Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 184

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.471 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Kasım 2006       Mesaj #1831
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AYAZDA İKİ YÜREK

Sponsorlu Bağlantılar

Bu sabah beni uyandırmadan işe gitti. Giyindiğini duydum, ama kalkmadım. Kalkmak istemedim. Bir ara yatağa eğilip bir süre yüzümü seyretti. Soluğunu hissettim. Uyumadığımı fark etti sanıyorum. Ama bir şey demedi. Gözlerim kapalıydı, ama yüzüme umutsuz bir hüzünle baktığını hissettim. Günlerdir doğru dürüst bir şey konuşamıyoruz. Birbirimizden saklanarak yaşıyoruz sanki. Oysa bir yıl önce ne büyük bir hevesle başlamıştık birbirimizi sevmeye... 5 aydır bende kalıyor. Günlük hayatın o basit, o bayağı ayrıntıları sevgimizi acımasızca kemiriyor. Ama o bu konuyu açmaktan ısrarla kaçıyor. Ne zaman ilişkimizin nereye gittiğini konuşmak istesem, ya konuyu değiştiriyor, ya kaçamak cevaplar veriyor... Kalktığımda mutfakta notunu gördümMsn Confusedevgilim, öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım. Bu gece işyerinde nöbetçiyim. Beni merak etme. Sevgiyle, yazıyordu... Notunu okuyunca gözlerim doldu. Bir bıçağın ucu kalbimde hafifçe gezindi sanki... Ona karşı hoyrat davrandığımı hissettim bir an. İlişkimizin sürmesi için asıl çırpınan oydu sanki. Bir de bana bu aralar çok ihtiyacı vardı. Başka bir eve taşınacak gücü yoktu. Aslında ben de onu hayatımdan kolay kolay çıkaramazdım. Bir tek onunla huzur içinde uyuyabiliyordum.Bu sevginin en gerekli koşullarından biridir, bilirsiniz. Ama başka bir sevgiliyi, başka bir aşkı özlüyordum. Ve bu kentten uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordum. Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk... Bütün gün onu düşünüp içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Akşam oldu. Şehrin ışıkları yandı. Kalktım internetimin başına geçtim. Aslında yaptığım büyük bir hataydı. Bu ilişkiyi tamamen bitirebilirdim. Ama nedense kendime karşı koyamadım. Ve internette onun sayfasına girdim... Sayfasının ismi Ayazdaki Bir Yürek?ti. Fransız yönetmen Claude Saute'nin bu filmini birlikte gözyaşları içinde seyretmiştik... Filmin ismini günlerce sayıklayıp durmuştu. Benim de yüreğim hep ayazdadır, diyordu. Sinema tutkunuydu. Para bulduğunda çekmeyi düşündüğü birsürü senaryosu vardı... Ama parası hiç olmuyordu. Zamanının daraldığını düşünüyor, yaptığı işlerin onu asıl yapmak istediklerinden uzaklaştırdığını fark ettikçe hırçınlaşıyor, bu yüzden çalıştığı yerlerde fazla barınamıyordu... Kendimi tiyatrocu Ümit olarak tanıttım ona... Dedim ya, yaptığım büyük bir hataydı diye... - Sizi tanımak istiyorum.. Ben tiyatroyla uğraşıyorum. Adım Ümit. Arada sırada dublaj yaparım. Adını söyledikten sonra, onu aramama iten nedenin ne olduğunu sordu. - Sitenizin ismi Ayazda Bir Yürek. Yanılmıyorsam bu bir filmin adı. - Evet, Claude Saute?nin filmi. Çok etkilenmiştim. Siz seyrettiniz mi?.. - Seyrettim. Ben de çok etkilenmiştim. Sinemayla ilgilisiniz galiba.İlgili ne demek. Sinema benim tek tutkumdur. Senaryo yazıyorum. En büyük idealim yazdığım senaryoları çekebilmek... Ama para meselesi işte... - Şu an ne iş yapıyorsunuz? - Reklamcılıkla ilgili bir dergide editörlük yapıyorum.Çok sıkılıyorum ve atılmam an meselesi... Sizin işler nasıl? - Pek iyi sayılmaz, hatta berbat diyebilirim. Tiyatro çevresini bilir misiniz, bilmem. Hep ahbap çavuş ilişkileri geçerlidir. Yoz, çürümüş bir dünya. İdealist, dürüst insanlara yer yoktur bu dünyada... -Desenize sinema dünyasından pek bir farkı yok. Peki söyler misiniz, bizim gibi insanlara ne zaman şans tanınacak? - İşimiz çok zor. Ya kurallara uyacağız, ya da köşemizde bekleyip hüzün biriktireceğiz... - Hayır, ben köşemde oturup beklemek istemiyorum. Mutlaka birşeyler yapmalıyım. -Şu an neredesiniz? -Lanet olası işyerimdeyim. Bitirilmesi gereken sayfalar var. Yarın dergi baskıya girecek. Ya siz, siz neredesiniz? - Ben evimdeyim. Ve canım hiçbir şey yapmak istemiyor. -Yalnız mısınız? - Evet, yalnızım. - Birlikte olduğunuz kimse yok mu? -Neden sordunuz? - Hiç işte, öylesine sordum. - Hayatımda biri var. Ama şu an evde değil. -Peki siz, sizin hayatınızda biri var mı - Evet, var... - Ne iş yapıyor? - Yazar. Oldukça da tanınmış bir yazar. Bir yılı aşkındır beraberiz. - Nerede yazıyor? - Nerede yazdığını söylemesem. Onu bilmenizi istemiyorum. Kitapları da var. Peki, siz ne zamandır birliktesiniz? - Ne tesadüf bizim de ilişkimiz bir yılı aştı. Ama yolunda gitmeyen şeyler var. Tıkandık. Galiba. Birbirimizden gizlenerek yaşıyoruz ne zamandır. Aynı evdeyiz, ama birbirimizden çok uzaktayız... -Bizim ilişkimiz de pek farklı sayılmaz. Biz de tıkandık. Ne zamandır yoğunlaşamıyor bana. Varsa yoksa yazıları ve okurları. Bazen beni görmediğini bile düşünüyorum. İlişkimiz tıkandıkça kendini yaptığı işe daha çok veriyor ve benden daha çok uzaklaşıyor. -Hayatında başka biri olabilir mi? -Biri değil, birileri var. Flört etmeyi çok sever. Ama ilişkiler biraz derinleşmeye, ciddileşmeye başlamaya görsün, hemen bitirir. Bağlanmaktan çok korkar. -Peki, nasıl katlanıyorsunuz bu duruma, çok zor olsa gerek. Ben olsam dayanamazdım. Ayrılmayı düşünmüyor musunuz? - Çok düşündüm. Ama bu konuda biraz korkağım galiba. Bir de ona çok alıştım. Yalnızca onunla uyuyabiliyorum. - Sizin de hayatınıza başkaları giriyor mu? - Evet, giriyor. Ama hiçbiri onun yerini tutmuyor. Hay Allah, neler konuşuyorum sizinle ben böyle... Ben en yakın arkadaşlarımla bile bunları rahat konuşamıyorum... - Ama bana rahatça anlatıyorsunuz... -Bilmiyorum, belki sizi hiç tanımadığım için, bana bir yabancı olduğunuz için bu kadar rahatım sizinle... Hiç tanımadığı insanlara daha kolay anlatıyor insan kendisini... Peki, siz birlikte olduğunuz insanla her şeyinizi konuşabiliyor musunuz?.. - Evet, desem yalan olur. Ben de sizin gibi hiç tanımadıklarıma daha rahat anlatıyorum kendimi... -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Ben de sizin sevgilinizin yerinde olmak istemezdim. - Hayatımız ne kadar yorucu değil mi? Belirsizlikler beni çok yıpratıyor. Her şey net olsun isterdim. Hiç tanımadığım birine en gizli şeylerimi anlatmak bana acı veriyor. Kendimden utanıyorum. Ama yine de yapıyorum. Ne kadar yalnızım demek ki, ne kadar susamışım birine kendimi anlatmaya... Sabah işe gelirken onu uyurken seyrettim. Öyle masum görünüyordu ki... Neden hiç başladığı gibi sürmez ilişkiler... - Aşk çok güzel birşeydir, ama kısa ömürlüdür. -Kısa ömürlü olduğuna inanmıyorum. Aşkta Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, hemen tüketiyoruz. İlk günlerimizi öylesine çok özlüyorum ki. Soluk alamazdım bazen. Kış günü bütün pencereleri açardım. Yanımdayken bile özlerdim. Soluksuz kalıp öleceğim sanırdım hep. Nereye dokunsam ona dokunmuş gibi olurdum. Nereye gitsem beni gördüğünü hissederdim. Tanrım gibiydi o. Bedenime dokunurdum ve dokunduğum yer hazla titrerdi. Çünkü kendime dokunduğumda ona dokunmuş gibi olurdum. Kanardı dokunduğum heryerim, tıpkı onunla sevişirken kanadığı gibi... Ama son zamanlarda onu öptüğümde bir boşluğu öper gibiyim... Artık birbirimize tahammül etmek zorundayız. Para biriktiriyorum, ayrı bir eve çıkmak için. Bir süre daha onun evinde kalmaya ihtiyacım var. - O bunları biliyor mu? -Biliyor, ama bunları hiç konuşmuyoruz onunla. Gitmemi bekliyor sanırım. Yalnızlığı ve yazılarıyla baş başa kalmak istiyor ve uzaktaki bir sürü sevgilisiyle... Ayazda iki yüreğiz biz şimdi... -Soluksuz kalırdım, dediniz ya, aklıma bir şey geldi. Gazetelerden birinde yazmıştı.Küçük bir çocuk karpuz yerken, kaçırmış. Aradan günler geçmiş. Çocuk gittikçe soluk almakta zorlanıyormuş. Tıkanmaları artınca doktora götürmüşler. Röntgen çekilmiş ve soluk borusunda karpuz çekirdeğinin kök yaptığı görülmüş...Soluğunu tıkayan buymuş. Hemen ameliyata sokmuşlar ve bu kökü söküp almışlar. Çocuk rahat soluk almaya başlamış. Ama birkaç gün sonra ölmüş!.. Aşktan söz edilince hep bu olay gelir aklıma. Aşıkken soluk almakta zorlanırız,ama aşk olmayınca, onu bizden aldıklarında ölürüz. Ve kimse niye öldüğümüzü anlamaz... - Çok kötü oldum. Bütün bedenim ürperdi.Bana ne yaptınız böyle. Her şeyi unutmaya çalışıyordum oysa. Bütün duygularım ayaklandı birden... Sizde anlayamadığım bir şey var... - Nasıl bir şey? - Sanki sizi çok eskiden beri tanıyormuşum gibiyim... Biliyor musunuz, insanda uzun yola çıkmak duygusu uyandırıyorsunuz. - Aşık olduğumu hissettiğim anlarda uzun bir yola çıkmayı çok isterim.. -En çok nereye mesela?.. - Trabzon?daki Uzungöl?e... Orada hem kendinizi sonsuzluk içinde hissedersiniz, hem de acı veren, ama şefkatli bir korunaklılık içindesinizdir.... Tıpkı aşk gibi... - İnanmayacaksanız belki ama, ben de orasını düşünmüştüm.Ne tuhaf, internette kurulan dostluklara, yakınlıklara pek inanmaz, gülüp geçerdim. Ama şu an sizi görmeyi ve yüzyüze tanışmayı öyle çok istiyorum ki... - Farkında mısınız, sabah oluyor?.. - Evet, vaktin nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Peki siz, siz benimle yüzyüze görüşmek istiyor musunuz? - İstemiyorum, desem yalan olur... Hatta ben sizinle hemen bugün Uzungöle yola çıkmak istiyorum.. -Siz ciddi misiniz, yoksa benimle dalga mı geçiyorsunuz? - Hayır, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ama siz bu yolculuğa hazır mısınız, sorun o... - Hazırım... Ben biraz deliyimdir.Siz benim deli yanımı bilmiyorsunuz daha... - Peki işiniz, asıl önemlisi sevgiliniz... - İşimin canı cehenneme. Zaten bugün yarın çıkartacaklardı. Onlar atmadan ben ayrılırım şerefimle... - Peki sevgiliniz?.. -Nasıldı o dizeler:Can çekişen aşkları vurmalı / Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli... Akif Kurtuluş?un dizeleri yanılmıyorsam.. -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Nerede ve kaçta buluşuyoruz? - Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde, saat 12.00?de... Peki sevgilinize ne diyeceksiniz? - Onu arar, herşeyi söylerim, o işi bana bırakın. Hadi, şimdilik hoşçakalın... Ve birkaç dakika sonra telefonum ardarda kez çaldı. Açmadım tabii ki, telesekreter devreye girdi. Telesekreterin sesini iyice açtım. Konuşması tedirgindi. Beni incitmekten korktuğu belliydi: Canım, birbirimizi çok sevdik, ama ne zamandır sevgimiz bizi korumuyordu.Son günlerde ikimizde çok yalnızdık. Bitmesi ikimiz için de iyi olacak. Seni hep güzel anmak istiyorum. Uzun bir yola çıkıyorum. Beni merak etme ve bekleme. Belki bir gün seni ararım. Hiç beklemediğin bir anda... Seni incittiysem bağışla. Evet, ben de en az onun kadar deliydim. Hemen bavulumu hazırlamaya koyuldum. Beni görünce ya mahvolacak ya da uzun yola çıkacaktık. Birlikte ne zamandır çıkmayı düşlediğimiz, ama birtürlü çıkamadığımız o uzun yola...

featherCezmi ERSÖZ
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
5 Kasım 2006       Mesaj #1832
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
GERDANLIK
Apartmanları karşı karşıyaydı. İşleri bitti mi, ya da canları sıkıldı mı, balkona çıkıp birbirlerine:
"Nazife hanım uhuuu!.. Duydun mu?.."
Sponsorlu Bağlantılar
“Ne olmuş Vesile abla?..”
"Halide hanımın gelini gerdanlığını kaybetmiş."
“Vayşşşş!.. Gözleri kör olsun haaa!.. Nasıl kaybeder. Tabi ki kaybeder Vesile abla... Evinde misafirleri bırakıp gezmeye gidiyor. Hem misafirleri kimlermiş biliyor musun?.. Kimisi köyden, kimisi de alttaki komşuları, sen evi onların üstüne bırak, götür patik sat. Sanki patik yok anam. Kime lazımsa aha pazar, gider alır. Hem kim neydecekmiş, herkes onun eski patiklerine mi kalmış...”Diyerek, kollarını "Offff!..”anlamına gelecek şekilde yana açtı.
"Bizim gelin de kudurdu anam,”dedi Vesile hanım. Sonra da iki elini böğrüne dayayıp sürdürdü konuşmasını.
“O kudurur da ben durur muyum?.. Baktım olmuyor, saldım haberi babasına. Hemen çıkıp geldi. Verdi veriştirdi kızına."
“Seni öldürürüm, keserim,”dedi. “Ben de beş tane gelin getireceğim eve. Benim eve gelirken kocanla değil, kaynananla geleceksin,”dedi dünürüm.
“Yaaaa!.. Kızım Nazife hanım. Öyle olmasaydı, başa mı çıkabilirdim ******le. Kaynana isterim ki gelin yetiştirsin. Balkonlarda birbirlerine baka baka öğrenmişler hanım kızım. Kır atın yanında duran ya tüyünü alır, ya da huyunu. Bizimki ikisini de birden almış. Bizim gelin, Halide'lerin gelinine diye siymiş ki!.."
“Odana kimseyi koma, kaynana da kim oluyor... O bir söyledi mi sen iki söyle. Olmadı mı kocana birkaç yalan uydur, çek al kocanı, başka yerde otur. Ne halleri varsa görsün moruklar,”diyesiymiş. Birisi görür de ayıplar düşüncesiyle; Vesile hanım pazar yerindeki kalabalığa çevirdi gözlerini.
Nazife de, iki koluyla balkona yaslanıp baktı pazar yerine. Pazar ana baba günüydü. Yan yana kurulmuş küçük çadırlar, bir sahil kıyısını andırıyordu. Ufacık çadırların arasında dolaşanların uğultusu, bir arının oğul verirken çıkardığı vınlamanın aynısıydı... Vınlama arasında Turnetlerle, küfelerle öte beri taşıyan çocukların tiz sesleri yükseliyordu. Simitçiler, su satanlar...
Vesile hanım heyecan dolu bakışlarla, Nazife'ye işaret ederek, alt katı gösterdi. Sonra da iki elini yumruk edip vurdu birbirine...
Vesile hanımdan habersiz, yandaki dairenin balkonuna çıkan komşuları Müzeyyen:
“Hemi kız Nazife hanım, Süreyya gerdanlığını mı kaybetmiş?.."
“He Yaaa!.. Gözleri kör ola onun, kaybetmiş ya ne!.."
“Ohhh!.. Canıma değsin ohhh!.. Canıma deysin işte, iyi olmuş. Kapısını açık bırakıp gezmeye gitmesin ******,”dedi Müzeyyen.
Vesile hanım, Müzeyyen'den yana dönüp kin dolu gözlerle baktı bir süre.
“Halide teyze anlattıydı... Vesile hanım bili yon mu?
“Hııı!.. Nazife hanım kızım ne anlattıydı?.."
“Dedi ki bana, ben onları ne hevesle gelinime taktım. Oğlum bir tane diye; gelinim herkesten üstün giyinsin, her şeyi olsun diye."
“Şimdiki gelinler gelin değil ki, Nazife hanım kızım. Bizler böyle miydik?.. Kaynananın sesi duyulunca çarşambayı, perşembeyi şaşırırdık. Ya şimdikiler, Amaaaan Allah düşmana vermesin. Tüh tüh tüh onlar kaynana, biz de gelin..."
“Süreyya’da Halide teyzeye demiş ki, sen altınları bana taktın ya, gerisi önemli değil. Halide teyze de sinirlenerek":
"Ohhh!.. Senin gibi ****** takana dek eller taksın. Aykut'a dedim ki, döv şunu dedim. İt dölü,”ben kadın dövmem,”diyor da başka bir şey demiyor. Yaaa!.. Kızım, Nazife’m yirmi bin liraya almıştım gerdanlığı. gitti gitti... Alan der mi ki ben aldım."
Vesile hanım yaşının geçkinliğine bakmadan uzun uzun boyanmış, ince bir elbise giymişti. Giysinin altında buruşuk teni görünüyordu. Kendisini soylu bir aileden sananlardandı. Nazife'ye imreniyordu. Şimdi Nazife'nin yaşında olmak istiyordu. Özlemle, içtenlikle... Nazife'ye, göz kırparak sürdürdü söylenmesini.
“Pek kıymetli değilmiş canım ne olacak."
“Amaaaan! Vesile abla zenginler ne olacak, bir gerdanlığı da olmasın.
Birden sinirlendi ama belli etmedi Vesile hanım.
“Hay diline sağlık Nazife kızım,”dedi. “Tıpkı bizim İstanbul'daki akrabalar gibi ama, bizimkiler de bunların ayarında tıpa tıp.”diyerek göz kırptı. “Onlar da kızlarının düğününe çağırdılardı beni. Ant verdiler de zorla götürdüler. Aman Vesile hanım fendi, sen maldan anlarsın, şu kızın cehizlerini birlikte alalım, sen şöylesin, sen böylesin. Gittik... Gitmez olaydım da ayaklarım kırılaydı. Mağazaya giriyorsun, alacakları on kuruşluk mal, çaldıkları çene bir sürü. Ama İstanbul orası..."
Birden bir çocuk çığlığıyla aşağıya baktılar. Nazife oğlunu sesinden tanıdı. Merdivenleri koşarak indi. Müzeyyen, Vesile'yle dargın olduğu için ayrıldı balkondan. Vesile hanım yalnız kalınca, Nazife’nin üzerindeki elbiseyi yeniden düşündü.
Birden kendi gençliğini anımsadı.
“Tıpkı benim kızlığım gibi güzel.”Diye söylendi. Çevresine telaşla bakındı, duyan ya da gören var mı diye. Müzeyyen’i yan gözle bir süre, balkonda olmadığını anlayınca rahatladı. Kendi kendine kızıyordu. Nedense bugünlerde, iki de bir köyü anımsıyordu. Köydeki akranları bir zincirin halkaları gibi döndü usunda. Köydeki çalışmasını, sırtıyla odun taşımasını, tezek yapmasının yanında, tırpancıların ardında kan ter içinde tırmık çekme, yığın vurma...
"Hay gözün kör ola Zeynel, Zeynel gözün!.. Ulan töremiyesice, kan kusasıca, sana kaç kez dedim lan!..”diyerek başını kaldırıp Vesile'ye baktı Nazife.
Vesile balkondaydı. İçeriye gireceği sıra Nazife'nin sesiyle geri döndü.
“Yedi beni Vesile abla, yedi beni bu oğlan. Allah böylelerini düşmana vermeye. Bunlar ne ki anam. Bir rahatımız yok bunların yüzünden,”diyerek, ağlayan oğlunu tokatlamaya başladı. Nazife'nin bağırmasıyla sıyrıldı düşlerinden Vesile. Ne zaman bu gibi düşlere dalsa, Nazife onu kurtarıyordu.
Balkondan ayrılıp içeri girdi Vesile. Tarağı alıp aynanın karşısına yeniden geçti. Saçlarını hızlı hızlı taradı. Sinirinden elleri titriyordu. Elleri tokalara takılı kaldı bir süre. Ruju hiç yakışmamıştı. Bütün uğraşlarına karşın ne saçları, ne de ruj , Vesile’yi gençleştiremiyordu. Aynayı eline alıp iyice yaklaştırdı yüzüne. Aman Yarabbi!.. Yüzündeki çizgiler, yamaçlarda suların yara yara meydana getirdiği kıvrımlı dereciklere benziyordu. Bütün uğraşına karşın, boyalar kırışıklıkları kapatamamıştı.
Elleri titreyince ayna elinden düştü. Divana bıraktı kendisini, hıçkırmaya başladı.

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
5 Kasım 2006       Mesaj #1833
kambis - avatarı
Ziyaretçi


SAKAL ÜZERİNE
Atatürk Amasya ziyaretinde.. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;

- Kimdir bu?

Vali cevap verir;

- Efendim kendisi şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.

Atatürk şıh’ı yanına çağırır ve;

- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.

şıh

- Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir.

Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki şıh ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra yaverini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister.

Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya doğru yola çıkmıştır diye ...

şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;

- Aman Paşam, o şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?

Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;

- Dün akşam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve şıh’ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der.

Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da şıh'a vermesini söyler. Yazıda böyle yazmaktadır;

- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla....
-
Nebahat Akgül
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1834
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Balkonlara Asılmış Biberler

Yolunuz küçük bir kasabaya düştüğünde ve ayaklarınız sizi kasabanın dar sokaklarına taşıdığında; sevimli, sıcak görünümlü , ahşap veya yarı ahşap evler takılır gözlerinize. Çatıları kiremitli, balkonları ahşap oymalarla , pencereleri örme perdelerle, kanaviçe işlemelerle süslenmiş evler... Bu evler, konukları karşılamaya hazır güler yüzlü, konuk sever ev sahibi gibi gülümser size. Yaşayan tarih olan bu evler sizi yıllar öncesine götürür. Bu mekânlarda şimdiye kadar kimlerin yaşadığını; bu evlerin kimbilir hangi acılara, üzüntülere, sevinç ve mutluluklara tanıklık yaptığını düşündürür size. “Ah! Dile gelseler de bir konuşsalar,” dedirtir.

Ahşap oymaların süslediği balkonlara gider sonra gözleriniz. Rengârenk çiçeklerin, ev sahibesinin ilgisinden ve sevgisinden adeta şımararak saksılarından taştığını; sağlıklı, diri dallarının ahşap oymaların boşluklarını kapattığını görürsünüz. Petunyalar, sardunyalar, ıtırlar kolkola girmiştir. Aynı saksıda kardeşçe paylaşmaktadırlar suyu ve toprağı. Ve sonra bir kısmını çiçeklerin örttüğü ipe dizilmiş biberler balkonlardan gülümser size... Bazıları henüz yeşil, bazıları kırmızı....Anadolu’ nun hangi toprağında yetişmiş, hangi eller tarafından emek verilmiş olduğunu bilmediğiniz biberler. İpe dizilerek balkona asılmış ve yazın sıcağıyla kızarmış bu sivri biberler, dolma biberleri ayrı bir güzellik verir evlere. Bir gerdanlık gibi balkonları süsleyen kurumaya hazır veya kurumuş biberler; bir ailenin zevkini, hatta umudunu ve acılarını fısıldar size.

Biberleri ipe dizen hamarat, özverili, bereketli bir kadın elidir. Anadolu’ ya ismini veren ananın eli... Ve onun sevgi dolu yüreğini, nasıl sürmekte olduğunu bilmediğiniz yaşamını; çok bilinmeyenli bir denklem gibi yazgısını aklınıza getirir. Kimbilir belki suya düşen umutları, belki gelecekten beklentisi, özlemleri, belki de uğradığı hayal kırıklıkları. İşte bunların hepsi, balkonları süsleyen o biberlerde gizlidir.

Kimi el, tatlı bir hayale dalıp giderek, gülümseyerek dizmiştir o biberleri ipe. Kışın, kendisini ziyarete gelmesini beklediği gurbetteki çocukları için.Yıllardır birlikte aşmaya çalıştıkları hayatın zorluklarında, kendisine omuz veren Anadolu erkeği için. Çocuklarının babası ve yıllardır aynı yastığa baş koyduğu eşi için. Dudaklarında belki neşeli bir türkü, belki bir ağıt, belki bir uzun hava, belki bir bozlakla ipe dizilen biberler...
“ İki keklik bir kayada ötüyor
Ötme de keklik, derdim bana yetiyor.”.....
Anadolu’ nun havasını, suyunu, güneşini özümsemiş ve hamarat bir kadın eliyle balkonlarda yerini almış kırmızı biberler.

........................................................................... .........................

Yaz çoktan bitti. Önce sonbahar sonra kış mevsimi aldı sırasını. Şimdi ise karlı, soğuk bir kış günü...Balkonları süsleyen kuru biberler yok artık. Aylar önce indirildiler balkonlardan, yerlerine çoktan konuldular.....Küçük kasabalarda o güzel, sevimli ahşap evlerin balkonlarını süsleyen kuru biberler n’oldu dersiniz?.......Biberleri ipe dizip balkona asan o kadın eli, şimdi hangi uğraşlarda veya hangi yorgunluklarda? O eller, akan gözyaşlarını mı silmekte, yoksa ağlayan bir çocuğun başını mı okşamakta? Yüreği hangi yangınlarda ve özlemlerde?..........Kimbilir!

Kurutulmuş biberlerin bir kısmı belki çoktan tüketildi veya tüketilmek üzere. Bazıları ise, bir evin çatı katından zemin katına uzanan ahşap merdivenin tırabzanında asılı duruyor. Şıkır şıkır kurumuş. Renkleri altın sarısı , bazısı ise bayrak kırmızısına kesmiş. Hüzünle salınıyorlar merdiven boşluğunda.

Biberleri ipe dizen bir kadın, merdivenden her iniş çıkışında; biberlerde donduruyor bakışlarını. Kuru biberi çok seven ama şimdi hayatta olmayan eşine sunamayacağı bu biberlere hiç elini bile sürmüyor. Onlar, kurtlanıp ipten düşünceye kadar asılı kalacak orada. İşte o güne kadar, merdiven boşluğunda hüzünle salınmaya devam edecekler.

Yaşamın aydınlık ve karanlık yüzü, Anadolu kadınının iç dünyası, bazen kurutulmuş biberlerde yansımakta. Yüreklerin sessiz çığlığı da.


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1835
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Dayanılmaz”ın endişesi üzerimde gezerken ve sadece “uykusuzluk”un bana arkadaş dediği bu dipsiz gecede intihar ettim. Notumu bıraktım o lanetledikleri bünyemin üzerine. Sadece bir değildik, çoktuk. Ama sonra yok olduk. Sessiz ve hissettirmeden indik karanlık kuyuya. O, kırmıştı kafasında taşıdığı altın yüklü vazoyu. Dışarısı soğuktu, ölümün bize uzattığı el kadar. O, yinede güzeldi, her ne kadar ölümün çirkinliği sürtüyorduysa da üzerinde. Acaba yapabilir miydim? Onsuz burada nefes alabilir miydim? Deliklerde kendimi gördüm, yağmurun içinden aktığı. Bebek gibi pürüzsüzdü yanıbaşımda. Sade ve el değilmemiş. Ölüm bile ellememiş.
Soğuk metalin acımasızca nefesi yakıyor ağzımı. Kapkara bu havaifişekler. Ya gözleri niye bu kadar acımasız? Kendi kendime yapardım bu karanlığı. Şafaklarında süzülürken göğün. Karanlıktı evim ama neden bu kadar soğuk bana? Yaşamadım hiç bunu. Yoksa gerçekten yaşamıyor muyumdum bu gerçekler çölünde?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1836
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir VEDA mektubu

Öğretmenim! Size 16 Ağustos'un yakıcı sıcağına yenik düşmüş Yalova'daki evimden yazıyorum. Saat gece yarısını henüz geçti. İçimde tuhaf bir his var. Sanki, size şimdi yazmasam, bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyor. Hayatla hesaplaşmak için bu son fırsatımmış gibi hissediyorum.
Hatırlar mısınız, yurttan kaçtığımız akşam, bizi bilardo salonunda yakalamış ve yurda döndüğümüzde bana, "Fatih, bilir misin ki, dünyanın en mutlu cimrisi, edindiği gerçek dostlarını muhafaza edebilendir? Biz gerçekten dostsak, arkadaşlığımızı bilardoya değişemezsin." demiştiniz.

Sonra, uyuyor numarası yaptığım o gece, "Allah'ım, öğrencilerimi çok seviyorum! Bana, onların yüreklerine tesir edecek sözleri söyleyebilme gücü ver! Bilmiyorlar, bilseler böyle davranırlar mıydı?" diye dua edişinizi, battaniyemin altında akıttığım gözyaşlarımla dinlemiştim.
Ah öğretmenim! "Bu adamın bizimle ilgilenmesinden çıkarı ne?" diye, için için bir öfke duydum, ilk zamanlar. O zamana kadar ya bir karşılık beklenen "eğer" türü sevgiyle veya bir şeylere sahip olmanın sonucu olan "çünkü" türü sevgiyle karşılaşmıştım: "Eğer iyi bir çocuk olursan, ailen seni sever.", "Seni seviyorum, çünkü o kadar zengin ve ünlüsün ki..." Hep düşündüm; karşılıksız veya mevcut bir duruma bağlı olmayan gerçek sevgi yok mu, diye. Tâ ki, sizin bizimle paylaştığınız, "her şeye rağmen sevmek" duygusuyla karşılaşıncaya kadar...

Düşünsenize öğretmenim; sigara içmeme, size defalarca yalan söylememe ve birçok kötü alışkanlığıma rağmen sevdiniz beni. Ne güzel bir insanı; kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına rağmen sevebilmek! En çok ihtiyacımız olan sevgi de bu değil midir? Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve sizi gerçekten sevmediği düşünseydiniz, edindiğiniz mal veya şöhretin, başarı veya unvanların sizin için bir anlamı kalır mıydı? Dünya, başınızın üstüne çöküvermez miydi? Günün birinde gerçek ve doyurucu bir sevgiye ulaşabileceğiniz umudu olmasa, hayatınızın geri kalanını nasıl yaşayabilirdiniz?

Ne olur öğretmenim, hep böyle kalın! İnanın, üniversiteyi kazanamasam veya son dakikalarımı yaşıyor olsam da; bunu bize tattırmanızın verdiği mutluluk, her şeye bedeldi. Bundan sonra öğrenciniz olma mutluluğunu yaşayabilecek öğrencilerinize de, şu dileklerimi aktarabilir misiniz?

"Arkadaşlarım, kardeşlerim, ağabeylerim!.. Sizce bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl kaç defa gün ışığıyla uyandınız? Kaç kişiye, sırf içinizden geldiği için bir hediye aldınız? En son ne zaman mektup yazdınız veya eski bir arkadaşınızı aradınız? Bunlar, aslında önemsiz gibi görünen küçük ayrıntılar değil mi? İyi bir hayatın, bunlar gibi birçok küçük şeye bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü? Öyleyse, bundan sonra bir düşünün. Yayılın çimenlerin üstüne. Acele edin. Er veya geç, çimenler yayılacak üzerinize!"

Canım öğretmenim!

Bilseniz, şu an o kadar rahatım ki! Saat 03:00'e geliyor. Artık uyuyabilirim, hem de bir daha uyanmamacasına... Hoşça kalın! Sizin "her şeye rağmen" sevginize lâyık olamayan ama, sizi her zaman sevecek olan yaramaz öğrenciniz.

-----------------

Bu mektup 17 Ağustos 1999 depreminde vefat eden Mesut Fatih Çelik'in, depremden kısa bir süre önce öğretmenine yazdığı mektubudur. Fatih, üniversite imtihanında Bilkent Üniversitesi, İşletme (burslu) bölümünü kazandığını öğrenemedi. Mektubu Fatih'in annesi, enkazın altından bulup Fatih'in öğretmenine getirmiştir.
feather

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1837
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hafif sisli bir havada ve güneşin apartmanların arasından yeni yeni güne merhaba dediği bir saatte, vapura dogru ilerleyen genç adam; jeton gişesinde, yaklaşık iki ay önce ayrıldığı kız arkadaşını görür ve titrek bir "merhaba" ile konuşmaya başlar. Bu konuşmalar vapurda da devam eder.

Adamın; "Hava o kadar da soğuk değil, dışarıda oturalım mı?" sorusuna, kızın "Olur" cevabı vermesiyle birlikte vapurun en üst katına doğru yol alırlar.

Birkaç dakika havadan sudan muhabbetlerle geçtikten sonra, adam kıza bir sigara uzatır ve kendisine de bir tane alır. Daha sonra, genç adam birden lafa girer:

- Biliyorum, bu konuları daha önce hiç konuşmadık ya da konuşamadık diyeyim. Merak etme ama, "Neden ayrıldık biz" sorusunu sormayacağım. Sadece sana söylemek istediğim birkaç şey var, onları konuşmak istiyorum.

Genç kız; adama bakarak, - "Evet seni dinliyorum, devam et" dedikten sonra adam, konuşmasına kaldığı yerden devam eder:

- Biliyor musun? Ayrıldıktan sonra, seni sigaraya benzetmeye başladım.

Kız, hiç tahmin etmediği, alakasız bir konuyla lafa girmesinin verdiği şaşkınlıkla,

"Ne? Nasıl yani?" der.

Adam, önce kıza uzattığı sigarayı ve sonra kendi sigarasını, çantasından çıkardığı çakmak ile yaktıktan sonra:

- Mesela bir tane sigara yakıyorum ve kül tablasına koyup izlemeye başlıyorum. Kül tablasına dökülen külleri gördükçe; anılarımız aklıma her biri kül olup acılarıma dönüşüyor sonra. Arada bir elime alıyorum sigarayı ve içime çekiyorum seni. Kendimi zehirlemek için; daha çok, daha çok çekiyorum. Bazen de anıları silkiyorum kül tablasına. "Sen zehiri" hoşuma gidiyor, içimi acıtıyor, vazgeçemiyorum; içime çekmeye devam ediyorum. Ağzımdan çıkan her dumanda, ayrılırken bana bıraktığın; son bakışının silueti beliriyor. Her sigaranın olduğu gibi, senin de sonun yaklaşıyor. Ve ben yavaş hareketlerle; ne zaman seni söndürmek için, elimi götürsem kül tablasına, aptalca bir umutla "Ne olur yapma!! " diyeceğin zamanı bekliyorum. Ama hiçbir zaman duyamıyorum sesini. "Ve işte bitirdim seni" diyorum. Hayır hayır kendimi kandırıyorum galiba, "Seni böyle bitiremem" diyorum sonra. Ama bakıyorum kül tablasına; evet! Sen oradasın, evet! Anılar orada. Ancak, elimde hala kokun var. Yıkasam da, hiç çıkmayacak bir koku. Anlıyorum ki; bu sigarada, senin çok az bir kısmını bitirmişim. Senden bağımsız bir sen, hep içimde yaşıyormuş. Ve anlıyorum ki, sadece sönüyorsun. Seni atesleyecek bir "Ben" bekliyorsun sabırla. O "Ben", çok da bekletmiyor seni. Bir daha yanmaya başlıyorsun. Anılar acılar derken yine bitiyorsun. Yeniden yanıyor ve bitiyorsun. Bu hep böyle devam ediyor; sonunda alışkanlık oluyorsun.

Genç kız anlatılanları dinlerken; tarif edilmeyecek bir duygu yoğunluğu içindeydi. Bir yandan, birisinin bu kadar acı çekmesine üzüntü duyarken; diğer yandan da, kendisinin hala unutulmamış olmasından, haz alıyordu. Aslında kendisi de unutamamıştı genç adamı. Kendi isteğiyle ayrılmıştı ama; sevmediği ya da artık bir şeyler hissetmediği için değil, en yakın kız arkadaşının da, o insana karşı bir takım duygular beslediği için gerçekleşmişti bu ayrılık. Bunu; ne erkek arkadaşı, ne de en yakın arkadaşı biliyordu. Erkek arkadaşına, "Bu ilişkide bir şeyler eksik, ben daha fazla sürdüremeyeceğim, ayrılmalıyız." diye bir mesaj atarken; kız arkadaşına, "Ilgisiz bir sevgili olmaya başlamıştı günler geçtikçe; çok bunalmıştım. Ve bir gün onu, başka biriyle sarmaş dolaş gördüm. Bu yüzden ayrıldım." demişti. Böylece, hem erkek arkadaşından, kendine göre, makul bir sebeple ayrılmış; hem de arkadaşına, erkek arkadaşını kötüleyerek, ondan soğumasını sağlamıştı. Kendisinin çok acı çekeceğini bile bile, arkadaşını kaybetmemek için, böyle bir yalanlar zincirine başvurmuştu. Artık hayatını,bu yalanlara göre düzenlemeliydi. Bu yüzden; bu karşılaşmalarında duygularını bir tarafa bırakıp, mantığı ile karar vermek zorundaydı. Geri dönüşü yoktu ve kız da bunun farkındaydı. Bütün ayrıntıları, olası bir karşılaşma için düşünmüştü daha önceden. Adamın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve sözünü bitirmesini bekliyordu. Ve adamla göz göze gelip, "Bitti, bu kadardı!" dermişçesine bakmasından sonra, kız konuşmaya başladı:

- Açıkçası bu söylediklerin, hiç beklemediğim şeylerdi. Benim, bu açıklamalarına bir yorum yapmamı bekleme. Çünkü bunlar; senin kendi düşüncelerin. Her biten ilişkiden sonra, yaşanabilecek duygulardan bu anlattıkların. Şunu söyleyebilirim ama; yaşadığımız ilişkide, elimden gelen fedakarlığı gösterdiğime inanıyorum. Seni hiçbir zaman suçlu görmedim, herşey benden kaynaklıyordu. Sonuç olarak, bir şekilde bu ilişki yürümedi ve bitti. Bu kadar basit.

- Bu kadar mı yani?

- Evet...

Genç adam şok olmuştu. Belki, daha ılımlı bir yaklaşım bekliyordu kızdan. Ancak, kesin ve kararlı konuşmuştu kız. Hiçbir umudun kalmadığına, kendini inandırmaya çalışıyordu. Vapur yanaşmışti iskeleye. Tek bir kelime bile konuşmadan vapurdan indiler. Iskelenin sonunda; genç kız, adama sarılarak "Hoşçakal" dedi. Ancak adam, ayrılırken ne sarılmıştı kıza, ne de bir kelime çıkmıştı ağzından. Bir heykel gibi duruyordu kızın karşısında. Kız da, bir tepki gelmeyince; hızla oradan uzaklaşmayı tercih etti. Arkalarına bile bakmadan ayrıldılar. Kız, işyerine ulaştı. Yerine oturduktan hemen sonra, cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj, eski sevgilisindendi ve şöyle yazıyordu:

- "Hep bu karşılaşmayı ve sana sigara hikayesini anlatacağım günü beklemiştim. Ve o gün, gözlerimin içine bakıp; söyleyeceklerine göre, hayatıma bir yön çizeceğime..."

Genç kız, bu mesajdan hiçbir anlam çıkaramamıştı. Bu mesajı düşünürken; bir mesaj daha geldi:

- "... kendi kendime söz vermiştim. Bugün duyduklarım; beni hayal kırıklığına uğrattı ve ben kararımı verdim:"

"SİGARAYI BIRAKTIM..."
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1838
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Yaşam Sadece Sevgidir...Sevgi [adını yazdım sevgi, baştacım sın sevgili....)
Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte, yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda yıldızlarla konuşan...

Mutluydum rüzgarla birlikte maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken, mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır, uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte...

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle... Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda, görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için...

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı, başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum, okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize? Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda... Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim... Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte... Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler... Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime... Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak, bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini... O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR... SADECE SEVGİ.

Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte, yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken, mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır, uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte...

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle... Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda, görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için...

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı, başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum, okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize? Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda... Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim... Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte... Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler... Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime... Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak, bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini... O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR... SADECE SEVGİ.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1839
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİLİSİNİN DUYGUSUZ OLDUĞUNDAN YAKINANLARA BİR HİKAYE.


SEVGİLİSİNİN DUYGUSUZ OLDUĞUNDAN YAKINANLARA BİR HİKAYE.(Okuyun Ama Ağlamayın!!!)


Sabah uyandığında midesinde bir yanma hissetti.


Yanmanın nedeni aksam yedikleri değil,uyanır uyanmaz bugün


yapacaklarının aklına gelmesiydi.


Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti.


Aslında bunu yapmakta geç bile kalmıştı.


Bitmeli dedi içinden,her gün bu tatsız uyanış bitmeli.’


Genç adam bunları düşünürken suratı şekilden sekile giriyordu.


Süratle giyinerek dışarı çıktı.


Bugüne kadar hiç bekletmemişti onu, simdi de bekletmemeliydi.


İstanbul, soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yasıyordu.


Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi; ’Bulutlar bizim

yasayacaklarımızı biliyor. onlar bile ağlıyor halimize...’




BULUSMA VAKTI...


Artık Kadıköy iskelesindeydi. Birkaç dakikalık beklemeden sonra

karsıdan kız arkadaşının geldiğini gördü.




Simdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Beşiktaş’a geçtiler. Yolculuk

sırasında hiç konuşmadılar.




Genç kız,sevgilisinin bu durgunluğuna anlam verememişti.


Nereden bilecekti bugün ayrılık çanlarının çalacağını...


Beşiktaş’a geldiklerinde bir cafe de
oturdular.




Genç kız anlamıştı sevgilisinin kendisine bir şey söylemek istediğini.





’Bana bir şey mi söylemek istiyorsun’ diye sordu. Genç ad*** gözlerini

kaçırarak ’Evet’ dedi.




Genç kız heyecanlanmıştı, biraz da sinirlenerek ’Söylesene, ne diye

bekliyorsun’ dedi.




Genç adam içini çektikten sonra ’Sence biz nereye kadar gideceğiz?’

diye sordu.




Genç kız, ’Bunu sorma gereğini niye duydun?’ diye yanıt verdi.


Genç adam söze başladı...


’’Birkaç ay önce aksam 23:00 civarında sana telefon açıp senin için

yazdığım şiiri okumak istemiştim.




Sen bana ’Sırası mi simdi canim yaa, isin gücün yok mu?’ demiştin.

Biliyor musun o an nakavt olan bir boksör gibi




hissettim kendimi.


Özür dileyip telefonu kapatmıştım.


Daha sonra da bu şiiri benden hiç istememiştin.


Geçenlerde hasta olup yataklara düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sen

de gelmiş, Meralin ’Sen şanslısın, sevgilin sana bakar’ sözüne ’İşim

yok da sana mi bakacağım, annen baksın’ demiştin.




Hatırladın mı?’’


DUYGUSALLIGI SEVMEM...


Genç kız, ’Biliyorsun ben duygusallığı sevmiyorum.


Hem hasta bakici gibi göründüğümü de kimse söyleyemez’ diye


yanıtladı. Genç adam güldü, ’Evet canim haklisin.


Zaten olmak istesen de bu kalbi taşıdığın sürece hasta bakici, hemşire

falan olamazsın.




’ Genç adam devam etti...


’Bana şimdiye kadar kaç kere sabahın erken saatlerinde güzel

sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin? Hiç...




Hatta günün hiçbir saatinde çekmedin.


Duygusallığı sevmeyebilirsin.


Ama sen seni seven insanları da mutlu etmeyi sevmiyorsun.


Halbuki ben senin tam tersine kendimden çok insanları mutlu etmeyi

seviyorum.




Seni tanıdığımdan beri her sabah, her aks*** her gece yani seni andığım

her saat tatlı bir mesajım vardı senin için




biliyor musun? Seninle ben AKLA KARA gibiyiz.


’ Genç kız anlamıştı, ’Yani ne istiyorsun benden sair olmamı mı?


’ Genç adam tekrar gülümsedi içinden.


Dün gece verdiği ayrılık kararının ne kadar doğru olduğunu düşündü.

’Hayır’ dedi, ’Sair olmanı istemiyorum.




Olamazsın da...


BIZ AYRILMALIYIZ.


Ayrılırsak ikimiz için de en hayırlısı olacak.’ Genç kız şaşırmıştı,

’Neden ama? Ben seni seviyorum. Senin de beni sevdiğini sanıyordum.’

Genç adam iç çekerek ’Hayır canim, sen beni sevdiğini sanıyorsun.




Eğer beni sevseydin simdi başka şeyler konuşuyor olurduk’ dedi.


Genç kızın gözleri yaşarmıştı. Genç adam cebinden çıkarttığı mendili

uzattı, genç kız gözyaşlarını silerek




’Sen bilirsin, umarım beni bir başkası için bırakmıyorsundur...’ dedi.





Genç adam ’Nasıl böyle bir şey düşünürsün, senden başka kimse olmadı ve

uzun zaman da olacağını sanmıyorum’ yanıtını verdi.




Genç adam ve genç kız iki sevgili olarak oturdukları masada Artık iki

yabancıydılar.




Birkaç dakika sessizce oturduktan sonra Genç kız, ’Kalkalım istersen’

dedi.




Genç adam ’Ben biraz daha burada kalmak istiyorum, istersen sen

kalkabilirsin’ diye yanıtladı.




Genç kız ’Tamam o zaman sana mutluluklar dilerim’ diyerek elini uzattı.

Genç kızın sesi ve eli titriyordu. Genç ad***




’İstersen arkadaş kalabiliriz’ dedi ve birbirlerine son kez sarıldılar.





’BEN DOGRU YAPTIM..."


Genç adam doğru yaptığına inanıyordu.


Eve döndüğünde yürümekten bitap bir haldeydi.


Odasına girdi.


Gece bitmek bilmiyordu.


Sabah erken kalkıp ise gidecekti, uyumalıydı.


Birkaç saat sonra uykuya dalmayı başardı.


Sabah 7’de saatin ziliyle uyandı.


Evden çıkacağı zaman cep telefonuna baktı, mesaj ve 10 cevapsız arama

vardı.




Yorgun olduğu için Duymamıştı telefonun sesini. Aramalar ve mesaj

sevgilisindendi. Heyecanla mesajı




açtı, şunlar yazıyordu:


SADECE ONLARI SEVMEYI SEVDIM,


HEPSINI ONLARSIZ YASADIM DA,


BIR SENI SENSIZ YASAYAMIYORUM,


BU ASKI TEK KALPTE TASIYAMIYORUM,


SANA YEMIN GÜZEL GÖZLÜM,


BIR TEK SENI SEVDIM,


VE SENI SEVEREK ÖLECEGIM,


ELVEDA BIRTANEM...


Genç adam şaşırmıştı.


Onu tanıdığı günden beri ilk defa şiir alıyordu ve üstelik sabahın

besinde yazmıştı.




Heyecanla onu aradı, telefonu Yabancı bir ses açtı.


Genç adam ’’Nalan’ la görüşebilir miyim?’’Dedi.


Ama karşısındaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra hem de...


’Ben onun annesiyim yavrum, kızım bu sabah intihar etti.


Gece sabaha kadar birilerini arayıp durdu.


Sabah odasının ışığını sönmemiş görünce girdim. Yavrum kendini

asmıştı....’




YIGILIP KALDI...


Genç adam beyninden vurulmuşa döndü.


Bir gün önceki mide ağrısının İki katini çekiyordu simdi.


Olduğu yerde yığılıp kaldı...


Birkaç ay sonra iki doktor konuşuyordu hastanede.


Doktorlardan biri diğerine karsıdaki hastanın durumunu soruyordu.

Doktor yanıt verdi...’Haaa o mu? Üç ay önce




getirdiler. Kendisi yüzünden bir kız intihar etmiş.


O günden sonra cep telefonunu elinden hiç bırakmamış.


Devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor.


Geçenlerde merak ettim.


O uyurken gönderdiği numarayı aradım.


Numara 3 ay önce iptal edilmiş.


Gelen mesajlarda bir şiir var.


Bu adam duygusal mi bilmem ama benim anladığım Kadarıyla


şiiri yazan çok duygusal biriymiş...


"ÇEVRENIZDEKİ İNSANLARIN NE HİSSETTİĞİ YA DA NE DÜŞÜNDÜĞÜN DEN O KADAR

EMİN OLMAYIN, BAZEN BİR KALBİN, İÇİNDE NELER SAKLADIĞINI ÖĞRENDİĞİNİZDE

HERSEY İÇİN ÇOK GEÇ OLABİLİR..."
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1840
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Sadece sen kalsan

Bir gün huzursuz bir şekilde yatağıma girdim. O anda ne düşündüğümü pek hatırlamıyorum. Belki geleceğe dair planlar yapıyordum, belki de günü değerlendiriyordum ya da kendimle veya çevremdeki insanlarla ilgili bir takım sentezler... (Bilirsiniz, çoğumuzun yaptığı şeyler...)

Sabah uyandığımda geceden tek hatırladığım biraz üşüdüğümdü. Tanıdık bir mekanda uyanmanın verdiüi güvenle yatağımda bir süre oyalandım. Gün başlamıştı... Yüzümü yıkamak için banyoya yöneldim. Mutfağa giden bir gölge gördüm... Biraz şaşkın, o tarafa yöneldim...
"Kim var orda?"
"...."

Sessizlik beni biraz tedirgin etti. Biraz tedirgin mutfağa girdiğimde, karşımda duran kendimdi. Bu bir rüya olmalı, diye düşündüm...

Karşımda duran ben gülümserken banyoya yöneldim. Evet evet, yüzümü yıkarsam sanırım geçer... Banyoya girdiğimde birileri benden önce davranıp banyoyu işgal etmişti. Hırsla kapıyı açtım. Başka bir ben...

Bu bir kabus olmali, dedim. Karşımdaki gülümseyerek "Hayır" dedi. Anlamakda güçlük çekiyordum. Çaresizdim ve maalesef ki uyanıktım. Karşımdaki "Neden diye düşünme" dedi.

Dışarı çıkmalıyım, diye düşündüm. Karşımdaki gülümseyerek "Her yerde sen varsın. Başka insanlar yok. Herkes sen" dedi.
"Düşüncelerimi nasıl okuyorsun" diye sordum. Bir kahkaha attı:
"Unutma, ben sen'im" dedi.

Yine de dışarı çıktım. Doğruydu; baktığım, konuştuğum herkes ben. Kendime dışardan biri olarak bakmak çok sarsıcı olmuştu. Bütün duyguları kendime yöneltmiştim birden. Öfke duyuyor, kızıyor, seviyor, şasırıyor, acıyordum... Aslında ne mükemmeldim, ne de çok kötü, sadece insandım.

Birden renklerin ne kadar donuklastığını, seslerin matlaştığını farkettim. Kızdığım, nefret ettiğim insanları bile özlemeye başladım. Yaşam bütün renkleriyle güzeldi. Sevmediğiniz şeyler bile beraberken harika bir armoni oluşturuyordu. Ve mükemmel yoktu. Sadece insan, hayvan, çicek, vs vardı. Bir takım önyargılarla ve nefretle yaklaştığınız herşey (kendiniz bile) değerini kaybediyordu ve o anda kör olup hiçbir değeri, güzelligi farketmiyordunuz?

Hemen eve koştum. Yatağıma girip, aslında her gelen günün bana yeni değerler tanımam ve kendi renk armonimi güzelleştirmem için bir şans olduğunu düşündüm. Keyifle gözlerimi kapattım.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar