Arama

Hayata Dair - Sayfa 38

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 268.198 Cevap: 1.657
NyMpH_ - avatarı
NyMpH_
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #371
NyMpH_ - avatarı
Ziyaretçi
HERŞEYDE BİR HAYIR VARDIR

Sponsorlu Bağlantılar

Sultan Murad Han o gün bir 'hoş'tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vaz geçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah...
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Anlaşılan o ki, Padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
- Kimdir bu?
- Aman hocam hiç bulaşma, derler.
- Ayyaşın sarhoşun biri işte!
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası tafsilâta girer:
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplarçarsısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam Vezir de toparlanıyordur ki, Padişah keser yolunu:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, Vezir'in de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara Vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüzüne, tesbihine döner. Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Kadın eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!
- Niye?
- Gençler içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; "Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada..."
- Doğru, öyle ya?
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra; "Allah büyüktür hatun, dedi. Hem Padişah'ın işi ne?"
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #372
kambis - avatarı
Ziyaretçi
40yled2

Sponsorlu Bağlantılar
***Her kahve aynı tadı taşımaz... Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona gore degişir...

***Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtigin kahvenin tadı kederlidir... Kahve telvesine yüreginin acısı karışır.

***Bir pazar öğle sonrası annenin "hadi bir kahve yap da içelim" dediği kahve huzurludur... Köpükler annenin göz bebeklerine yansır... Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir...

***Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma cabasıdır... Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın ... çıktığın an uyuyakalırsın... ferahlıktır!!!

****Dostlarla içilen kahve neşedir... Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...

***Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır...Acıdır tadı... Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...

***Baban için yaptığın kahve sevgi doludur... çay bardağında, az şekerli...Kahve gibi görünmez sana... Ama sıcaktır dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...

***Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve baskadır... Isıtır insanın...içini...

***Yorgun olduğunda içtigin kahve hafifletir seni... Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını...

***Kahve aynı kahvedir belki... köpüğüyle, rengiyle, dumanıyla aynı kahvedir ama icilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer ve tadlari degişir...Her kahve aynı değildir bu yüzden...

Ben de sizleri sevgiyle pişirilen bir kahve içmeye davet ediyorum. akşam, öğle öncesi, sonrası ya da gece kahvesi. ne zaman isterseniz.

Dostlukla yudumlayacağımız bir kahve molası vermeye ne dersiniz???

Sizin kahveniz nasıl olsun ???


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #373
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ruhum, kapalı kapılar ardında kilitli.

Denize nazır bir yerde bıraktım bedenimi..

Benden ayrıldığında çok uzaklarda olacağını fısıldıyordu kulağıma..

Korkmadım onsuz olmaktan ve belki de kavuşma ümidiydi benim ki..

Dön deme çabası..

Kırgın değilim ruhumu bedenimden ayırmayı başarana..

Üzgün değildim kaldığım uzak diyarlarda..
İnsan bazen vazgeçer sevdiğinden, ruhuna eşdeğer saydığı da olsa…

Ayrılıklar da ölüm gibi gelmez mi zaten hep..
Derin bir acı hissetmez mi insan..

Çözümü zor olan sisli sokaklarda çaresizce dolaşmaz mı?

Mecbur hisseder kendini başını alır gider, geride sadece loş hüzünler, iç sızlatan anılar, kalır..

Ne yapmalı sorusunu defalarca kendine sorar, o kadar sorar ki tek başına yalnızlık oyununu oynamak istemez..

Sahneye çıkmak zorundadır ama..

Perde açılır... Ruh, kapalı kapılar ardında kilitlide olsa, biraz aralar kendini..

Ama yorgundur, ürkmüştür, kendinden emin değildir..Yalnızlığı önünde sonunu göremediği bir yol olmuştur..

Karanlık bir sahnede başlar oyun, bu aslında ruhun bedene savaşıdır..


Ruh söze başlar: ‘ Yıprandım ey beden.. Sevdim riyakarlık gördüm, sevdim sevdiğimden emin, ama ne buldum kırık dökük ruhlar gemisi.. Yıkıntı yürekler, kayıp düşler, kendi olmayıp başka maskeleri yüz seçenler.. Buna rağmen sende can bulmalı mıyım?’


Ardından Beden söze girer : ‘ Biz bir insanı insan yapanız. Bunun farkında mısın? Sen ve Ben birlikte olamazsak nasıl ayakta durur insanoğlu..’


Ruh sinirlenerek: ‘İnsanoğlunun ayakta durup durmaması umurum da değil artık..Ne gördüysem gene onlardan gördüm.. Varlığımı bertaraf ettiler.. Kendimi ağlar olarak buldum, gece yarıları sokak aralarında.. Sabahlara kadar dolaştım rahatlamak adına.. Sonra deniz.. Denizle dertleştim biraz.. Hırçın dalgalarında o bile kendine göre haklıydı ben haksızken..

Sonra rüzgar.. Bana dokunamazsın derken tam..Sana dokunma gayreti içinde değilim diyerek geçti gitti.. Ben sensiz bir hiçmişim.. Tüm varlığı idare eden ben..Koca bir Hiç! Ben olmasam sen yoksun.. Soyut ve her şeyi çeken niye ben..?’


Beden geri çekilir gibi olur ve : ‘ Evet, haklısın galiba, bu kadar çabuk pes etmek.. ama haklısın… Ne zaman sen benden gitsen artık tutmayacağım seni! Bu sefer kazandın Ruh..

Bu sefer sen Kazandın…! Özgür olmayı hak ediyorsun sen. Benden ayrı olmayı.. Ben insanı yürütürüm. Sen durup, düşündürür, duygular buhranına sokar çıkarsın. Bu sefer sen kazandın Ruh.. Özgürsün..
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #374
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Ben Direnirim Hayata / Şimdi Git...

Şimdi git
Zaman çığlıklanırken
Yoksul sarılmalar bırak ardında

Şimdi git
Gece kanarken
Yarık aksak yaşanmışlıklar kuşan
Söndür tüm ışıkları

___ve
______şimdi
_____________git

Kuşatılmış sokakların çirkin suratlarını sal üzerime
Ulan kırılsın düşler
Sevda kuytulansın
Ben direnirim hayata
Sen git

Çatılmış kaşlar salarım gecenin kalbine
Buğulu camlar ardından tebessümler yolla
Bakma ardına
Kör bakışlar sarsada gözlerimi
Dur demem daha

Şimdi git
Cellat bıçağı boynumda kırılsın
Irmaklar durulsun

Şimdi git
Yürek namlusunda kurşun yorulsun


İsyan dokurum haykırışlarıma
Susarım sonra

Ellerim kanasın
Ben direnirim hayata
Sen git...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #375
kambis - avatarı
Ziyaretçi
ACININ KANATLARI

Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?

Kendi idam sahnesi...

Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.

Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.


"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine...


Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.


Böylece "ölüm"le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı.


Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı:


Yaşama sevinci...


Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir:


"Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar".


* * *


Evet, gemimiz su alıyor!


Daha iki ay evvel, mutluluk diyarına doğru pupa yelken yol aldığını düşündüğümüz o emektar vapurun gürültüyle batmakta olduğuna inanıyoruz şimdi...


Halbuki iki ay evvelki sevinç dalgası kadar bugünkü kasvet tufanı da aldatıcı...


Yegane gerçek şu:


Bu gemi su alıyor.


Batmamak için de yenilenmek durumunda...


Bu gerçeği görebilmek, maziyle yüzleşebilmek, sahip olduklarımızın kıymetini anlayabilmek için bugünkü acıları çekmemiz gerekiyordu.


Zamanla o sancılar olgunlaştıracak bizi... acının bilgeliği, gözümüzdeki mili çekip alacak.


Göreceğiz ki çare, kafileler halinde suya atlamak değil, gemiyi baştan aşağı yenilemektir.


Umutsuzluk her yanı kuşattığında, umudun vakti gelmiş demektir.


* * *


Sözü yeniden Nitzsche'ye bırakalım:


"Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur".



* * *


Keşke kalemim yaralarınıza ümidin merhemini sürebilecek kadar güçlü olsa...


Keşke şu 20 - 30 satır, dağıtabilse bezginliğinizi; sözcüklerim dertlerinizden azat edebilse sizi...


Bu yazı, bunları yapamasa da şunu söyleyebilir:


Artık finali gördük; infaz mangasının önünden döndük.


Şimdi hayatı daha iyi tanıyoruz. Ona, yeni doğmuş bir bebeğin memeye sarıldığı andaki kadar tutkuyla sarılabiliriz yeniden...


2011 yılı geldiğinde geriye dönüp şöyle diyeceğiz:


"Yıl 2001'di, hiç unutmam; acılarımız o yıl başlamıştı. Her şeyin bittiğini sanıyorduk. Meğer kurtuluşun başladığı tarihmiş.


Acılarımızdan feyz alarak, onlarla kanatlanarak silkindik suskunluğumuzdan... Ayakta durmaya mecali kalmamış köhne bir sistemi değiştirmeye o yıl başladık. Yaralı parmaklarımızdan zincirleri çıkardıklarında yaşama sevincimizi hala kaybetmemiştik.


O sayede kederimizin üstesinden geldik. Ve kaderimizi yendik".
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #376
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. Anne sevgisi bunun gelişmesine neden olur. Babamızı severiz, kardeşimizi severiz, arkadaşımızı severiz, okula gider öğretmenimizi severiz, düşüncelerimiz büyüdükçe vatanımızı severiz. Düşüncelerimiz daha da büyüdükçe üstünde yaşadığımız dünyayı severiz ve o dünyada yaşayan insanları severiz. İnsan sevgisi çok önemli bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, bırakalım kalbimiz sevgiyle dolsun.

Dünyadaki canlıların en değerlisi insansa, insanların en değerlisi erdemli olandır. Erdemli olmanın ilk koşulu sevgiyse, ikincisi saygıdır. İnsan önce kendine saygı duymalıdır. Fikirleriyle barışık olmalıdır. Doğruluktan şaşmamalıdır. Durup dururken fikir değiştiren, bugün beyaz dediğine yarın siyah diyeni kimse alkışlamaz. Böyleleri aynaya yüzü kızarmadan bakamaz. İnsan kendine olan saygısını başkalarına saygı duyarak pekiştirir. Başkasının arkasından konuşmamalı, kimsenin kalbini kırmamalı, kötü söz söylememelidir.


Spor yapmak günlük hayatın sıkıntısını en aza indirgemek için biçilmiş kaftandır. Hareketli olmak, yürümek, jimnastik yapmak, koşmak…vücudumuzun hücrelerine birikmiş olan kiri temizler. Kirden arınan insan daha canlı ve atak olur. Bu da insanın genç ve dinç kalmasını sağlar. Her gün jimnastik yaparsak ve bunu alışkanlık haline getirirsek geçen zamanın bizi yaşlandırmak için zorlanacağını fark ederiz.


İnsan beyni çok önemli bir rol üstlenir. Hayat sahnesinde başrolde mi oynayacağın yoksa figüran mı kalacağın orada şekillenir. Beyin bazı şeyleri fark etmeye başladığında kendiliğinden harekete geçer. Örneğin, kafatası içinde durduğu insanın başrolde oynamasını istemektedir. Bunun için gerekli olan şey bilgidir. En iyi ve en doğru bilgi kitaptadır. Bu, insanda okuma isteği yaratır. İnsanın okuması beynin gerekli bilgilerle dolmasını sağlayacaktır. Dolum seviyesi yeterli düzeye ulaştığında, barajın elektrik üretmesi gibi, insan beyni fikir üretmeye başlayacaktır.
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #377
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
hayat dedigin sevmeli
hayat dedigin yaşamalı
hayat dedigin özlemeli
hayat dedigin insanlıgıgı bilmeli
bilmeyenler için ögretmeli
hayat dedigin sevgili
hayat dedigin aşkı anımsatmalı
hayat dedigin doyasıya yaşamaktır....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #378
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
... Kelebek Öpücükler ...
Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir süre önce, bir arkadaşım, 3 yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve " Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki icin kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı: " Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun? " Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve söyle dedi: " Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemistim. Hepsi senin icin babacığım.” Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu. Gerçek anlamda bakmak gerekirse, herbirimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.
Hayata İyi Bakın!!!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Kasım 2006       Mesaj #379
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1871 yılında doğan "Tatanga Mani" ya da Yürüyen Boğa adlı, yaşamı boyunca doğayı anlamaya çalışan Stoney kızılderilisi, yaşlılığında Kanada hükümeti tarafından Kızılderili halkının temsilcisi olarak bir dünya turuna çıkarılır. 87 yaşında, Londra'da yaptığı bir konuşmada, Kızılderililerin Yüce Ruh'la ve onun yarattığı doğa ile olan ilişkisini şu şekilde dile getirir: "Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh'un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar. Biz her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh'la iyi geçiniyorduk. Siz beyazlar bizim vahşi olduğumuzu sandınız. Bizim dostlarımızı anlamadınız, anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya ya da rüzgara övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan, yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye, bizi kayıp ruhlar olarak nitelediniz. Biz Yüce Ruh'un eserlerini her şeyde görürdük, güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgârda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu çok mu kötüydü? Bence biz Yüce Varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız. Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer karanlıkta değildir. Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiç bir zaman öğrenemediler, bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben ağaçlardan çok şey öğrendim, bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce ruh hakkında."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Kasım 2006       Mesaj #380
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayat Bir Oyun mudur?

Hayat nedir?

Hayat nedir sizce?Hayata nasıl bakıyorsunuz siz?


Yalnızca birkez yaşayacağınızı bildiğiniz halde hayatı,onun hakkında oturup kafa patlatırcasına düşündünüz mü?


Nedir sizce hayat?

Başarılarınızın toplamı mıdır, yoksa hayal kırıklıklarıyla kurduğunuz şatoların adına mı hayat diyorsunuz siz?


Belki siz de ölüm gelip kapıyı çalana kadar gelip geçen bir zaman parçası olarak görüyorsunuz hayatı.Ne dersiniz? Hayat yaşadıklarınızın mı yoksa pişmanlıklarınızın mı adıdır sizce?


Hayat da mutluluk gibi mors alfabesine mi benzer?Uzun tekdüze gelip geçen mutsuzlukların ardından kısacık anlarda yaşanan mutluluk gösterileri midir?


Hayat sandığınız kadar sakin midir? Hayatı duru pürüzsüz bir gölün üzerinde nazlı nazlı yüzen yaprağın gizlerinde mi yoksa derinliklerindeki sürprizlerde ve korkularda mı ararsınız siz?


Başkalarının dayattıklarını yaşamak mıdır hayat sizce yoksa kendi bildiğinizi son nefesinize kadar okuyarak kendinize saygı duymak mı? Hayat verilenlerle yetinmek midir sizce?


Bir korkak gibi bir köşeye çekilerek pişmanlıklarınızın çetelesini tutmaya mı hayat dediniz yoksa?


Hayata nasıl bakıyorsunuz siz?

Yasaklara,ayıplara,günahlara sararak kaldırıp bir kenara mı attınız hayatı?Bir çuval inciri berbat ederim korkusuyla denemekten hep kaçmak mıdır hayat sizce?Yenilgiyi peşinen kabullenmek midir hayat?


Bir kaplanın çevikliğiyle koşarken, bir yandan bir bilgenin beyniyle düşünmekse hayat! Kendinizi neresine koyuyorsunuz bu hayatın siz?


Başkalarının hayatlarını çalmaya da hayat der bazıları;acaba siz de çaldırıyor musunuz hayatınızı ? İçtenlikle sorar mısınız kendinize bu soruyu?


Hayat bir başkaldırı destanı mı,yoksa ehil bir sürünün uysallığı mı olmalıdır sizce?


Bedelini acı bir şekilde ödeyerek şiir gibi anları haketmek midir hayat yoksa başa geleceklerden korkup sığ ve güvenli sularda kulaç sallamaya çalışmak mı? Nedir sizce hayat?


Hayata nasıl ve nereden bakıyorsunuz siz?

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri