tatlıcadı 11-14-2005, 06:40 PM - seni seviyorum, dedi
tüm klasik anlamlarından öteydi o dudaktan çıkınca bu kelime, içimi doldurdu kocaman bir nefes.
-sevdiğine seviniyorum, ben de seviyorum demedim, sevdiğimi anlarsa gidecekmiş gibiydi. Sanki nefeslenmeye gelmiş gibi ayaküstüydü, bekleyeni varmış gibi telaşlı. Elime uzandı eli, avucunun içine aldığında
- dokunduğum yüreğin sanki dedi, hep kalacakmış gibiydi o avuçta ellerim, parmak uçlarım titredi, nefesime tutundum yine içimde. Ter oldu aktı yüreğim avunun içine...
-gidecekmiş gibisin? dedim...
Alnıma uzanan elinin sıcaklığıyla irkildim, yine içimde kaldı nefesim, çıkaramadım. Yüzüme dokundu ılık ılık, saçlarımı yana doğru çekiştirerek...Keşke saçlarım daha uzun olabilseydi diye geçirdim içimden, o zaman daha uzun süre dokunurdu bana...
-gideceğim, dedi belli belirsiz...
Bütün saatler uzadı birden, tüm zamanlar kısaldı, herşey birbirine karıştı. -dönecek misin? -diyemedim gözlerimdeki yaş engel oldu kelimelerime nefesimle birlikte içimde asılı kaldılar. Parmak uçlarıyla dokundu gözyaşlarıma, o sustu, ben ağladım... Avuçlarının arasında aldı aklımı, içinden ayrılığı ayıklamak istercesine. Dudaklarından küçük bir ıslaklık dokundu alnıma,
-sende kalan bana emanetsin, dedi usulca, belliydi o da zor konuşuyordu, ağladı ağlayacak, nemliydi gözleri...
Birazdan gidecekti ve ben bir çorap teki gibi anlamsız kalacaktım gidişiyle, halbuki iç içe saklanmayı isterdim bir çekmeceye... Boynuna sarılıp -gitme- diyecek oldum, milyonlarca düşünce dolandı kollarıma izin vermediler... Sözcükler nafileydi anlamıştım, durmazdı, duramazdı...
Yavaşça doğruldu oturduğu yerden, ayağa kalktı
-bu bir ayrılık değil, uzaklık , dedi usulca.
Üzgündü en az benim kadar, o konuşuyordu, ben susuyordum, bütün kelimeleri boğazıma dizip yutuyordum... Tüm renkler birbirinin içindeydi, bütün sözler kifayetsiz, ne desem de anlatamazdım ki içime çöreklenen sızıyı... Hızlı adımlarla ilerledi, bir an önce bitirmeli bu kabusu dercesine aceleyle,
-hoşça kal dedi,
bana dönen yüzünde ilk kez hüznün gölgesini gördüm, dizlerimin dermanını da giderken götürüyor gibiydi, ardından el sallayacak takatim bile yoktu, bütün enerjim sırtına yüklenmiş onunla birlikte gidiyordu sanki. Üzerinde oturduğum koltuk kadar hareketsiz, duygusuzdum, sadece gözyaşlarım sicim gibi iniyordu yanaklarımdan. Zamansızdı diye geçirdim içimden. İsyan, öfke, üzüntü, yalnızlık, ürkeklik, kaygı hepsi bir anda hücum etmişti beynime. Çaresiz hissediyordum kendimi, bir o kadar da perişan ve bitkin...
Sokak kapısının kapanışının sesi milyonlarca kez yankılandı beynimde... İçimde sürüklenen düşünceleri ifade edecek kelime bulamıyordum, bıraktığı yerde ne kadar oturduğumu, ne kadar ağladığımı hatırlayamayacak kadar bitkindi aklım... Son sözcüğü tekrarlıyordum sürekli -hoşça kal, hoşça kal, hoşça kal -... Hoş kalmak mı? Nasıl? İçimdeki derin sızıyla, yalnızlık duygusuyla, sessizlikle, bütün hislerim buz gibiyken nasıl hoş kalabilirdim ? Bütün hoşluğumun kendisi olduğunu bilmiyor muydu? Bir kez olsun seni seviyorum dememiştim ona ama, bütün cümleleri dilimde çözmem şart mıydı anlaması için ? Bütün vücudum uyuşmuş gibiydi, bu kadar ağır olduğumu hiç farketmemiştim, gücümü toplayıp yerimden kalktım usulca, ne kadar boştu herşey, ne kadar anlamsızlaşmıştı birden bire... Bundan sonra nasıl olacaktı hayat? Gittiği yer nasıldı? Dönebilecek miydi? Yoksa son kez mi bakmıştım gözlerine? Bir anda bu düşünce beynime bıçak gibi saplandı... Son kez? Son ?
Sesini tekrar duyabilmek umuduyla telefona sarıldım, ona - seni seviyorum - diyebilmek için telaşla aradım... Karşımda duygusuz soğuk bir ses
- aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...
geç kalmıştım... Enkaz gibi hissediyordum kendimi, cama vuran yağmur damlalarıyla yarış eder gibiydi gözyaşlarım. Söylediklerini, anlattıklarını tekrar tekrar dinliyor gibiydim, sürekli aklımda konuştuklarını tekrarlıyordum, acaba söylemeyip içinde sakladıkları var mıydı? Baktığım yerde takılı kalıyordu gözlerim, bakışlarımı bir başka yöne çevirmek bile zul geliyordu bana. - insan herşeye alışır - diye naralar atan ben, daha ilk dakikadan koy vermiştim kendimi, bu mesafeye alışmam ne kadar sürecekti kimbilir? 2 yıl, 24 ay, 730 koca gün, hesaplayarak çoğaltıyor, kendimi iyice acılara boğmak istiyordum sanki. Tekrarlıyordum sürekli 2 koca yıl nasıl geçerdi...?
Günler süratle birbirini kovalıyordu, yavaş yavaş kabul etmiştim bu istemsiz uzaklığı, ama yokluğuna alışamamıştım, hala şiddetli ağlama krizlerine tutuluyordum zaman zaman. Hayatımızın içindeki eksikliği, özlem duygusunu telefon görüşmeleri ve mesajlarla gidermeye çalışıyorduk,
-hiç yoktan iyidir, en azından sesin var yanımda, diyordu.
Hep kısa konuşur, kesin ve net cümleler kurardı, her konuşmanın sonunu -seni seviyorum-diyerek bitirirdi. Bense ne zaman niyetlensem, bu sefer tamam kesinlikle söyleyeceğim desem, görünmez bir el sanki ağzımı kapatıyor, engel oluyordu bana, bir türlü içimden çıkaramıyordum bu kısa cümleyi. O da önemsemiyor gibiydi, hiç sormuyordu bana -sen de seviyor musun?- diye... Düşünüyordum bazen, ben olsam belki bin kez sorardım, bin kez şüpheye düşerdim söylenmeyen sevgiden...
Onunla konuşabilmek adına her gece saatlerce uykusuz kalıyor, beni aramasını bekliyordum, hiç aksatmadan her gece arıyordu değişik saatlerde. Ben bu kadar süre içinde onu hiç aramamıştım, ne zaman müsait olacağını, bulunduğu ortamı, durumunu kestiremiyordum, sadece küçük mesajlar atıyordum ona gün içinde. Arada bir sitem eder gibi -sen de arasan bazen- diyordu, gülüşüyorduk. Özlemle dolu konuşmalarla biraz olsun hasreti dindirmeye çalışarak gün sayıyorduk birlikte.
Gideli tam 8 ay olmuştu. Artık gittiğinin hesabını yapmaktan vazgeçmiş, içimde büyüttüğüm sevgiyle, birlikte geçirdiğimiz saatlerin anısıyla, sesini duyabiliyor olmanın verdiği güçle dönüşünü düşünmeye başlamıştım, uzaklığa alışmıştım. Bazen gidebileceğim bir yerde olsaydı keşke diye düşünüyordum, konuşurken o da bazen bana
- keşke uygun bir yer olsaydı, sen de yanımda olsaydın, evlenir birlikte gelirdik, diyordu. Bunu duyduğum zaman geniş bir gülümseme yayılıyordu yüzüme, sanki yanındaymışım gibi hayale dalıyordum, derince içimi çekiyordum, hoşuma gidiyordu bu düşünce. Yüzümdeki tebessümle, konuşulanların hayalleri eşliğinde uykuya dalıyordum. Sabah aynı neşe ve enerji ile başlıyordum güne, sanki uzak kalmamız iyi gelmişti sevda masalımıza, daha bir mutlu, daha bir umutlu olmuştuk ikimiz de.
Aylar bir birini kovalamış, koca yaz geride kalmış, sonbahar bile neredeyse bitmek üzereydi, kış aylarının soğukluğu kendini hissettirmeye başlamıştı. Ben işim ve evim arasında mekik dokuyordum. Tek eğlencem Pazar günleri yaptığım küçük alış-verişler, arada bir aldığım cdler, izlediğim filmler olmuştu. O gittiğinden beri kendimi şöyle bir İstanbul sokaklarına salıp orası senin, burası benim gezmemiştim, sanki o yokken İstanbul'a küsmüş gibiydim. Akşamları onun aramasını beklediğim saatlerde birlikte dinlediğimiz müzikleri açıyordum, aradığında o da duysun istiyordum, sanki yan yanaymışız gibi olsun, o da buradaymış gibi hissetsin diye.
Yine bir cumartesi akşamı idi, yiyecek bir şeyler hazırlamıştım kendime, bir yandan çayım ocakta kaynıyordu, yine birlikte dinlediğimiz bir şarkı çalıyordu, tekrar tekrar aynı şarkıyı dinliyor, bir yandan fotoğraflarımıza bakıyordum. Cumartesi akşamları her zamankinden daha erken saatlerde arardı, 21.00 gibi konuşmaya başlardık, bazen sabaha kadar bitmek bilmezdi sohbetimiz. Saate baktım, 20.37 olmuştu, ilk kez konuşacakmışız gibi heyecanla beklerdim arayacağı zamanı, saat ilerledikçe elim ayağım titremeye başlar, engel olamadığım bir heyecan sarardı tüm vücudumu, sigara üstüne sigara yakar, okuyacak bir şeyler bulup kendimi avutmaya çalışırdım ama, başarılı olmak ne mümkün, okuduğumdan da bir şey anlamazdım. Bir yandan yediklerimi topluyor, bir yandan düşünüyordum geçen zamanı, 1 yılı geçmişti, günler çabuk mu geçiyordu, ben mi beklemeye alışmıştım bilmiyorum, ama geriye saymaya başlamıştım kendimce. Çayımı her zamanki büyük kupama doldurup solana geçmiştim, en büyük ve en rahat koltuğa kıvrılmış, müziğin sesini biraz daha yükseltmiştim o da duyabilsin diye. Telefon elimde beklemeye başlamıştım, saat geçtiği halde bir türlü aramak bilmiyordu, bir kez daha olmuştu böyle, beklemiştim bütün gece sabaha karşı aradığında çok yorgun olduğunu görevden yeni döndüğünü belirtip özür dilemişti benden, hiç itiraz etmeden onunla güzel güzel konuşup telefonu kapattıktan sonra, beni artık sevmiyor diye düşünüp saatlerce ağlamıştım, galiba ben ağlamayı seviyordum, sorun yoktu ben yaratıyordum kendi aklımca ütopik yalanlar üretiyordum. Yine böyle bir şey olmalıydı, kendimi oyalayacak bir şey bulamıyordum, saat ilerledikçe sabırsızlanıyor bir o kadar da heyecanlanıyordum. Telefonu sürekli elime alıp ekranına bakmak ihtiyacı hissediyordum, sanki çalınca duymayacakmış gibi, bir ara telefonumun bozuk olduğundan şüpheye düşüp, ev telefonumdan kendi cep telefonumu arayıp çaldırdım, sorun yoktu çalışıyordu, yavaş yavaş deliriyor muyum acaba diye içimden geçirip bir kahkaha attım. Birlikte çektirdiğimiz son fotoğraf her zaman yanıbaşımdaki fiskos masasının üzerinde dururdu, elime aldım, parmaklarımı yüzünde gezdirip kocaman bir öpücük kondurdum.
Bacaklarımın sızladığını, belimin ağrıdığını hissederek yerimden doğrulmaya çalıştığımda koltuğun üzerinde uyumuş olduğumu farkettim, neredeyse sabah olmuş, gün aydınlanmaya başlamıştı, telaşla telefonumu aradım, ne kadar çaldırmıştı kimbilir, nasıl da duymamıştım, koltuğun altına düşmüş olan telefonu bulduğumda ekranında hiçbir arama ya da mesaj görmemiştim, aramış olsaydı da duymasaydım ne kadar üzülürdüm ya da aramamış olduğunu görmek mi beni daha fazla üzmüştü? İki soru arasında gidip geldim bir an için, mutlaka görevi bu kez daha uzun sürmüştür diye düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım, aramak istiyordum ama bir türlü cesaret edemiyordum, duyulabilecek bir çok şey sırayla geçiyordu aklımdan, beklemeye karar verdim. Saatler geçtiği halde bir türlü aramıyordu, ters giden bir şeyler olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu sefer ona -seni seviyorum- demeye karar verdim, bu kez söylemeliydim. Hatta bu kez bekleyip saatleri kendime zehir etmek yerine aramalıydım. Bir süre bunun ne kadar iyi bir fikir olduğunu düşündüm, nereye kadar bekleyeceğim ya 1 hafta arayamazsa diye geçirdim içimden. Müsait değilse açmaz telefonunu ya da bunu söyler, buna kırılmamalıyım, neden bu kadar hassasım Allah'ım diye düşünerek kendime kızdım. Akşam olmak üzereydi, bütün günü telefon yanıbaşımda bekleyerek geçirmiştim, bir an önce sesini duyup kendimi rahatlatmalıydım, aksi halde bu geceyi de uykusuz geçirecek yarın işlerimi yapmakta zorlanacaktım.
Telefonun rehberinden numarasını seçip aradım, çalıyordu, ama karşıdan yanıtlayan kimse yoktu. Demek ki müsait değil diye geçirdim içimden, kötü şeyler düşünmek istemiyordum, ne olabilirdi ki? Göreve kaç kişi gidiyorlardı? Gerçekten ekranda izlediğim, gazetelerden okuduğum kadar kötü müydü oralar? Aceleyle televizyonu açıp, haber yayını yapan kanallara göz attım, bir şeyler olmuştu da acaba, yoksa....? Yok canım diye geçirdim içimden, olsa haber verirler miydi acaba? İyi de ben kimim? Niye bana haber versinler ki? Aklımda binlerce düşünce dolaşmaya başlamıştı yine. Mesaj göndermeye karar verdim ve -seni seviyorum aşkım, lütfen beni sensiz bırakma - diye yazıp yolladım. Birkaç dakika sonra telefonum çalmaya başladı, işte o arıyordu,
- seni seviyorum canım, çok merak ettim seni, diyerek açtım telefonu,
karşımda yabancı bir ses
- İyi akşamlar yenge dedi.
Olduğum yere yığılır gibi çöktüğümü hatırlıyorum. Ne olduğuna dair en küçük bir fikrim olmadığı gibi, binlerce düşünce birden hücum etmişti beynime, ağlamaya başladım hıçkırarak, - ne oldu? diye sorabildim sadece. Yine aynı ses ,
- yenge, 3 şehidimiz var, başımız sağolsun, komutanım da onlarla birlikteydi, pusuya düşmüşler, acımız büyük diyordu, artık duymamaya başlamıştım, başımın döndüğünü, dünyanın kapkara olduğunu, nefes almak istemediğimi, oraya yanına gitmek ne halde olursa olsun son kez yüzünü görmek istediğimi düşünüyor, sadece çığlık çığlığa bağırıp ağlıyordum. Karşı taraftan konuşan sesin değiştiğini farkettim
-hanımefendi iyi akşamlar lütfen sakin olun dedi titreyen ve bir o kadar sert bir ses,
- Allahım bize bunu neden yaptınız, neden?
diyerek bağırıyor karşıdaki adamın konuşmasına fırsat vermiyordum, ağzıma gelen bütün hakaretleri birbiri ardına yağdırıyor, sanki bütün suç ondaymış gibi bütün hırsımı, üzüntümü ondan çıkarmaya çalışıyordum, kendimi kaybetmiştim, beni sakinleştirmeye çalışan ses bir anda daha çok bağırmaya başladı,
-ben mi istedim, ben mi yaptım, benim ondan ve diğerlerinden farkım ne, diye.
-görebilir miyim, dedim,
son kez yüzüne bakmak, yüzünü iyice hafızama kazımak istiyordum.
-görmeyin, lütfen görmeyin, dedi adam.
Telefonu kapatıp duvara tüm gücümle fırlattığımı hatırlıyorum, saatlerce ağlamış, bağırmış, isyan etmiştim. İçimden sürekli -o artık yok, yok, yok, hiçbir zaman da olmayacak- diye sayıklıyor, elime ne geçerse sağa sola fırlatıp kırıyordum. Öyle büyük bir acı çökmüştü ki yüreğime, çıkmasına imkan yoktu.
Günlerce evden dışarı çıkmadan fotoğrafı elimde ağlıyordum, ne kadar zaman, kaç gün, kaç ay geçmişti üzerinden farkında bile değildim. Ölmek için her gece dua ediyor, canımın artık bana ağır geldiğini düşünüyordum. Cesaretsiz olduğum için kendime kızıyor, bir an önce yanına gitmem gerekiyorken hala bu dünyada yaşayabildiğime lanetler ediyordum, ne kadar kıymetliydi ki bu vücut bir türlü vazgeçemiyordum? İşi bırakmıştım, bütün gün bizim şarkılarımızı dinleyip, resimlerimize bakıp içiyordum. İyiden iyiye alkolik olmuştum, yaşamak istemiyordum. Nefes alabiliyor olmaktan nefret ediyordum. Uykusuz geçiyordu çoğu gecem, nadir uyuduğum gecelerde ise rüyamda hep beni çağıran hayalini görüyor, tam elimi uzatıp onu tutmak üzereyken, büyük bir patlama sesi duyuyordum vücudunun parçalarının üzerime yüzüme yapışıyordu, bağırarak hıçkırıklarla uyanıyordum.
Ölümünün üzerinden 10 ay geçmişti, gittikçe kötüleşiyordum, iyice zayıflamış, gözlerimin altında derin çukurluklar ve morluklar oluşmuş, yemeyen, insan içine çıkmayan, yabani kendine bile hayrı dokunmayan bir ayyaş olmuştum. İçkinin iyisini kötüsünü ayırt etmiyor, neye param yetiyorsa onu alıp içiyordum, bankalardaki hesaplarım tükenmek üzereydi, kendime zaman biçmeye çalışıyordum, bu hayatı sonlandırmalıydım, yaşamanın her türlüsü ağır geliyordu omuzlarıma, taşıyamayacağım kadar büyük bir yük bırakmıştı bana giderken... Sevgiyle dolu koskoca bir yalnızlık...
Oldukça yağmurlu bir sonbahar günüydü o gün, yine her yanı alkol kokan salonumda oturmuş şişelerin dibinde yalnızlığıma çare arıyordum. Kapının ziliyle irkildim, beni arayıp soracak kimsem yoktu, dostum, arkadaşım bile kalmamıştı, yanımda hiç kimseyi istemiyor, yaklaşmaya çalışanı bir şekilde bertaraf edip anılarıma gömüyordum kendimi. Birkaç kez çalan zilin merakıyla kapıyı açmak için ayaklandım, gözetleme deliğinden baktığımda 3-4 yaşlarında bir erkek çocuğu ve yaşlıca bir kadın gördüm. Kısa bir tereddüt geçirdikten sonra, merakıma yenik düşerek kapıyı açtım. Hiç tanımadığım iki insan vardı karşımda, içeri buyur ettim. Adımı ve soyadımı söyleyen bayan doğru yere geldiğine dair şüphedeydi, belki de karşısında bu kadar perişan bir kadın müsvettesi görmeyi planlamamıştı.
-benim buyrun lütfen, dedim.
Birlikte salona geçtik, her tarafa yaymış olduğum fotoğraflardan birkaç tanesini eline aldığında gözlerinden inen yaşlarını farkına vardım, yine bir sürü soru cümleleri yığılmıştı dilimin ucuna, kadın sustukça ben de konuşmaya cesaret edemiyordum. Onu nereden tanıyor olabilirdi ki? Kendine gelmesini bekledim, ancak toparlanabilirse bana bir şeyler anlatabilirdi, ben zaten darmadağındım, zoru anlayabilecek durumda değildi alkolle uyuşmuş olan beynim.
Bir süre sonra ağlaması kesilen kadın etraftaki dağınıklığa ve bana güvensizce ve aşağılayarak bakar gibi konuşmaya başlamıştı,
-kızım, dedi, yanındaki küçük çocuğu işaret ederek
-toparlanmalısın, sana emanet getirdim...
yanında sessizce oturan çocuğa baktım, olabilir miydi acaba? Bana hep anlattığı minik oğlu bu çocuk muydu? Çocuğun iri yeşil gözleri korku ve şaşkınlıkla karışık duygular içinde iyice büyümüştü, o da benim yüzüme bakıyordu. Söyleyecek söz, kurulabilecek bir cümle bulamıyordum. Nasıl olmuştu da bu çocuk bana emanet edilmişti? Annesinin yeniden evlendiğini ve bu çocuğu istemediğini biliyordum, ama babası hayatta olduğu için ve babaannesi tarafından bakıldığı için bu kadar rahattı kadın, babası olmayan bir çocuğu hem de kendi karnından doğan öz çocuğunu bir annenin reddebileceğine aklım ermiyordu.
-bana iyice anlatır mısınız lütfen bayan, dedim.
Gökhan'nın ölümünden kısa bir süre sonra acısına dayanamayan anne de vefat etmişti, çocuğa bakabilecek kimse yoktu, Gökhan annesine benden çok bahsetmiş, iyi bir anne olabileceğimi anlatmıştı ve eğer kendisine bir şey olursa oğlunun bana verilmesini istemişti. Çocuğu buraya getiren kadın, Gökhan'ın çocukluğundan beri yanlarında olan -ciciannem- diye hitap ettiği komşu anneydi. Bu kadından bana çok bahsederdi Gökhan.
-peki Serkan'ın annesi nerede?
diye sorduğumda aldığım yanıt daha ilginçti, ikinci eşinden de boşanmış bir başka adamla kimsenin bilmediği bir yerlere kaçmıştı. Gökhan'la aramızdaki sevginin büyüklüğüne inanan babaanne giderayak, torununu bana emanet etmeyi o da uygun görmüş oğlunun isteğinin yerine getirmesini bu kadından rica etmişti. Bir an içinde bulunduğum durumdan utandığımı farkettim. Benim artık bir oğlum mu var? diye geçirdim içimden.
-Gökhan'dan emanetse eğer, gerekirse canımı koyar ortaya yine de bakarım siz gönlünüzü ferah tutun, dedim kadına.
O gece birlikte kaldık, sabaha kadar Gökhan'la ilgili bir sürü şey anlattık karşılıklı, zaman zaman ağladık, arada bir güzel anılarla uzun zaman sonra gülebildim. Eskisi gibi tıpkı yine gülümsememin sebebi olmuştu Gökhan.
Hep birlikte ertesi gün Ankara'ya doğru yola çıktık, Gökhan'ın mezarını ziyaret edip, Serkan'ı babasıyla konuşturmak ve emanetini teslim aldığımı ona anlatmak istedim. Öğlene doğru mezarlığa ulaştığımızda, içimde bir mutluluk hissi vardı. Minik Serkan'ın elini sıkı sıkı tutmuş, sanki Gökhan geri gelmiş gibi içimi heyecan sarmıştı, birlikte yürüdük, kadın bizimle birlikteydi ancak önden hızlı hızlı yürüyor, bir an önce görevini yerine getirmenin rahatlığına kavuşmak istiyor gibiydi. Eliyle işaret ettiği yere doğru çocukla birlikte yürüdük, mezarın başına geldiğimde ağlamamam gerektiğini düşünerek dişlerimi sıktım, dua etmeye başladım.
Serkan ne olduğunu çok fazla anlayamayacak yaştaydı, oradan oraya götürülen çocuk hem yorgun, hem de korkuyla karışık bir hüznün içindeydi, üzüntüsü babasından çok babaannesini kaybetmiş olmasıydı. Zaten arada sırada gördüğü babasının yokluğu onun için çok büyük kayıp değildi belli ki. Duamı bitirip Serkan'ın elini tekrar tuttum ve beni duyabildiğine inandığım Gökhan'a
-oğlun artık, benim de oğlum rahat uyu sevgilim. Seni seviyorum diyerek veda ettim.
Geri döndüğümüzde bana çocuğu getiren kadın ortalarda yoktu, mezarlığın kapısında kenarda oturmuş ağlarken buldum onu,
- sağolun efendim diyerek elini öptüm
- artık gitme vakti dedim.
Serkanı ve beni öpen kadınla orada ayrıldı.
Havaalanına geldiğimizde Serkan'a
-söz, dedim
-büyüdüğün zaman bir gün sana bütün bunları anlatacağım.
çaresizlik içinde gözlerimin içine bakan çocuğu kucağıma alıp oturttum başını sımsıkı göğsüme yaslayıp
- yapılacak çok işimiz var Serkan, dedim.
Birbirimize bakıp gülümsedik. Hayatta birbirimizden başka sarılacak kimsemiz yoktu ikimizin de. Daha önce birbirini tanımayan iki yürek bir yok oluşla birleşmişti, bütün anılarımız gözlerimin önünden geçti bir bir, ne umarken ne bulmuştuk yaşamdan... Acıyla biten aşk bana dünyanın en güzel hediyesini bırakmıştı giderken.
Hayat yeniden başlıyordu...