"Haziranda Ölmek Zor" İhtilalin Süvarisi Fethi Gürcan'ın Anısına
Yaşadığımız günden, tam 42 yıl önce, takvim yapraklarının 27 Haziran 1964 tarihini gösterdiği gün, şairin “Haziranda ölmek zor” dediği zamanda Ankara Merkez Cezaevi’nin avlusunda hummalı bir faaliyet vardı. Bu gece ihtilalin süvarisi Binbaşı Fethi Gürcan’ı idam edeceklerdi. Ankara sıkıyönetim komutanı Cemal Tural binlerce asker-polis ile yolları kesmiş ve başkentte adeta kuş uçurtmamacasına tedbirler almıştı. Aslında tarihsel kurgu hep böyle işler: Tarihimizin aydınlık yüzünü temsil eden insanlarımız idam edilirken, büyük korku duyanlar, gölgesinden çekinenler, ayakları birbirine karışanlar daima egemenler ve onların adına infazları yapan maşalar olmuştur. Korku onların işidir. Asiler her zaman korkusuz, haklı ve yiğittirler.
Asilik, başkaldırı kıldan ince kılıçtan keskin bir durumdur. Fethi Gürcan’ın asılıp Talat Aydemir’in bir hafta sonra asılması üzerine Aziz Nesin Yeni Tanin gazetesinde yazdığı “48 Saat Bekletilen Gemi” adlı makalesinde bu durumu çok açık bir şekilde anlatmaktadır.
“Mustafa Kemal’i düşünürüm, milletin kurtuluşu uğruna yalnız rütbelerini, nişanlarını saltanatın suratına çarpan değil, canını ortaya koyan Mustafa Kemal’i. Makam-ı Saltanat’ın elinde Mustafa Kemal’in idamı için ölüm fermanı vardır. Osmanlı Müslümanlığının en ulu, en yüce din adamı, Mustafa Kemal’in idamına fetva vermiştir. Biliyorum pek çokları şimdi söyleyeceklerime sinirlenecekler, kızacaklardır. Bir varsayım olarak şöyle tasarlıyorum. İdamına fetva verilmiş Mustafa Kemal’i padişahçı ve emperyalist uşağı Kuvva-i İnzibatiye ele geçirip yakalamış olsaydı. Mithat Paşa’yı hapsettiği gemiyi de İstanbul limanında 48 saat bekleten Sultan Abdülhamit gibi, Sultan Vahdettin de Mustafa Kemal’i darağacına göndermeden, bakalım ne olacak diye 48 saat, 48 gün, 48 hafta bekletseydi, ne olurdu dersiniz? Toplumumuz Mithat Paşa dönemi sağırlığından bugün ne oranda bir duyarlılığa gelmiştir? Sağır bir ortam… Ama gerçek ulusseverler ortamın sağırlığına kızmazlar, bilinçle duyarlı bir ortam yaratmak için yine de çalışırlar.”
O gece, Binbaşı Fethi Gürcan Mamak’taki askeri cezaevinden alınırken, hücrede son akşam yemeğini birlikte yediği silah arkadaşları Yarbay Osman Deniz ve Üsteğmen Erol Dinçer ile vedalaştı. Haklarını birbirlerine helal ettiler. Sonra Nizamiyede bekletilen bir ambulansa gizlice bindirilerek Ankara Merkez Cezaevi’ne getirildi. Her zaman olduğu gibi sakin, başı dik ve gözlerinden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle yetkililerden kalem kâğıt ve bir sigara istedi. “Canı karısına ve yavrularına” son veda mektubunu yazdı. Onları “Önce Allah’a, sonra da asil Türk Milleti’ne emanet ediyordu”. Mektubu zarfa yerleştirdikten sonra sigarasını bitirdi ve korkusuzca sehpaya yürüdü. Darağacının altında
“Vatan ve millet sağ olsun” diye haykırdıktan sonra, işi cellâda bırakmayarak sandalyeye tekmeyi vurdu ve sonsuzluğa doğru bir yıldız gibi aktı gitti.
“Rüzgâr kanatlı atlı” dörtnala giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacaktı. Saatler 3.30’u gösteriyordu.
Devrimci süvari binbaşının cebinden 235 kuruş, iki paket subay sigarası bir de çakmak çıkmıştı. Geride imkânsızlıklar içinde genç bir anne, 18 yaşında Gülderen, 15 yaşında Ömer, 12 yaşında Öner ve 2,5 yaşında Sema adlı yavruları kalmıştı. Sabaha karşı Esma hanımefendinin çocukları ile oturdukları evin kapısının altında küçük bir pusula atıldı. Kâğıtta “Binbaşı’mı bu sabaha karşı öldürdüler, başınız sağ olsun” yazılıydı.
Sonraki günlerde, yıllarda idam edilmiş bu iki devrimci askerden adeta hiç söz edilmedi. Üzerilerine sinsice bir şal örtüldü. Yiğit arkadaşımız Deniz Gezmişlerin idamı mecliste oylanırken “ Üç bizden gitti” “Üç de onlardan alacağız” diye salyaları akarak nara atanlar bile bu iki devrimci askerin idamını bir sır gibi sakladılar. Siyasal iktidarın can damarına kadar sokulmuş “Ordu Gençliği’nin” bu iki devrimci komutanı susuşa uğratıldı. Çünkü daha “ Ordu Gençliği” ile hesaplaşmaları bitmemişti. Oyun içinde “ büyük oyun” yapacaklardı.
1944 yılında Kara Harp Okulu’ndan Süvari Teğmeni olarak mezun olan Fethi Gürcan ülkenin dört bir tarafında görev yapmış çalışkanlığı, dürüstlüğü ve yurtseverliğiyle gittiği her birlikte derin izler bırakmıştır. Dost olduğu ve çok iyi bindiği atlarıyla uluslararası yarışmalarda ülkesini başarıyla temsil etmiş ve birincilikler kazandırmıştır. 27 Mayıs öncesi öğrenci olaylarında Ankara sıkıyönetim komutanının gösteri yapan öğrencileri dağıtmak üzere verdiği “ateş açın” emrine karşı, askerin önüne geçerek “ateş etmeyin” emrini veren yiğit Yüzbaşı Gürcan, 27 Mayıs gecesinin de isimsiz kahramanlarının başında yer alır. Yüzbaşı Gürcan o gece, süvari arkadaşlarının başında Muhafız Alayı'nı etkisiz hale getirerek Çankaya Köşkü’nü ele geçirmiştir. Onun siyasi kariyerle hiç arası olmamıştır, görevini başarıyla yerine getirdikten sonra hemen yine birliğindeki atlarının yanına dönmüştür.
27 Mayıs politik devriminin İsmet Paşa’nın kurmaylığında kuşatılarak egemen sınıfın yörüngesine çekilme siyasetine karşı çıkan “Ordu Gençliği’nin” 22 Şubat direnişine katılan Binbaşı Fethi Gürcan, Harp Okulu komutanı ve direnişin gerçek lideri Albay Talat Aydemir ile birlikte bu olaydan sonra emekli edilmiştir. Bir yıl kadar sonra sonuna kadar sadık kaldığı komutanı Talat Aydemir ile birlikte resmi elbiselerini yeniden giyerek bu kez hiyerarşi dışında genç subay ve Harbiyeliler ile birlikte, 21 Mayıs 1963’te başkaldırarak 27 Mayıs politik devriminin yarım kalmış hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla iktidara yürümüşlerdir. Başkaldırının askeri komutanı kararlı, cesur ve yiğit subay Binbaşı Gürcan Ankara’da ayak basmadık yer bırakmamacasına birliklere ve Harbiyelilere kumanda etmiş ve son dakikaya kadar cesaretinden ve kararlılığından bir şey kaybetmeden mücadeleye devam etmiştir.
27 Mayıs politik devrimini izleyen yıllar, Türkiye Sol Hareketi’nin tarihinde önemli bir kilometre taşıdır. 1961 Anayasası'nın da sağladığı demokratik haklar ışığında Türkiye’de sol ilk defa kitlesel bir varlık olma olanağına kavuşmuştur. O tarihe kadar cinayet sayılan sosyalizm gün yüzüne çıkmış ve TİP kurulmuştur. Öğrenci gençliğin tarihindeki en güçlü kuruluşu olan Dev-Genç bu süreçte kurulmuştur. Ve ilk kez toplu sözleşme ve grev hakkını elde eden işçi hareketi 15 – 16 Haziran büyük işçi direnişine kadar yükselen bir mücadele süreci yaşamıştır.
Ülkemizdeki yoksul yığınlara, devrimcilere tüm bu imkânları sunan bu “Ordu Gençliği” demokrasisinin sırrı nedir? Bu gücü hangi sosyal ve tarihsel nedenlerden almaktadır?
Doğu toplumlarının alınyazısına uğursuz damgasını vuran sınıflı tefeci-bezirgân medeniyetler, ilk Irak kentlerinde ortaya çıktıkları andan itibaren, sınıfsız ilkel komünal toplumun insanlığa kazandırdığı özgür, eşit, gerçekçi işleyişleri baskı altına almışlar ve insan ruhunu küstürmüşlerdir. Yani her sınıflı medeniyet, toplum sınıflarını ortaya çıkardığı an insan unutulmuştur. Bu unutuş, şark toplumunda kim olursa olsun, başa geçen en alçak kişinin önünde hemen toplumun kul köle kesilmesi sonucunu getirmiş ve insanı un ufak etmiştir. Bu zorbalık karşısında üretici halk yığınları ister istemez “Batıni: (gizli)” doktrinler karanlığına sığınmıştır.
Doğu medeniyetlerinde tefeci-bezirgân sermeyenin azgınlaşması diğer boyutuyla da ortaçağ karanlığını kökünden kazıyacak serbest rekabetçi bir kapitalist sınıfın oluşmasını engellemiş, oluşan da batakçı, hazır yiyici, asalak ve komprador bir nitelik almıştır.
Bu tefeci-bezirgân medeniyetler karanlığında, ikide bir Orta Asya’dan zuhur eden ilkel komüne yapılı göçebe akınları yani tarih öncesinin ilkel sosyalist yapıları (özgür + yiğit + eşit + doğru) insan malzemeleriyle çürüyen toplumu yeniden insanlaştırma yolunda, gelip geçici de olsa bir dirimsel güç olma işlevini görmüşlerdir.
Bu ilkel komüne yapıların en temel unsurlarından biri olan “Horasan Erenleri” yani “Kam’lar” :Baba İlyaslar, Baba İshaklar, Taptuk Emreler, Yunuslar, Ahi Evrenler, Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaşlar, 12. ve 13. yüzyılda insanı paçavralaşmaya mahkûm eden tefeci-bezirgân gericiliğine karşı hem: insanlaşmanın hem de: üretici hür köylü ve manifaktür (ahilik) teşkilatlanmalarının da öncülüğünü yapmışlardır.
Bugün topluma sunacağımız projelerimizin en başında yer alması gereken insanlaşma-özgürleşme-modernleşme atağımızdan söz açacak olursak, kendi tarihimizdeki, ilkel komüne gelenek görenekli yapıların topluma kazandırdığı birikimler tarihsel arka planımızdır. Bu bakış aynı zamanda bizim tarihsel köklerimizle buluşmamız anlamına gelmektedir ve bizi her bakımdan zenginleştirecektir. İkinci Cumhuriyetçilerin: “Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı-Hürriyet İtilaf-İkinci Grup (Birinci Büyük Millet Meclisi’nde, Müdafaa-ı Hukuk cemiyetlerinde) - Terakkiperver Fırka - Serbest Fırka-Demokrat Parti-Adalet Partisi-ANAP” şeklinde oluşturdukları zincir serbest rekabetçi dönemi yaşayamamış dışa bağımlı, batakçı komprador bir sınıfın demokrasiye özellikle vatan ve millete nasıl kolayca ihanet ettiklerinin bir tarihidir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı İkinci Kuvayi Milliyeciliğimiz adlı eserinde İnkılap-İrtica bölümünde bu konu ile ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır
“Yerli İrticaı temsil eden bir avuç (tefeci-bezirgan) kapitülasyonlar mekanizmasıyla ecnebi sermayenin gizli, açık soygununa ortak çıkmayı ar değil kar saydıkça, milletin bütününe bağlı Türk ordusu, dirlik düzeninden kalma (halkla beraberlik) geleneklerini dirilterek milli kurtuluşa yol açtı. Bizde irtica oligarşisi ne zaman ecnebi hayranlığına teslim olduysa, o zaman ordu hemen milletle kaynaşıp inkılaptan yana geçti. Çünkü milletimizin ayakta kalan (şuurlu ve teşkilatlı) biricik parçası ordu idi. Alemdar Mustafa Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya , Cemal Gürsel Paşa’ya kadar: Rusçuk yaranından milli kurtuluş komitesine kadar ileri gidişimizin vurucu gücü, halk çocuklarımızın güttüğü ordu oldu. Osmanlı çöküş devrinde (sanki ecnebi sermayeye kul olacakları bilinmiş gibi) adlarının başına birer “abd” (kul, köle) sözü bulunan padişahların (Abdülmecit, Abdülaziz, Abdülhamit) istibdatları boyunca, vatan ve hürriyet aşkına asker ocakları (Kuleli, Tıbbiye, Harbiye) beşik oldu. 1876’da Abdülaziz’i tahttan indiren, 1908’de Meşrutiyeti dağda ilan edip Abdülhamit’i tahtından indiren, 1919-1923’de istiklal savaşıyla saltanatı müzeye kaldıran hep o genç ordumuzdu.”
Bu tespitten sonra iki noktanın altını çizebiliriz.
1. Tabii ki biz bu yazıda “ordu” derken, her zaman “Ordu Gençliği’nden” söz ediyoruz. Yoksa “ordu fosilleri” ile bunun, bahsini ettiğimiz “ordunun” bir ilişkisi yoktur.
2. Geleneksel aydın eylemciliğinden söz ederken:
“Laleyi isterse soylu bir çiçek, dilerse boynuna takılmış kızgın demir anlamına çekiverir. Sen edebiyata, şiire, müziğe, tiyatroya, romana, davula, zurnaya bak” cinsinden şark aydınlarından ve onların arada sırada bize “başöğretmenlik” yapan “nöbetçi aydın” tavırlarından söz etmiyoruz. Bizim bahsettiğimiz ülkenin bunalım konaklarında daha ziyade davranış özelliği gösteren bu uğurda her şeyini fedaya hazır tarihsel ve soysal devrimcilerdir.
İşte devrimci Binbaşı Fethi Gürcan ve arkadaşları bu “Ordu Gençliği” eylemciliğinin en yiğit halkalarından biridir. Onlar Türkiye tarihinde bir kilometre taşı olmuşlardır. Bir yanlarıyla: 27 Mayıs politik devrimiyle başlayan ordu gençliği demokrasisi diye adlandırabileceğimiz bir dönemin yaratıcısı ve teminatı olmuşlardır. Diğer yanlarıyla da devrimci birikimleri korumak anlamında silahlı ayaklanma yaparak iktidara yürümüşler ve yenilmişlerdir. Bu genç subayların topluma kazandırdığı 61 Anayasası ve demokratik haklar, 1980’lere kadar etkisini gösteren güçlü bir devrimci hareketin doğmasına neden olmuştur.
12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesi 27 Mayıs politik devrimi ile başlayan süreçte elde edilmiş bütün devrimci birikimlere düşmanca saldırmış bir NATO planıdır. Egemen sınıfların, parlamentodan bile geçiremedikleri “ekonomik önlemlerin” yolunu sonuna kadar açmış bir uygulamadır. “Çağ atlıyoruz” diyerek Türkiye halkının çanına ot tıkamışlardır. Bugün toplum olarak ortada duran perişanlığımız, yoksulluğumuz ve çürümüşlüğümüz hep bu politikanın sonucudur. ABD emperyalizmi tüm bu sonuçlarla tatmin olmayıp ülkemizi Ortadoğu batağı içine iyice çekmeye uğraşmaktadır. 1946'lardan bu yana emperyalizmin torbasına sokulan ve onun fedaisi haline dönüştürülen ülkemiz, bu kere de tam olarak bitirilmek istenmektedir.
Tam da Fethi Gürcan’ların zamanıdır. Bu yiğit devrimcinin insani vasıfları, mücadele azmi ve de
“Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın serüvenidir.” Diyerek aldatılmışlığın üzerine yiğitçe yürümesiyle yolumuzu aydınlatmaktadır.
Son sözü yine büyük usta Kıvılcımlı ile bağlayacak olursak,
“başlangıçta İNSAN vardı: Her insan öteki insanla eşit Sosyalistti. Bu iyi anlaşılmadıkça, öne sürülecek her düşünce ve davranış, yalan, korku ve köleliktir” SARP KURAY Kosova'da Gergin BekleyişSırbistan Başbakanı Vojislav Koştunica'nın, Kosova Meydan Muharebesi'nin 617. yıldönümü nedeniyle Kosova'yı ziyaret edeceğini bildirmesi, Kosovalılar'da büyük tepkiye neden oldu.
Birleşmiş Milletler Kosova Misyonu'ndan (UNMIK) izin alan Sırbistan Başbakanı Koştunica, Çarşamba günü Kosova'yı ziyaret edecek ve 1389 yılında Osmanlı ile Sırp ordularının çarpıştığı, Osmanlı'nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesi'nin yıldönümü nedeniyle yapılacak ayine katılacak. Koştunica'nın Kosova'ya bu vesile ile gelişi, 1989 yılında yine aynı sebeple Kosova'ya gelen, "Balkanlar'ın kasabı" olarak bilinen Slobodan Miloşeviç'in savaş haykırışları yaptığı olayı hatırlatıyor. Kosovalılar, Koştunica'nın Kosova konusunda, Miloşeviç'in politikasını sürdürdüğüne inanıyor. Üstelik Koştunica, Demokrat Parti'nin lideri olarak Kosova'da Kosova Kurtuluş ordusu (UÇK) ile Sırp Ordusu arasında savaşın başladığı 1998 yılında Drenica bölgesinde Arnavutlar'ı katleden Sırp paramiliter birliklerini ziyaret etmiş ve silahla resim çektirmişti.
Bu arada UNMIK karşıtı eylemleriyle tanınan 'Kendin Karar Al Hareketi', Çarşamba günü Sırbistan Başbakanı'nın Kosova'ya giriş yapacağı Merdare Sınır Kapısı'nda eylem yapacağını bildirdi. 'Kendin Karar Al Hareketi' lideri Albin Kurti, düzenlediği basın toplantısında, Koştunica'nın geçeceği yolların kapatılması için Kosovalılar'a çağrıda bulundu.