Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 130

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.286 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ağustos 2006       Mesaj #1291
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bülbülün Güle Aşkı

Sponsorlu Bağlantılar
*Hergün geçtiği o yolda, sayısız güllerin bulunduğu bir de bahçe vardı
bülbülün. Kiminle geçse o bahçenin yanından; yanındakiler güllerin büyüsüne
kapılıp, güllerin ne kadar güzel olduğundan bahsederdi. O ise aldırış
etmeden "Alt tarafı gül işte" der geçerdi bahçenin yanından. Güllere
bakmazdı bile. Sevmek istemezdi gülleri. Solardı çünkü güller, terkederdi
bir süre sonra. Ha! Bir de dikenleri vardı güllerin. Batırırlardı
dikenlerini sevenlerine hiç acımadan.
Bir gün geçiyorken bülbül yine o bahçenin yanından yalnız başına, gayri
ihtiyari dönüp baktı herkesin hayran kaldığı güllere. Evet sayısız gül vardı
o bahçede ve güzel bir ahenk oluşturmuşlardı. "Sana ne" dedi kendi kendine.
Sahip olamayacağı güzelliklerden uzak durmaya çalışırdı çünkü. Yüzünü
çevirirken bülbül, gözüne bir gül takılıverdi. Onca gülün arasında
duruyordu. Gözleri kilitlendi ona görür görmez, "Alt tarafı gül işte"
diyemedi dili bu kez. Olduğu yerde durdu, bakakaldı. Korktuğu başına
gelmişti. Elde edemeyeceklerinden uzak durması gerektiği aklına geliyor ama
bunu kabullenemiyordu.

Neydi farklı olan? Ne vardı ki onda, bülbülü kendisine hayran bırakan?
Benzese de hepsi birbirine, gözleri ve yüreği ile ayırabiliyordu onu
diğerlerinden. Ama gözlerini ayıramıyordu bülbül, o gülden. O an "Kendine
gel" dedi ve istemeye istemeye ayırdı gözlerini.
Gözlerine hükmetmişti ama kalbine hükmedemiyordu. Anlam veremiyordu bir
türlü. Onca gülün arasından seçtiyse onu bir sebebi olmalıydı. Aşk bu muydu?

Gün boyu onu düşündü. Gece uyutmadı hasreti. Bir daha görememe korkusu
büyüdü içinde. Daha fazla duramazdı görmeliydi onu bir kez daha. Yine o
bahçenin kenarında uzaktan uzağa seyretti gülünü ertesi gün doyasıya.
Evet, onun gülüydü o artık. Bir başkasının olmasına tahammülü yoktu. Her gün
o bahçeye gidiyordu, geceleri ise gülünü hayal ediyordu. Güzel hayalleri
güzel planları vardı gülü için. Bir gün sevdiğini söyleyecekti gülüne, gülü
de onu sevecekti. Mutlu olacaklardı elbet beraber oldukları sürece.
Zarar verebilecek herşeyden koruyordu gülünü. Küçücük vücudunun yettiğince
yardım ediyordu gülüne. Susuz kalmaması için bulutlara, gülünü ayakta
tutması için toprağa şarkılar söylüyordu hergün. Bulutla toprak yardım
ettiler güle ellerinden geldiğince. Onlar da hayrandı çünkü bülbülün sesine.
Bülbülün elinden gelen buydu; yardım edebilecek herkese şarkılar söylüyordu
gülü için.

Derken zaman geçti; onsuz olamıyordu artık bülbül, bir an olsun ayrı
kalamıyordu. Hasret acısı, sabır taşından ağır gelmeye başlamıştı bülbülün
küçük yüreğine. Uzaktan sevmek yetmiyordu artık. Sarılmalıydı ona, en güzel
şarkıları söylemeliydi gülüne.
Ama sevecek miydi gül onu. Sevgisine karşılık verecek miydi acaba. Çok sevse
de, ortada bir gerçek vardı. Habersizdi gül bülbülden. Bülbül onu seviyor,
her kötülükten koruyor, hatta yardım etmeleri için hergün, o güzel sesiyle
dostlarına şarkılar söylüyordu. Ancak güllerin en güzeli bundan haberdar
değildi henüz.
Tüm cesaretini toplayıp bir gün, gülünün yanına gitti sonunda bülbül. "Ona
bu denli yakın olmak... Ne güzel bir duygu..." diye düşündü. Hayallerinden
biri gerçek olmuştu. Tüm hayallerini gerçekleştirmek için ise artık
konuşmalıydı onunla. Ve sözlerine başladı o güzel sesiyle. Aşkını itiraf
etti en güzel kelimelerle. Sesi o kadar güzeldi ki, güllerin en güzeli
kayıtsız kalamadı bülbülün aşkına. İlk kıvılcımın çakmasına sebep olmuştu
bülbülün sesi. İlk kıvılcımdan sonra, bülbülün o büyük aşkı, sonsuza dek
sürecek sevgisi, gülün de onu ölesiye sevmesini sağladı. Her gün
buluşuyorlardı. Bülbül gece gündüz, zamanının tümünü gülüyle geçirmeye
başlamıştı. İşte hayalleri gerçek olmuştu sonunda bülbülün.
Bu durum bülbülün sesine hayran dostlarını üzmeye başlamıştı. Artık onlara
şarkı söylemiyordu bülbül. Ve bu durum kızdırdı bulut ile toprağı. Bize
değer vermeyene biz hiç vermeyiz dediler. Kestiler güle yardımı. Suyunu
kesti bulut, desteğini çekti toprak gülden.
Bülbül ise habersizdi tüm olanlardan. Farkında değildi dostlarının kendisine
yüz çevirdiklerinden. Onun gözü gülünden başkasını görmüyordu. O kadar kördü
ki artık, gülünün ihtiyacları olduğunu bile göremez olmuştu. Unutmuştu
güllerin ömrünün kısa olduğunu. Unutmuştu, gülünün bu kadar uzun yaşamasının
bulut ve toprağın sayesinde olduğunu.
Günler geçtikçe gül solmaya başladı. Bülbül anlam veremiyordu olanlara bir
türlü. Gülü gözlerinin önünde soluyordu ve elinden birşey gelmiyordu.
Unutmuştu güllerin solduğunu. Bu acıya hazırlamamıştı kendisini. Gülleri
sevmemesinin nedenini unutmuştu. Aşkın gücü bunu unutmasını sağlamıştı.

Kısa süre sonra soldu gül. Bülbül gözü yaşlı, doyasıya sarıldı gülüne son
bir kez sıkı sıkı. Ancak unutmuştu... Dikenleri vardı güllerin. Daha önceden
gülleri sevmemesine neden olan dikenleri unutmuştu. Batıyordu bülbülün minik
vücuduna gülünün dikenleri. Ama o aldırış etmiyordu bile. Küçücük vücudundan
sızan kanların ne önemi vardı ki artık sevdiği yanında yokken. Ölüm
korkutmuyordu onu. Hatta ölmek istiyordu. Etrafındakilerin yardım etmesine
izin vermedi. Gülünün toprağa serilmiş cansız vücudunun yanına uzandı bülbül
ve yavaş yavaş kapandı gözleri.
Hayatta karşısına çıkan güzellikleri ve aşkı yaşarken, bazı şeylerin ihmale
gelmeyeceğini, sadece sevginin yetmediğini, özverinin de gerekli olduğunu
anlamıştı artık bülbül son nefesini verirken. Ve her ne kadar bedelini
hayatıyla ödeyecek olsada en ufak bir pişmanlık dahi duymuyordu bülbül. Bu
aşk ona; sevgiliyi iyisiyle, kötüsüyle sevmesi gerektiğini öğretmişti.
Dikene rağmen sevip kucaklamıştı gülünü.
İşte o günden sonra bülbül ile gülün aşkı dilden dile dolaşır oldu. Bu aşk
ile gülün güzelliği bülbülün sesi efsaneleşti ve geriye iki cansız küçük
beden ile insanların alması için birkaç ders bıraktı.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Ağustos 2006       Mesaj #1292
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İlan

Sponsorlu Bağlantılar


Her sabah olduğu gibi yine gazetemi elime alacağım bana inat sayfaların birinde gülen yüzünle karşılaşacağım yerimi almış bembeyaz buluta "evlendik mutluyuz" yazısını içime akıttığım yaşlarla okuyacağım ama yine kaybeden sen olacaksın bundan böyle bütün ilanlarda sen beni arayacaksın , saçlarına düşecek bir bir aklar mutlu etmeyecek seni yuvan , çocukların hep benden bir haber bekleyeceksin ve günler sonra adıma verilen bir ilanla bana yöneleceksin

"Ölüm ve Teşekkür" soyadıma ilişecek gözün değişmediğini göreceksin daha çok kahrolacaksın deliler gibi ağlayarak bana son kez döneceksin nereden kaldırıldığımı öğreneceksin olduğun yere yıkılıp güzel gözlerinle şu satırları akuyacaksın.

Çelenk gönderilmemesi ve onun gelmemesi rica olunur...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Ağustos 2006       Mesaj #1293
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Genç bi kız ailesinin evde olmadığı bi akşam arkadaşlarını davet etmiş. Kız kıza yemişler, içmişler, derken içlerinden biri “Hadi cin çağıralım” demiş. Ev sahibi kız da hiç inanmazmış böyle şeylere ama arkadaşlarına ayıp olmasın diye kabul etmiş. Harfler kesilmiş, fincan ortaya konmuş ve elele bir masanın etrafında daire olunup cin çağırma olayına girilmiş. Cin gelmiş gelmesine ama bizim kız hala fincanı arkadaşlarının ittiğini düşünüyomuş. Bi ara fincan hızlı hızlı harflere giderek şöyle demiş: “İçinizde bana inanmayan biri var. Yarın saat 4’te o kişiyle tavla oynamaya geleceğim!” Kızlar feci tırsmıslar ama ev sahibi kız hala dalgasındaymış işin. Saat çok geç olmadığı halde seans hemen bitirilmiş ve kızlar evlerine dağılmış.



Bizimki zaten o tür şeylere hiç inanmadığından cin olayını ertesi sabah unutmuşmuş bile. Öğlene doğru telefon çalmış. Arayan, kızın çok sevdiği, çok iyi anlaştığı teyzesiymiş, “Bugün içimde bi sıkıntı var, evdeysen bi ara sana uğruycam. Dertleşelim biraz” demiş. Kız da sevinmiş teyzesini görecek diye, “Hemen gel, ben de seni çok özledim” demiş.



Kız, teyzesini hakikaten dertli ve solgun görmüş. Hoşbeş etmişler ama teyze hala dalgınmış. Kız,“Teyzecim sen konuştukça daha kötü oldun, istersen başka bişey yapalım” demiş. Teyzesi de “O zaman tavla oynayalım. Ne zamandır seninle oynamadık. Kafam dağılır biraz” demiş. Kız tavlayı almaya giderken bi gece önceki olay aklına gelmiş, “Meğer benim teyzem cinmiş” deyip gülümsemiş.



Kızla teyzesi güle oynaya tavla oynarken bi ara teyze tuvalete gitmek için kalkmış. O içerdeyken telefon çalmış. Arayan kızın babasıymış. Adamcağız çok üzgün bi sesle konuşuyomuş: “Kızım teyzen öğlen bi trafik kazası geçirdi. Durumu çok iyi değildi ama Allahtan ümit kesilmez deyip sana haber vermedik ama az önce teyzeni kaybettik, başımız sağolsun…”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ağustos 2006       Mesaj #1294
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
.....EKSİK BEKLEYİŞ....... Ben sende kendime ait hiç bir şey bulamadım...
Sevgimiz domino taşları gibi hep ek*****,
Aynı rakamları bir türlü yan yana getiremiyorduk.....

Ek***** bir şeyler hep....
Ya benim gülüşlerim, yada senin gidişlerin....
Hep giderdin haber vermeden,
Sessiz , sedasız ve sualsiz...
Gelişlerin ise hep yorgun olurdu, hep eksik....
Her gidip geldiğinde dahada eksilirdi gülüşlerim....
Anlamazdın.....

Ama; Ne ben vazgeçebiliyordum senden,
Nede sen sebepsiz gitmelerinden.....
Eksik haykırışlarımdın benim,
Avazım çıktığı kadar bağıramadığım çığlıklarım,
Uykularımın en yarım anlarıydın, kabuslardan uyandığım..
Sevişmelerimin en duygusuz dokunuşlarıydın, yabancı tenlerde
Umutlarımın en olmamış halleriydin, her gittiğinde....
Şimdi;
HOŞÇAKAL bile diyemiyorken gidişine arkandan bakarken
Yine eksik gülüşlerimle bekliyorum

Yorgun gelişlerini.........
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ağustos 2006       Mesaj #1295
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gül İle Bülbül…rose Bir şafak vakti çok gizli bir bahçede hafiften hafife bir aşk rüzgarı esti ve bülbül yuvasındaki yumurtayı kıpırdattı..

Ve…Gül dalında bir öz tomurcuk olmaya karar verdi

Yumurtanın içinde büyük bir sükun ile uyuyan yavru bülbül kendine geldi ve küçücük bir gaga darbesiyle çatladı kabuk…

Rüzgar bu küçücük yarıktan girdi, aşk dolu soluğunu yavrunun gönlüne üfledi… Böylece küçük bülbülcük daha ilk nefesini alırken aşka aşık oldu…

Anne bülbül acılarla inledi ve dedi ki:

“-Eyvah ki ne eyvah!!! Yavrum bir mecnun olarak dünyaya selam verdi…İnşAllah karşısına acımasız bir leyli çıkmaz…”

Zaman deli çağlayanlar gibiydi ve sonsuza hızla aktı. Aşka aşık bülbül gençlik kapısını çalıverdi.. O an içinde anlaşılmaz bir hasret duydu bir de kendini sonsuz acılara çağıran bir aşk …

Ve… Hayalinde dünyanın en güzel gülü ona gülümsüyordu..

Uçup bir dala kondu. Bilmediği bir sevgiliye sabaha kadar aşk şarkıları terennüm etti.
Baba bu ötüşleri duyunca feryad edip eşine dedi ki:

“-Eyvah ki ne eyvah!!! Böyle bir terennüm şimdiye kadar işitilmedi…Oğlumuzun gönlünü aşk çaldı… Nedir bu başımıza gelen?”

Genç bülbül yaşlı bir dostuna sordu:

“-Aşk nedir?Gül kim? Anlat bana… Ben dünyanın en güzel gülüne hicranımı söylemek istiyorum. Halim nicedir , söyle bana?”

Arkadaşı dedi ki :

“-Dünyanın en güzel gülü güzelliğin en güzelidir. Kim görürse hayatını verir onun için. Böyle derler ermişler. Ama ben görmedim. Ayrıca….Her bülbül de aşık olamaz. O bir yiğitlik işidir ki hayatını vermen , Leyla’n için mecnun olup serden geçmen ve Mevlanı bulman gerekir.”

Genç bülbül çile gömleğini giymişti artık. İnledi:

“-Kim bana aşkı terennüm eder? Kim bu sevdayı yaşamıştır da gizli hikayesini açar bana ve gizli aşk bahçesinden derdime derman bulur?”

Bouynunu büktü arkadaşı ve yüreği yandı dostu için:

“- Yedi okyanusu aş, yedi çöl geç..Yedi dağdan uç… Sonunda Zümrü Anka kuşu’nun yaşadığı Kaf dağına ulaşacaksın. Orada bir ihtiyar koca , bir ermiş bulacaksın. Aşkı ona sor…”

Yuvaya dönen genç bülbül anne ve babasını büyük acılara gark eyledi..Baba dedi ki:

“-Yavrum, göz bebeğim, gönlümün eşsiz gülü, ruhumun taze çiçeği, yiğidim, civanım, tek yavrum..Etme eyleme, bu çılgın arzudan vaz geç… Gerçek aşkı bulman senin neyine… Bu narin bedenle kurda kuşa yem olursun. Şahinler yolunu keser, Doğanlara bir lokma olursun.. Kartallar yavrularına yem eder seni…İnsan oğlu ötüşünü duyarsa seni altın kafeslere koyar..Gel ..Etme eyleme..Bizi de, kendini de perişan etme…”

Lakin…Çılgın bülbül çilelere kanat çırpıp anasıyla babasını göz yaşlarına, gönüllerini kederlere garkederek yollara düştü..

O küçücük kanatlarıyla yedi okyanus aştı. Yedi çöl geçti… Yedi dağın üstünden uçtu . Kaf dağına ulaştı. Zümrüt-ü Anka kuşunun memleketindeki ermiş kocayı buldu. Ağladı, inledi.. Günlerce sabahlara kadar en güzel ötüşleriyle bağrından kopan aşk şarkılarını söyledi…

Sonunda ermiş koca kapısını açtı ona ve uzun bir nasihatten sonra şöyle dedi:

“-Ey Şeyda bülbül…Anlaşılıyor ki sen söz deryasını geçtin… Kainattaki bütün hikmetli sözlerin özünü seçtin , acıları olgun buğday başakları gibi biçtin bedenine elbise diye giydin....Aşkı sana anlatmaya ne gerek. Zira sen Ezel meclisinde aşk badesini yudum yudum içmişsin.. Var git dünyanın en güzel gülünü bul. O gül ki daha açmadı. Henüz goncalaşmada… Vakit kaybetmeden geldiğin yollardan geri dön. Gülistanda gizli köşede saklı gül fidanındaki saklı gonca sabaha karşı karşı gülleşecek!”

Aşk acısıyla hemdem olan bülbülcük öylesine büyük bir içtenlikle Allah’a yalvardı ki Kadir-Mutlak duasını kabul buyurdu ve hemen o gece onu Gülistan’a ulaştırıverdi ..

Aşık bülbül büyük bir heyecan içindeydi: Nihayet leylasını, yani dünyanın en güzel gülünü görecek, onun goncalıktan güle geçişini, gülleşmesini seyredecek, ona dünyanın en güzel aşk şarkısını söyleyecekti.

Bülbülün muhteşem avazesini o gece sabaha kadar bütün alem dinledi, elbette tomurcuk da….

Tam şafak sökerken Bülbül en güzel şarkısını söylüyordu ki gonca yavaş yavaş açılmaya, gülleşmeye ve yüzünü güle çevirmeye başladı. Zira gonca da bülbüle aşık olmuş ve ona bütün güzelliğiyle görünmek istemişti…

Ama…

Bülbül hayranlıktan dondu kaldı. Gülün güzelliği göz bebeklerine nakşoldu. Sesi kesildi, soluğu da…Son nefesi o küçük gagasından bir aşk bulutu halinde dağıldı havaya ve hafif esen rüzgara karıştı. Rüzgar aşk ile doldu ve fısıldadı:

“-Yine aşk rüzgarı oldum…”

Bülbül gülün yaprağından aşağı kayarken bir dikene çarptı. Diken onu kalbinden yaraladı ve dedi ki.

“-Dünyanın en güzel gülüne aşık olmak …Senin neyine a şaşkın bülbül..…Hayatını verdin işte”

Ertesi sabah bahçıvan bülbülün cansız vücudunu görünce çok üzüldü ve güle dedi ki:

“-Seni acımasız katil…Bu kaçıncı? “

Gül sessiz hıçkırıklarını gönlüne gömdü ve yavaşça başını yere eğdi. Sustu kaldı…

Bahçıvan avucundaki cansız bedeni gülün dibine gömerken söyleniyordu:

“-Güzelliğin yerin dibine batsın senin gül fidanı… Bu mezarı her gördüğünde pişmanlıkla yan ..Yan da tüt..Tüt ki kokun aşıklara deva olsun..”

O sırada kapı çalındı. Kapıdaki genç adam Bahçıvana heyecan içinde sordu:

“-Dünyanın en güzel gülü sende imiş. Sevgilim benden onu istedi. Değeri nedir?”

İhtiyar bahçıvan hınçla konuştu:

“- Değeri yok onun…O dünyanın en kanlı katili ..Al senin olsun…”

Elindeki bıçakla daldan kesiverdi dünyanın en güzel gülünü.Uzattı genç adama..

Aşık delikanlı bir koşu tutturdu. Sevgilisi gülü bir çeşmi bülbüle koydu.

Lakin…Aşk rüzgarı bu ayrılığa dayanamadı ve gülü gizlice kapıverdi . Kollarının arasına alıp bülbülün mezarının üstüne yavaşça koyuverdi…

Bahçıvan gülün solmuş halini görünce hüzünle gülümsedi:

“-Nasılmış ölmek dedi , nasılmış…Dur seni bülbülün yanına gömeyim de acı neymiş gör “ dedi..

Gül ve bülbül böylece aynı aşk deryasında idiler artık..

Ama….

Bir şafak vakti çok gizli bir bahçede hafiften hafife bir aşk rüzgarı esti ve bülbül yuvasındaki yumurtayı kıpırdattı..

Ve…Gül dalında bir öz, tomurcuk olmaya karar verdi

Yumurtanın içinde büyük bir sükun ile uyuyan yavru bülbül kendine geldi ve küçücük bir gaga darbesiyle çatladı kabuk…

Rüzgar bu küçücük yarıktan girdi ve aşk dolu soluğunu yavrunun gönlüne üfledi… böylece küçük bülbülcük ilk nefesi alışta aşka aşık oldu…
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #1296
kambis - avatarı
Ziyaretçi
SANDIK BEKÇİSİ VEYA
BİR ÖMRÜN HİKAYESİ
Kapıyı açıp içeri girdiğimde yüreğim ağzıma geldi korkudan.Ninemle burun buruna gelmiştik çünkü.Ne yapacağımı kestiremedim.Halbuki her zaman cam kenarındaki sedirinde oturur halde görmeye alışkındım onu.
Gözlerinde anlam veremediğim bir heyecan vardı.Her zamanki ağır aksak hallerinden eser yok,tam aksine kıpır kıpırdı.Bembeyaz iğne oyalı namaz örtüsü bile hafif kaymış,belli ki bir telaşla dikilmişti kapıya.
“Geldin mi yavrumun yavrusu yavrum” dedi,büyük bir sevgiyle.Sabahtan beri benim okuldan gelmemi beklemiş.Elime bir çift yün çorap tutuşturdu.Kilim desenli yün çoraplar aklımı başımdan aldı.Bu kadar mı canlı olurdu renkler,bu kadar mı hayat dolu...Desenler öyle kibar öyle haraketliydi ki çorabın etrafına serpiştirilmiş çiçekleri koklayasım geldi.
“Gel bakalım bugün senle işimiz var” deyip kolumdan çeke çeke beni odasına götürdü.
Uzun zamandır odasına girmemiştim ninemin.Vaktim olmuyordu ki.Dersler,sınavlar derken neredeyse aile efradının yüzünü bile unutacak hale gelmiştim.
Odada ilk gözüme çarpan atlas duvar halısı oldu.Ninem odasına hayvan ve insan figürleri asmazdı.Duvar halısı el dokuması bir şaheserdi.İpleri kök boyasıyla boyanmış,deseni de dokuyan kişinin kendi eseriymiş.
Anlattığına göre köyündeki çocukluk arkadaşı,ahretliği dokumuş bu halıyı.kavuşamamış sevdiğine,düğünlerine iki ay kala şehit düşmüş sevdiği.
Acısını,hasretini,vuslatını,sitemini,gözyaşını dökmüş her ilmeğe.Ninemim dediğine göre eğer bu kızcağız bu halıyı dokumayaymış,köyün delisi olur çıkarmış.
Odadaki sandığın başına geldiğimizde,bir kez daha sendeledim.Aman Yarabbi!bunlarda neydi?Boyumun iki misli kadar üst üste yığılmış yorganlar,yün yataklar.
Sandığa ulaşmamız için bunların kalkması gerektiğini söylediğinde nerdeyse bayılacaktım.Ama o kadar heyecanlı ve kararlıydı ki sonunda pes ettim ve zor da olsa yorganları birer birer indirdim.
Bu kadar yorganının yatağının olduğunu bilmiyordum.Anlattığına göre bu sakız gibi beyaz yorganlar ve her biri hemen hemen yedi kilo ağırlığında yataklar gelecek misafirler için,her evlenecek kıza çeyiz olarak yapılırmış.
Benim arkadaşlarım geldiğinde uyumayız ki;biz sabahlarız.Yatağa ihtiyacımız yok şimdiki zamanda.Zaten kanepeler var diye geçirdim aklımdan.
Sonunda sandığa ulaştığımızda bir çok güzellikle karşı karşıya idim.El oyması sandık büyük bir titizlik ve ustalıkla yapılmıştı.Ninem bu sandığı marangoz olan dedemin kendi eleriyle onun için yaptığını anlattı.
. Anlatırken,dedem için gözyaşlarını tutamamıştı.Dedem vefat ettiğinde ninem babama hamileymiş.Bir bebekleri olacağını söyleyememiş utancından.yirmi yaşında dul kalmış,babamı tek başına büyütmüş
Dedem öyle varlıklı biri de değilmiş.Nineme kala kala başını sokacağı bir ev ve vuslat anını beklemeye,hem de büyük bir sabırla beklemeye yetecek kadar uzun bir ömür kalmış.
Çocukken ninem namazdan sonra dua ederken ben de yanına oturur avuçlarımı açardım.Hatırlıyorum da bazen Allah’a “Ya Rab.. Sana da hayat arkadaşıma da hasret kaldım.Vuslat anımı bekliyorum.” diye dua ederdi.
Topu topu bir yıllık bir hayat arkadaşlığı...Bu vefa,bu sadakat başka hangi milletin kadınında vardır bilmiyorum.Ama benim ninemde vardı işte.
Titreyen elleriyle sandığın kapağını besmele çekerek açtı.İlk gözüme çarpan sararmış bir resim oldu.Bu karayağız delikanlı dedemdi.Ne kadarda yakışıklıymış...Babamdan bile...
Naftalin kokusunun büyüsü odayı kaplarken ilk defa bu kokudan nefret etmedim.Hoşuma bile gitti diyebilirim.
Kanaviçeler,etamin seccadeler,iğne oyalı yemeniler,namaz örtüleri,kilim desenli el dokuması heybeler,danteller,oyalar,babama ait bebek kıyafetleri bile vardı sandıkta.yok yoktu neredeyse.
Ne gereği var bu kadar çul- çaputu saklamanın diye düşünülebilir.Hadi onları geç babamın bebekliğine ait patik,şapkaya ne demeli.
Ninem görmüş geçirmiş kadın söylemeden anlardı bazı şeyleri. “Hatıra yavrumun yavrusu,hatıra” dedi.
Bunlar bir ömrün hikayesiydi.Her hayat bir romandır ya,herkes yazar değilki hayatını nakşetsin satırlara.İşte bazı hayatlarda eserleriyle,el emeği göz nuru eserleriyle anlatır hayat hikayelerini arkadan gelen nesillere.
Sandığın dibinden bir bindallı çıkarıp üzerime giymemi söylediğinde çok şaşırmadım.Hemen ninemin dediğini yapıp üzerime geçiriverdim bindallıyı.
Yeşil kadife üzerine sarı sim iplerle lale desenleri işlenmiş bir şaheser daha....ninemin gelinliği...
“Bunu” dedi yine sesi ağlamaklı ve titreyerek “düğününde,kına gecende giyersen beni çok mutlu kılarsın”.
Bu teklife nasıl hayır denebilirdi ki.”tamam nineciğim” dedim giyerim inşallah.
Yün çorapları yere atmışım,hiç farkında değilim.Yere eğildi çorapları itinayla aldı elime tutuşturdu.Belli ki hatıraları dahi incitmek yoktu onun edep defterinde. “Bu yün çoraplar ve sandığın içindeki her şey sana hediyem” dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim,ninemin elini öpüp az önce fırlatır gibi açıp açıp bir kenara attığım her biri bir hatıra,her biri bir değer,her biri bir sanat eseri olan çeyizleri özenle katlayıp yerine yerleştirdim.
Odadan çıkarken ninem yatsı namazını kılmak için seccadesine doğru ilerliyordu.Eminim namazının sonunda yine duasında Rabbisine ve yetmiş yıllık hayatı boyunca sadece bir yıl aynı yastığa baş koyabildiği hayat arkadaşına kavuşmak için dua edecekti.
Ertesi gün onsekizinci yaş günümdü.Sabah erkenden kalkıp doğru ninemin odasına girdim.Elinde sararmış karayağız bir delikanlının resmi,dudağında hafif bir tebessüm,beyaz namaz örtüsü hiç bozulmamış halde uyur gibiydi.
Rabbi duasını kabul buyurmuştu.......
Şule Aydın.
22-11-2005
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #1297
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İlk Aşkım



Sevmek evet kimine göre yaşamın ta kendisi,bana göre ise yaşam sevginin ta kendisi.hayatımızın her anında birini severiz.sevdiğimiz şeyin pek önemi yoktur bizim için.ama sevgilerin en büyüğü olan ise herkezin bildiği gibi karşılıklı sevişmektir evet bu çok doğru karşılıklı sevginin yerini hiçbirşey tutmaz.geçmişimde yaşadığım bu olayda platonik bir aşk mevcuttur.neden platonik bir aşk derseniz orası işte çok acayip.kıza karşı bırakın duygularımı anlatmayı kızla konuşamıyordum bile.neden diyecek olursanız bunu bende bilmiyorum.belkide tecrübesizlikten.neyse gel zaman git zaman kıza durumu açıklayacağıma kendi kendime söz veriyorum ama gelde açıkla ,olmuyor,olmuyor,olmuyor.sonunda artık teklif edecem diyip kızın yanına gidiyorum.kızda tam o esnada yılmaz sana açıklamak istediğim bir şey var demezmi.bende hayır önce ben söylemek istiyorum dedim.niye öyle dediğimi halen bilmiyorum.neyse önce ben anlattım durumu ve onunda aynı şeyleri hissettiğini öğrenince diyebilirim!
ki hayatımın en mutlu günü o gün oldu.biliyorum bu hikayeyi okurken ilk aşkınız aklınıza gelecek çünkü o benim ilk aşkımdı.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #1298
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yedi Uyuyanlar!

Vedius Gymnasiumu yanından doğuya doğru dönen asfalt yol, Yedi Uyuyanlar Mağarası’na ulaşır. İmparatorluk içindeki Hıristiyanların, Roma Devleti ile anlaşmazlığa düştükleri en önemli konu, İmparator Kültü’dür. Bu kült gereği Hıristiyanlar, İmparator Tapınağı’na kurban sunma görevini yerine getirmeyince, devlet tarafından imparator düşmanı sayıldılar. Bunlar devlet düşmanları gibi işlem gördüler.

İmparator Decius zamanında yaşayan yedi Hıristiyan genç, İmparator Tapınağı’nda yapılması gereken kurban sunma işlemini yerine getirmek istemedikleri için, kentten kaçıp buradaki bir mağaraya saklanIRlar. Yedi genç bir süre sonra uykuya dalarlar. Uyandıktan sonra yiyecek almak için kente gittiklerinde, yalnız bir gece değil 200 yıl uyudukları ve Roma İmparatorluğu’nun her yanında Hıristiyanlığın yaygınlaştığını öğrenirler. Durumu haber alan imparator Theodosius II, bunu ‘Resurrection’ yani ölümden sonra insan ruhunun yeniden dünyaya geleceği inanışının bir göstergesi olarak kabul eder. O dönemde bu konunun tartışması kiliselerde yapılmıştır.

Yedi genç öldükten sonra büyük bir cenaze töreni yapılır ve gömüldükleri mağaranın üzerine bir kilise inşa edilir.



1927-28 yıllarında burada yapılan kazılarda, bir kilise ile yüzlerce mezar bulunmuştur. Mezarlarda ve kilisenin duvarlarında kutsal kabul edilen Yedi Uyuyanlar’a hitaben yazılmış yazıtlar vardır.

Yedi Uyuyanlar’a mümkün olduğu kadar yakın gömülme arzusu, yüzyıllar boyunca sürmüştür.
Azize Maria Magdalene de burada gömülüdür

M.S. 250 Yılında Roma tahtında İmparator Decius oturuyordu Hükümdar aynı zamanda koyu bir Hıristiyanlık düşmanıydı. Oysa , bu din o yıllarda büyük bir hızla yayılıyordu.

Bu yayılışı durdurmak Decius'un en büyük amacıydı. Hıristiyanları inançlarından vazgeçirecek ve onları tekrar puta taptıracaktı.

Yakalanan Hristiyanları ateşte diri diri yaktırdı , kazıklara oturttu , türlü işkencelerle öldürttü. İmparatorun şerrinden bazı hristiyanlar çok uzaklara kaçtılar.Bunların içinde 7 arkadaş bir de köpekleri vardı.

Bu 7 arkadaş Efesliydiler. Romalı askerlerin ellerinden kurtularak Efes'te Panayır Dağı'nda bir mağara buldular ve oraya saklandılar.

Amaçları bir zaman burada saklanıp kendilerini unutturmaktı. Korku ve üzüntüden yorgun düşmüşlerdi. Sürekli dua ettiler . Tanrı'nın kendilerini kurtarmasını dilediler. Bu arada Efes İmparatoru saklandıklarını haber aldı. Derhal adamlarını göndererek mağaranın ağzını koca koca taşlarla ördürdü ve onları içeride açlık ve susuzuktan ölüme bıraktı.

Sonraları bu olay unutulur.

Aradan geçen uzun zaman sonra magranın önündeki taşlari yıkarlar. Buraya koyunlar için ağıl yaparlar, çalışan işçiler ise uyuyan gençleri farketmezler .

7 arkadaş uyandıklarında adı Yemliha olan genç yiyecek almak üzere Efes'e doğru korka korka yola koyuluyor. Yemliha kente girince hemen bir fırıncıya gidiyor ve ekmek istiyor. Karşılık olarak da cebindeki paralardan veriyor.

Fırıncı paraları görünce şaşırıyor. Yemliha'ya bunları nereden bulduğunu soruyor. Yemliha ise daha çok şaşırıyor. Bunun üzerine fırıncı bunların 200 yıl evvel kullanılan İmparator Decius dönemine ait paralar olduklarını söylüyor. Şimdi Roma tahtında İmparator Theodosius'un bulunduğunu anlatıyor.

Yemliha hayretle "Nasıl olur? Ben dün uyudum bugünse uyandım " diyor .

Hemen mağaraya dönüyor ve durumu arkadaşlarına anlatıyor.

Bunun üzerine tekrar yatıp uyumaya karar veriyorlar. Bir daha da uyanmıyorlar.

İmparator Theodosius durumu öğrenince adamlarıyla birlikte hemen mağaraya koşuyor ve onları uyurken görüyor. Anlatılanlara göre yüzleri pırıl pırıl parlıyormuş.

*Gerek İslam gerekse Hıristiyan kaynaklarındaki 7 uyurlar öyküsü pek fazla farklı değil. Anadolu'da Yedi Uyurlar Mağarası olarak bilinen onlarca mağara ve öyküleri var.

Bunlardan biri de Tarsus'daki mağara.

Tarsus da anlatılan Yedi Uyuyanlar Öyküsünün başlangıcı aynı 7 genç ve köpekleri Şehrin dışında Benelüs adındaki bir dağda mağaraya saklanıyorlar. İçlerinden biri hergün dilenci kılığında şehre gidiyor ve erzak alıp geliyor. Kral onları arıyor bulamayınca babalarını çağırtıyor .Babalar oğullarının mallarını dağıtıp dağa kaçtıklarını söylüyorlar. O gün kente inen Yemliha, durumu öğrenince korkuyla mağaraya koşup arkadaşlarına olanları anlatıyor.

Sabaha kadar dua ediyorlar ve üzerlerine bir uyku hali geliyor.

Yiyecekleri başuçlarında olduğu halde uyuyakalıyorlar.

Kral adamlarına mağaranın ağzını kapattırıyorBu arada yine kralın adamlarından olan iki inançlı kişi gençlerin isimlerinin ve öykülerinin yazılı olduğu iki kurşun levhayı gizlice duvarın içine koyuyor.

Bu levhalarda onların gözleri açık ve uyanıkmış gibi yattıkları ama uykuda oldukları anlatılıyor.

*Kuran'da Kehf suresindeki 18. ayette şöyle yazıyor: "Onları uyanık sanırdın, uyuyorlardı, onları sağa ve sola çevirirdik, köpekleri eşikte ayaklarını uzatmıştı. Eğer onları görmüş olsaydın, geri dönüp kaçardın. İçin korkuyla dolardı."

*Eshab-ı Kehf ya da Yedi Uyurlar Öyküsünün devamı aynı. Yani 309 yıl sonra uyanıyorlar ve bir gün geçmiş sanıyorlar. Sonra yine yatıp uyumaya devam ediyorlar.

*Bir başka kaynak Muhammed İbn-i İshak öyküyü anlatırken kentin adını "Efsus" dağın adını da "Encelüs" olarak belirtiyor.

Bir diğer İslam bilgini olan Veheb İbn-i Münebeh , daha ilginç bir yaklaşımda bulunarak şöyle diyor :

"Efsus halkından Ollias adlı birinin içine mağaranın kapısını açmak düşüncesi doğdu.Kapıyı açtırttı. İşte o anda Yedi Uyurlar kalkıp oturdular.Yüzyıllara rağmen hiçbiryerleri değişmemişti "

Aynı kaynak sonra tekrar yatıp uyuduklarını ve öldüklerini de belirtiyor .

*Katolikler 7 Temmuz'u anı günü olarak kutluyorlar

Ortodokslara göre ise Yedi Uyurlar 4 Ağustos'ta mağaraya girip , yüzyıllar sonra 22 Ekim'de uyanmışlardır.

*Tarsus'daki Eshab-ı Kehf mağarasına girildikten sonra sonunu bulabilmenin olanaksız olduğu söyleniyor. Çünkü gittikçe daralan kayalar, sonunda daracık geçitlere dönüşüyor.Bölge halkinin anlattıkları ise daha ilginç: Çünkü Tarsus'ta bulunan bazı mağara ve inlerden girilirse Kehf mağarasından çıkılacağına inanılıyor. Hatta bu denenmiş ama giren kişiler bir daha ortada görülmemişler yeraltında kayboldukları sanılıyor.

*Bazı doğu kaynakları mağara ehlinin adlarını şöyle sıralamışlardır : Yemliha , Mislina , Mekselina , Mernuş ,Debarnus , Şaznuş , Kefeştatyuş ve köpekleri Kıtmir.
Başa dön
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #1299
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Bilge Kadının Taşı...

Dağlarda gezen bir bilge kadın bir nehirde değerli bir taş buldu. Bilge kadın, ertesi gün kendisi gibi bir gezginle karşılaştı. Gezginin karnı açtı ve bilge kadın torbasını çıkardı ve yemeğini onunla paylaştı. Gezgin, bilge kadının torbasındaki değerli taşı gördü ve taşı çok beğendiğini söyleyip, onu kendisine vermesini istedi. Bilge kadın hiç kuşku duymadan taşı ona verdi. Gezgin karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrıldı. Çünkü taşın, yaşamının geri kalan bölümünü güvence altına alacak denli değerli bir taş olduğunu biliyordu.

Fakat gezgin birkaç gün sonra geri döndü ve bilge kadını buldu. Taşı bilge kadına geri verdi ve “Çok düşündüm. Bu taşın çok değerli olduğunu biliyorum, ama bana daha değerli bir şey verirsin umuduyla bu taşı sana geri vermek istiyorum. Eğer verebilirsen, senin bu taşı bana vermeni sağlayan içindeki o yüce özelliği vermeni istiyorum” dedi.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Ağustos 2006       Mesaj #1300
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bu bir aşk öyküsü!..

Kaleme alındı tüm yaşananlar. Yapıt en büyük aşk öyküleri arasında yerini aldı. Yazar ise dünyaca tanınan bir isim haline gelmiş, ün salmıştı. Satış rekorları kıran, en çok okunan, güçlü bir hayal ürünü olan roman, kitapçıların standtlarında yer aldı. Çok başarılı bir hayal gücüydü ele alınan, yazılan yazılar. Canlı yayınlarda tartışıldı, uzun uzun makaleler yazıldı gazetelerde. Ödüller üzerine ödüller kazanıldı. Leyla ile Mecnun'dan daha gerçekçi, daha modern, 20. yüzyılın alevli aşkını ele almıştı kitap. Zaman geçtikçe yayılan ve herkesin okuması gereken klasikler arasında yerini aldı.

Şöyle başlıyor kitabın ilk sayfaları:..

"Delikanlı henüz 21 yaşında olmasına rağmen 35'inde bir adamın olgun düşüncesine hakimdi. Ailesinden çok uzakta bir kentin sokaklarında dolaşıyordu, ekmeğini bu kentten çıkartıyordu. Yalnızdı ama kimseyede ihtiyacı yoktu. Zekası onu başarıya yükseltmesinde, sevilmesinde ve sayılmasında önemli rol oynardı. Geleceği hep bilmek isterdi ama bir gün geleceğinin değişeceğini hiç düşünmemişti..

Yıl 2006. Bir detroit şehrinin sokakları. Nüfusu metrekaseninden daha fazla olan bu kentte, işten henüz yeni ayrılmış genç ve güzel bir kız vardı. Bir çok kültürün ve manevi değerlerin yitirildiği bu 20. yüzyılın bu şehirde hala ailesine sıkı sıkıya bağlı olan ve hala insanlığını yitirmemiş genç bayan henüz 19 yaşında olmasına rağmen, keskin zekası ve güçlü hafızasıyla 35 yaşında bir kadının olgunluğuna sahipti. Evinde bulunan bilgisayarının başında iş başvurularında bulunuyor ve iş arıyordu. Ve, bilmediği bir süteye üye olmasıyla mail adresi bir çok kişiye ulaşmıştı. Ama o, bu olayın onun hayatında yeni bir sayfa açacağını düşünmemişti.."

Sonra ise anlatılıyor tüm yaşananlar. Tabi, binlerce sayfadan oluşan bu romanı buraya yazmak mümkün değil. Ama romanı özetlemek gerekirse:

Genç kız ile delikanlı tanışırlar. İkiside hayatını dolu dolu yaşayan ve birbirlerinin diğer yarısı gibi iyi anlaşan bir ilişki kurarlar. Buluşurlar. Zamanla sevdaları büyür. Herkesin hayranlıkla baktığı büyük bir ilişki kurarlar. Bunlara örnek olarak ise:

"Gecenin yarısıydı. Yine çaldı telefon. Her gece olduğu gibi. Genç kız açtı telefonu.
-Seni seviyorum sevgilim.
-Bende seni seviyorum Bebişim. Nasılsın?
-İyiyim hayatım. Evdeyim, Nebi'lere gitmiştim, yeni geldim. Sen neler yaptın?
-Ben de iyiyim. İşten çıktım, yoğundu bugün yine. Evdeyim şimdi, yatağıma uzandım. Özledim sesini duyayım istedim.."

Bu diyaloglardan sonra sohbet uzun uzun devam eder. Sonunda ise aralarındaki büyük aşktan dolayı gözler kapalı saatlerce süren konuşmada; bedenler ayrı kentlerde, ruhlar ise başka bir yerde iç içe sevişmeye başlarlar. Beraber olmadan; nefesini ve nefesinin sıcaklığını, teninin kokusunu hissettiği ele alınıyor.

Romanın devamında tanışan çift ilişkilerini ciddiyete dökerek kendi aralarında söz yüzüğü takıyorlar. Delikanlının askerliğinin olması, genç kızın ise henüz yaşından dolayı ailesinin evliliğe rıza göstermemesi nedenlerinden dolayı düğün tarihlerini askerlik sonrasına bıraktıklarından bahsediliyor.

Ancak roman içersinde belli bir noktadan sonra düzen bozuluyor. Genç delikanlının geçmişinde yaptığı hatalar ortaya genç kızla aralarında tartışmalar çıkıyor ve ardı ardına gelen hatalar zinciri ilişkiyi yıpratıyor. İlişkinin ayrılık safhalarına geldiği ise delikanlının kıza attığı mektuplardan anlaşılıyor. İşte romandaki mektuplardan bir tanesi ise şöyle:

Düşünüyorum..
Hep düşünüyorum..
Öyle büyük bir sevdaydı ki, şimdi anlatsam kimseler inanmaz. Herhangi bir aşk romanında, aşk filminde veya aşk hikayesinde bile görülmedi bizim aşkımız. Öyle bağlıydık ki birbirimize, sussak dahi ne demek istediğimizi anlayacaktık. Gözlerimiz bile anlatıyordu herşeyi. Birbirimizi gördüğümüz zaman ışınlanıyorduk sanki bu dünyadan. Farklı bir mekana gidiyorduk. Sadece sen oluyordun, bir de ben vardım o alemde. Sanki kimsenin bilmediği bir dilden konuşuyorduk. Biz çok iyi anlıyorduk birbirimizi ama kimse anlamıyordu bizi.. Aynaya bakıyor, kendimle konşuyor gibi sende kendimi buluyordum. Dokunmadan hissediyordum tenini tenimde, sıcaklığını nefesimde.. Yoktun ama her günün sabahında sanki yeni gitmişsin gibi uyanıyordum. Her uyanışımda o günü seninle yeniden çizmeye hazırlanıyordum.

Anlatsam kimse inanmaz bu sevdaya..
Biz kimsenin aşkına da özenmedik. Kimseye bakıp "bizde öyle olalım" demedik. Çünkü, bizimkisi öyle büyük bir sevgiydi ki; sevgi, saygı, aşk, şefkat, anlayış duyguları kum tanesi gibi kalıyordu yanında. Bizimkisi sevgiden daha büyüktü, anlayışın evrim geçirerek dev boyutlara ulaşmış haliydi adeta.. Biz çok farklıydık insanlardan.. Senle yaşadığımız, dünyada yaşanılan bir aşk değildi sanki.. Senin tebessümün beni mutlu ederken, benim mutluluğumla sende mutlu olurdun, sen mutlu olunca ben daha da sevinirdim. Böyle sürüp giderdi mutluluk zincirimiz..

Kimse inanmaz yaşadıklarımıza..
Senle yaşadıklarım rüyaydı sanki. Ben hep rüya olduğunu düşündüm. Ya sahteydi herşey, ya da bir tuzaktı sanki.. Çünkü, böyle büyük bir sevgi olamazdı, yaşanamazdı.. Rüyada dahi görülmeyecek bir Aşk yaşadık biz..

Ve..

Hatalarım uyandırdı bizi..
Gerçekler ortaya çıkınca, herşey bir düş misali birden uçtu gitti..
Düşmüş, yalan mış, hikayeymiş dedim.. Ama öyle etkisindeyim ki, hala aklıma geldikçe heyecanlanıyorum. Hala sesini duydukça mutlu oluyorum ve vücudum heyecandan sarsılıyor. Uyuşturucu gibiydin hayatımda. Herşeyi unutturuyordun ve mutluluktan sarhoş edip beni bu alemden alıp götürüyordun. Uyuşturucu gibiydin hayatımda, bırakamıyorum.. Sarhoşunum, bağımlınım..

Herşeyinle Seviyorum..

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar