Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 195

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.295 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Kasım 2006       Mesaj #1941
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Affet Babacığım ...
Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti. Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum dergibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum..
Sponsorlu Bağlantılar

nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
18 Kasım 2006       Mesaj #1942
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Sakın Elimi Bırakma

Sponsorlu Bağlantılar
Ilık rüzgarla gelen bir müzik sesiyle dalıverdim uzaklara; "Aşık olmak günahsa ben bir günahkarım, pişman değilim tanrım…" diyordu yumuşak bir ses… bir sızı saplandı ilk önce kalbime… sensizlik yüreğimi yakıyordu, sana hasrettim… sarı kurumuş yapraklar arasında yürürken rüzgarın yüzüme vurmasıyla kokunu duydum sanki… yalnızdım… mutsuzdum, sen yoktun… ebediyen gitmiştin… Şimdi yanımda olsaydın kollarınla beni sarar, yüzüme dağılan saçlarımı parmaklarınla düzeltirdin.. iki taraftan kulaklarımın arkasına sıkıştırır, "Böyle daha güzel aşkım"derdin… yüzüme düşen saçlarıma tuzlu gözyaşlarım karışıyor şimdi. "Sakın ha ağlama, seni birgün bile ağlarken görmek istemiyorum" derdin bana… şimdi bir yerlerden bakıyorsa gözlerin üzülüyorsundur… ama gözyaşlarıma söz geçiremiyorum sevgilim... Hani biz sonsuza kadar mutlu olacaktık? Hani birbirimizi terketmiyecektik? Neden beni tek başıma bırakıp gittin aşkım.? Kaza haberin geldiğinde inanamadım… evimizden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum… hastanede seni öyle kanların içinde baygın bir şekilde görünce dünya başıma yıkıldı… elini tuttum ve sen gözlerini açtın "Sakın ha! Sakın elimi bırakma" dediğin zaman bile "Gözlerindeki ormanda yağmur yağmasın" dedin… yanaklarımdan süzülen sicim gibi yaşlar yüzüne döküldüğünün farkında bile değildim.. ameliyathanenin kapısına kadar elini hiç bırakmadım ve mecburen elini ayırdılar benden… saatlerce o odada kaldın… çıktığın zaman komadaydın… doktorlar ümitsizce gözlerime bakıyordu… seni odana götürdüler.. neydi, neden o makinaları vücuduna bağlamışlardı.? Sen yaşayacaktın.. beni bırakmayacaktın yemin etmiştin..yavaşça elimi elinin üzerine koydum.. hiç kıpırdamıyordun… günlerce başucunda bekledim… farkında bile değildin… hep uyuyordun… yanında seni beklerken; geçirdiğimiz günler bir film şeridi gibi gözlerimden geçti… beni kızdırmaların, sinirletmelerin ve ondan sonra gönlümü almak için bütün evi ben yokken çiçek bahçesine çevirmen… doğumgünlerimizde birbirimize aldığımız müzik kutuları… hani son doğumgününde sana mavi bir kazak almıştım da hemen giyip mankenlik yapmıştın ya ve ben seninle dalga geçmiştim sen de pastayı alıp yüzüme yapıştırmıştın ve sonra da bütün evi pastayla alt üst etmiştik… ne kadar deliymişiz, ne kadar aşıkmışız… mavi kazağını son gördüğümde kanlar içindeydi.. kaza günü onu giyiyormuşsun meğer… çok sinirlettin beni, nasıl çıkacak şimdi kazaktaki kan lekeleri? Olmadı şimdi, iyileşir iyileşmez kazağını sen yıkayacaksın.. onu sana ben aldım atmak olmaz ki… Hala uyanmadın… bir hafta geçti hiç bir kıpırtı yok…doktorların biri gidiyor biri geliyor.. söyledikleri hiçbirşeyi artık anlamıyorum.. bu arada o yağmurlu gün geldi aklıma.. bisikletlerle yarış yaptığımız o gün.. hani ani bir yağmur başlamıştı da eve zor yetişmiştik.. balkonda durup yağmuru izlerken bir gün bebeğimiz olursa ismini Yağmur koyalım demiştik… bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştik… Ve bir gün daha geçti işte, yanında sen o yatakta hareketsiz yatarken bir gün daha geçti… elim elinde.. ve başım yatağın yanında, kendimden geçmişim.. ve aniden elin elimde kıpırdadı.. aniden kırmızı, şiş gözlerimi sana çevirdim… ve gözlerini açtın… o halinle bile gülümsüyordun bana… dudaklarına küçücük bir öpücük kondururken sessizce gözlerimden yine bilinçsizce tuzlu gözyaşlarım dudaklarına düştü… kızar gibi yine baktın bana… "Tamam" dedim "Ağlamıyacağım…" Gözlerime baktın buğulu… hiç beklemediğim bir anda dudakların kıpırdamaya başladı "Affet beni" dedin, "Birbirimizi terketmiyecektik, hala daha da seni terketmedim ama…." dedin ve gerisini duymak bile istemiyordum, parmaklarımla dudaklarını kapattım, "Konuşma, yorulma, sonra konuşuruz" dedim ama başınla "Şimdi" dercesine işaret ettin… "Şehre inmiştim, yıldönümümüz için beğendiğin tek taşlı pırlanta yüzüğü alacaktım, aldım da… yanında 25 tane gül vardı, arabanın torpido gözünde yüzüğün, koltukta da güllerin vardı" dedin… ve devam ettin "Hayatımda geçirdiğim en güzel yılları seninle paylaştım, gözlerim, kalbim hep yanında olacak, arabadan emanetlerini almayı unutma" dedin bana… gözlerimdeki yaşları artık durduramıyordum… "Bir dahaki sonbahara yürüdüğümüz yolda yanlız yürüyeceksin ve çok güçlü olacaksın, beni affet aşkım seni bensiz bırakıyorum, seni canımdan çok seviyorum, son bir öpücük ver bana" dedin ve bir elim elinde bir elimle alnını okşarken istediğini yaptım dudakların sıcaktı ve aniden makineden ince bir ses geldi, elin elimden kopuverdi…. Gözlerin yavaşca kapandı…. Doktorlar koşup geldiler… öylece orda kalıverdim hareketsiz kaldım, donmuştum, sen yoktun artık… doktorlar seni götürdüler… artık sen yoktun, yanlızdım.. Ve şimdi sensiz geçen ilk sonbahardayım… yürüdüğümüz yolda kurumuş yaprakların arasında tek başınayım. Arabadan bana getirdikleri emanetlerimin biri evde diğeri parmağımda… yüzüğünü yaşadığımı sürece parmağımdan, güllerini yatağımın yanından hiç ayırmayacağım… mavi kazağını yıkadım, temizledim… yastığının üzerinde duruyor.. Hazan mevisimi, hüzün mevsimi… aşk mevisimi.. ayrılık mevsimi… Kulağımda bana söylediğin şarkıyla yürüyorum tek başıma söz verdiğimiz gibi sarı yapraklı yolda....

"SANA RÜYA DIYEMEM, SENDEN UYANAMAM KI
NEREDE OLURSAN OL, SENINLEYIM BEN SANKI
BULUTLU GÜNEŞIMSIN, SEVGILIMSIN BENIMSIN
YAZ YAĞMURUM, KIŞ GÜLÜM, NEŞEMSIN KEDERIMSIN
SENINLE DOLU DÜNYAM, GÜNDÜZÜM GECEM SENSIN
ÖLSEMDE AYRILAMAM, BENLIĞIM RUHUM SENSIN..."

Biliyorum her an her saniye benimlesin, beni izliyorsun. Iyi ki şarkılar var ve şiirler. Sen sözünü tutmadın, beni bırakıp gittin. Belki birgün aşkım... Bu yağmurlar diner ve biz yine birlikte oluruz hiç ayrılmamacasına.

"HER YERDE HATIRAN VAR, HERŞEY SENINLE DOLU
HERŞEYDE SENIN IZIN, BU YOL AŞKININ YOLU
ALAMAZ BIN SEVGILI KALBIMDEKI YERINI
SANKI IÇIMDE AÇAR BU SARMAŞIK GÜLLERI.... "

Iyi ki şarkılar var...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Kasım 2006       Mesaj #1943
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Rotam Oldu Gözlerin
Kör bir akrep zehrini zerk etti yüreğime, aşkın oldu panzehiri
Dağladı sonsuz acılarımı zaman, örümcek ağında oldum talan
Gecemin tarlalarına şiirler ektim, yıldızlaradır hep merhabam
Bütün mutlulukların ‘keşke’ kapsülünde erir hep sevdayla insan


Omuzlarındaki yüke aldırmadan hep aynı doğruya kırılı bu yaşam gemisinde ara sıra denizi izliyorsun sen. Dalgaların hırçın vuruşlarıyla sular çarpıyor yüzüne. Aynı gemideyim ve seni özlemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Gülüşlerini ısıtarak her gün ziyafet çekiyorum bu kahrolası labirentte. Sesinden uzak duruyor, ama yüreğinin gümbürtüsünü içimden atamıyorum.
Güneşe simit asıyor bir çocuk, yağmurda ıslanmayı düşleyerek. Soyunup denize bakıyor bir adam, aşkını özleyerek. Son umudunu denize düşürüyor ıslak bir tebessümle. Çığlığını dinliyor martıların yüreğindeki kutsal sessizliği dinleyerek. En bilinmez duruşların ütopyasında bir adam yüreğinin gümbürtüsüyle bembeyaz karları çiğniyor, uzak kentlerde sevdanın ellerini tutacağı günü bekliyor.
Yaşamın ve hayatın en büyük tadını tarayarak, yüreğinin en sağlam yapı taşını al kucağına şimdi. Bizi sürükleyen dağ rüzgârına siper et gönlünü. Bu rüzgârın kollarındayken her şey ne kadar hülyalı, ne kadar pembe olsa da nereye götürecek, nereye atacak bizi bir kere sor kendine. Günler ince bir sol ağrı gülüm işte. Bu zorlu sevdada, bu karmaşık aşk tufanında bulutlarımız asla yatak olmaz hazin sevgimize.
Düşüncelerinin en koyu ışığıyla senin ruhundayım günlerdir. Aynı tabaktan yiyor, aynı bardaktan sular içiyoruz. Her anımızda birbirimizi hissediyor, aynı duygularla dans ediyoruz. Sen ve ben yorgun bir akşamın kucağında hep aynı sevdayla aşkın duasına duruyoruz. Bütün alametlerin derbeder duruşlarıyla bir sel çeker bizi birbirine. Akıntıda sürüklenen bir dal gibi, yatağını arayan bir su gibi kendi bozkırlarımızı arıyoruz.
Bu gecenin düş tarlasına aydınlık gülüşlerini ektim sevdayla. En koyu renkleri sürdüm gözlerine aşkla. Bu gece yıldızlar seçtim gökyüzünden sana vefayla. Avuçlarını hissedeyim diye. Ay düştü toprağa, ısındı yatağım dilindeki gülüm şarkısıyla. Yangınım dağlarına sıçradı, yankım kulağında çınladı. Bu gece biz sustuk, bizim yerimize dinlediğimiz şarkılar ağladı.
Bütün gelişlerin ruhumuzda araladığı dalgalarla yıkarız biz yüzümüzü her sabah. Güneşi alırız gönlümüzden içeri ve arada bir yağmur yağar. En güzel bakışa, en kutsal gülüşe bir sevda şiiri olurum o an. Mevsimlerin geniş yatağına serilir tutkuyla çarşaflar. Bedenimiz acıkır birbirine, dudaklarımızdan kopar fırtınalar. Tenimizin tuzuyla kaynar en harlı kazanlar ve başlar sonra sevişmenin en ölümsüz dansı.
Derin bir uğultu sızıyor rehinlere bıraktığım isli lambalarımdan. En tanımsız kırılmaların rüzgâr kepeneğinde bir haller oluyor ağıtlarıma. Kaç isyan doldurdum, nice isyanları söndürdüm bu yürekte, kimi yürüdüm yalın kılıç aşka, kimi güller serptim kanla sulanan uçsuz bucaksız ovalarına. Kuşkularıma kanlar yürürken tenimi sıkan halatlarda direncimi çözdüm, umudun ve sevdanın en ölümsüz şiirlerini çiçek çiçek dizdim.
Biliyor musun, uzun bir hikâyenin hatıra tepelerinde sesinde titrerken gecenin düşü, beni gözlerinin duldasında konukla yeter. Oturdum sevincinin sofrasına ey ruhumun sahibi. Bütün zamanların coşkularını çağırıyorum sana, bütün günahlardan arınıp halaylara duruyorum seninle. Sessiz ve habersiz geçmiş bütün baharlar, ıhlamurlar kaç mevsim sensiz çiçeklere durmuş ve kaç yastıkta sensiz gözyaşım kalmış bilir misin? Öyleyse, gel yelken aç ruhundaki gemilerle, hevesim ol, tutkum ol, bir destan gibi şu isimsiz şiirlerime dol.
Bu çırılçıplak, insanı yiyip bitiren düş sahralarında her gece yıldızlara bakıp karanlığa gizlenen, şafağa sevinmek yerine karmaşık bir dünyanın haline ağlayan, kötürüm bir aşkla sevgisizliğe ağıtlar yakan insanlar topluluğuyuz biz. Deştikçe kanayan, kanadıkça kendini yeni afetlere salan ihanet izdüşümleriyle ne olur sevginin hırkasını çıkarma bedeninden. Yasak titreşimlerle gün yüzüne çıkardığın kalp atışlarımla sana sonsuz bir ateşle bağlanmışım işte. Gül sesinle çınlıyor kulaklarım, amber nefesinle tamlanıyor şiirlerim.
Bil ki, sen ruhumun zulasındaki en vuslat gökyüzü. Alaturka bir şarkıda topraklarımda güller büyür, soluğunun neminde yüce dağlarımın karı erir. Gözlerinin ırmağında yeryüzünün bütün canlıları beslenir. Bütün harfler seni yazar, saçlarının her teliyle bağlanır en leylim sevdalar.
Senin için bir düş mendili astım yaşlı gövdeme. Yaprakları rüzgâra direnirken dallarımızın, ben senin için toprağımı deştim. Ay vurmuş yüreğimi bir zaman, gecenin nuru yağmıştı bir mevsimde sızı bırakan. Sular hızlı yürüyormuş oysa, sevda denilen sanki eskiyen, tozlanmış bir hazan. Dal küsmüş gövdeye gülüm, aşk bildiğin gibi işte, eski tas, eski hamam.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Kasım 2006       Mesaj #1944
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Prenses ‘ime






Yüreğime umut diye ektim seni can,diye koydum seni canımın en güzel yerine biliyorum sen sonum olmalısın ve ben seninle aşkta sonsuzluğu tatmalıyım.İnanırmısın,güne başlamaktan dahi korkmuyorum artık ve yaşamak bile zor gelmiyor bana,gece olduğunda umutsuzum diye uykusuzluk da çekmiyorum.Dedim ya umut oldun bana,dedim ya canıma can kattın bu dünyada...
Hani bazen; anlat diyorsun ya bana ve ben öylece susup kalıyorum karşında... Anlatamıyorum. İşte o an gözlerinin içinde kaybolup gidiyorum;damla damla, adım adım yok oluyorum gözlerinin derinliklerinde,sonra susuyorum sen hâlâ beni anlamıyorsun bense,hâlâ sana anlatamıyorum.Çünkü dünyada anlatmaya değer tek şey varsa o da sende evet sende ; 4 mevsim çimenlere inat yemyeşil açan o güzel gözlerinde...Seni Seviyorum Bi'tanem.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Kasım 2006       Mesaj #1945
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GİDİŞİNE
Her zaman nemli kaldı gözpınarlarım
her hikaye kişisel ayrıntılara endeskliydi
her çiçek sevgilimdi
taviz vermedim hiçbir zaman sevgimden
hayat kağıtlara dökülmüş bir öykünün yaşanmasına izin vermiyordu.
Sen gecikmiş bir intaharın yarım kalan bahanesiydin
kaç urgan eskittim infazına
hiçbir silah vurulmama şahitlik edecek kadar cesaretli değildi
kimse bilmiyordu yakamozların ayın gözyaşları olduğunu
bilmiyordu kimse göklerde içinde yalan olmayan bir kelimenin dolaştığını
İlmek ilmek ruhuma işlendiğindi şehrazatlarım
çizik çizik yağmalanandın bedenime
yüz hatlarımsa aynalar koridorunun binbir görüntüsü
Şimdi nasıl silinecek bu hikaye...?
Gitmemeliydin,gittiysende dönmemeliydin
yolculuklarında nihayeti vardı
bunu duyduğun an yakmalıydın herşeyi
tek_i diyar etmeliydin bu şehirden
şahit bırakmamalıydın geride.
Filstin askısına astığın günden beri vicdanımı
içindeki kahramanlarıyla rafa kaldırdım tarihi
engerek zehirlerine yakalandım pusularının
asık suratlı bir şehir bıraktım geride.
İanki sevgilim sen olmasaydın gidecektim bu şehirden
sen olmasaydın veto edecektim herşeyi.
Gerçekliği varmıydı bu hikayenin,öykülerin yaşam olduğu nekadar doğruydu, bilinmez.
Hayatmı hikaye ye dönüşüyordu yoksa hikayeler mi yaşamı oluşturuyordu?
Ya hikayeler yalansa,peki ya öyküler yalansa...
Gerçekleri hazine gibi kitledik dolaplarımıza,yalanlarla yaşanılan hayatı seçtik
sonra o dolabı açtığımızda biriktirdiğimiz yalanlar bir dağ gibi yıkıldı üstümüze
kalakaldık biteviye öylece,kalakaldık çaresizce
ve sonranın sonrasında bir ses geldi yer tabakalarını çatırdatan bir ses:
GELDİĞİN YERLERE DÖNDE BİR BAK.
GÖRECEKSİN AYAKİZLERİNDE KAÇ İHANETE UĞRAMIŞ KAF DAĞININ ANKA YAŞANTILARINI.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2006       Mesaj #1946
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Balkona çıktım. Ay hilaldi, onu seyrettim. Sonra eğilip arka bahçeye baktım. Ağaçlar meditasyon halindeydi yine. Gece ben onu izlemesem de devam ediyordu seyrinde.
Aniden ay konuşmaya başladı. Dedi; “Evet, aklından geçeni yapabilirsin. Korkma! ” . Rüzgar; “ Sadece kendini bırakacaksın. Zor değil. Sonra bir daha acı çekmek yok, özlem yok. Pişmanlık, ümitsizlik, hayal kırıklığı… Hiç biri yok! ” . Ağaçlar; “ Seni bağrımıza basmak istiyoruz artık! Korkma! ” diye bağrıştı hep bir ağızdan. Yıldızlarsa; “ Hadi, hadi! ” diyerek alkış tuttular.
Derin bir nefes aldım. Çıktım balkonun korkuluklarına. O anda bulutlardan biri eğildi kulağıma; “ Son kez rüzgar okşayacak saçlarını, yanaklarını. Sonra tüm acılar son bulacak! ” dedi. Müthiş bir huzur doldu içime. Ağaçlara sarılmak, çimlere boylu boyunca uzanmak aklımdan geçtikçe… Kararlıydım. Dediklerine kandım.
Annemin horultusunu duydum içerden. Televizyon izlerken uyuya kalmıştı. Elinde kumanda… Uzaklaştım balkonun kenarından. Ay baktı sitemkâr. “Bugün değil” dedim. “Bugün değil… Belki yarın. Ama henüz değil! ”.
Ağaçlar gururlu; tek laf etmediler. Yıldızlarsa küskün.
feather
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Kasım 2006       Mesaj #1947
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç kadın işyerinde kotu bir haber alır.Küçük kızının bakicisi telefonda çocuğunun çok ateşlendiğini mutlaka eve gelmesi gerektiğini bildirir.Hemen isinden izin alır ve ateş düşürücü bir ilaç için en yakın eczaneye koşar.Arabasının yanına geldiğinde arabayı anahtarı içindeyken kilitlediğinin farkına varır.Eve hemen yetişmesi gerekmektedir ama nasıl..?

Evini arar ancak çocuk bakicisinin verdiği haber daha kotudur, kızın ateşi biraz daha yükselmiştir.Bu arada kadın içinde bulunduğu duruma bakıcıya anlatır.Bakici arabanın kilidini açabilecek bir servis bulmasını ya da çakı, bıçak gibi bir şeyle kendisinin açmayı denemesini söyler.

Yakında bulunan bir marketten küçük bir çakı alır ve arabanın yanına gider.Ama bunun nasıl kullanılacağını bilemez. Arabanın kapılarını zorlar, sallar ama bir sonuç yok...

Başını gökyüzüne doğru çevirir, " Tanrım , lütfen küçük kızıma ulaşmam için bana yardim et" .

Bu arada çakıyla kapıyı kurcalamaya devam eder.O sırada yoldan geçmekte olan sakalları uzamış, ustu başı bakımsız bir adam durup kadını izler ve " Hanımefendi, isterseniz yardımcı olabilirim"der.
Kadın çaresiz teklifi kabul eder ve içinden düşünür, "Tanrım gönderdiğin yardim bu mu?"

Kılıksız adam birkaç dakika içinde arabanın kilidini açmayı başarır.Kadın şaşkınlıkla adama teşekkür eder, kızının durumunu
anlatır, hemen yetişebileceği için minnettar olduğunu belirtir ve bir miktar para uzatıp " Çok iyi bir insansınız" diye teşekkür eder.
Adam, " Hayır hanımefendi, maalesef iyi bir insan değilim" der, "Hapishaneden yeni çıktım" ilave eder, "Araba hırsızlığından..." Kadın bir sure sessiz kalır, adam uzaklaştıktan sonra tekrar yüzünü gökyüzüne çevirir, kendini tutamaz, ağlayarak ;" Tanrım , bir profesyonel gönderdiğin için çok teşekkür ederim" der
gizem_mechul - avatarı
gizem_mechul
Ziyaretçi
20 Kasım 2006       Mesaj #1948
gizem_mechul - avatarı
Ziyaretçi
Sevdanın ne olduğunu asla anlayamayacağını düşünürdü. Sevmek neydi açıklamak isterdi ama olmazdı yapamazdı. Ve her seferinde sevgiyi anlatmaya çalışıp da beceremeyince öyle bir şeyin olmadığına inanırdı.Her aşık oluşunda şiirler yazardı sevgililerine-gerçi onlara sevgili denilmezdi çünkü o hep platonik aşklar yaşardı. Aşkın somut bir şey olmadığının farkına çocukken varamazdı. Bir insan neden illa birini istesin ki diye düşünürdü. Hele bir erkek eğer kendisin çılgınca seven bir kadın varsa neden başkasını bulmak için uğraşsındı.

Çocukken gördüğü her güzel kadına aşık olduğunu sanırdı ama sonradan acı bir şekilde öğrenecekti otla *** arasındaki farkı. Aşkı sakızlardan çıkan yazılarda tanımaya başlamıştı ve öğrendiği ilk İngilizce kelime ‘love’ olmuştu. ‘love is...’ diye başlayan bütün cümleleri okumaktı amacı. Yaşıtları gibi çıkartma veya araba resmi için değil aşkın ne olduğunu öğrenmek için sakız alırdı. Sonradan pişman olmayacaktı belki ama aşkı yanlış tanıdığını gözyaşlarını silerken anlayacaktı.

Aşk vardı elbet artık bunu anlayacak kadar büyümüştü ve artık gerçek aşklar yaşıyordu. Şiirler yazıyordu geceleri,defterlerinin her tarafına aşık olduğu kişinin adını yazıyordu. Onu görebilmek için sınıf kapısında bekliyordu ve soğuklara aldırmadan her teneffüs sevgilinin gözlerini arıyordu. Aşk neydi belki bunu açıklayamazdı ama soranlara verecek bir cevabı olurdu her zaman aklının bir yerinde. Yıllardır tanıdığı ve sadece arkadaş olarak gördüğü kişinin diğer arkadaşları arasında özel bir yer kaplamaya başlamasını hissederdi. Sadece ona şiirler yazardı,onunla ilgili hayaller kurardı geceleri bunalım şarkıları dinlerken. Söylediği her kelimeyi onun duyacağını düşünerek söylerdi ve saçma sapan yalanlar söylerdi sırf muhabbet olsun diye. Sevgilinin saçları ve gözleri süslerdi şiirlerini ve sonra yavaşlardı aşkın şiddeti. Aşkı bir dağa tırmanmaya benzetirdi her zaman. Önce hızla tırmanırsın,soluğun kesilmeye başlar,gün geçtikçe üşürsün ve gittikçe yavaşlayarak zirveye varırsın. Sonra farkına bile varmadan yuvarlanırsın oradan,yeni bir dağa tırmanmak için ayakların aşağıya kayar ve işte yeni bir dağ...

Sonra aşkı biterdi-yani o öyle hissederdi. Yazdığı şiirleri,karşılıksız mektupları okurdu ve gülerdi. O zamanlar ne kadar aptal olduğunu düşünürdü. Bir zamanlar aşk için ölmeli diyen adam o değildi sanki. Aşkı sıradan bir şey gibi görürdü. Ta ki bir başka göz büyüleyene kadar onu. O zaman unuturdu her şeyi. Hani yazdığı şiirler kara saçlı kara kaşlı sevgiliye? Yoklar ,yerini çoktan mavi gözlerin derinliğine bırakılmış yazılar alır daha sonra belki de yeşil bir göz kim bilir. Ve tekrar inanmaya başlar aşk için ölme fikrine. Ve o aşkı da biter öncekiler gibi ve o yine sevmeyi unutur ve tekrar sevdalara yelken açar bu böyle sürüp gider.

O hep platonik sever. Sever de söyleyemez yazdığı şiirleri kimi zaman okur ama asla ona yazdığını söyleyemez. Her aşık oluşunda mucizeler bekler yani hep o’nu bekler. Saatlerce fal bakar seviyor mu sevmiyor mu diye ve hep seviyor çıkar-zaten sevmiyor çıksa da inanmaz. Ama o bu düşüncelere dalıp sabahı getirince ve o’nu başka ellerde görünce içinden kağıtları yırtmak gelir. Ama bir sonraki sefere inanmak için kaldırır bir kenara. Hep şarkılar söyler;öyle sıradan şarkılar değil aşk şarkıları sevgiliye söylenmek istenen aşk şarkıları. Aşkı hep dağa benzetir ya, bir dağdan inip ötekine tırmanmaya başlayınca bazen dönüp bakar tırmanmış olduğu dağlara ve ne kadar heybetli olduklarını düşünür. Asla zirvede kalamamıştır ve hep tırmanacağı en yüksek zirveden inmeyeceğini düşünür. Hayatı boyunca belki de on kez o dağı en büyük dağ sanacak ama her seferinde yanılacak. Ve bir gün ölmeden anlayamayacak hangisi en büyük sevdası,hangisi en güzel aşkı.

Dostlarla paylaşacak acılarını, o’nu başka kollarda görmekten gocunmadığını söyleyecek ama içinde hep aynı şarkı çalacak ‘seni kimler aldı kimler öpüyor seni’ diyecek ebediyen ve o her zaman yalnız aşık rolünü üstlenecek baş rolünü oynadığı bu oyunun. Acı acı sövecek kimi zaman rüzgara kimi zamanda kendi tiyatrosunun senaristi olamayışına... Ve her seferinde aşkını başka ellerde görünce balonunu elinden kaçıran bir çocuk gibi ağlayacaktı ve her aşık oluşunda kumdan kaleler yapacaktı ve sonra insafsız aşıklarca yıkılacaktı. O’nu tanıdığındaysa çok geç olacaktı...
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
20 Kasım 2006       Mesaj #1949
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Mecazi Külübg sag

Kâfirin aşkı mecazî olduğu hâlde bedenini küle çevirdi. Haydi, bakalım, sen de Allah'ın sevgisinde böyle ol. O, bir put için canından vazgeçerken, senin âlemlerin Rabbi için neler yapman gerekir iyi düşün.

Hemedanlı Ebü'l–Kasım, bir yolculuk sırasında yolunun üzerinde cahil insanların ilâh edindikleri putların toplandığı bir puthane gördü.

Merak etti. İzin isteyip içeri girdi. Bir kenarda durarak, olup biteni seyretmeye başladı.

Ortada bir ateş yakılmış, üzerine içi yağ dolu bir kazan konmuştu. Ateş alevlendikçe yağ fokurduyor, coşup köpüren bir deniz gibi kaynıyordu.

Kenarda bir grup insan bekliyordu.

İçeri bir adam geldi. Gayet saygılı bir şekilde putlardan birine yaklaştı, eğildi, önünde secde etti. Putun yanındaki görevli:

– Ey secde eden! Tanrının nesisin sen?, dedi.

Adam başını secdeden kaldırmaksızın:

– Kuluyum, diye cevap verdi.

– O hâlde armağanını ver, dedi görevli.

Adam, puta bir hediye sunarak, aynı saygı içerisinde geri çekildi, savrulup gitti.

Bir başkası geldi ardından. O da tazim ve aynı hürmeti gösterip, secde etti.

Ona da sordular:

– Sen secde ettiğin bu tanrının neyisin?

O da:

– Kulu ve kölesiyim, dedi. Armağanlarını sunup gitti.

İki, üç, on, yirmi derken, birçok insan gelip gitti.

Sonunda zayıf, çelimsiz, ayakta durmakta dahi zorlanan biri geldi. Rengi solgun, kurumuş dudaklarıyla perişan bir hâlde idi.

Ona da:

– Kimsin sen? Tanrının neyi oluyorsun?' diye soruldu. Adam:

– Ben bir parça deriden ibaretim, dedi ve ekledi: "Tanrıma aşığım ben."

– Öyleyse otur şuraya, dediler.

Ateşin yanına oturttular.

Kızgın yağ kabını getirdiler, başından aşağı döktüler.

Adamın attığı çığlık içime gömülmüştü.

Başı lime lime olmuştu, bedeni eriyivermişti.

Hemen bedeninin geri kalanını yaktılar. Onlara göre; bu cesedin külleri kutsal ve mübarekti ve her derdin ilacı idi.

Herkes bir parçasını alarak paylaştı.

Gördükleri karşısında hayret ve dehşete düşen Ebü'l–Kasım hemen çıktı oradan. Adımlarını sıklaştırarak kaçar gibi uzaklaşıyordu oradan.

Hem yürüyor hem de:

– Ey gönül oyunuyla ömrünü boşa geçiren! diyordu. "Kâfirin aşkı mecazî olduğu hâlde bedenini küle çevirdi. Haydi, bakalım, sen de Allah'ın sevgisinde böyle ol. O, bir put için canından vazgeçerken, senin âlemlerin Rabbi için neler yapman gerekir iyi düşün."

Kıssadan Çıkan Hisse

Evet, şimdi gelelim Ebü'l–Kasım'ın başından geçen bu hikâyenin bizlere düşündürdüğüne. Ben o yanıp kül olan adama gerçekten hayran oldum. Bir puta bu kadar âşık olan o zat yüce Allah'ı bulsaydı, bilseydi, kim bilir nasıl mübarek bir veli olurdu? Ama bilmiyordu. İşte alınacak en büyük ders budur. Biz biliyoruz; ama nasıl bir kuluz? Bilmeyene, o en güzeli (Allah'ı) anlatıyor muyuz, O'na davet ediyor muyuz? Cevap, genellikle hayırdır. Davet edenleri tenzih eder, ayaklarının altlarına yüzümüzü süreriz.

Bizler bırakın yanıp kül olmayı, İslâm'ın ve imanın şartlarından kaçını yerine getiriyoruz? "Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır" diye atasözü olan bizler… Demek ki, kahve tatlı ikram edilse, onun hatırı seksen seneye çıkacak… Oysa kahve Allah'ın, su Allah'ın, ateş O'nun, cezve O'nun, şeker O'nun, fincan O'nun, kaşık O'nun, evet hepsi yüce Rahman'ın… O'nun bizim yanımızda ne kadar hatırı var? Ne kadar O'ndan korkup, ne kadar O'nu seviyoruz? Ya da ne kadar korkup ne kadar sevmemiz gerekir? Şimdi bize sorsalar Müslüman mısınız? Hemen "Elhamdülillah Müslümanız." diyoruz; ama durun bakalım, öyle demekle oluyor mu? Bunun şartları yok mu? Var. Kaçını yerine getiriyoruz? Birini, ikisini. O hâlde şimdi biz nasıl Müslümanız? Bu şekilde ruhumuzu teslim edersek, yakıtı taş ve insan olan cehennem ateşinden korunabilecek miyiz? Şimdi gençler yurt dışına gitmek için can atıyorlar. İş için, daha ferah bir yaşam için. Tabi öyle gitmek istemekle gidilmiyor, bir sürü şartları var. Pasaport çıkacak, muhtardan oturma kâğıdı alınacak, para yatırılacak, emniyetten temiz kâğıdın olacak, vesaire. Şimdi bir genç bu şartlardan üçünü yerine getirip birini yapmadan gidebilir mi yurt dışına? Alırlar mı onu oraya? Bir de azarlayıp sen bizle dalgamı geçiyorsun, derler. İşte şimdi biz şartlarını yerine getirmeden kendimize Müslüman deyip duralım. Bize, "Niye namaz kılmıyorsun?" diyenlere "Canım benim kalbimiz temiz." deyip vakit öldürelim. Allah bizleri bu hâllerden sevdikleri hürmetine kurtarsın. Aşkıyla gönülleri yananlar gibi bizi yaksın. İslâm tarihinde nice gönüller, nur Muhammed Mustafa için yanmıştır. Nicelerinin, Allah derken ciğerleri pişmiş, insanlar o kokuyu duymuşlardır. Bizim o kadar çok rehberimiz ve önderimiz var ki buna örnek olacak. Ciğerleri zikir ederken pişen Hz. Ebû Bekir, Resûlullah'ın dişi şehit oldu diye kaptığı taşla bütün dişlerini kıran Veysel Karânî ve daha niceleri. Onlar nasıl inanmış, nasıl da sevmişlerdi Allah ve Resûlü'nü. Nasıl da canlarını ve mallarını O'nun uğrunda feda edivermişlerdi. Bu ne büyük bir imandı?

Oysa şimdi Peygamberin mucizesini abartı, mezhepleri uydurma, kerameti palavra sayan bir gençlik var karşımızda. Basiretleri bağlanmış, hissiz, yalan rüzgârlarında savrulmuş bir gençlik. İşte bizim gibi yazarçizer tayfasının ve çok değerli ehlisünnet âlim ve hocalarının en büyük görevi; bu gençliğe, yanan bir kalp, Allah diye atan bir gönül kazandırmaktır. Zaten yüce yaratıcıyı bulan bu gençlik, her şeyini O'nun uğruna feda edecektir. Önemli olan; kalplerdeki küllenen ateşi alevlendirmektir. Nice âdi, uğursuz, ayyaş, berduş görünen insanlar O'nu bulunca, değerli ve kıymetli insanlar olmuşlardır. Nice dansözler, şantözler, hayat kadınları Allah'ı bulunca, Hz. Muhammed'i tanıyınca, yüce Kitabımızı keşfedince, değerli ve eşsiz hanımefendiler olmuşlardır. Onun için durmayalım, bir Müslümanı namaza başlatmak için her uğraşıyı verelim. Bozuk bir fikir sahibini düzeltmek için birçok şeyden fedakârlık yapalım. Mesela, dergimiz Beyan'ı bir kişiye daha ulaştırmak bize vazife olsun. Nice yurt dışında olan kardeşlerimiz, dergimizde sohbetleri bulunan çok kıymetli hocalarımızın bu sohbetlerinden sonra düzeldiklerini söylemektedirler. Birçok insan yanlışlarını bu uzman kalemlerden çıkan yazılardan etkilenerek bırakmışlardır. Yani hiç değilse bunu yapmalıyız. Hiçbir menfaat gözetmeyerek, sırf Allah rızası için bir kardeşim daha kurtulsun adına...


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2006       Mesaj #1950
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk için bahar.Tehlike her yerdedir...Vuruluverirsin hiç ummadığın birine.Ama öyle çarpar ki kalbin, duracak gibi aldatır seni.Bahardan sonra yaz gelir...Hepimiz biliriz, sabun köpüğü gibidir yaz aşkları.Bence öyle basit değil.Henüz silinmedi hiçbirinin yarası benden.Aşk gitti ama acısını bıraktı, iz kaldı.Güz aşkları mevsimine dönünce dönence, pencereye sinmiş insanlar gelir gözümün önüne.Ve yavaş yavaş görünürler etrafta.Kimi yaza girerken terk ettiği aşkını, kimi yaz aşkını düşünür.Kimi ayrılık planlar ama hala yüreği yanar.Kimi terk edilmişliği sindirmeye çalışır.Çok azdır taze aşk yakalayan. Sanki bir doğum öncesi ölüm gibidir.Sonra kış gelir.Kimi yüzsüzler yazın hiç aldatmamış gibi eski sevgilisine döner;kimi sadıklar kavuşur...Kimi yalnızdır, kimi yorgun...O yorgunlar için kış uykusu başlar...Belki de taze baharlara, taze aşklara enerji depolarlar...Aşk dört mevsimdir herkesin sözlüğünde.Ama nedense bana bu anlattıklarımı çağrıştırmaz.Saçmaladım belki de bir paragraf boyu.Yalan attım.Aslında doğru olsalar bile yalanlardı çünkü, hissetmediklerimi yazdım.Ezbere konuştum.Aşk , kelimesi içimde gebe olduğum bir kelimedir.Her duyuşumda doğum sancısı çeker, doğuramam.Ama gözlerimin önüne o gelir.Sadece bir bakışına karın ağrıları, suyla yatışmalar.Bir tebessüme ömür bulmak.İtiraf.Saatler süren telefon konuşmaları.İlk duygular, çocuksu güzellikler.Ve sonra..... Nefessiz kalmacasına ağlamalar.Izdırap çığlıkları...Kış..Kış..Kış..... Azap....Ve sonunda doğan gün....Hemen her mevsim aşık olmuşumdur birilerine....Hatta sonbaharda bile...Ama onca ufaklı büyüklü sevda içinde, böylesine derinde var olan,böyle yaktı mı iz bırakan, bu kadar çaresiz bırakan,bu kadar arzu illetine hasta eden, bu kadar dizginsiz, sorgusuz,başına buyruk, acımasız, bu kadar bugünsüz sevda görmedim.Ve işte hiç biri böyle koyup, böyle yıkıp gitmedi.Ondan önce hiç biri içimden bir şey götürmemişti.Ondan sonrası zaten götüremez çünkü, götürülecek bir şey kalmadı..İşte o insan, beni aşka karşı böyle kelimesiz böyle hayretli, böyle çaresiz, isteksiz bırakıp gitti..Şimdi ben nefretten bile aciz isem bana bir şeyler borçlu.İçimden söküp aldığı bir şeyleri.Bana beni borçlu.Herkesi seven o sersem yüreğimi..Benden alıp kaçtığı o masum kızı borçlu.Bana bir dün, birde yarın borçlu.Benim ne günahım vardı da aşk için üç kelime etmekten aciz kalacaktım.Benim ne günahım vardı da her mevsim başka meyve yemek varken iştahsız kalacaktım.Yoktu elbet günahım..Onunda yoktu ya..Öfkem susmama engel...Ama ikimizin de suçu yoktu...Suçlu yoktu..Benim mevsimim sonbaharsa, yaza, kışa, bahara dönmez...Benim gibilerin nasibi pencere önüne sinip, mazide yaşamak,kendinle kanlı bıçaklı düellolar yapmak...Kendinle savaşmak , hırpalamak...Yaptığının farkına varıp ,bir de üstüne onun için cezalandırmaktır.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar