Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 173

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.471 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #1721
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GERÇEKTEN DOĞRUYA,
DENİZ KABUKLARININ YOLCULUĞU...
Sponsorlu Bağlantılar

Uzun uzun yıllar evveldi....
Uzak sahillerin, nemi yaprağı üzerinde, yemyeşil ormanlarında
güzeller güzeli bir kız yaşarmış.......
Adı yokmuş..
Bir isme de, ihtiyacı yokmuş zaten.
Duyamaz ve konuşamazmış, O......
Tüm gün topladığı deniz kabuklarıyla uğraşırmış sadece.....
Her sabah uyandığında,
“acaba bugün, hangi deniz kabukları bulma şansına sahibim” diye merak duyarmış.....
Kime sorsanız, tüm deniz kabuklarının birbirine benzediği o uzun sahillerde, o aylardır yıllardır hep mutlu ve
her günü ayrı bir umut ve güzellik içinde, heyecanla yaşamaktaymış.....
Çünkü O
zamanın,
sevenler için sonsuz olduğuna inanırmış......
Çünkü O,
zamanın,
sevinenler için kısa
üzülenler için çok uzun,
korkanlar için çok hızlı ,
bekleyenler içinse çok yavaş olduğunu, bilirmiş......
O, sonsuzu seçen, seven , ama çok seven bir yüreğe sahipmiş......
Topladığı ve dokunduğu her deniz kabuğu ile, yüreğine bir parça daha sevgi biriktirmekteymiş......
O, deniz kabuklarında, kulaklarıyla duyamadığı, bilinmez nice sesleri dinlemekteymiş aslında......
Yüreğinin kumsalları ve suları, ona hiç gitmediği, hiç görmediği kıyıların, nice hikayelerini anlatır durularmış......
Dünya, onun yüreğinde atarmış...
Dünya, onun yüreğinde ses verirmiş evrene......
O, dünyayı yüreğinden işitir, bilir ve yaşarmış......

Bazen işittiklerimiz, yeter sanırız...bildiklerimiz gerçek sanırız.......
Ve bunlar mutlu etmez bizi.....
Çünkü mutluluk;
duyamadıklarımızda, gidemediklerimizde,
fark edemediklerimizdedir....
Oysa, görebildiklerimizden, daha fazlasıdır gerçekler........
Günlük döngüler içinde, Sevdiklerimizle ve kendimizle paylaşabileceğimiz şeylerden uzak kalarak yaşıyoruz hayatlarımızı maalesef.....
Hayat bu olmamalı.. Işler hiç bir zaman durulmayacaktır ki, hep yoğun, hep çok olacaktır......
Ama sular bile durulur.
Durulur ve durulanır o zaman su; sedeflenir, sakinliğin, dinginliğin tatlı huzuru , derinliği aks olur kumsallarda.....
Bu hayattır işte.. Hayat oradadır...
Dinlerken, beklerken, izlerken, durulanırken..
Hayat orada yaşanır gerçel anlamda..
Oysa bizler mekanik ve elektronik bir dünyaya hapis vaziyette şuursuz yaşıyoruz, “hayat, bu” diye.....
Yaşamımızı, hayata ve kendimize endeksleyebilmeliyiz...
Ggerçekle, doğru arasındaki farkı görebilmeliyiz......
Hepimiz ....
Gerçekten mutlu olmak,
sadece yüreğin işidir...
Yüreklerimize fırsat vermeliyiz.....
Her yeni güne başlarken,
hangi deniz kabuğuna dokunarak,
bilinmedik hangi yaşama katılacağımız şansına gülümseyerek,
umutla uyanmalıyız......
Var olmanın güzelliği bu olsa gerek...
Acaba, bugüne kadar,
yüreğinizde kaç deniz kabuğu biriktirmişsinizdir ?
Sen...,
bugün hangi deniz kabuğunu dinledin,
ve bugün kaç deniz kabuğu topladın?
Insanın yüreği, belki de, deniz kabuklarından örülü olmalı.
Her yürek, bir kumsal olmalı belki de......
Kumsal gibi sonsuz olmalı.....
Kum tanelerinin kristallerinde, nice deniz çiçekleri, sedefleri açtırmalı her gün için..
Ve, her mevsimde ebruli olmalı o kumsal,
her koşulda kumsalda olmalı varlığımız.
Mesela, yazı, kumsal mevsimi biliriz sadece. Fakat, kışın da, oradayızdır.. Insanlar nedense, kumsalları, sadece yazın fark ederler......
Ne talihsizlik.!
Tıpkı, yüreklerimizi de, aynı talihsizliklerle fark edemediğimiz gibi
Belki de, maviyi görmek değildir önemli olan..
Belki, bakışlarımız gökyüzüne yöneldiğinde,
Önce, uçurtmayı görebilmeli gözlerimiz..
Önce uçurtmayı görebilirsek, mavileri de yakalarız zaten......
Uçurtma, mavidedir nihayetinde....
Eğer her gün, yeni bir var olma çiçeği açıyorsa gözlerimizde ve
Yüreğimizin ebruli kumsallarından, yepyeni deniz kabukları, sedefler toplayabiliyorsak,
Yokluk yok demektir, değil mi?

VE, her sabah ya da akşam üstleri,
Sulanmalı mutlak o var oluş çiçeklerimiz.......
Güne ya da akşama başlarken
Yürek su ister......Çiy ister... Şebnem ister......
Insanın en yalnız olduğu zaman dilimlerdir, sabahın eri ve akşamüstleri.......
Insanın en çok kendi olduğu, kendinde ve kendiyle olduğu vakitlerdir onlar.
Doğrularımızdan, gerçeğe yönelik yolculuğun başladığı vakitlerdir.
Sonsuza uzanan, uzanması gereken yürekler yollarını çiçeklendirme ve deniz kabuklarını sevgilendirme vakitleridir.
Doğrularınıza sahip çıkın. Kendinizi yakalayın.
Sonsuzluğu, kendinizden esirgemeyin.
Bakın, dinleyin, dokunun, deniz kabuklarının size söyleyecekleri var..
Yüreğinizin, ebruli kumsalından ayrılmayın.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #1722
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir liman gibi sana sığınmama yardımcı ol ama yanaştıktan sonra beni limandan atma önceki aşklarımdan anlatmayacağım ama bir şey var uçakta giderken aşağı atlatmak nasıldır bilirsin dimi sevdiğim zaman bulutların üzerine çıkarım ayrılık yaşadığım zamanda bulutların aşağısına dalıveririm bir çırpıda bana buna yaşatmayacağından eminim güzel günlere yelken açalım buradan gidelim cennet köşelere ne kuşlar olsun ne ağaçlar bir sen bir de ben güneş annelik ay bize babalık yapsın dağlar ovalar kucak açsın bu bize yeter...
Sponsorlu Bağlantılar
FLaMiNGo - avatarı
FLaMiNGo
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1723
FLaMiNGo - avatarı
Ziyaretçi
EVE DÖNÜŞ
Vietnam'da savastiktan sonra sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkinda bir hikaye anlatilir.San Francisco'dan ailesini aradi
Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden birsey rica ediyorum. Yanimda bir arkadasimi da getirmek istiyorum. -Memnuniyetle, onunla tanismak isteriz,diye cevapladilar.. Ogullari, -Bilmeniz gereken birsey var diye devam etti. -Arkadasim savasta agir yaralandi. Bir mayina basti ve bir koluyla ayagini kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasini istiyorum. -Bunu duyduguma üzüldüm oglum. Belki onun baska bir yer bulmasina yardimci olabiliriz. -Hayir. Anne, baba, onun bizimle yasamasini istiyorum. -Oglum, dedi babasi, -Bizden ne istedigini bilmiyorsun. Onungibi özürlü biri bize korkunç bir yükolur. Bizim kendi hayatimiz var, ve bunun gibi birseyin hayatimiza engel olmasina izin veremeyiz. Bence bu arkadasini unutup eve dönmelisin. O kendi basinin çaresine bakacaktir. Oglu o anda telefonu kapatti.
Ailesi ondan bir süre haber alamadi. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Ogullarinin yüksek bir binadan düsüp öldügünü ögrendiler. Polis bunun intihar olduguna inaniyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ysa uçtular ve Ogullarinin cesedini tespit etmek için sehir morguna götürüldüler. Onu tanidilar, ve bilmedikleri birsey daha ögrenince dehsete düstüler:
Ogullarinin sadece bir kolu ve bir bacagi vardi. Bu hikayedeki aile de bir çogumuz gibi. Güzel olan yada birlikte olmaktan zevk aldigimiz insanlari sevmek bizim için çok kolay, ama bize rahatsizlik veren yada yanlarinda kendimizi rahatsiz hissettigimiz insanlari sevmiyoruz. Bizim kadar saglikli, Güzel yada akilli olmayan insanlarin yanindan uzak durmayi tercih ediyoruz. Neyseki, bize bu sekilde davranmayan biri var. Biz nekadar bozulmus olursak olalim, bizi sonsuz ailesinin yanina çagiran sartsiz sevgiyle seven biri. Bu gece, uyumadan önce, insanlari oldugu gibi kabul edebilmemiz ve bizden farkli olanlara karsi daha anlayisli olabilmemiz için gereken gücü vermesi için Allah'a kisa bir dua edelim. Kalbimizde Arkadaslik adinda bir mucize var. Nasil oldugunu veya Nasil basladigini anlamazsiniz. Ama bu özel armagani bilirsiniz ve Arkadasligin Tanri nin en büyük armagani oldugunu anlarsiniz.
Gerçekten de arkadaslar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip basarmaniz için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler. Bugün arkadaslariniza onlarla ne kadar ilgilendiginizi gösterin.
FLaMiNGo - avatarı
FLaMiNGo
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1724
FLaMiNGo - avatarı
Ziyaretçi
Yaralı Kalp
Genç kız feci bir hastalığın pencçesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise hergün hastahane odasında biraz daha solmaktaydı. Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi..

Hergün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu..."Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kızda zaten başka birşey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdiki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi... Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran...Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı... Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, elerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı.. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bi hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kimbilir kiminle beraberdi...Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bi hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kimbilir belkide sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı... O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki birşeyler eksikti... Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu... Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlamış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Hergün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle... Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yılar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta.. Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. "Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin dahada artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden dahada hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Hergün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün herşeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim... Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye.. Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hemde her gece... Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu? Çünkü gözyaşlarımla, adını yazdım ona...Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülüde unutma olur mu??... Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadarda Seveceğim... Sevgilin...."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1725
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kahve Buğusu Gözler


Yaban Gülleri
.
Bezgin kaldırımlarda ilerliyor, bir sevda dervişi yavaş adımlarla.
Yakınından geçen, kimi düşük belli göbek firarda,
kimi yaka, bağır açık, göğsün yarısı ortada güzeller.
Ancak onun gözü sadece gözlerde.
Aradığı “kahve buğusu” gözler.
Birkaç kez yakalayınca, tekrar tekrar bakıyor eğilerek,
o mu, sevdiği mi umuduyla.
O da ne?
Hiç anlamadan araca kapalı,
küskün bir caddeye götürmüş kaldırımlar onu.
Genç kızların her biri, yine ayrı güzellikte.
Kiminin yanında bekçisi olgun hanımlar.
Sevda dervişi yalnız olgunlara bakıyor, o mu, sevdiği mi umuduyla.
.
Şimdiyse dolaşmakta derviş kör sokakları!
Kiminde gelinlik kızlar, kadınlar oturmuşlar kapı önlerinde,
nakışlar, danteller ellerinde. Çoğu dalmış mümkünsüz düşlere.
Dervişin gözü yine gözlerde. Dua eder var edene;
“kaldırsın biri başını, baksın yüzüme”
Yine umudu, bulmak kahve buğusunu.
.
Günyüzü küserken akşama hüzünler sarar yaralı yüreği.
Yolu bu kez bir parka düşmüştür anlamadan, bilmeden.
Güne “hoşça kal” diyen pembe akşam sefalarına benzetir kendini.
O da ne?
Az ötede kök kök yaban gülleri!
Şaşkınca yanaşır yanlarına.
Elleriyle okşar dallarını, yapraklarını,
içine çeker doymaya, doyamaya kokusunu.
Tıpkı “o” kokuyordur hepsi de.
O an Dudaklarından düşer bir sevda şarkısı
.
``Sen hep beni mazideki halimle tanırsın.
Hala bilirim aşk ile sever, kıskanırsın...``
.
Özlemi dağlarca çöker içine, kahve buğulu çingenenin.
Sevgisi yangına dönüşmüş, hayalleri takılı kalmıştır.
Hüzünleriyle içine atar,
aradığı kahve buğusu gözleri.
Sararır içinde saklı düşler.
Anlamıştır, kalan ömrü boyunca,
yaban güllerini sarıp, okşamaktan başka
yoktur çaresi.
Günlerce, yıllarca görmez, duymaz,
yanından geçen, kendisine acıyan bakışları.
Aldırmaz, yağmurun karları üşütmesini,
Güneş’in alayla maviye gülümsemesini.
.
“Kahve buğusu” gözler hayalinde,
yaban gülleri kokusu içinde,
kendi kurduğu aleminde
mutludur şimdi kendi, kendisiyle.
.
17.10.2006
******
Mecnun`la yarışan sevda dervişi
Kahve gözlüsünü bulmaktır işi
Dalsa da içine onlarca kişi
Yüreğini tarar yaban gülleri
.
Bakışı dağların üstünden aşar
Sessizlik sesinde geceyle coşar
Gerçeklerde yiter, düşlerde koşar
Gizemiyle sarar yaban gülleri
.
Sanki bir çingene özgürlük saçan
Kendi gökyüzünde sevgiyle açan
Güneşin göğsünde sarıya kaçan
Renklerini sorar yaban gülleri
.
'Hoşça kal' diyorken akşamsefası
Dervişe güç verir onun vefası
Özlemi büyütür bitmez cefası
Toprağını arar yaban gülleri
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1726
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Nazım Hikmet’in Abidin Dino'ya dediği gibi, belki mutluluğun resmi yapılamaz ama hariıtası çizilebilir diye düşünüyorum. Biraz garip ve tutarsız da olsa, sonuçta çizilebilir.

Mutluluk bazen küçük bir hediye, bazen bir bakış, sıcak, candan bir el, çocuğumuzun aldığı diploma vs. olabilir. Mutluluk nerede, niçin ve nasıl algılandığına, kişisine, yerine ve zamanına bağlıdır.

Şuna inanıyorum ki, servet, güç yada güzellik başlıbaşına bir mutluluk sağlamaz. Mutluluk ancak eşler arası gerçek bir sevgi, diyaloğ ve güvenle yakalanabilir. Evli olup da kişinin tek başına mutluluğu söz konusu zaten olamaz.

Son yıllarda yapılan ciddi anket ve araştırmalarda, sonuçlar bilinen tekrarların aynısı. Elindekiyle yetinmesíni bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yoktur.

Mutluluk.
Küçük ve az şeylerle yetinmek, elindekiyle mutlu olmasını bilmektir. Beklenti ve isteklerinizi abartmadan sınırlı tutmak, iç ve aile içi huzurun mutluluğu için neden sayılabilir. Dışa dönük gösteriş, moda, lüks, şan, şöhret yada salt mevki, para gücü gibi değerler mutlu olmak için yeterli bir neden sayılmaz...

Hayat bir sınavdır, sahip olmak istediklerinizle değil, elinizdekiyle mutlu ve huzurlu olmanın yollarını öğrenin. Çünkü mutluluk mutlu olmayı arzu eden ve buna gayret edenlerin hakkıdır. Evlilklerde mutluluk ancak eşlerin bir ömür el ele, yürek yüreğe vermesi ile gerçekleşir. Bir başına kimsenin soluğu buna yetmez...

Önemli olan sorumluluklarınızın bilincinde olmak. Tartışmaların, kavgaların esiri olmadan, seviyenizi ve aklınızı kullanmayı ve korumayı öğrenin. Belki, bunun açınızdan pek kolay olmadığını düşünüyorsunuz, doğru ama imkansız olduğunu söyleyemezsiniz. Dikkatlerinizi geleceğinize yönelterek planlı, programlı ve kararlı davranarak istekleriniz doğrultusunda hareket etmeyi gerçekleştirebilirseniz, mutlu olmamanız için hiç bir neden kalmaz. Çünkü emek verilmeden, çaba harcanmadan hiç bir şey kendiliğinden olmaz.

Seviyenin önemi burdandır. Sorumluluğunuz bu yüzden çok önemlidir. Birliktelikler sorumluluk gerektirir. Çünkü mutlu ve huzurlu evlilikler saygı ve yöntemlere bağlıdır. Bazen küçük bir hatanın bile büyük sorunlara dönüştüğü bir arena olabilir.

Etrafınıza bakıp bir düşünün lütfen. Bu kısa süreli yaşam için bu kadar kırıcılık, bu kadar gerilim, bu kadar sıkıntıya, inada gerek var mı?

Nedense bir çok insan anlayışın, dinleyişin, hoşgörü, saygı, sevgi ve geleceğinin yerine salt inadı koyarak yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Ve o acıyı hem kendisi çekiyor, hem de başkalarına çektiriyor. Bunun Hollanda da yabancılara yardım amaçlı sosyal bir kurumda çalıştığım süre içerisinde Türk ve faslı aileler arasında daha yoğun bir şekilde yaşandığının ayırdına vardım. Bu bir anlayış, yetişme tarzı ve kültür meselesi değil midir sizce.

Düşününki, ne kadar yaşayacağımızın belli olmadığı bir dünyada, ömrümüzü hargür içerisinde geçirmenin bir anlamı var mı?. İnsan olarak herkesin sevgiye, mutluluğa, anlaşılmaya, güvene, insan gibi yaşamaya hakkı ve ihtiyacı var. Bütün bunları hakketmek için de öncelikle kötü huylarınızdan vazgeçip, özveride bulunabilecek bir çaba içine girmelisiniz.

Mutluluk yada mutsuzluk denince nedense akla ilk gelen evlilikler oluyor. Evli ve mutsuz çiftlere öncelikle şunu söylemek isterim. Evlilik kurumunuza saygı, güven, sevgi, hoşgörü, açıklık, dürüstlük, alçak gönüllülük gibi, biribirilerini anlama, dinleme anlayışını ve içselliğini yerleştiremezseniz, bilmelisiniz ki, hiç bir tutum yada davranış sizin mutlu ve huzurlu olmanızı sağlayamaz...

Evlilik kurumu her zaman saygı duyduğum ve genel toplum düzeni açısından olması gerektiğine inandığım aile birliğidir. Ancak bizim gibi geri kalmış toplumlarda 15 – 20 sinde evlenen gençlerin, gelecekleri hakkında öyle bilinçli ve üzerinde uzun boylu düşünmedikleri bir gerçek. Çünkü gençliğin de tozpembe hayallerinin zamanı ve budalalık dönemleridir. Bütün bir yaşamı kurban vermek fazlaca önemli değildir o dönemlerde onlar için. Zaten akılları başlarına geldiklerinde iş işten geçmiş olur.

İstikrar, denge, içtenlik olmayan hiç bir evlilik yada ilişkide iyi ve mutlu bir gelecek beklemek hayalden öteye geçmez. Kadın yada erkek, mutlu olmak istiyorsanız. Kısır, gereksiz tartışma ve çekişmelerle yaşamınızın kararmasına izin vermeden ve karşı durarak, yuvanızda saygı, sevgi ve uzlaşma kültürünün egemen olmasını sağlamalısınız. Bu uğurda çok zor sınavlar vermek zorunda kalabilir siniz. Ancak her birey üstüne düşen görevi yerine getirerek, kendi payına düşeni yapmak için çaba verirse ortada bir sorun kalmaz...

Eğer evliliğinizde ilişkiniz her gün yara alıyorsa, bunun nedenlerini iyi düşünüp, bu yarayı tedavi etmenin yollarını bulup ortaya çıkarmazsanız. Hayatınız boyunca acı cekmek zorunda kalırsınız. Evlilik insanın hayatında önemli bir karardır. İnsanın sığınacağı bir yuvadır. Bu yuvanın kesin kes yıpratılmaması, yara almamasi gerekir.

Bazan ailevi ilişkiler arası ölçüyü kaçırmadan konuşup tartışmanın sayısız yararları var. bu gün bir çok evliliklerde zorunlu olmadıkça konuşmamayı yeğ tutuyorlar. Çünkü ilişkiler arası iletişim yok. Oysa ki psikologlar ülkemizde aile fertlerinin konuşup dertleşmedikleri için bu sebeple ailede bulunması gereken sıcak ilişkilerin doğmadığını bununda aile fertlerinde depresyon stres gibi olaylara neden olduğunun özellikle altını çiziyorlar.

“Mutluluk gökte zembille inmez. Hakketmesini bilenler içindir” derdi rahmetlik ninem Az ile yetinmeyi bilmek özenti ve gösterişlerden uzak, kendisi olabilmeyi başarmak, mutluluğun hala en temel belirleyicisi olarak bilinmektedir.. Paranın ve ekonomik gücün, güzelliğin, göreceli değerler olduğunu unutmamak gerek. Yalnız başına asla ve asla mutluluğun belirleyicisi değildirler.

Öyle veya böyle hayatı yaşamak, yaşamı da güzelleştirmek gerek. Mutluluk bir çabadır, bir uzlaşma kültürüdür, kendine güvendir, bir iç derinliği, iç zenginliği ve iç güzelliğidir. Mutlu olmak için her şeyi oluruna bırakmak yetmiyor, onun için çalışıp emek vermek gerekir. Her şeyini insan kendi üretmek zorundadır. Mutluluk bize bağışlanmış bir eser değildir. Yaşamı anlamlandırmak için sevgi almak, sevgi vermek gerek. Çünkü insanın varlığını, mutluluğunu hissedebileceği ve hissettirebileceği tek yer yüreğidir.

Mutlu bir yuva kurmayı, mutlu olmayı, mutlu yaşamayı herkes arzu ve hayal edebilir. Ama onun gerekliliklerini yerine getirmekse size bağlıdır. Tabi bu yaşadığınız hayata hangi açıdan baktığınız, gördüklerinizin neresinde durduğunuz, öngörülerinize göre gerçek değerlerin neler olduğuyla da ilintilidir. “Bir kere evli olupta gözü dışarda olan insanların kesinlikle mutlu olma şansı yoktur’’ diyor bir düşünür.

Oncelikle, mutluluk insanın kendisinin hak etmesi gereken bir olgudur. Bir piyango bileti ile gelse bile yinede doğru bileti almak yada seçmekle mutluluğa erişilir. Oysa acı ve mutsuzluk her zaman bir maruz kalmadır. Bir haksızlıktır, çaresizliktir. Mutsuzluk bir acı ve çile çekme halidir. Yoksa kim mutsuz ve bedbaht olmayı ister.

Araştırmalarda, doğru kişilerle, doğru evliliklere odaklanmanın önemini vurgulamadan geçemiyeceğim. Mutlak zekadan çok, sosyal zekanın ve sosyal yapının mutluluğa çok daha olumlu katkılar sağlayacağının altını özellikle çiziyor uzmanlar.

Kavgadan, kargaşalardan uzak, hayata gülerek ve gülümseyerek bakabildiğimiz saygı ve sevgi kültürümüzü pekiştirerek, yaşamı omuzlarımızda bir yükmüş gibi görmediğimiz an, yükümüz hafifleyecektir. Üstelik hayat bize çok daha renkli ve zevkli gelecektir. Yazımı yıllar önce yazdığım bir şiirle noktalamak istiyorum. Yolunuz yüreğiniz kadar aydınlık, uğurunuz açık ola...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1727
arwen - avatarı
Ziyaretçi
www antoloji com 494169 409


MAVİ VE KIRMIZI O


dünyaya geldiğinde maviydi.. berrak duru mavi...annesi mavi mavi gülümserdi..o kırmızı kırmızı ağlarken.. annesi mavi mavi öper, okşar, üzülür, susturmaya çalışırdı...beş altı yaşlarında siyah kıvırcık saçlı.. elma yanaklı..zeytin gözlü.. muzur bakışlı..yaramaz bir maviydi o...hatırladığı yaramazlıkları ile annesini hep çok sinirlendirmesiydi...hatırladığı karlı dağlar..buz gibi akan berrak dereler..elma ağaçları...akşam üstü ineklerin dağlardan inişini seyretmek..heyecanla aşşağıya zeynep ninesinin yanına koşup ineği sağmasına yardım etmek.. bunu eline yüzüne bulaştırıp azar işitmek...hatırladığı..mavi ve kırmızı kuşunun bir sabah uyandığında ölmüş olduğunu görmek.. feryat figan ağlayıp ona cenaze merasimi düzenlemek..hatırladığı dut ağaçlarının en tepesinde gezmek ve aşşağı düşer korkusuyla annesinden bir temiz dayak yemek ve ceza olarak köyün ana okuluna götürülmesi...her defasında ana okulundan kaçış ve yılmadan tekrar,tekrar ana okuluna götüren babası... tüm sevecen tavırları ile okulda tutmaya çalışan öğretmenlerini atlatıp yine o dut ağacının tepesinde bulması kendini....tekrarlanan bu inatçılığı yüzünden her defasında annesinden yediği terlikler....hatırladığı akşam karlı dağların ay ışığında oluşturduğu tablo.. gök yüzündeki yıldız kümesi,saman yolu ve her defasında en iri en parlak yıldızın kendisi olduğunu sevinçle söylemesi... yüzünü okşayan buz gibi hava eşliğinde kulağındaki büyüleyici puhu kuşunun sesi...hatırladığı iki ay tatilini geçirdiği yayladan ağlıyarak ayrılması her defasında...hatırladığı artık onbeş yaşında siyah beline kadar uzanan kıvırcık saçları.. zeytin gözleri.. beyaz teninde o çocuksu duran kırmızı yanakları...pembe ve maviyi sevişi..okulda ders dinlemeyip yırttığı defter sayfalarına sürekli resim yapması..ana okulundan gelen ve hastalık boyutunda olan resim yapma tutkusu zaman zaman hocalarıyla takışmasına...annesinin okula çağrılmasına ve azar işitmesine neden olması...ama yılmadan bu tutkusunu devam ettirmesi...hatırladığı folklör, tiyatro, şiir gibi bilimum bütün aktivitelerin içinde olması...genç bir kızdı o,ama çocukluktan kalan yaramazlığı hiç bitmedi...annesi bir taraftan onu hayata hazırlamaya çalışıyordu..'ev işlerini öğrenmelisin.. yemek pişirmeyi öğrenmelisin.. yarın evleneceksin.. anne olacaksın'....sın sınlar hiç bitmedi...mecburen bunları birazda olsun öğrendi... annesi pek hoşnut olmasada....hatırladığı annesinin sabah kahvaltısında kızarttığı ekmeğin kokusunun, onu uykudan uyandıran en cazip koku olduğuydu...en zevk aldığı ailecek yapılan sabah kahvaltıları ve kız kardeşiyle kahvaltı sofrasında süren sohbetleri ve gülmeleriydi...hatırladığı evlenmeyi düşünmemesiydi...,çok sinir olurdu kendi için gelen davetsiz misafirlere..anne,baba ve oğlundan oluşan veya aile efradıyla gelen ve kendini izleyen küçük topluluklara...,annesinin tüm ısrarları sonucu kahveyi zora ki götürürdü...hatırladığı ' evlenmiyeceğim 'diye diretmesiydi...okudu işe girdi ve çalışma hayatına başladı... halen direniyordu 'evlenmiyeceğim' diye.....hatırladığı direneyim derken iş yerinde,köşe bucak kaçtığı ve uzak durduğu birine aşık olduğuydu...bunun adı aşk mıydı..sevgi miydi ondan bile emin değildi...rengi maviydi, yüreği maviydi genç kızın...o insanın ise rengi gökkuşağıydı...yağmurdan sonra açan ve kaybolan...mavi görünüyordu biraz... aslında farkındaydı genç kız ama' yaşanmışlıklar insanı bıktırır' diye düşünüyordu... oysa bilmiyordu ki bazı insanlar neyse o dur ve asla değişmezler...hatırladığı aynada beyaz gelinlikler içinde kendine uzun uzun bakmasıydı..fotoğraflar çekilmesiydi..salona heyecanlı giriş..insanların' aaaa peri kızı gibi olmuşsun' iltifatları.....ve.. ve.....şimdi hatırladığı, o insanın renginin aslında kendi rengi ile hiç örtüşmediği...mavi ve kırmızı dan çok uzak bir renk olduğu...hatırladığı incinmişliği,kırılmışlığı,acılarının rengini bir müddet soldurduğuydu...ve bir gün kendine geldiğinde.. oturup uzun uzun hayatını yeniden gözden geçirmesiydi...yeniden havayı solumaktı derin derin...gece gökyüzüne bakıp parlayan yıldızlardan birinin kendisi olduğunu farketmesiydi.. yaşamının değerli olduğunu anlamasıydı..tekrar dönüp bir sabah yüzünü güneşe..yüreğin de taşıdığı maviyi ve kırmızıyı canlandırmasıydı...ve içinde ki o şirin yaramaz çocuğun hayata cıvıl cıvıl bakmasını sağlamaktı...mavi ve kırmızı...ölene kadar rengini bozmadan mavi ve kırmızı yaşamaktı düşüncesi...mavi ve kırmızı...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1728
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“gittin... gelmiş miydin aslında bilmiyorum. ve bu soru ateş bedenim kuru bir dal parçası olsa yakıp kül etse de beni cevapsız kalacak belli ki... gelmeyenler gidemez deseler de gidiyorsun işte...
en çok söylenmemiş sözler yorar insanı ve yorulduğum bir anda yazıyorum bütün bunları...” hayat yorgunu meczup suskunluklarını kustu boş bir kâğıda... boş bir hayata…

“söylenmemişlerin yazılmamış olarak da anılmasını istemediğimdendir suskunluklarımı konuşmamın sebebi... bilmeni istememden kaynaklanan söz bütünüdür bu mektubun şekli...

hiç benim olmayan adını adımla kapladım boş duvarlarımda. boş kâğıtlara gelmeyişlerini ağladım. gelmeden gittiğini varsayıp her gece dualardaydım. terk edemesem de, ayrılığı tattım seni içimden her terk edişimde. gelmelere yasak istasyonumda gönlümde ağırladım seni ve sen gelmeden bırakıp gidiyorum şimdi her şeyi. yolculuğumda ebedi bir ayrılık gözükse de gidişim ebedi bir vuslata. ama hala bekliyorum sonsuzluk kapısının eşiğinde gidişimi. aslında daha gelmemişti gitme vakti ama...”bir anda kalemi kırıldı sanki... sözler kırıldı... vazgeçişlerinin toplamında gördü sonra kendini kendinden alıkoyduğunu... umudun son hamlesi pişmanlık vurdu gözlerini ama her şey için geç diye geçirdi sözlerini düşüncelerin çıkmazından...

söz biter bazen, söylenecek hiçbir söz “söz” olmaz olur. ve son çare susulur. bu yüzden olmalı susmakta buldu içindeki çığlığın dinginliğini. sustuğu yerden kanadı ve kanadığı yerden tekrar yazmaya başladı meczup…

“intiharlarımda seni astım yağlı urganı birçok kez boynuma takıp çıkardığım gecelerimde… ama olmadı her sabah sen yüreğimden sağ çıkmıştın ve ben ölmüştüm her seherde…”

binlerce gecenin tüm sancılarını, pişmanlıklarını ve yalnızlığını zamansızlıkla sarmalayıp ömrünün bir deminde yaşadı. sonbaharın hüznü gözlerinde, burukluğuysa yüreğinde yer edindi kendine şuan… hayallerini sırtlanmış olan gözyaşları öptü yanaklarını ve yüreğindeki hicran gölüne döküldü her biri. hiç gidemediği masal mavisi adasının çaresizce karaya vurmuş olduğunu göğsüne saplanan hüzün fark ettirdi. evet, hicran gölünde yok oluşunu an be an yaşadı… “bitti” diyebildi… en azından öyle sandı.

susulacak sözler yine geldiler ve sustular peşi sıra… konuşacak hiçbir kelime kalmadığından sesiz kaldı gönlündeki cinayet. düşlerindeki çok renkli orkestra şefini kaybetti, sessiz kaldı düşler… son anın habercisiydi son sözler:

“gelirsin diye beklediğim bir seher gelmedin yine. o halde sen gelmeden gidiyorum. beklemeye takatim kalmadı daha fazla…”

suskunlukları isyan ipinden bozma ceplerinden dökülmeye başladı. son kelime çığlık gibi düştü son mısraya… “elveda”

gelmeler ayrılıklarda son buluyor, ses verenler seslendiklerini yitiriyor ve bir oyun bir gerçekle bozuluyor diye düşündü… pişmanlık sardı bedenini. başka bir düşünce beyin kemiren böcekten farksızdı. “bu acıyla yaşamak mı zor yoksa bir anlık ıstırapla ölmek mi?”

cevabını veremedi bile. ölümcül bir ayrılık kokan “son mektubum” dediği kâğıda son kez baktı ve düşünmeden yırttı…
gözleri alabildiğince uzaklara takıldı ve baktığı yerlerde bıraktı ferini.

beklenmedik bir kıvılcım peyda oldu gözlerinde neden sonra. şişenin dibinde kalan birkaç hapı da düşünmeden yuttu. usanmışlık ellerine de hakimdi anlaşılan. bardaktaki suya gitmediler bile… yuttu… hapları, kendine verdiği sözleri, düşleri… biraz duraksadıktan sonra bembeyaz bir kâğıda tekrar ağlayan kalem bu sessiz duruşun içinde cılız bir ses oldu.

göz kapakları hayata yorgun düşerken kalemin bıraktığı iki satırdan ibaretti sadece:

“gelmeden gittin… bende gidiyorum öyleyse… elveda”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1729
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bembeyaz katman katman bulutlar ortak olup üfürdüler nefreti. Salıncaktaki çocuk duydu tüm sessizliğe karışan uğultuyu. Saçları rüzgarında savruldu salıncağın. Minicik ayaklarını yere değdirmeye çalıştı ve başardı. Durdu ve tüm beyazlığıyla havada duran bulutlara baktı. Hareketsiz ona bakıyorlardı. Elini havaya kaldırdı. Parmaklarının uzandığı her bulut irkilerek kaçtı geriye. Çocuk parmaklarını nereye uzatsa kaçışıyordu pamukçuklar. Güldü. Tebessümü tüm suratını aydınlattı çocuğun. Salıncaktan atladı aşağıya. Toprak zemine iki ayağını da sağlam basıyordu artık. Başı yukarıya dönük iki eliyle uzanıyordu göğe. Ardında salıncak ağlıyordu içten içe, terk edilişine. Çocuk kollarını iki yanına açtı ve kucaklarcasına uzandı göğe. Bulutlar toparlandı iki kol arasında kalan alana. Sonra birden çocuğa uzanıp;

-“Yapma!” dediler. Çocuk irkilerek durdu. Kollarını indirdi. Bulutlar yine gevşediler gökte. Ve devam ettiler konuşmaya;

-“Eğer sıkıştırırsan bizi yok oluruz. Eğlence istersen seni eğlendiririz her zaman ama yok etme bizi.”

Çocuk başını önüne eğdi. Toprağa bir damla yaş düştü. Bulut onun ağladığını fark etti. Ve gizliden gizliye toprağa seslendi. Yardımını istemek için. Bu ufacık kalbi kırmanın üzüntüsüyle. Birden toprak hareketlenip dile geldi, çocuğun ayakları altında.

-“Neden ağlıyor bakalım bu ufaklık?” Çocuk yine ürktü. Ama bu babacan tavır dostane biri olduğu izlenimini yarattı onda. Toparlak parmakları göğü işaret etti. Bulut yine ürkerek yarık açtı, parmağın işaret ettiği noktada. Toprak söylendi buluta;

-“Ağlatmışsın bu ufaklığı sorgusuzca. Ama bilirim ki bu ufaklık pek bir yaramaz gözükür gözüme. De bakalım ne etin bulut kardeşime?” Çocuk ses çıkarmaz ama başı hala toprağa dönüktür. Bakışlarıysa boşluğa.

-“Pekala ufaklık bana dikkatlice kulak ver bakalım. Biz sizin için buradayız. Sizin zevk-u sefanız, besininiz, yatırımlarınız, sağlığınız vb. gibi daha niceleri için varız biz. Sen toprak anadan kendine ne türlü oyunlar çıkarabilirsin bilir misin? Mesela sadece benden kaleler inşa edebilir, askerlerini komuta edersin buradan” Bulut söze girdi hemen;

-“Mesela ben senin için ne şekli istersen o olurum. Bazen bir koyun, bir at, bir araba olurken kimi zaman araba bile olurum içinde diyar diyar dolaşacağın.”

Çocuk şimdi göğe bakıyordu. Biraz sonra kafasını önüne eğip yumuk yumuk elleriyle gözyaşlarını siliyordu. Toprak yine dillendi;

-“hadi bakalım çök yere bir kale inşa edelim beraber.” Çocuk gülümsedi. Minicik poposu yere konuşlanırken toprak ona malzemeleri temin ediyordu sonra uyardı;

-“Hey şu yukarıdaki bir otomobil değil mi?” Gözlerine inanamıyordu ufaklık bu pamuktan yapılmış bir arabaydı adeta gök yüzünde uçuyordu. Ayaklandı ve uzandı arabaya. Yere yaklaştı araba ve kapısını açtı çocuğa. Ürkek buluta yerleşen çocuk hevesle gitmeyi bekledi. Bulut toprağa teşekkür edip havalandı göğe. Uzaklara. Tahtını altından yapan adamın ülkesine. Çocukların mutlu olduğu bir krallığa. Cennete…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ekim 2006       Mesaj #1730
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ESKİ MODEL HATIRALAR

Eskiden köylere yolcu taşıyan 63 model minibüsler vardı. Kimi kırmızı, sarı ya da beyaz renkli soluk boyalı, eski püskü arabalardı. Onları yarı belden itibaren rengârenk bir kuşak gibi saran damalı oluşları beni en çok cezbeden taraflarıydı. Onları; beni köyüme ulaştıran bir rüzgâr gibi görüyordum.

6–7 yaşlarımdaydım. Okula yeni başladığım yıllardı. Hafta sonları köye gider, Pazartesi sabahı erkenden dönerdik. Hafta sonu dediysem öyle Cuma gününden değil, babam esnaf olduğundan memurlar gibi tatili cumadan başlamazdı. Cumartesi günü o da benim gibi iple çekerdi yolculuk akşamını. Dükkânı kapattığı gibi bir solukta durağa varıp ön camındaki tabelaya “Derecik” yazan minübüste alırdık yerimizi. Eğer yol boyunca inen olmazsa, ben hep ayakta ya da babamın dizine oturarak giderdim.

Ayakta gittiğim zamanlar yol boyunca yanan ışıkları, ya da sabahları dönerken alçalıp yükselen telleri bile göremezdim. Kadınlar genellikle arka koltuklarda otururdu. Araba tutmasına karşı ellerinde naylon torbalar bulunurdu Daha asfalt yoldan köye ayrılan sapağa varmadan arabanın içinde bir hışırtı duymaya başlardım. Naylon torbaların ağzı açılır hazır vaziyette ellerde tutulurdu. Arabamız taşlı toprak yolda ağır aksak ilerleyip birkaç viraj döndüğümüzde arka koltuktakilerin midesi bulanır başı dönerdi. Sonra da naylon poşetlerden arabanın içine bir koku yayılırdı. Torbalar usulca ve sıkıca bağlanıp minibüsün penceresinden fırlatılırdı.

Bazan virajları dönerken bazanda bir rampayı çıkarken araba yavaşlar duracak gibi olur ve birden motordan gelen bir bağırtıyla ağır aksak devam etmeye çalışırdık. Köye çalışan minibüsler yeni olmadığından böyle durumlarda arabamızın bozulduğunu sanıp yolda kalacağız diye ödüm kopardı. Bir keresinde yolda kalmıştık bile
.
Köye giden yolun ikinci rampasında yine duraksayıp hareket etmeye çalışırken minibüsümüzün önünden dumanlar çıkmaya başlamıştı. Şoförümüz yolculardan bir kaçını indirip tekrar hareket etmeye başladı. Rampanın bitimindeki düzlükte muavin, arabanın altına taş koyup bagajdan kaptığı boş bidonu yamaçtaki evden su doldurup getirdi. Şoför arabanın ön kapağını açıp suyu, dar yassı ve köyde arı kovanımızın peteklerine benzettiğim siyah demir kutunun içine boşalttı. Yolcuların meraklı soruları arasında arabaya tekrar doluşup hareket ederken muavin motorun hararet yaptığını söylemişti.

Şöför söylene söylene yolların bozuk olduğundan, yolcuların yolda kalmamak için arabayı tıka basa doldurduğundan kızgın kızgın sitem ederken, benim gözüm elindeki direksiyonu nasıl çevirdiğini pedallara hangi durumda nezaman basacağını gözlüyordu. Arabanın içinde ayakta olduğumdan bunları rahatca gözetleyebiliyordum. Onun için koltukta oturmaktan çok, ayakta ya da babamın dizine yaslanarak gitmek daha gizemli gelirdi bana. Arabanın tavanında boynum iki büklüm, sigara dumanı arasında şoförün her hareketini pür dikkat izlerken, bazen kasketli bazen aksakallı adamların kaçak tütünden sardığı sigarayı kaç fırtta bitirdiğini bile sayardım. Sigara bitince izmariti, önündeki koltuğun yırtık muşambasının arkasındaki küllükte söndürmeye çalışır sonrada kapağını kapatırken aralı küllüğün arasından süzülen sigara dumanı 1–2 viraj alarak yükselir, burnumun dibinden nazlı bir şekilde kavis yaparak şoförün yanındaki camdan esen rüzgarın ahenkine kapılarak arabanın içinden yok olup giderdi.

Sigara dumanı meraklı bakışlarımın arasında beni rahatsız ederek camdan uçup giderken, koltuk altlarına hıncahınç sıkıştırılan örme seleler, gümüş renginde kalaylı bakraçlar ayaklarıma basacak yer bırakmazdı. Böyle durumlarda kendimce sinirlenir kızardım. Bazen de rengârenk desenli yamalı bohçaların içinde ne olduğunu yoklar sonrada ayak uclarımla üzerine basar ezerdim. Böylece koltukta oturmamanın intikamını almış olduğumu sanırdım.

Bir keresinde minibüs viraja süratle girdiğinden, sebze bohçasıyla yanyana duran yoğurt bakracı ve yumurta sepeti devrilip arabanın içine yayılmıştı. Nar gibi kızarmış olan yüzümden terler boncuk boncuk akmıştı. Kendimi suçlu hissetmiştim. Sonraları damalı minübüslerde babamın dizlerine yaslanarak köye giderken, bohçaların arasında ayaklarıma itinayla yer aradığımı hatırlıyorum. Bu olay hala her minibüse binişimde aklıma gelir ve yüzümde tatlı bir tebessüm belirip ayaklarımın kanatlandığını hissederim.

İyi bir insanın yaşamının en iyi bölümü göstermiş olduğu nezaket davranışlarıdır. Duygularımızla olmasa bile davranışlarımızla saygı göstermemiz her zaman mümkündür.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar