiş gibi duruyordu karşısında. Kimseye anlatamadığı acısını, yalnızlığını, kimsesizliğini dedesine anlatmaya çalışıyordu. Zaten öldüğüne bir türlü inanmak istemiyordu, her an çıkıp gelecekmiş gibi hissediyordu. Yaşananın kötü bir şaka olmasını; dedesinin o sevimli muzipliği ile çıkıp gelmesini ne kadar dilemişti. Yanında ölmüş olmasına rağmen, dedesinin öldüğüne bir türlü inanmıyordu. Beklenmedik bir anda çıkıp gelmesini bekliyordu. Fakat şu toprak altında yatıyordu dedesi. Gerçek buydu, zaten gerçek ile hayal arasında geçip gidiyordu günleri.

Umut dedesine çok alışmış, kimsesizliğini onunla tatmıştı. Şimdi yavrusuz bir koyun, anasız bir kuzu gibi kimsesizdi. Umut eşilen bir çukura bir insanın nasıl atıldığını, bir tohum yada fide eker gibi oraya nasıl ekilip, üstünün toprakla örtüldüğünü rüya görür gibi seyretmişti. Herkes gibi o da dönmüştü. Son bir defa başını kaldırıp üstündeki selvilere bakmıştı. Orada artık dedesi de yapayalnız ve kimsesizdi.

Öğle güneşi selvi ağaçlarının arasında sızıp dedesinin mezarına vuruyordu. Rüzgar mezarın üstündeki çiçekleri sağa sola devirirken, bir uğultu ağaçların yapraklarından ıslık sesleri çıkararak ortalığı çınlatıyordu. Rüzgarın sesine, kuşların cıvıltıları renk renk kelebeklerin uçuşları da katılmıştı.
Gün sanki onun üşüdüğü için ısınmıştı ama eksik olan bir şeyler vardı hayatında. Gözlerini kapatıp hayallere daldı. Güzel şeydi hayal!. Hayata tat veriyor, avutuyordu.. Ama, onun ardındaki acı gerçek ortaya çıkınca daha bir başka yıkılıyordu insan. Uyumak istedi, dedesinin mezarına sarılıp.Tam uykuya dalacaktı ki gökyüzünde yol alan göçmen bir kuş sürüsü gördü. O an kendisi de bir yavru kuş olup uçmak istedi. Yorgundu, uyku gözlerinde akıyordu. İçinde bulunduğu büyülü dünyanın, çiçeklerin, uçuşan kelebeklerin o eşsiz havasının renkleri karşılıyordu gözlerini. Kesin emin değildi güneşin sarı olduğuna da. Sadece varsayımlar üretiyordu hayata dair. Bazen korkuları hayallere dalmasına engel oluyordu ama mahmurlaşan gözleri ağır bir film çekimi gibi birden derin uykulara dalıverdi. Ve o da rüyasında mavi küçük yavru bir kuş olup uçuverdi hayallerine doğru, bin bir yeni umutla. Artık başlamıştı yolculuğa. Sevgiye, şefkate, özgürlüğe uçmak arzusuyla…
Şimdi meydan okumalıydı korkulara kimsesizliğe. Teslim olmamalıydı umutsuzluğa. Büyümeliydi. Yüreğinde özenle biriktirdiği ve sakladığı hüznüyle, kederiyle devam etmeliydi hayata. Gerekirse dişe diş didinerek. Gece tüm yolları örmüştü, buna rağmen uçmalıydı korkmamalıydı; kanatlarını çırparak giz dolu ufuklara süzülmenin ve uçmayı öğrenmenin tam zamanıydı. İleri atıldı küçük yavru kuş, üzülmeye fırsat bulamadan yeryüzünden ayrılışına.

Ve uçtu hayallerine doğru bin bir yeni umutla. Gözyaşları döküldü çiçeklerin taçyapraklarının üstüne, billur damlaları gibi parıldıyordu gözyaşları. Uçmak güzeldi ama yine de garip üzüntüsünü atamamıştı üzerinden. Geri dönse miydi acaba, kendisine küs çiçeklere ‘ merhaba’ dese miydi? Ama hayır geride kalanlar geride bırakılmalıydı. İleriye doğru uçmalıydı, çektiği bu korkunç acılardan sıyrılmalıydı; bir daha yeryüzüne dönmemek pahasına da olsa.

Yükseldi küçük yavru kuş, kurtuldu derin üzüntülerin dipsiz kuyusundan ve yol aldı ufuktaki hedefine doğru, durmadan dinlenmeden, bir kuğu sürüsüyle beraber. Gökyüzünde bakınca denizin mavisini görüyordu artık aşağılarda. Ama kendisi sürünün en gerisinde gidiyordu, gücü tükendi tükenecekti ama pes etmiyordu. Göğün kızıllığını görüyordu, bir iç çekti yavru kuş, boynunu büktü, çünkü burada da yalnız kalmışlığın acısını his ediyordu. Yine de kanat çırpa çırpa yükselmeye başlamıştı. Gitgide yükseliyor, yükseliyor yükseliyordu. Gece oluncaya dek kanat çırptı. Kanatlarını çırpıyordu hala, ama yol alamıyordu artık. İndirdi kanatlarını sonunda, aşağıya doğru süzülmeye başladı. Karanlık çöktüğünde ise gözüne ilişen ilk ağacın dalına bıraktı kendisini. Öyle yorulmuştu ki, yere iner inmez uyandı.
Ne kadar da mutlu olmuştu, rüya olsa bile, bunun hoşnutluğunu tüm benliğiyle hissediyordu ve bu mutluluk hiç bitmesin istiyordu. Rüyasında, güneşe ulaşmayı başarmıştı. Mavi kanatları, minicik ayaklarıyla güneşte gezdiğini gördü. Yine de, rüyada da olsa mutluydu, büyümeyi, öğrenmeyi başarmıştı, gerçek sevincin içindeki hisler olduğunu anlamıştı.

Güneşe baktı Umut, bedeni sımsıcacıktı. Bu, herhalde yüreğinin sıcaklığıydı. Ama nasıl olurdu? Gördüğü sadece bir rüyaydı. Hala uçuyordu sanki, inanmadı, inanmak istemedi umut. Tam düşünceleri değişiyordu ki, başına konan kelebekleri gördü. Müthiş acıktığını hissetti, kalktı acelesi olmayan adımlarla hayaller kurarak evine doğru yürümeye koyuldu; hiç bir şey düşünmeyecek kadar yorgundu. Trafik ışıklarına varmadan boş bulduğu bir anda koşarak caddenin karşı tarafına geçmeye çalıştı.

Tam o anda yolda hızla geçen bir arabanın acı fren sesi sarstı ortalığı. Bir an gözlerini açtı Umut. Göğün kararmakta olduğunu gördü. Boynunu geriye doğru uzattı, gözlerini yumdu tekrar. Hiç bir yanını oynatmıyordu. Şimdi güneş de, ay da, yıldızlar da daha solgundu.
Uçmaya devam ediyordu küçük yavru kuş. Yol arkadaşları gitgide uzaklaşıyordu. Yetişemiyordu. Kanatlarından vurmuştu avcılar…

Uçamayacaktı bir daha, kanatları güneşe değmeyecekti. Ama yine de geçip gidiyordu işte, ince bir nakıştan, kanatları mavi bir ışıktan. Acının, yalnızlığın, kederin uzağından. İçindeki uzaklığı ve zamanı yenerek, sonsuzluğa uzanarak hep aynı yerde buluşacaktı sevdikleriyle…
Şimdi hep yükseklerde uçacaktı umut, kanatları yorgun ve yaralı da olsa. Beyaz beyaz bulutlara dökerek içini. Uçacaktı sonsuzluğa doğru…

Sahi kaç yaşındaydı umut
Gökyüzü kaç yaşında
Toprak kaç yaşında
Özlemi kaç yaşında
Ya gözlerindeki parıltılar
Yüreğindeki çırpınışlar
Sahi umut kaç yaşındaydı
Yaşam kaç yaşındaydı
Ölüm kaç yaşında
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
21 Eylül 2007       Mesaj #1269
nünü - avatarı
Ziyaretçi
DALGA İLE KIYININ AŞKI

Öncesinden başlayıp, sonsuza giden dalga,

Hep aşka kavuşma özlemiyle atılır kıyıya.
Dalga, seven - kıyı, sevilendir.
Dokunur parmaklarının ucuyla sevdiğine dalga
Ve döner hep geriye
Bilir kavuşamayacağını ama hep koşar kıyıya
Her bir dokunuşunda aşkına verir bedenini hesapsızca
İşte, ben de seni böyle severim yar.

Yar, bilir misin dağ başında açan uçurum çiçeklerini?
Bilirler görünmeyeceklerini...
Sevilmeyeceklerini...
Koklanmayacaklarını...
Okşanmayacaklarını...
Ama inatla açarlar aşkla, sevgiyle, özlemle.
Hep beklerler gelmeyecek sevgilinin onu kucaklamasını
İşte, ben de seni böyle beklerim yar.

Yar, ipek böceğini bilir misin?
Onun kozasının içinde ördüğü o ipliğe olan aşkını
Bilir o, ördüğü ipliğin kendisinin ölümü olacağını
Ama aşkına feda eder kendini.
Öyle verir kendini yarenine korkusuzca
İşte, ben de kendimi böyle veririm sana yar.

Yar, ağaç ile meyvesinin aşkını bilir misin ?
Meyvesini vermelidir ağaç yeniden doğmak için
Öyle zorludur ki ayrılmaları
Verir meyvesini ağaç
meyve tohum olur, tohum kök olur
Ve yeniden doğar ağaç kendi meyvesinden
İşte bende böyle yar;
Yok olmayı göze aldım, tekrar sende doğmak icin
.
duygu41 - avatarı
duygu41
Ziyaretçi
21 Eylül 2007       Mesaj #1270
duygu41 - avatarı
Ziyaretçi
Marquez'in duygu yüklü veda mektubu

4/10/2006
Kategori: YAZILAR

steamy agliyorum

Yakalandığı kanser nedeniyle sağlık durumu kötüleşen ve inzivaya
çekilme kararı alan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, yakın
dostlarına bir veda mektubu gönderdi.

Yazarın mektubu, değişik dillere çevrildi ve Internet üzerinden yayına
verildi.
İşte usta yazar Marquez'in duygu yüklü veda mektubu:

----

"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup, can vererek beni
ödüllendirse; aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en
zindan dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve
düşünürdüm.Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az
uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı
düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaslanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam
ederdim.

Başkaları uyurken, uyanık kalmaya gayret ederdim.
Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya
bakardım.
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe
çevirir,sadece vücudumu değil,ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım,
eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun
üzerine kazır ve günesin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar

boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar
söylerdim. Gozyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını
hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yasamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm
insanlara
onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar
oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.

Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu
anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaslanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi baslarına öğrenmelerine olanak
sağlardım.
Yaşlılara ise, ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların,
mutluluğun gerçekleri
görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini
öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin babasının parmağını sıkarken aslında onu
kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde...
ARTIK ÖLEBİLİR MİYİM??

Gabriel Garcia Marquez

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat