Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 172

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.267 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1711
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Siyaha hiç bu kadar küsmedim... Rengini de değiştiremedim gölgemin. Nereye varsam bir yanımdan salınıverdi. Nereye baksam; hep kendim, ne yana çevirsem beni, orda gördüm...
Bu yalnızlık, eflatun gecelere meyil kurşun saçması, bu yalnızlık, gölgemin duvara kazınan en hazin yanı olmalı...
Sponsorlu Bağlantılar
Gölgem ve ben... Sen giderken ardında kalmıştık ve ağlıyorduk...
Yeni peyda oldu bu gölge bu anıta... Önceleri böyle miydi; sana bakarken, gözlerine dalarken, sevgimi haykırıyorken neredeydi? Hangi yalnızın koynunda sevişir ve gecelerdi... Hangi evin salonunda gece kondu diker gibi bir anda peydahlanıverirdi. Evet gülüyorum ve bu gece bir gölgeyle yatıyorum...
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...
Tarla kuşuydu, Juliet! Romeo sevimli bir kelebek... Mecnun ve Leyla’ya da bir hayat sunmalıyız, kara mizah o öyküye, büyülü aşk eklentileri ve semersiz bir eşek!
Yine tarla kuşuydu o... Konduğu yeri bilmiyordu.
Çığlığı duyuluyor şimdi sadece...
Kendisi nerde? Yerden göğe özgür olurlar...
Ovanın ortasında yavrularını bekliyor, göğe o kadar yükseliyor ki, göz kırpması kadar kısa bir zaman dilimine sığdırıyor kaçışları...
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Son bir tane daha; bu öykünün ve o tarla kuşunun hatrına...
Siyaha hiç bu kadar küsmedim... Rengini de değiştiremedim gölgemin. Nereye varsam bir yanımdan salıneverdi. Nereye baksam; hep kendim, ne yana çevirsem beni, orda gördüm...
Sen giderken biz ağlıyorduk...
Oturup şiir okuyorduk, yazılar yazıp, çizgiler çekiyorduk duvara! Bana benziyordu ve hiç gülmüyordu gölgem!
Sadom ve Gomore!
Buldum işte!
Bu taş yağmurundan kalma topraklarda boğazlandı her şeyimiz. Kadın Sadom, erkek Gomore; ve hep birlikte katlattik sevdayı... Taşlara bana bana yürek, yağmur yerine vurulduk evvabinde!
Gelsen olur mu ki?
Tuğyan çağa bir taş daha düşmeden, gözlerinde sabah şişliği ve ellerinde “annem kokan” çapa nasırı, gözlerinde umut şiiriyle ellerimi tutarsan...
Olmayacak biliyorum, bu tutkunun en bıçkın yerinde kaldım. Alacakaranlıkta, ense köküme giren, anıtı dikilesi bir isyanı kuşanıyorum şimdi. Azığım, biraz Eylül kokuyor, kuşamım sonbahar...
Hiçliğe savurduğum onca merminin gelip de beni şakaklarımdan vuracağını nereden bilebilirdim ki?
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağını hiç bilmeden...
Mutlu bir hayat oyununu oynamak varken, bir çiftçinin kırmasına kurban olmak da nereden çıktı?
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Bütün replikleri ezberlenmiş ve epik bir müstesna gibi, her gün daha bir derinsel perspektif kazanıyorum.
Öyle ya pişmek bu olsa gerek!
Tanımlarken hayatı, sıfatlardan geçiyorum; her birinin suratından ince bir bakış ve narin dokunuşlarla ayrılıyorum. Sarrafiyet coşkunluğu doluyor gölgeme;
O ne yapsa ben onu, ben ne yapsam o beni taklit ediyor.
Engüzel soruya geliyor sıra;
Peki ama hangisi gerçek!
Gidişine inandıramayışım mı kendimi, ya da gelişini hatırlamam mı her defasında?
Bu ayrılığın özeti, dişlisi kopmuş fermuara gider... Sonra bir çekişte topyekün dağılmaktır sonu...
Gecenin zarı yırtılıyor, vakit geç!
Demir işçisi Mehmet horlamaktayken mesaisi yeni başlıyor ******lerin ve her köşe başını üniformalı adamlar tutuyor.
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1712
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hemen hemen bütün bilimsel gelişmelerin temelinde insanın keskin zekası ve engellenemez merak yetisi vardır. Pek az sayıdaki adımın kökeninde ise, sakar bilim adamları ve deliler yatmaktadır. Ama onlar olmasaydı; sanırım bazı şeyler, günümüzdekinden biraz daha farklı olurdu. Fakat neticede bugün, buradayız. Her şey bildiğimiz gibi. Peki ya bilmediklerimiz? Ve daha zor bir soru, bilemediklerimiz?
İnsan zekası, her geçen gün, bulanık bir okyanusun derinliklerinden büyüleyici güzellikte inci taneleri çıkarıyor ve bizler, onları her defasında büyüyen bir hayranlıkla izliyor; daha coşkun alkışlarla kutluyoruz.
Sponsorlu Bağlantılar
Ancak, orada çekip almaya gücümüzün yetmediği dev bir inci var ki; sadece onun siluetini izlemekle yetiniyor, onu güneşle buluşturacak sihirli ellerin derinliklere dalacağı günü sabırla bekliyoruz.
Atomları, hücreleri, yıldızları ve daha pek çok varlığın doğasını çözdük. Peki ya çözemediklerimiz ?
Binlerce yıldır zihinleri kurcalayan ama hala net bir cevabın verilemediği, hoş ama kesinlikle garip bir kavramdan bahsediyoruz:
Aşk!

Hemen herkesin hayatı boyunca en az bir defa maruz kaldığı bu ilginç fenomenin gizemlerini keşfedebilecek miyiz?
Asırlar boyunca bir çok düşünür, bilim adamı ve aslına bakarsanız tüm insanlık, bu kavramı, belirsizlikler ülkesindeki mistik kafesinin içinden seyretmek durumunda kalmıştır.

Elimizdeki kayıtlara göre bu konuya ilk eğilen kişi, Sokrates olmuştur. Ancak bu onun yaşamı boyunca kendini kambur hissetmesine de neden olmuştur.
Zira, iyilik, sevgi, dostluk gibi nice kavramları, o görkemli zekasıyla kısa zamanda çözümleyip insanlık önüne her ayrıntısıyla dökebilen bu ünlü düşünür, aşkı incelemeyi de ihmal etmemiş, aylar süren bir savaştan sonra, Atina Devlet Tımarhanesi’ne kapatılmış psikoterapistinin ödediği kefalet ücretiyle şartlı tahliyesine karar verilmiştir. Nihayet, Sokrates, bu çalışmasını “Aşkus Diyaloğu” adıyla kaleme almış ama kaleme mürekkep koymadığını fark edememişti. Bir rivayete göre bu diyalog Sokrates ile Eros arasında gerçekleşmiştir.

Eros’un başı derttedir. Helen, Paris’e; Paris ise, güzel Afrodit’e aşıktır. Afrodit de Louis Alberto’yu deliler gibi sevmektedir. Tanrılar Tanrısı Zeus, aşk işlerinden sorumlu Tanrı Eros’u makamına çağırıp bir güzel azarlar ve bu karmaşayı çözmesi için ona sadece 72 saat süre verir. Eros, bu işi ancak Sokrates’le birlikte çözebileceğini düşünür ve özel güverciniyle ona bir mesaj yollar. İki gün sonra güvercin “Aradığınız kişinin adının önüne 2 rakamı getirildi. Daha sonra tekrar deneyiniz” şeklinde bir mesajla geri döner.
Eros, kalan sınırlı süresinde ne yapacağını kara kara düşündüğü bir sırada tesadüfen Sokrates’le karşılaşır. Gerçi Sokrates’in önce onu görmezlikten gelmesine biraz içerlemiştir ama arkasından koşarak yakalamaya da mecburdur.

Eros: Sokrat! Sokrat! Düşünürlerin efendisi!
Sokrates: Hey Eros! Nereden böyle Tanrıların en yakışıklısı ?
Eros: Sevgili Sokrates, seni görmeyi nasıl arzu ediyordum bilemezsin. Mesajıma bir yanıt geldi ama bir şey anlamadım. Neyse ki buradasın.
Sokrates: Olimpos’dan geliyorsun herhalde.
Eros: Olimpos’dan mı?
Sokrates: Evet.
Eros: Bunu da nereden çıkardın, Sokrates?
Sokrates: Maça gitmedin mi?
Eros: Maç mı? Ah evet nasıl da unutmuşum. Final bugündü değil mi?
Sokrates: Lanet olsun Eros! Nasıl kaçırırsın?
Eros: Sorma Sokrat, başımda öyle büyük bir bela var ki, uyku uyutmuyor bana.
Sokrates: (Umursamaz ve heyecanlı bir şekilde) Ne maçtı ama! Tanrılar arası ağır sıklet boks şampiyonu, Büyük Apollon! İki direkt yetti. Hem de üçüncü rauntta . Ulu Zeus bile şaştı bu işe.
Eros: Sevgili Sokrat, sana danışmak istediğim bir konu var.
Sokrates: (Aldırmaz) Hades’in suratını görmeliydin, Eros.
Eros: Sokrat, beni dinle lütfen. Helen, Paris, Afrodit ve ne idüğü belirsiz bir herif arasındaki aşk karesi başımda büyük bela. Zeus diyor ki...
Sokrates: (Eros’un sözünü keser) Şu güneşin parlayışına bir bak, aziz Eros. Bugün bambaşka bir gün. Ne kadar güçlü ve aydınlık.
Eros: Ne ilgisi var?
Sokrates: Güneş Tanrısı Apollon’un günü bugün!
Eros: (Sıkılır) Kahretsin Sokrat! İşitmiyor musun beni? Şu aşk meselesini çözmeliyim. Bunun için de aşkın nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmeliyim. Lütfen yardım et!
Sokrates: Sen de bir Tanrısın ama...
Eros: (Lafa girer) İyi de durum bildiğin gibi değil. İşin başında ben ekonomiyi istemiştim. Zeus karşı çıktı. “Sen Afrodit’le çalışacaksın. İtiraz istemem!” dedi. Afrodit’in şimdiki hali malum.
Sokrates: Onu söylemiyorum, Eros. Sen de bir Tanrısın ama... Şampiyonaya neden katılmadığını merak ediyorum.
Eros: (Sinirlenir) Ulu Zeus aşkına! Sana ne söylüyorum Sokrat! Yoksa yanlışlıkla bir yumruk da sen mi yedin?
Sokrates: O yumruğu görmeliydin. Müthişti. Müthiş.
Eros: Anlaşılan seninle bu meseleyi konuşamayacağız, Sokrat.
Sokrates: Dinle Eros. Önce sendeledi, sonra ikincisi geldi. Artık şansı kalmamıştı. Sağ ayağı yerden...
Eros: (Sokrates’ten uzaklaşarak) Seni bilge bir kişi sanırdım. Duyduğum o süslü sözler, senin gibi birkaç delinin zırvalarıymış meğer.
Sokrates: (Yüksek sesle) Bir dahaki maça birlikte gidelim. Biletler benden.
Eros: (Kendi kendine) Son şansım da oydu. Kala kala 9 saatim kalmış. İşim bitti. Tanrılığımı feshedip, kabine dışı bırakırlar. Bari uyduruk bir Tanrılık falan verseler.
Lanet olsun.
(Eros iyice uzaklaşır)
Sokrates: Gitti nihayet. Ah, zavallı Eros. İşi zor. Ulu Zeus adına hala belim ağrıyor. Aptal Herakles! Mesajın geri gelmesi en az dört günü bulur demişti. Neyse, eve gitmeliyim. Aşkmış! Yemezler.

Zavallı Eros, günlük ve alışılmış türden kelimelerin basit ve kolay anlaşılır olması gerektiği şeklinde hatalı bir sanıya sahipti. Oysa, daha yüzlerce yıl en yetkin filozoflar bile bu gizemli sözcüğe rağbet etme cesareti gösteremeyeceklerdi.
Hristiyanlığın ortaya çıkışı, Roma İmparatorluğu’nun yıkılması, kilisenin katı tutumu ve daha pek çok neden, felsefe ve bilimin ilerleyişine önemli ölçüde ket vurmuştu. Ta ki 17.yüzyıl’a kadar.

Ünlü Alman bilimcisi Johannes Kepler, Kopernik’in kuramından yola çıkarak “Aşkus” kavramı üzerindeki sis perdelerinden birini kaldırıyor ve dahice bir formülasyonla Klasik Aşkus Kuramı’nın kurucusu haline geliyordu.
Kepler, temel olarak Aşkus’un gelişigüzel bir karmaşadan daha ziyade, geometrik düzenin sıradan bir parçası olması gerektiğine inanıyordu.
Kepler’in Klasik Aşkus Kuramına göre “Merkezde çekim gücü yüksek bir kadın ve etrafında belirli eliptik yörüngelerde dönen irili ufaklı pek çok erkek vardır. Çekim etkisi daha fazla olan bir kadın bölgeye yaklaşmadıkça, bu irili ufaklı erkekler, yörüngelerinde düzenli olarak dönmeye devam ederler.”
Bu, Klasik Aşkus Kuramı’nın 1.yasası olarak bilinir.

Kepler’in buluşu, bir anda tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştı. Kısa zamanda hükümetler, buğday alım fiyatlarını düşürürken, Kilise’nin çevirdiği entrikalar sonucu Berlin ve Londra borsalarında da olumsuz gelişmeler yaşanmıştı. Zira kilise merkezde bir kadın değil, erkek olmasını istiyordu. Johannes Kepler, atının altına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu hayata veda etti. Bu büyük insanı alçakça şehit eden kişi yada kişiler yakalanamadı ama saldırıyı Dünya Balıkadamlar Örgütü’nün üstlendiği hemen herkesçe biliniyordu.

O yıllarda, İtalya’da yaşayan bir başka aşkolog, Kepler’in öldürülmesinden çok etkilenmiş ve bu kuramın gelişmesi yolunda çaba harcamaya yemin etmişti. Bu adamın adı, Galileo Galilei idi.
Sarkaçlarla oynamaktan sıkılmış olan Galilei, kendi geliştirdiği bir teleskopla aşkus fenomeninin karanlıkta ve uzakta kalan sırları üzerinde durdu.
Tabi zaman zaman da yıldız ve gezegenleri gözlemlemeyi ihmal etmedi. Ancak bütün bunlar uzun sürmeyecekti. Zira, Kilisenin gözleri hayli zamandır Galilei’nin üzerindeydi ve uygun bir fırsatın çıkması için sabırsızlanıyorlardı. Roma savcılığı, Galilei’ye röntgencilik ve edebe aykırı hareket etmekten dava açmıştı.
Üstelik, evinde yapılan aramada cezerye yapımında kullanılan bol miktarda hammadde ve altı adet rus yapımı kaleşnikaşk marka preservatif bulunması, onun için durumu daha da güç hale getiriyordu.
Neyse ki, kilise Galilei’ye bir anlaşma önermişti: Savcı, delilleri görmezden gelecek, Galilei de hiç sırıtmadan Dünya’nın yuvarlak değil, düz olduğunu söyleyecekti. Galilei, anlaşmaya sadık kaldı ve dava düştü.
Mahkemeden sonra pek çok bilimci, onu döneklikle suçladı. Bazı Galilei hayranları buna çok içerlemişlerdi. Tepki olarak, Roma meydanında posterlerini yaktılar. Yakanlar arasında Papa’nın da tebdil-i kıyafet halinde bulunduğu rivayet edilir.
Galilei’nin aşkus üzerine yaptığı çalışmalar günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak,

Galilei’nin “Aşkus’un deney, matematiksel uslamlama ve radyolojik yöntemlerle izah edilebileceği” kuramı Isaac Newton’u çok heyecanlandırmıştı. Newton, bu kuramdan yola çıkarak, Klasik Aşkus Kuramının ikinci yasasını ortaya koyacaktı.
Aslına bakarsanız, Isaac Newton’un dürüst bir insan olmadığı yolunda pek çok görüş vardı. Kolay öfkelenen, itiraz tanımayan ve kinci bir kişilik yapısına sahipti.
Onun hakkında ününe gölge düşürebilecek kadar ilginç bilgilere sahibiz. Acaba ikinci yasayı ilk bulan Newton muydu, yoksa Leibniz mi ? Bu sorunun kesin yanıtını hala bilmiyoruz. İngiliz Kraliyet Akademisi’nin kayıtlarına göre Leibniz, eser hırsızlığı ile suçlanmış; ilk olma onuru, Isaac Newton’a verilmişti. Fakat bir başka hakikat vardı; bu karar alındığında Newton, İngiliz Kraliyet Akademisi’nin Başkanı, Leibniz’i yargılayan komitenin üyeleri ise tesadüfen Newton’un yakın arkadaşlarıydı. Bazı söylentilere göre önceki yıllarda komite üyesi Richard Woods, sık sık Düsseldorf’a Leibniz’i ziyarete gidiyor, kuru üzüm karşılığı aldığı bilgileri Newton’a iletiyordu. Leibniz’i kuru üzüme alıştıranların da Newton’un Düsseldorf’daki adamları olduğu düşünülüyordu.
Tabi bizler, bunların ne ölçüde doğru olduğunu bilemiyoruz. Şimdi ikinci yasanın keşfedildiği geceye gidelim.

(27.Haziran.1671, Sir Isaac Newton’un evi)
Newton: Kahretsin! Şu lanet denklemin bir şeyleri eksik.
Edward: Leibniz’den yeni bir haber var mı?
Newton: O keş, artık eskisi kadar iyi değil. Dozu ayarlayamadık galiba.
Edward: Senden korkulur dostum.
Newton: Biz sadece yardımlaşıyoruz. O kuru üzüm istiyor, ben de veriyorum. Ben başka şeyler istiyorum, o da veriyor. Olay bu.
Edward: Bir fark var, onu buna muhtaç eden sensin.
O sırada Richard içeri girer.
Richard: İyi akşamlar baylar.
Newton: Yüzün güldüğüne göre iyi haberler getirdin Dusseldorf’tan.
Richard: Sanırım iyi. Sen karar ver.
Edward: Kahve?
Richard: Lütfen, şekersiz.
Newton: Ne kahvesi şimdi? Leibniz neler söyledi?
Richard: Garip şeyler.
Newton: Ne?
Richard: (Derin bir nefes alır) Aşkus’un çekimden başka bir bileşeni daha olması gerektiğini söyledi. Şey gibi bir şey. Yani....Bir örnek vermişti...Bir Osmanlı mı ne. Neydi ki?
Newton: Kes saçmalamayı Richard!
Richard: Dur bakalım, acele etme.
Newton: Nasıl acele etmem. Dilimin ucunda bir şey var, ama bir türlü harfleri doğru yerlere oturtamıyorum. Sabrım kalmadı. Herifi uyandırırsak işimiz biter.
Edward: Kabahat sende.
Newton: Nedenmiş o?
Edward: Sen de diğer fizikçiler gibi ticaretle uğraşsana. O cüce Japon fizikçi Takayasu, cep değirmeni yaptı, köşe oldu.
Newton: Kapa çeneni Edward. Aşkus kuramını tamamlamak zorundayım. O zaman Elizabeth benim olur. Anladın mı şapşal!
Edward: Susan daha hoş bence.
Newton: Susan mı? Belki. Ama onun adetleri düzenli değil. Nasıl hesap yapacağım? Sonra bir düzine çocuğu nasıl besleyeyim ben.
Edward: Düzensiz ha? Bunu bilmiyordum.
Newton: Gazete okumazsan karının ne haltlar yediğini de bilmezsin.
Edward: Karımın mı?
Newton: Şey...Ben aslında...
Edward: (Öfkeli halde) Söylesene kaçık!
Newton: Bırak yakamı. Söyleyeceğim.
Richard: Beyler, sakin olun.
Newton: Dünkü Paris Times’da bir haber vardı da...Şu köşe yazarı Montaigne yazmış. İşte burada.
Edward: Ver onu bana. (Sesli olarak okumaya başlar) ...Hayatta garip şeyler olması yadırganmalı. Çünkü ben hayatın genelde tuhaf olamayacağını düşünmüşümdür hep. Bayan Ann Crawford, yani İngiliz Kraliyet Akademisi üyesi Sir Edward Crawford’un eşi. Paris Hilton’da rezervasyon görevlisiyle basılınca ortalık karıştı. Tanrım aşk, insana neler yaptırıyor. Birbirine ait bedenler, biraz uzak kaldı mı...
Richard: (Heyecanla) Tamam hatırladım!
Edward: Adi ******!
Newton: Ne hatırladın?
Richard: Bir Osmanlı düşünürü şöyle demiş.
Edward: Boşanacağım ondan!
Richard: Şöyleydi; “Her kim ki yarinden ayrı düşer, gider başka yar bulur. Her kim ki yarinden ayrı düşmez; böyle bir şansı da olmaz”
Newton: (Bağırarak) Buldum!
Edward: (Bağırarak) ******!
Newton: (Bağırarak) Bu iş bitti!
Richard: Bağırmayın lan!
Edward: (Bağırarak) Ederim işinize!
Richard: (Bağırarak) Kapa çeneni Edward.
Newton: İkiniz de kapayın çenenizi. Çalışmam lazım. Beni yalnız bırakın. Toz olun.

Isaac Newton, o gece sabaha kadar bir ağacın dibinde oturup düşündü. Adli tıp raporuna göre, sabah 07:30 sıralarında Newton’un başına elma süsü verilmiş bir kiremit düşmüştü. Bu sayede bir kiremitle iki kuş vurulmuştu. Zira yapılan balistik incelemede, bu kiremitin daha önce de muhtelif suikastlarda kullanılmış olan kiremitlerle aynı elden atıldığı ortaya çıktı. Daha önemlisi ise, Isaac Newton, yediği bu darbe ile Klasik Aşkus Kuramının ikinci yasasına son şeklini vermişti. Hastanede yaptığı basın toplantısında keşfini şöyle açıklıyordu:
“Baylar, Hanımlar... Şunu gördüm ki; iki karşıt cins birbirlerini kütlelerinin çarpımı ile doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak çekerler. Bu sebeple..Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur.”

Newton, insanlık adına büyük bir buluş gerçekleştirmişti. Ama eksik bir buluş. Bu eksiği tamamlayacak kişi, 19.yüzyıl sonlarında İsviçre’nin Ulm kentinde doğacak olan bir adamdı: Albert Einstein.
Einstein’ın buluşu, modern çağın başlamasına da ön ayak olacak ve bu dahi adam, zeka ile eş anlamlı bir sembol haline gelecekti.
O bundan habersizce, kafasını meşgul eden tuhaf sorularla eğleniyor, fakat ne yazık ki yakın çevresince “Geri zekalı çocuk” diye anılıyordu. Ancak Albert, bunlara aldırmıyor, zihnindeki karmaşayı “Işık mı benden daha hızlı, yoksa ben mi Pizza Kulesi’nden daha eğriyim?” sorusuyla sık sık dile getiriyordu. Bir yandan da Klasik Aşkus Kuramı’nda bir terslik olduğunu düşünüyordu.
Yıllardır aradığı sihirli ışığın, kafasındaki çatlaklardan süzülüp beynini harekete geçirmesini sağlayan kişi, bunun farkında bile olmayan Bayan Müller idi. Sıcak bir temmuz akşamı, Albert, yufka ve rom almak üzere dışarı çıkacaktı ki kapıyı araladığında Bayan Müller ve uzatmalı sevgilisi Bay Schubert’in merdiven boşluğunda bağıra çağıra kavga ettiklerine şahit oldu.

Bay Schubert: Aptal kadın! Bıktım senden!
Bayan Müller: Bana mı aptal diyorsun sen! Neden hep bağsız ayakkabı giyiyorsun peki?
Bay Schubert: Nefret ediyorum senden! Başından beri Lulu’ya aşığım ben!
Bayan Müller: Defol evimden alçak! Git o kız kurusu ile ne halt edersen et! Bana olan 1300 Mark borcunu da hemen getir, yoksa silindir gibi ezerim seni!
Bay Schubert: (Merdivenlerden inerek) Filler unutmaz diyenler haklıymış!
Bayan Müller: (Ağlamaklı) Geber!
Einstein: (Kısık sesle) Aman Tanrım, Bay Schubert, Bayan Müller’i terk etti. Bayan Lulu’ya aşıkmış, ama bu çok tuhaf. Annemin dediğine göre Bayan Schubert 110 kg civarında oysa, bayan Lulu olsa olsa 55-60 kg falan. Yoksa, Aman Tanrım!
Einstein’ın Annesi: (Bağırarak) Kör olası aptal çocuk! Sen hala burada mısın! Git bana içki al hemen!

Albert Einstein, güneş doğana kadar olağanüstü bir buluş yapacağından habersiz, içtenlikle, merakla, heyecanla çalıştı. Nihayet, günümüzde bile anlamakta güçlük çekilen Modern Aşkus Kuramı’nı, diğer adıyla Göreceli Aşkus Kuramı’nı ortaya attı. Birkaç ay sonra verdiği bir konferansta şöyle açıklıyordu kuramını:
“Eğer Newton tamamen haklı olsaydı, yüksek m kütleli kadınların, düşük m kütleli kadınlara göre daha çekici olması gerekirdi. Üstelik yüksek m kütleli kadınların mesafeyi artırdığı da bir gerçek! Daha öte bir sonuç ise, Özel Göreceli Aşkus Kuramından çıkıyor; ışık hızına yakın hızla hareket eden aşıklarda zamansal ve mekansal değişimler de dikkat çekici. Onlara göre zaman akışı değişime uğruyor; mekansa, rengarenk ve alışılmışın dışında bir görünüm kazanıyor”
Göreceli Aşkus Kuramı, bir yandan Einstein’a Nobel Romantizm Ödülünü kazandırmıştı bir yandan da şişman kadınların nefret ve teessüflerini.
Yazık ki Einstein’dan bu yana Aşkus Kuramı’nda önemli bir gelişme kaydedilmedi.
Teknolojinin süratli ve toplumların dejeneratif gelişimi, Aşkus kavramı üzerinde de bozucu etki yapmış olabilir. Milenyuma geldiğimizde, hemen hemen tüm kavramlar üzerindeki “Cüzdansal Oluşumlar” hakimiyeti, Aşkus’u da bünyesinde biraz eritmiş gibi görünüyor.
Acaba Aşkus üzerine çağlar boyunca yapılan çalışmalar, çağların insanlığı değişime uğratmasıyla işe yaramaz hale gelmiş olabilir mi ?
Eğer, güçlülerin kazanıp, zayıfların elendiği bir evrende yaşıyorsak, kimin güçlü, kimin zayıf olduğunu insanın değer yargıları mı, yoksa önyargıları mı belirliyor. Ya yargıların kökeninde ne yatıyor?
Sokrates’e bir e-mail attım, cevap bekliyorum.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1713
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gittin...Ben arkandan sadece baktim.Oysa soyleyecek o kadar cok seyim vardi ki...``Gidersen, iyiye dair ne varsa içimde yitirecegim hepsini.Gidersen, sönecek içimdeki ates ve bir daha hiç kimse yakamayacak.Gidersen karanliga mahkum edeceksin günlerimi.O karanlikta yolumu kaybedecegim``diyecektim sana.Konusamadim...

Gittin...Gidisini görmemek için gözlerimi kapattim.Öylesine acidi ki içim, tutup koparsalardi kolumu, bacagimi bu kadar aci duymazdim.Acim yas olup akmaliydi gözlerimden.Aglayamadim...

Gittin...Seni delicesine bir tutkuyla seviyordum oysa.Tutkum seninle olmakti, tutkum teninde erimek, tutkum hayati seninle, sadece seninle paylasmakti.Anlatamadim...

Gittin...Gidisini önlemek için tutmak vardi ellerinden.Ellerim degil miydi her dokunusumda seni ürperten? Ürperirdin yine biliyorum.Bir kez dokunsam, bir kez tutsam ellerini, gitmek için biriktirdigin bütün cesaretin kaybolurdu.Tutamadim...

Gittin...Bir yikim gibiydi gidisin.Sen adim adim uzaklasirken benden, çöküp kaldi bedenim oldugu yere.Nice terkedilislere dayanan bu yürek bu kez yenilmisti.Bu kadar zayif degildim ben, kalkmaliydim.Kalkamadim...

Gittin...Oysa geldigin gün gidecegini biliyordum.Hazirdim gidisine.Kaçak zamanlari yasiyorduk.Zaman bitecek ve sen gidecektin.Bense gidisinin ertesi günü hayatima kaldigim yerden yeniden baslayacaktim.Baslayamadim...

Gittin...Bir sey söyledin mi giderken? `Kal`dememi istedin mi? Son bir kez`seni seviyorum`dedin mi? `Bekle beni döneceğim`diye umut verdin mi? Beynim öylesine ugulduyordu ki...Duyamadim...

Gittin...Nereye gittigin önemli degildi.Binlerce kilometre uzakta da olsan, iki metre ötemde de farketmiyordu.Artik yoktun ve asil bu düsünce beni felç ediyordu.Kurtulmaliydim.Kurtulamadim...

Gittin...Unutulanlarin arasina katilmaliydin.Anilari bir sandiga koyup hayati bir yerinden yakalamaliydim.Bu ask noktalanmaliydi, bu sevdadan vazgeçmeliydim.Yapamadim...

Gittin...Bir okyanusun ortasinda tek küregi kaybolmus sandalda dev dalgalarla bogusan bir denizciyim simdi.Bil ki sevmekten vazgeçmedim seni, bil ki seninle birlikte sevdani da tasiyacagim yüregimde.Bil ki seni...Unutamadim...

_--Sen Gittin Ben Bittim--_
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1714
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. George'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.
Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.

Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum
." Eczacı Sally'e bakarak:
"Anlayamadım" dedi.
"Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?
" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi.

Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.
"Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam
"Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim.
" "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar ve on bir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!"
"Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.

Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.
Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:
"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve on bir sent!
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1715
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Bir Umut Öyküsü... (Anı)

Nedense böyle olacağı belliydi. Alıştırmıştı kendisini. Her zaman en kötüsüne inanır, Murphy kanunlarına da saygı duyardı. Ama hiç de tahmin ettiği gibi olmamıştı. Kendisini ne kadar hazırlarsa hazırlasın, alışmak zaman alacaktı.

Yapacağı konuşmayı çok önceden hazırlamış, onun da arada konuşabileceği yerleri tahmin etmiş ve herşeyi kafasında tasarlamıştı. Kendisi dışında herkes de olumlu bir tepki alacağını söylemişti ama en kötüsüne hazır olmak en iyisiydi.

Çok iyi anlaştıkları kesindi, çok ortak yönleri olduğu da öyle. Kız, artık okul çıkışında otobüse binmesi gereken yerden otobüse binmiyordu. Beraber çıkıyorlardı okuldan ve hep bir durak, iki durak öncesine kadar beraber yürüyorlardı. İkisi de iyi anlaştıklarını düşünüyorlardı hatta en yakın arkadaşları da birbirleri arasında öyle konuşuyorlardı.
...
Önce bir yemek yediler, ikisinin de keyiflerine diyecek yoktu. Sonra dolaştılar biraz, ardından da bir cafede oturdular. Delikanlı, "tam zamanı işte" diye düşündü ve
- Sana söylemek istediğim birşeyler var dedi. Kızın başı, anında önüne indi. Böyle bir tepkiyle karşılaşacağını hiç ummuyordu delikanlı. Ne hissettiklerini, ne kadar mutlu olduğunu anlatmaya başladı. Ama yolunda gitmeyen birşeyler var gibiydi, sadece kendisi konuşuyordu. Hemen sustu ve iki çay söyleyip konuyu değiştirmek istedi, havada bir sıkıntı kokusu alıyordu.

Çayları geldi, eski neşeleri de öyle. Yeniden konuşmaya başladılar, zamandan habersiz... Ve kız nihayet kalkması gerektiğini söyledi. "Elbette" dedi delikanlı, herşey eskisi gibi devam ediyordu. En azından buna sevinebilirim dedi delikanlı. Hem olumsuz birşey dememişti, bu daha da iyiydi. Başlarkenki o yürek pıtırtılarına kapılmış, zıplayıp gezegenlere kafa çakacakmışçasına heyecanı şimdi geçmişti. Hesabı ödeyip kalktılar. Durağa doğru yine konuşarak ilerlemeye başladılar, her zamanki gibi. Durağa geldiklerinde kız:
- Ne düşündüğümü bilmek ister misin? deyince delikanlı birden şok oldu. Böyle bir şey de beklemiyordu. Aslında ne beklediğini artık kendisi de bilmiyordu.
- Tabi ki diyebildi her ne kadar bundan o kadar emin olmasa da ve o an öyle derin bir nefes tuttu ki hani mümkün olsa atmosfer, hidrosferle birlikte ciğerinde kalacaktı.
- Bence olmaz dedi kız bu sefer. Delikanlı bu sözden ne anlam çıkaracağını bilemedi ama zaten bu sözü duymak istiyormuş ve bekliyormuş gibi kıza elini uzattı:
- Ama hala dostumsun değil mi? döküldü ağzından. Gülümseyerek el sıkıştılar ve kız otobüsüne binip gitti. Delikanlı bir müddet çivili kaldı orada, sonra da hep yaparmış gibi büfeye yönelip bir sigara bir de kibrit istedi. Şimdiye dek ilk kez bir paket sigara alacaktı ve aldı da. Sigaradan acemice çekerken asıl söylemek istediklerini düşündü. Aklına hiçbir şey gelmedi, dünyaya yeni gelmiş bir bebek olmuştu sanki herşeyden habersiz ama merakı eksikti. Sağa sola bakmadan yürüyor, kendisine çalan kornaları da duymuyordu.
- Mutlu aşk var mıdır? Çocuklar bile biliyor ki yoktur. E tamam o zaman, sorusu olan yoksa dağılalım dedi kendi kendine.
- Bitince bitmiş olur elbette. İlk başta en derin kesik sanarsın, sonra en azından görünüşte kapanır. Ama bir yandan da buna inanamıyordu. Kafasındaki ezberinde olan ev yolunu bu kez görmeyen gözlerle yürüyordu. Eve yaklaştığında kendine gelir gibi oldu ama elinden şimdi bıraktığı sigaranın paketteki son sigara olduğunu görünce şaşkınlığı daha da arttı.

Başı zonklamaya başlamıştı, içeri girip hemen kendini kanepeye attı. Tek istediği uyuyabilmekti ama bu baş ağrısıyla pek de mümkün görünmüyordu. Arkadaşı içeri girip, başka bir evdeki arkadaşlara gideceğini ve kendisinin de gelmesini istediklerini söyledi. Delikanlı, yürüyebilecek halde olsa da gidebileceğinden emin değildi.
- Sen git diyebildi,
- Ben biraz uzanayım, gelebilirsem gelirim ve arkadaşı gitti kendisi de ağrı kesici aramaya başladı ama pek umutlu değildi ve bulamadı da. Nasıl olup da birisine bu denli sarmaşık olabildiğini düşündü ve bu aklı başında olarak düşündüğü son şeydi. Uyuyakaldı...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1716
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Üzerinde yapraklar olan zarif işlemeli yüzük, ahşap masanın üzerinde boynu bükük yatmaktaydı.Yanında bulunan kül tablasında onlarca sigara, küllüğü alabilitesinden fazla doldurmuştu. Yarım kalmış bir fincan kahve, bir kaç ıslak selpak. Yanmakta olan mum, kalan son ışıklarını geceye inat yansıtmaktaydı. Kapalı perdelerin arkasında, gecenin dolunayla sağladığı şehvete inat, sessizlik hakimdi.

Kol saati, koldan yoksun 02.00’yi göstermekteydi; yanında ayak bileğini süslemesi gereken bir hal hal durmaktaydı. Hepsi ait oldukları bedenden uzaktılar. Bir çift göz masanın başında durmuş, bu garip manzarayı izlemekteydi. Elinde olmadan gözleri doldu. Büyük bir sevdadan geriye neden hep küçük şeyler kalırdı?!

Etrafa bakındı, en azından bir resimleri olması lazımdı, bu manzarada tek eksik onlardı, aşklarından geriye en azından bu aşkın var olduğuna dair bir resim kalmalıydı. Malesef yıkılıp dökülen evde tek bir resim kalmamıştı; muhtemelen bir cinnet anında hepsi çöpü boylamıştı. Bilgisayar! Evet, en büyük sırlarının ortağı bilgisayamayanı...onda mutlaka saklı bir şeyler vardır. Üzerinde onun aldığı lambanın bulunduğu sevgili dostunu açtı özenle...Odada ortamın romantizmine ters düşen ve intikam çığlıkları atan şarkılar çalıyordu. Nedense duygularını hep tersten anlatırdı...Direkt söylemek ona göre değildi. Zayıflığından,zayıflıklardan, hüzünlerden nefret eden bünyesi, en aşık olduğunda bile hırçınlıkla ortaya çıkardı. Tarzı buydu, öyle derlerdi, sertti...Ağlamayı unutalı uzun zaman olmuştu. Bir gece gökyüzüne bakıp yemin etmişti, bir daha asla ağlamayacağına dair...Elinden geldiğince tuttu sözünü demek yalan olacak; bir daha canı ağlamak hiç istemedi ki...Bu kelimenin anlamını ,ortaya çıkış nedenini bile o çok maskeli yüreği unuttu,unutturdu.

Bilgisayarı büyük bir çabayla açıldı. Ne de olsa bunca hayatı saklamaktaydı. Bakındı, aradı, hayır, sadık dostu saklamak istememişti geçmişine dair tek bir resim. Aslında onun suçu da değildi, cinnet anının bir aşamasında mutlaka resimleri de yok etmişti, çamur atmaya gerek yoktu. Sonuçta o dostta olsa bir makineydi ve onun isteği dışında bir şey yapmazdı. Ama keşke biraz duygu çipi olsaydı, o zaman belki...Belki “Yapma!” derdi...”Yapma, bir gün bakmak için, dönmek için gülümsediğin günlere lazım olacak sana onlar...” Ama teknoloji henüz o aşamaya gelmemişti.

Saate baktı, onun yılbaşı hediyesiydi bu...Aslında en çok ilk kez İstanbul dışına çıktıklarında ona aldığı bebeği sevmişti. Sapsarı saçlı bir prensesti. Üzerinde çok güzel bir tuvalet vardı, özenle seçmişlerdi bebeği. Bir gün doğacak kızlarına hediye edeceklerdi . Kızları hiç doğmadı, hiç doğmayacak belki de...Aslında o hep bir erkek çocuk istemişti. Bu ülkenin ananeleri dışında yetiştireceği, saygılı, insancıl bir erkek çocuk. Ama sevgilisi bir kız istiyordu, ona benzeyen bir kız. Cıvıl cıvıl, neşeli, gülümseyen,başarılı ve sevecen...O sarı saçlı bebeği, tanıştıkları ve ona aşık olduğu sahilde denize atmıştı, ilk terk edilişinde...İlk terk edilişi...Ne çok terk etmişti onu. Her birinin tarihlerini ezberlemek gibi bir takıntısı olmuştu. Her kavgalarında tarihleriyle yüzüne vururdu onu bırakıp gidişlerini... Her seferinde bin bir yeminle geri dönerdi ama adam...Bu sefer ki başkaydı ama... Dönmesini isteyecek hali bile kalmamıştı. En zor zamanlarını yaşıyordu ömrünün ve o bunu bildiği halde yine de gitmişti. Bir kaç güne kadar döneceğini öyle iyi biliyordu ki...Ama bu sefer içi istemiyordu..Yeniden O’na sarılmayı, kollarında uyumayı, evde birlikte vakit geçirmeyi, tatile gitmeyi, yeniden geçmişi sorgulamayı, mazeretlerini dinlemeyi ve yeniden evlilik planları yapmayı istemiyordu. Herkese yeniden birlikte olduklarını açıklamayı, yeniden acıma dolu bakışlarla karşılaşmayı istemiyordu. Her seferinde onu haklı çıkarmak için kendini ezmekten sıkılmıştı. Adının sadece aşk olduğunu, mantık tanımadığını anlatamadığı için, ona dair güzel şeyler söylemek zorundaydı. Çevresinde tutarlı bir cümle duymadan hayatlarını sürdüremeyen insanlar vardı. Ve onların aşkı tutarsızdı. Her gün insanlar acaba ne zaman ayrılacaklarını konuşurlardı; Oysa onun gözlerindeki tek bir yıldız için dünyayı yakacak kadar sevmişti. Sorgusuzdu aşkı, tüm çektiği acılara rağmen...En rağmen aşk onunkiydi. Yaşadığı herşeye rağmen severdi onu... Ama kalbi soğumuştu bu sefer. Elinde değildi, ne kadar severse sevsin, yeniden aynı şeyleri yaşamaya gücü yoktu. Kendine ilk kez dürüst davranıyordu, hali, gücü kalmamıştı. İtiraf etmeliydi artık, sevgi herşeye yetmiyordu, onu sevmekse hiçbirşeye yetmiyordu.

Günler zor geçecekti ilk zamanlar, dost sohbetlerinin tek konusu aşkları olacaktı, teselliler,sana layık değildiler...O bu sözleri duymayı pek istemiyordu, bu yüzden uzak kalmaya çabalamıştı dost bildiklerinden. Onların da suçu yoktu ki, tutarsız olan, bir türlü rayına sokulamayan bir ilişki yaşayan onlardı, dostlarının tek isteği hem onun hem de sevdiği adamın mutlu olmalarıydı. Yeniden dene diyenler bile çıktı, kapısına dayan ve konuş diyenler bile...Ama içi ölmüştü aşka dair.” Rağmen” bir sevgi kalmamıştı.

Sevdiği adamı her düşündüğünde eskiden içi sıcacık olurdu, hatalarını bile psikolojik nedenlerle açıklar, onu kendi içinde hemen affederdi. Şimdiyse Freud’un öğretileri yetersiz kalıyordu. Çektikleri bildiklerinden fazlaydı.

Artık çekmek,sıkılmak,sorgulamak,konuşmak hatta yazmak bile istemiyordu. Bir gün, bir kavga sonrası gülümsemişti sevdiği adam ona;

--“ Seni biraz daha terk etsem kesin kitap çıkarırsın” demişti alaylı bir şekilde...

Canı çok yanmıştı aslında, derdini anlayıp çözmek yerine kendisini verdiği, dertlerini paylaştığı yolla alay etmişti. Ve kendini yine her seferinde olduğu gibi kutsamıştı. Belki o gün çekip gitmeliydi ama kalbine anlatamamıştı karşısındakinin ben-ci yüreğini...

Belki de ona en çok koyan, uğruna savaş verdiği adamın güçsüzlüğüydü; zayıflıklardan nefret ederdi demiştim ya...Herkese karşı bir amazon edasıyla savunduğu adamın kendisini mahçup etmesini hazmedemiyordu. Oysa ona çok güçlü, çok inançlı, tutarlı, olgun gelmişti ilk günlerde. Erkeklerin aslında 5 yaşında savunmasız ve çıkarcı çocuklar olduklarını unutmuştu. Zora geldiklerinde ne kolay kaçtıklarını yeniden, bu sefer büyük acılar çekerek öğrenmişti. Oysa tek istediği kadınlığını hissetmekti. Korunmak, sevilmek, küçük bir kız yerine konmak istemişti. Hayatın zorluklarını onun omuzunda ağlayarak veya gözlerindeki desteği görerek atlatmak istemişti. Ama her aşkta olduğu gibi, her erkekte yaşandığı gibi gelinen son nokta yine acıydı. Acıyı sevmediği için artık adamını da sevemiyordu. Acıya yatkın bir bünyesi olmasa belki hem kendisinin hem de adamının çektiği acıyı hoş görebilirdi. Ama hayır; zaten zor olan yaşantısına bir de annelik, ablalık gibi misyonlar ekleyemezdi.O, çocuk olmak istiyordu artık, ve bir çocuk acımasızlığı ile kapatıyordu gelen her telefonu, küçük bir oyundu bu; adam arardı ,o telefonu kapatırdı. Adam mektup yazardı o dalga geçerdi.

Zamanla alıştı sessiz eve. Tek başına yemek yemeğe.Anahtarla eve girmeye...

Şimdi bu büyük aşk dediği şeyden geriye sadece masada gördükleri kalmıştı, herşeye rağmen gözü gibi sakladığı anılar...Onlara her baktığında aynı soruyu soruyordu;

--“ Büyük bir aşktan geriye neden hep küçük şeyler kalırdı?!”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1717
arwen - avatarı
Ziyaretçi
John Blanchard banktan ayağa kalktı, askeri üniformasını düzeltti ve ana terminale giden insan kalabalığını inceledi. Yüzünü değil, ama kalbini tanıdığı ve üzerinde gül olan kızı aradı. Ona olan ilgisi 13 ay önce, Florida kütüphanesinde başlamıştı.

Raftan aldığı bir kitabin içindeki yazılar değil ama kenarında gördüğü, kursun kalemle yazılmış bir not onu etkilemişti. Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve akilli bir zekayı yansıtıyordu. Kitabin ön yüzünde, ilk sahibinin adini fark etmisti: Miss. Hollis Maynell. Uzun zaman çaba harcayarak adresini bulmuştu. New York'ta yasıyordu. Ona kendini tanıtan bir mektup yazdı ve yazışmayı teklif etti. Bir sonraki gün II. Dünya Savaşına katılmak için denize açılmıştı. Sonraki bir yıl ve bir ay boyunca her ikisi de posta yoluyla birbirlerini daha iyi tanidilar. Her bir mektup, verimli bir tarlaya atilan tohum gibi, kalplerinde bir ask dogurdu. Blanchard bir resim göndermesini rica etti, fakat o göndermeyi reddetti. Eger gerçekten kendisi ile ilgileniyorsa, neye benzediginin önemli olmayacagini düsünmüstü.

Avrupa'dan dönme vakti geldiginde, ilk bulusmalarini kararlastirdilar: New York Ana terminali saat: 19:00. "Beni üzerimdeki gülden taniyacaksin." diye yazmisti kiz. Böylece saat 19:00'da kalbini sevdigi fakat yüzünü görmedigi kizi ariyordu.

Size Mr. Blanchard 'in agzindan neler oldugunu yaziyorum: Genç bir bayan bana dogru geliyordu. Ince ve uzun boyluydu. Sari saçlari mükemmel kulaklarinin arkasindan dalgalar halinde sirtina uzaniyordu. Gözleri çiçekler gibi maviydi. Dudaklarinin ve çenesinin narin bir sertligi vardi ve soluk yesil elbisesi içersinde canlanan ilkbahar gibiydi. Gül tasimasi gerektigini unutarak ona dogru hamle yaptim. Hareket ettigimde, dudaklarinda küçük kiskirtici bir gülümse belirdi ve "Benimle mi geliyorsun, denizci?" diye mirildandi. Tamamen iradem disinda ona dogru bir adim daha attim ve o zaman Hollis Maynell'i gördüm. Tam olarak kizin arkasinda duruyordu. Kirk yasini geçmis, gri saçlarini yipranmis bir sapka altina saklamis bir kadindi. Sismandi ve kalin bilekli ayaklari alçak topuklu ayakkabilarin içine zor girmisti. Yesil elbiseli kiz hizli bir sekilde uzaklasiyordu. Kendimi ikiye bölünmüs gibi hissettim. Onu takip etme arzum çok güçlüydü ve ayni zamanda ruhu benimle arkadaslik etmis ve destek vermis kadina karsi duydugum özlem de çok derindi. Ve orada duruyordu. Onun soluk, sisman surati kibar ve duyguluydu. Gri gözleri sicak ve pariltiliydi. Tereddüt etmedim. Parmaklarim onu bana tanitan küçük, mavi eski kitabi sikiyordu. Bu ask olamazdi, ama özel bir sey olabilirdi. Belki asktan daha güzel bir sey, mükemmel bir arkadaslik olmaliydi bu. Duydugum hayal kirikliginin sesimi bogmasina ragmen, omuzlarimi kaldirip, onu selamladim ve kitabi uzattim. "Ben Lieutenant John Blanchard, ve siz de Miss. Maynell olmalisiniz. Benimle bulusabildiginize çok sevindim. Sizi yemege davet edebilir miyim?" Kadinin surati toleransli bir gülümse ile genisledi. " Bunun ne oldugunu bilmiyorum, oglum." Diye cevap verdi. "fakat demin yanindan geçen yesil giysili kadin, bu gülü yakama takmam için israr etti. Ve eger beni yemege davet edecek olursan, caddenin karsisindaki büyük restaurantta seni bekliyor olacagini söyledi. Bunun bir çesit test oldugunu da söyledi" Anlamak zor degil ve Miss. Maynell'in zekasina hayranim. Kalbin gerçek degeri çekici olmayana verdigi cevap ile anlasilir. "Bana kimi sevdigini söyle, sana kim oldugunu söyleyecegim."

Diyor Houssaye
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2006       Mesaj #1718
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SONUMU SONBAHAR’A ULAYAN


Seyirsiz yolların seyyahlığına adadım koca bir hiçliği. Bakışlarım bir ölüm harfsizliğine paralel. Yan yana dizilmiş kitap aralarına sıkıştırılmış düşlerim. Sevdayı acıya bulayıp enjekte etmişler hayallerime. Doz aşımı hüzün çalmış hayat kapımın musallaya bakan yüzünü. Sonumu bahar kılan ve sonbaharların ardına beni sebepsizce atan sen, hangi dikiş tutmaz vaatlerin sığınağındasın? Günaşırı gitmeleri mi dolarsın boynuna? Ben hep kalmış saysam da seni…
Elimde dolu dolu yaşanamamış bir ömrün kırıntıları, yarım kalmış hikâyelerin tozlu satırları… Çileyle büyüttüğüm siluetlerime vur emri çıkaranlara ne demeli? Dilim sağır, kulağım âmâ mı olmalı ters bir sevdayı düz bir surette anlamak için? Ey diline lisansızlığımı gömdüğüm aşkın vurgun yanları! Telâffuzu meçhul bir söylemdir suskum. Çengelli iğnelerde biriktirdim sayfalar dolusu yazıyı. Geceme aydınlık hükmünde yangınlarımı uladım. Sonumu bahar, sonumu sonbahar eyleyen can! Sonumu sonbahara ulayan!.. Dilsizliğim, elini eteğini çekti vuslat teranelerinden. Saatleri ömrümden götürmüşlüğünü ispat eden sese inat, daha yazmalı diyorum. Gitmeyi becerdiğini zannedip kalana yazmalı…
Dudağımda düşlerimden biriken bir şarkı… Hüznüme yeni adlar ekliyorum. Sınırsız bir mevsimden sınırlara yürüyorum. Yaslı masallar devşiriyorum kendi yaslarımı sineye çekmek için. Tüm kötülüklerden sakındığım gözbebeklerimi koyuyorum ortaya. Yüreğimi avuçlarına bırakıyorum. Şimdi gitsen ne fark eder ki?
Zaman ilerliyor… Kapımı açtığım o bildik mevsim; güz… Güzden payıma düşen eksik bir yüz…
Biz adına kurulabilecek cümleleri tek başıma üstleniyorum. Sen gittiğini mi zannediyorsun? Ben seni yanı başımda hissediyorum. Gitmenin halüsülasyonudur belki benim için. Ya da içime hapsettiğim sayfalar dolusu ümitten oluşan tozpembe bir sanrı…
Ne çok düş biriktirmişim ellerimde. Şimdi neye el uzatsam düş bulaştırıyorum. Bir yanı sana vuruyor gölgelerimin. Her yanı sana çarpıyor kalemimin.
Dilsiz kalemimle paradokslarımı asıyorum. Acılardan acı beğeniyorum kendime. En beğendiğim acının kısa adı; aşk… Oysa sevda dolu cümlelerden acı ayıklamaktı önüme sunulan. Ahh hayat! Alnıma düştün yine olumsuz mesaileri.
Kalbimin ölüme susamışlığı diyorum, adımı yalnızlığa kazıyan sezgiye. Kalbimin ölüme doymayışı… Kaç defa oldu son nefesini vereli ve kaç defa ‘yeniden ölüm’ dedi. Sana, bu yollara yarım düşmek yok yüreğim. Öl öl bitmezsin. Ölmekle tükenmezsin. İlk ölmek kabullenmektir sevdaya adanan son nefesleri…
Ölümlerimi senin için biriktirdim. Al! Hisseme bir ölüm bırak sadece. Ölünce geri dönülmezinden… ‘Bir daha’ denilmezinden…
Sevdaya susmamdır ölüm yâr. Susup susup, tekrar kanarcasına suskunluğu denememdir.
Yâr bu bir komplodur kendime. Kendimi kendimden, kendimi kentimden, kendimi senden ayırt etmek adına…
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #1719
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç suçlu kaçılamaması ile ünlü cezaevine getirilir ve hücreye atılır.
Hücre arkadaşı çok yaşlı ve hemen hemen hiç konuşmayan bir mahkumdur.
" buradan mutlaka kaçacağım dede " der genç suçlu ancak yaşlıdan hiç yanıt alamaz. Bir zaman sonra da gerçekten bir fırsatını bulup kaçar.
3 gün sonra yakalanır ve perişan halde hücresine geri atılır ;
" kaçmak olanaksız dede " der genç ; " meğer burası ada imiş , vahşi dobermanları , 12 aşama dikenli teli ve mayın tarlalarını saymıyorum bile .."
" biliyorum .." der yaşlı mahkum. " nereden biliyorsun ??" .
" 32 sene evvel bende kaçmaya çalışmış ve senin gibi 3 günde yakalanmıştım "
" beni uyarsaydın da boşuna cezamı 2 katına çıkartmasaydım keşke dede " diyerek sitem eder genç mahkum..
"başarısız sonuçlar yayınlanmaz oğlum " der yaşlı adam...
SiMYaCı - avatarı
SiMYaCı
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #1720
SiMYaCı - avatarı
Ziyaretçi
MAVİ GÖZLER

İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.

Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.

Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.

Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:

- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?

- Evet, hem de sonsuza kadar.

Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.

Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.

Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.

Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.

Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama götürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.

Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.

Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.

Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar