Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 104

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.626 Cevap: 1.812
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
29 Haziran 2007       Mesaj #1031
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Islak Bakışlı Aşk

Sponsorlu Bağlantılar
Bulmak içimdeki dokunulmuşluğu oysa yokluklara doluyum,yalnızlıklarıma sitem edercesine.
Sana yakın sessizlikle duran hayallerime kızıp düşünüyorum seni.
Yalnız bıraktığım aşkımı senden,oysa kendimden sakladığım doludizgin hayallerimi yutup şarkılarla ağlıyorum kendime!
Akşamlar tanımakla bırakıp sen benimsin demek istediğim saniyeleri öldürmekle asıp bırakıyorum dilimi anlamaksızın ağlayışlarımı.
Dinle ve özle seni bensiz seven dünyayı. Günahlarımı asıp yargıladığım rüzgarlar Allah'a inanan yüreğimi sanada inanmakla yalnızlıklara bırakıyorum yüreğimi tutan güzelliklerde gizlenen sensizlikler yalnızlıklar kırıp bırakıp terkedip bana kalıyor özlüyorum seni tanımak istercesine.
Çabalar sarfetmek tanımakla geçer oysa ne çok tanıyorum kendimde seni,güneşe bıraktığım ıslak bakışlarımı sende bekliyorum inleyen çaresiz sevgiyi yücelten okşatan sevgilerde bekler romanım acılar arttıkça özlenen çiçekler kokar güzelliklere der yüreğim sen olduğun sevgilerde nerde gizlisin ben nerde.?

Gökhan Taylan Gök

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Haziran 2007       Mesaj #1032
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Birgün arkadaşımla çay içip muhabbet ediyordum..bana;"aşık olmak nasıl bir duygu" diye sordu..
bende biraz düşündükten sonra
Sponsorlu Bağlantılar
"iyi o halde dinle..."dedim.
"napolyon,birgün düşman askerlerden kaçarken bir bakkala girer.bakkal napolyon'u hemen tanır ve saklar.arkadan gelen düşman askerlerinede önündeki yolu göstererek "şu tarafa kaçan bir adam gördüm." der.Düşman askerleri gittikten beş dakika sonra napolyonun muhafızları gelir.o anda bakkal
"efendim haddim olmayarak size birşey soruyorum,ölümle burun buruna gelmek nasıl bir duygu?" diye sorduğu anda napolyon" bre densiz!!sen kim oluyorsunda,dünyayı titreten insana böyle bir soru soruyorsun" der ve muhafızlara "dizin bu herifi kurşuna!" diye emreder.bakkalın gözünü bağlarlar,üç,iki,bir diye sayarlarken; bakkal"ne yaptım ben?bak şimdi öleceğim." diye düşünürken bir el uzanır ve göz bağını açar. bağı açan napolyondur ve "işte böyle bir duygu" der.
aşk da böyle bir duygudur.anlatılmaz yaşanır...

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
29 Haziran 2007       Mesaj #1033
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Anlatamayacağım biliyorum. Cümleler yine bir birine karışacak. Tıpkı sana sevgimi anlatamadığım gibi, içimde yanan yangınsın. Gel sensizliğin beni düşürdüğü duruma bak. Yalvarışlar, yakarışlar, gözyaşları beni biraz daha güçsüz duruma düşürüyor. Yaradanıma sığınıp açtım ellerimi, ağladım ağladım ama hiçbir şey geri getirmedi. İlk zamanlarda belki de, bir sandalı denize bırakırsın ya! .. Nereye gideceğini bilmezsin Savrulacağı an paniğe kapılırsın. Ben sensiz savrulurken paniğe kapıldım. Çılgına döndüm, kabullenemedim bir başkasını, ne yapayım deliliğim tuttu işte, yüreğime söz geçiremedim. Her zaman şunu söyledim, ben sensizliği taşıyamam, kabullenemem. Seni kaybetmeye alışamıyorum. Yaşadıklarım, anlatacaklarım, sana hissettiklerimin yanında hiç kalıyor. İçimden geçenleri aktarmakta zorlanıyorum. Biliyorum farkındayım her şeyin, ne zamanki benden gittiğin anı düşünüyorsam kalbim parçalanıyor. Kırgınlıklarınla parçalanıyorum. Toz buz oldu dediklerini topluyorum. Bütün sevgimle onları bir araya getiriyorum.

Ben sana kıyamam güzel gözlüm; sevgimin büyüklüğü altında eziliyorum resmen, sana anlatamamak koyuyor. Gülüşlerinde saklı geleceğim, nefesinde gizli yaşamım. Seninle her anı saniye saniye yaşıyorum. Hasta düştün benim gibi, güçsüz düştün. Ama inatla saklıyor söylemiyorsun kimseye, ama ben hissediyorum her şeyim; sol yanım uyuşuyor biliyor musun? Kalbim taşıyamıyor bu acıyı, seninle geçirdiğim anları düşünerek avunuyorum. Her gece iyi geceler dileğinle uyurdum, her sabah günaydın deyişinle başlardım hayata: Kaldıramıyorum bebeğim sensizliği, taşıyamıyorum inan. Sana iyi bakamıyorum son günlerde, biliyorum bana yine kızacaksın. Ama sende bana iyi bakmıyorsun. Şunu bil ki bu hayatta yaşadıklarımız bizim geleceğimizin temellerini atıyor. Her şeyi bir düşün bak göreceksin. Herkes bizi imrenirken nasıl ardına bakmadan gidiyorsun. Bilmiyor musun benim sensizliği kaldıramayacağımı, düşünmedin mi hiç, sen yapabiliyor musun bensiz. Evet diyeceksin, çok huzurlu mutluyum diyeceksin. Ama biliyorum sadece dilin konuşacak, için parçalanacak, Biliyorum ki seninde benden eksik kalır yanın yok. Bir tarafın eksik, için kan ağlıyor, yalnız kaldığında benim gibi içten içe yiyiyorsun kendini, gel ziyan olmasın hayatımız, gel solmasın hayallerimiz. Her geçen gün biraz daha zor oluyor ayrılık, bir kez daha anladım gerçeği, nereye bakıyorsam seni görüyorum. Kime bakıyorsam sana benzetiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyor canım. Sadece seni düşünmek istiyorum, seninle yaşadıklarımı hayal ediyorum. Sen bir kenara yazdığım en güzel şeysin. Farkında olmadan ihmal etmişim seni, ben seninle doğdum, seninle açtım dünyaya gözlerimi, seninle büyüdüm. Öksüz bırakma n’olur, sana çok ama çok ihtiyacım var. Gel yine geceme gündüz ol, sabahıma güneş ol, doğ dünyama, ben yine delilik edeyim. Manyaklar gibi sevdiğimi haykırayım. Sevdiğimi söylerken yine heyecan sarsın bedenimi, ter dökeyim karşında, gözyaşları içinde boğuluyorum, yine gel öp gözlerimden, dinsin yaşları, yine sımsıkı sarılıp sonsuzumsun diye haykır karşımda, sözcükler boğulsun birbirinin arasında, heyecan sarsın tüm bedenimizi, yine hızla atsın kalbimiz. Biliyor musun dün gece rüyamda hasta olduğunu gördüm. Bir yanım eksildi, her günüm aynı güzel gözlüm. Sensizliğin verdiği acılar yok ediyor beni. Uçuruma doğru geldiğimi hissediyorum. Sen benim her şeyimsin. Gel şaka yaptım de doya doya sarılayım sana, dinsin bu acılar dinsin yüreğimizin feryadı, ayrıldık diyemiyorum kimseye, biliyorum ki bu bir şaka, sende bu şakayı fazla uzatmayacaksın. Diri diri toprağa gömmeyeceksin, biliyorum kıyamazsın sen bana kıyamazsın bu büyük sevdaya, seni çok seviyorum her şeyim, anlatamayacak kadar çok seviyorum. Depremler oluyor yüreğimde her an bir şeyler yıkılıp yok oluyor içimde, altında eziliyorum sensizliğin. Uzat ellerini çek kurtar bu eziyetten.

Zaman en büyük ilaçtır. Zaman sarsın yaramızı, ayrılıklara gitmenin anlamı yok. Şunu unutma her daim seninle büyüdüm. Her daim senden bir şeyler öğrendim.
Yıllar geçsede bu sevgi her daim büyüyecek. Bu adam hep seni sevecek, haykırışlarıma kulak ver, dinle beni sevdiğim. Sesimin geldiği yere dönüp bak, farkında ol gerçeklerin. İkimiz bir elmanın yarısıyız. Sen bendeki bensin ben sendeki benim. Bu gerçek hiç değişmeyecek. Kiminle olursan ol, nerde olursan ol, bir nefes kadar yakınında olacağım. Bin bir ümitle, ben geldim bebeğim demeni bekleyeceğim. Ölüm döşeğinde olsam da gözlerim açık gitmeyecek her şeyim. Çok geç olmadan gel bir tanem. Gözü yaşlı bırakma ardında, seni bekliyorum. Seni çok seviyorum gerçeğim. Sessiz çığlığıma sözcük ol. Sev eskisi gibi, sarıl boynuma, gel dizlerine yatır bu yorgun bedenimi, dizlerinde son bulsun hayallerim. Gözlerine bakarak son bulsun özlemim, gel meleğim gel, bendeki seni al öyle git madem gideceksen…
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
30 Haziran 2007       Mesaj #1034
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Ölme ne olursun..!

Karla kaplı kaldırımda kayıp düşmemek için ağır ağır yürürken birkaç gündür diline doladığı Manga&Göksel Dursun Zaman isimli şarkıyı mırıldanıyordu.. “Her sabah doğan güneş bir sabah doğmaz oldu, elleri ellerimden kayıp giden yıldız oldu..” ve tekrar başa dönüp “Her sabah doğan güneş bir sabah doğmaz oldu, elleri ellerimden kayıp giden yıldız oldu..” ve tekrar başa, tekrar başa.. Metro’dan evine kadar olan o mesafede hep aynı bölümü tekrarladı.. Gözyaşları öyle güçlü bir şekilde dış dünyaya açılma gayreti içerisinde olsalar da odasına kadar sabredebildi.. Odasının ışığını yakmadan koltuğuna oturdu ve sessiz hıçkırıklarla ağladı.. En son 1999 yaz mevsiminde bu kadar yoğun ve güçlüydü yanağından süzülen yaşlar..Bir süre sonra odasının soğukluğuyla kendisine geldi, sigarasını yaktı, bilgisayarını açtı ve yazmaya başladı;



“Yıllarca hep O’nu bekledim, mutlaka gelecekti çünkü O’da beni bekliyordu.. Biliyorduk bir gün bir şekilde karşılaşacaktık ve ilk karşılaştığımızda bulduk diyecektik.. Bu derece emindim ve yıllarca “ acaba O mu? “ diyerek başka ellerde, başka gözlerde, başka dudaklarda onu aradım.. Üniversite yıllarımdı ve bir sonbahar gününde O geldi.. Muhteşem güzelliğiyle, zekasıyla ve adına da çok yakışan göz alıcı ışıltısıyla “Güneş” bir gün geldi.. Öyle derin, öyle sevecen, öyle harikulade bir şekilde geldi ki ve öyle ışık saçıyordu ki gözleri, geçmişimdeki tüm karanlıkları dahi aydınlattı.. Artık sabah doğan akşam batan güneşe ihtiyacım yok diye düşünmeye başlamıştım.. Güneş’im her şeye yetecekti, beni ısıtacak aydınlatacaktı.. Birbirimizi tanımak tanıtmak için hiç uğraşmadık çünkü dediğim gibi biz birbirimizi bekliyorduk, tanıyorduk.. Ve her şey o kadar güzeldi ki birlikteyken, biraz ayrı kalsak o muhteşem dakikaları çok özlüyorduk.. Artık yetmiyordu birkaç saatlik görüşmeler, bunu anlamıştık.. Birlikte uyuyup birlikte uyanmak nedir bunu da yaşamıştık ama bir-iki günle yetinmemiz artık olanaksızdı.. Birlikte yaşlanmalıydık, buna inanmıştık.. Güneş ve ben.. “Birde oğlumuz olsun adını Kurtuluş koyalım” teklifimi öyle tebessümle karşılamış ve o kadar tatlı boynuma sarılmıştı ki o an şu birkaç yıl hemen bitsinde mezun olup sonsuzluğa imza atalım istedim..”

* * *


“1999 baharı her şeyi ile muhteşem bir şekilde Güneş ile birlikte geçti gitti ve sıcaklığı ile bunaltan yaz mevsimi geldi.. O zamanları daha çok Beşiktaş ve Ortaköy’deki sahildeki çay bahçelerinde değerlendirdik. Ve asla vazgeçemediğimiz hafta sonu ada turlarımız, fayton..
İyi hatırlıyorum çok sıcak bir Pazartesi akşamıydı, Beşiktaş sahilde küçücük taburelerin olduğu salaş çay bahçesinde (Şu sıralar Barbaros Hayrettin Paşa iskelesi olarak adı geçen iskelenin yanı) çaylarımızı yudumlarken bir anda Güneş’e bir şeyler olmuştu. Rengi solmuş, durgunlaşmış, ışıltısı yok olmuştu..



-Neyin var Güneş? Bir anda durgunlaştın seni hiç böyle görmemiştim?



-İçime bir sıkıntı saplandı, ilk defa bu denli bir şey oluyor bu yüzden tarif edemiyorum nedenini çözemiyorum..



-Kalkalım mı? Yürüyelim ister misin?



-Hayır, sen burayı çok seviyorsun.. Kalalım ve sadece beni sevdiğini söyle..



-Sen normal değilsin Güneş, öyle ise bende normal olmayacağım..



Ayağa kalktım ve her zaman tamamı dolu olan çay bahçesindeki ve çevresindeki insanlara aldırmadan bağırabildiğim kadar bağırdım “SENİ SEVİYORUM..!” Şok olmuştu. Ellerinden tutup ayağa kaldırdım ve sımsıkı sarıldık. Gülenler de oldu alkışlayanlar da.. Hiç aldırmadan sarıldık ve sonra yüzüne baktığımda parıl parıl parlıyordu Güneşim, kendine gelmişti.. Sonra çay bahçesinden ayrıldık, yolu uzundu, Beşiktaş’tan Avcılar’a gidecekti bu yüzden geç olmadan onu evine uğurladım.. Ben de evime gitmek için otobüste bir cam kenarına oturdum, camda onun o hali beliriyor içim ürperiyordu.. Ne olmuştu acaba? düşüncesi içinde evime ulaştım. Odamda masamın üzerine O’nun yerleştirdiği ve ikimizin yan yana olduğu resim vardı. Alıp uzun uzun O’na baktım.. O’nun o muhteşem tatlılığına daldım ve bir süre sonra telefonum çaldı;



-Ben evime geldim özlediğim.



-İyisin di mi?



-Nasıl iyi olmam ki çay bahçesinde yaptığından sonra. Eve gelene kadar düşündüm ve karar verdim. Sen delisin ve ben bir deliyi seviyorum..



-Deliyim evet aksini hiç iddia etmedim ki.



Sonra birkaç hoş söz ve gülüşmeler eşliğinde telefon görüşmemizi bitirdik. İçim rahatlamıştı ve neşeli şekilde salona geçtim. Neşeli halim televizyona konsantre olmuş ev arkadaşımın da gözünden kaçmamış olacak ki sordu;



-Hayırdır yüzünde güller açmış..



-Güller güneşi severler bilirsin.



-Ha o mesele, bu arada benim yarın doğum günüm bilesin.



-Nasıl yarın?



-Eee 17 Ağustos işte..



-Tamam yapacakların belli. Pasta, kola, mum falan al, akşam sen mumları üflerken resmini çekerim, sonra doğum günün kutlu olsun derim. Nasıl ama?



Salonda bu neşeli sohbet ile saat baya ilerlemişti. Odama gidip yatağıma uzandığımda saat 00:30 civarıydı.Karışık düşünceler içerisinde uykuya daldım. Derken gecenin sessizliğini yırtan telefonumun sesi ile ansızın uyandım, arayan O idi;



-Bilirsin sana kıyamam, bu saatte asla aramam uyandırmam seni ama sesini duymak istedim.



-Güneş, bak bana doğruyu söyle neyin var?



-Yemin ederim bilmiyorum, tek bildiğim uyuyamadığım.Ve bir de sesini duymak zorundaydım.



-Nasıl zorundaydım? Nedir bu? Ne olur söyle? Neyin var Güneş?



-Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum…



-Bak aklından tüm kötü düşünceleri at ve uykuya dal, yarın bu konuyu mutlaka konuşacağız..



-Tamam hayatım, seni seviyorum, iyi uykular.



-Bende seni seviyorum Güneşim.. iyi uykular.



Aklım iyice karışmıştı, yarın ne olduğunu mutlaka öğrenmeliydim. 15-20 dakika tavana bakarak düşüncelere daldım.. Derken ondan bir mesaj geldi.. “Beni hiç bırakmayacaksın di mi? Hiç bir şey bizi ayırmayacak di mi?” “O nasıl söz Güneş’im, sen bir sabah doğmasan zifiri karanlıkta ben yaşayabilir miyim sanıyorsun? Seninleyim ve bizi ancak ölüm ayırabilir, başka bir neden asla olamaz..”



Mesajı gönderdiğimde O’nun artık rahatça uyuyabileceğini düşünürken o da neydi??? Çok derinden çok garip bir gürültü. Nedir bu?? Yataktan kalkamıyorum.. Nedir bu Allahım!! Neler oluyor? Güneş.. Güneş..
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Haziran 2007       Mesaj #1035
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakısıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmis.Bu arada aynı kasabada yasayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemis. Ama kız onu da reddetmis.
Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmıs. Kendine baska bir hayat kurmuş ve evlenmiş,çoluk çocuğa karısmış.Bir gün yolu bir zamanlar yaşadıgı güzel,küçük kasabaya düşmüş.Orada tanıdık birine rastladıgında aklına bir zamanlar orada yasayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kizin evlendiğini söylemiş.
Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman ,kel ve çirkin mi çirkin bir adammış.Üstelik zengin bile değilmiş.Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmis. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormus.Kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemis. Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamıs. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pempe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gülü koparip kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yapraklari solmuş cılız bir gül. Bunun üzerine adama dönen kız şöyle demiş; " Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir."
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
1 Temmuz 2007       Mesaj #1036
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına.
Hırçın hırçın kayalara vuruşuna,
yüreğindeki duruluğa demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,hayatıma anlam veren mucizem ol...

Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa al demiş;
Yüreğim sana armağan...
Sarılmış ateşle su birbirlerine sıkıca, kopmamacasına...

Zamanla su, buhar olmaya,ateş, kül olmaya başlamış.Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı...Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de yüreğindeki kederi de
alıp gitmiş uzak diyarlara su...

Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu, günler boyu, geceler boyu Bir gün gelmiş, suya varmış yolu Bakmış o duru gözlerine suyun,
biraz kırgın, biraz hırçın. Ve o an anlamış;aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını....
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.

İşte o zamandan beridir ki:Ateş sudan,
su ateşten kaçar olmuş..Ateşin yüreğini sadece su, Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş...
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
1 Temmuz 2007       Mesaj #1037
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Keşke

Hayat mutluluğun verdiği umutsuzlukla sona erer,
kimi zaman anlatır yasanmış öyküleri. Küçük bir çocuğun masumca akan, tertemiz gözyaşlarıyla baslarsın hayata...
Ve yasamaya koyulursun, mücadele etmekten yorgun düşmüşsündür biran... Sonra geçmişini düşünmeye başlarsın, biran hüzünlenirsin ve iki dudağının arasından bir tek kelime çıkar
"KEŞKE" ...
Düşündükçe hep keşke dersin. Ve insanin hayatına keşkeler girmeye görsün. Hayat boyu hep ayni kelimeyi telaffuz edersin. Düşünmek istemezsin biran... duraksarsın ve nerden düşündüm keşke düşünmeseydim ve yasamamış olsaydım dersin yine...
Görüyorsunuz ya... Keşkelerden kaçış yoktur.
Düşünmekte de ve düşünmemekte de keşkeler var. Diyorum ya insanin hayatına keşkeler girmeye görsün.
Aksam olmuştur artık, günün yorgunluğunu unutmuş uykuya dalmışsındır. Ve pencerene bu sabah güneş daha farklı doğmuştur, daha sıcak daha sevecen daha cüretkar doğmuştur dünyana...
Gözlerini açtığında farklı uyandığını hissedersin sanki geçmişi unutmuş gibi... ve daha
farklı başlarsın gününe. Daha umutlu ve daha siki sarılırsın hayata... Sonra bir kapı sesi duyarsın, gıcırtısı kulaklarını rahatsız eder. Bu kapı gönül kapındır. Mutluluğun bedenin okşadığını düşünürsün. Hiç ihtimal vermeden inanırsın, sevinir mutlu olursun. Kapıdan baktığında uzakta hafif bir gölgenin olduğunu fark edersin. Ve ağzın kulaklarına varmıştır. Bu aşk olmalı diye düşünerek koşar adımlarla,nefes nefes hızla yaklaşırsın gölgeye.
Ve ne göresin o gölge sadece bir toz tufanıymış.
Senin aşk dediğin meğer koca bir yalanmış. Ve kendine geldiğinde hayatin yine seni kandırdığını anlarsın. Ve yine KEŞKE dersin. Keşke inanmasaydım, keşke hayata koşmasaydım dersin hep...

Filiz Karasu
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
1 Temmuz 2007       Mesaj #1038
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya baslamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise hergün hastahane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Hergün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu... " Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kızda zaten başka birşey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık ? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi..

Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran...Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı.. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama...

Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kimbilir kiminle beraberdi... Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü.

Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kimbilir belkide sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı...

Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı... O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki birşeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlamış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Hergün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavasça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yılar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta..

Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavasça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. " Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin dahada artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden dahada hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Hergün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım...

Ve bir gün herşeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim... Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye..Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hemde her gece...

Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi...

Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü gözyaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülüde unutma olur mu ??... Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadarda Seveceğim... Sevgilin..."


Sen sularını teslim edip buharlara, gökyüzüne giderken bulut olmaya, kokumu alıyor ve yağdığın gibi aynı kalamıyorsun. Zaman geçiyor, yeni bir buluta sığınıyorsun. Yağsan da o buluttan deli deli, benim tutkun olduğum yağmur olamıyorsun!...
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
3 Temmuz 2007       Mesaj #1039
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Oyku
Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyorlardı. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, uzaklardan uluyan köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgar, hem gecenin sıkıntısını alıyor, hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu.
Ağustos ayının bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk.
Amcam:
-Ben biraz kestireyim. Korktuğunda, yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi.
Yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzandı. Yukarıda, dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa, yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Egede olduğu için kara ikliminin özellikleri hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri serin. Bu yüzden, yazın, geceleri dam üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu.
Amcam uyurken, ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çoban değneğini çektim, silah olarak. Boşta kalan sağ elimle de çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum.
Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık. Amcamın tembihine uyup, kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o anda öğrendim. Her çobanın, kendi sürüsünün çan seslerini nasıl tanıdığını merak ettiğim için sordum amcama. O da:
-Bak yeğenim! Çobanın, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için, her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki, geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çanının sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen adam, yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında bir çok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dahil. Anladın mı şimdi?
-Evet. Çok iyi anladım.
Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce, buna bir anlam veremedim:
-Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz?
-Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım.
-Dağın neresinde sulayacağız?
-Tam tepesinde.
Şaşkınlığım daha bir artmıştı. İçimden Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor. dedim.
-Tam tepesinde mi?
-Evet.
-Neden orada?...
-Buralarda başka çeşme yok da ondan.
-Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey!
-Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim.
Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir müddet yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden Galiba unuttu. Hatırlatayım mı? diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı:
-Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmüymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın bir çok taliplileri olmuş. Hiç birini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmüye aşık olmuş. Anasına, istetmesini söylemiş.
Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi. Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden devam etti:
-Anası da Aman oğul, demiş. O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim, onlar kim? Vazgeç bu sevdadan. Ancak oğlan abayı fena yakmış. Bu kez, oğlanın ısrarı üzerine Ümmüye dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan! deyip, dünürcüleri kovmuş. Ümmü bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Muratı çok mu çok seviyormuş Anası, kocasının korkusundan babasına bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. Eyvah! Ben ne yaptım? demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip, kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşup, gitmekte olduğumuz dağa sığınmışlar. Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez Ümmü yalvarmış: Yiğidim, aslanım! demiş. Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.
Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla Amca! diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde:
-Noldu yeğenim? dedi.
-Önümden kedi gibi bir şey geçti.
- Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur.
Sonra bana dönüp:
-Anlatayım mı, kalsın mı?
-Anlat anlat!
-Bu söz üzerine Murat, Dayan sultanım. Ben sana su bulup geleceğim. demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki, Ümmü başının altına taştan yastık yapıp, uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. Uyandırayım da su içireyim. demiş. Ümmü Ümmü! diye sarsmış. Uyanmamış Eyvah! Geç kaldım. demiş. Çığlık atıp, üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra, oturup düşünmüş. Karar vermiş. Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar. demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü, anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış. Sabah kalkınca, rüyasını kocasına anlatmış. O da Kızın başına bir hal gelmesin. demiş. Aynı gün, Murattan acı haberi de alınca, karşısında yığılıp kalmışlar Babası kendini toparlayınca: Kalk hatun, kalk! demiş. Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip, yola koyulalım.Kızın babasının iki tane atı varmış Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar
Ümmünün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki, bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmünün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, öldüğü yere, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: Bunda da bir hayır vardır! Bu kurak dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması, Allahın bir hikmetidir. Köylünün bu sözleri üzerine, ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler.
Murata gelince: Ümmünün ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş. Aklına estikçe, gece gündüz demeden Ümmü çağırıyor beni .deyip, soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp, ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmünün mezarının başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar, allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmününmüş Onu da Ümmünün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu, deyip, sustu amcam.
Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor.
Suskunluğunu bozan amcam bu kez:
-Açıktın mı? dedi.
-Evet.
-Ben de Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup, karnımızı doyuralım.
-Tamam amca.
Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbentin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su.
Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik.
Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık.
Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında, seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakır dikenleri vardı. Elimdeki çoban değneğiyle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum.
Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu.
Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu.

Koyunlar çeşmeye akın ettiler.

Ümmünün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu. Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli-altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir oluğu vardı. İçinden başparmak kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜNÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş. Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göletin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan, kokuları kaplıyordu.
Koyunlar sulanırken, ben de boş durmayıp,elimdeki çoban değneğiyle göletin derinliğini ölçmeye çalıştım..
Amcam:
-Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor.
Sürüyü suladıktan sonra, yönünü köyümüze doğru çevirdik.
Artık, şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz, gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.
İçimi hüzün kapladı
Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilemem; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman köyümden söz açılsa, hemen aklıma Ümmünün Çeşmesi gelir.
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
3 Temmuz 2007       Mesaj #1040
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
İhtiyar Adam Ve Yaşlı Karısı

İhtiyar adam ker*** damın içinde gezinip durdu. Duvardaki eşinin resimlerine takılıp kaldı gözleri bir süre, derin bir iç çekti…

”Hey gidi Ferhat Ali heyy! Hey gidi günler! Nerede o daldan dala atlayan gençlik yılları, tuttuğunu koparan, o mutlu baharlar, mutlu yazlar, nerede etrafında fır dönenler? Şimdi şu evde tek başına, kimsiz, kimsesiz. Sesine ses veren yok. Ölsen kim duyar?”
Aynaya baktı bir süre, avurtları çökmüş, alnında derin çizgiler. Saçı, sakalı uzamış, yüzü kırış kırıştı. Gözlerinde derin ve korkunç bir hüzün vardı.
Yaşadığı mutlu günleri düşündü Ferhat Ali. Eşi Gülizar geldi gözlerinin önüne. Yüzünde acı bir ifade belirdi. Göz çukurlarından yanaklarına doğru damla damla yaşlar süzüldü biribiri ardına …

Bir ömür bütün güzellikleri birlikte soluklamışlardı, birlikte göğüs germişlerdi zorluklara. Üzüldüklerinde beraber ağlamışlardı, sevindiklerinde beraber gülmüşlerdi.
Çocukları olmamıştı ama bütün dedikodu ve beraberliklerini bozmak isteyenlere inat daha çok perçinlemişlerdi sevgilerini. Neler yaşamamışlardı ki hayatta, bu yalan dünyada neler görmemişlerdi ki.

Ayırmaya kalktıklarında kimse onların yüreğini yakan tertemiz sevdalarını düşünmemişti. Oysa onların sevdaları her şeyin üstünde, evlilikten de öteydi. Söz vermişlerdi sevdalarına, daha önemlisi biribirilerine.

Gülizar’sız hayat yoktu ihtiyar adam için, onsuz yaşayamazdı, bu Gülizar için de öyleydi. Sevgilerini içlerine gömüp biribirini bırakamazlardı. Aldırış etmemişti kimsenin sözüne ihtiyar adam, ayrılmamıştı Gülizar’ından. Çünkü yaşarsa onun için yaşayacaktı, sevdası için yaşayacaktı. "Çocuğu olmuyorsa salt Gülizar mı suçluydu belki kabahat kendisindeydi de."

Her defasında İsraf ettikleri, kaybettikleri güzellikler karşısında birbirilerinin gücüne inanarak, sarsılmaz sevgilerinin sağlamlığına dayanarak üstesinden gelip sürdürmüşlerdi hayatını.

En zor koşullarda bile sevgiyi, mutluluğu kazanma ve perçinleme yolunda hep aynı rüyayı görmüşlerdi, hep aynı sızıları duymuşlardı yüreklerinde, aynı pişmanlıkları yaşamışlardı.
Bedenleriyle değil, yürekleriyle aynı yolu yürümüşlerdi. Hiç ihanet etmemişlerdi yüreklerine... Hiç ihanet etmemişlerdi sevgilerine...

...
- İki ihtiyar yalnız kalınca tek bir şey söylemeden biribirine bakakaldılar:
Yüreği kan ağlıyordu ihtiyar adamın. Yaşlı kadın gözleri açık hiç kıpırdamadan yatağına büzülmüş yatıyordu. İhtiyar adam bu ölümüne sevdiği kadının yanına uzandı. Yaşlı kadın boynunu uzatıp yüzünü okşayan eline değdirdi. “Zavallı hayat arkadaşım benim artık ikimizde de iş kalmamış” deyip derin bir iç geçirdi ihtiyar adam...

İhtiyar adam hayat arkadaşını bekleyen büyük acıyı düşünüyordu... Şimdiden bu acıyı yüreğinin taa derinlerinde duyuyordu. Perişan durumuna, yaşlılığına, çektiği acıya yanıyor, elinden bir şey gelmediği için de kahroluyordu. İlk kez yüreği bu kadar sancıyordu.... İlk kez bu kadar çaresiz hissediyordu kendini. Doktorların bir kaç aylık ömrü kalmış demelerine karşın, inanmak istemiyordu bi-türlü bu sonuca. Ölüneceksede beraber öleceklerdi...

Dışarda durmadan şimşekler çakıyordu, sessizliği bozan bu gürültüyü duymuyorlardı bile. Anılarına gömülmüşlerdi her ikisi de. Gözlerini alabildiğine uzanan karşı dağlara dikmişlerdi. Sönmeye yüz tutmuş anılar uyanıyordu her ikisinin belleğinde, çok gerilerde kalmış mutluluk günleri canlanıyordu.

Dalgınlığı dağılmıştı yaşlı kadının, ince bir hüzün soluk yanağından bükülüp dudağının kıvrımına iniyordu. Yüzünün inceliğini, solukluğunu okşadı, elmacık kemiğindeki soluk çillerini öptü ihtiyar adam. Yaşlı kadının gözlerinden iki damla yaş süzüldü. “Öyle yalnız ve çaresiziz ki Ferhat Ali, bizden başka kimse yok içimizde biliyor musun” dedi yaşlı kadın..

Ortalık kararmıştı. Günün, en bahtiyar insanlarını bile az çok gamlandıran bir saatti. Yıllarca her şeyini paylaştığı ve kalbinden bir parça demek olan bir insanı ölüme terketmek kolay değildi.

Bütün soruları yanıtsız bırakıyordu ihtiyar adam, ağzını bıçak açmıyordu. Zar zor elindeki bastona yaslanarak kalktı yerinden, iki bardak çay doldurup geri geldi . Yaşlı kadın bir kaç adım ötede kıpırtısız yatıyordu, eski bir yatağın içinde kıvrılmış olarak küçücük bedeniyle...

İhtiyar adam geçmişteki bütün bu güzelliklerin kıymetini ise Gülizar’ın hasta düştüğünde daha iyi fark etmişti. O ulaşılmaz temiz sevgileriydi ki; gönülleri arasında yıkılmaz köprüler kurmuş. Gözlerine fer, gönüllerine ve ruhlarına aydınlık katmıştı, kapılar açmıştı mutluluklarına.

Hayat yolunda yalpaladıkları, sarsıldıkları olmamış mıydı? Olmuştu. Çok defa uçurumun kenarından dönmüşlerdi ama bütün bu engeller ve zorluklar vız gelmişti sevgilerinin gücüne.

Ama şimdi öylemiydi, zaman rüzgâr olmuş, yaprak gibi savuracaktı onları. Güçleri yetmiyordu, her birini bir yana düşürecek, ayıracaktı biribirinden.

-Yaşlı kadın her gün biraz daha hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Seven kalbi belliki artık bu hastalığa daha fazla dayanamayacaktı. Ker*** evinin o küçük odasında hergün biraz daha solmaktaydı. Gözü yaşlı, boynu bükük bir şekilde ölümü bekliyordu...

Gözlerini kapadı yaşlı kadın, bu küçük odada yalnız kaldığında gözyaşı dökmekten bıkmıştı...
Yinede engel olamıyordu pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. İhtiyar adamı düşündü ne yapacaktı zavallı yapayalnız bu dünyada, hastalanınca kim bir sıcak çorba verecekti. Yaşlı kadın kendi ölümünden çok kocası evin deliğinde yapayalnız ve kimsesiz kalacağına içi yanıyordu.

"Bu dağ başında yapayalnız, kimsesiz yaşlı bir ihtiyar, tek başına nasıl yaşardı? Kim ekmeğini, aşını pişirir." Bunu düşünmek bile içini burkuyordu.Yaşlı kadın hep bunları düşünüyordu.
Kocası evden çıktığı zaman hep aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...

“Eskiden köy ne kadar kalabalık, ne kadar canlıydı, yaz akşamları, harman günleri, hele güz ayları düğün düğün üstüne olurdu. Kış ayları her akşam bir yerde toplanıp köy yaşlılarınca hikayeler, masallar anlatılırdı. Şimdi köy ıpıssız, bizim gibi bir kaç yaşlı kimsesizden başka kimsecikler kalmadı. Kimileri büyük şehirlere, kimileri avrupa’lara gidip yerleşti. Buraları terk edenler, bir gün geri dönüp gelirler mi bilmem?

-İhtiyar adam, usulca yaşlı kadının başına dokunup bir öpücük kondurdu alnına: “Gülizar kadınım uyan ben geldim” Değirmende sıra beklemekten eve geç kalmıştı.
Yaşlı kadın, hafifçe silkinerek gözlerini açtı, yerinde doğrulmaya çalıştı ama doğrulamadı.
Elinin tersiyle ağzını kapayıp esneyerek: “Ben de seni beklerken uyuya kalmışım. Bu gün bana bir hal oldu. Durduğum yerde dalıp dalıp gidiyorum”.

Yaşlı kadın, başını yastığa dayayıp, karşısında ayakta duran ihtiyar adama dalgın dalgın gülümsüyordu. Eliyle yanında yer göstererek: “Otursana canımın direği” dedi.
Karısının biraz daha iyi olduğunu görünce İhtiyar adamın yüzündeki yorgunluk, endişe ve gerginlik geçti. Ama yaşlı kadının yanaklarında ağır bir hastalığın zehrinden yeni uyanmış insanlara mahsus bir solukluk dalgalanıyordu.

İhtiyar adam, belini tutarak bastonuna dayanıp oturdu yatağın bir ucuna.
Yaşlı kadının içine bir şeyler doğmuştu sanki. “Bu beraber son gecemiz belki. Belki de son gülüşümüz, son bakışımız, son el ele tutuşumuz. Sıkı tut ellerimi bırakma Ferhat Ali.” Yıllar yılı birlikte sevindiği, kahır çektiği, kahır çektirdiği eşinin sıkıca tuttu elini İhtiyar adam... Parmaklarının arasında hafifce okşadı güçsüz ellerini.
“Ne kadar acı çekip, ne kadar çabuk yaşlanıyoruz, ne kadar az yaşıyoruz değil mi Ferhat Ali?.
Çekip giderken kime ve nereye bırakacağız anılarımızı, sığar mı bu daracık yere?” diyordu.

Dalıp gitmişti yine ihtiyar adam. Kar altında bir dağ köyü gibiydi şimdi anıları, tavana asılıp kalmıştı gözleri. Gözlerini kapattı, duman duman hüzün çöktü üzerine.
Şimdi anlıyordu ki bir kurşun kalem, bir de silgi gerekliydi yazıp yazıp silmek için kanayan yerlerini, bu kısacık ömründe. Yıllarca yazdığı şiirleri Gülizar özenlice saklamıştı. Yine de arada sırada bir şeyler karalamayı severdi.

Geç saatlerde yaşlı kadının rengi sapsarı kesilmişti. Göz kapaklarını zar zor açıyordu, tekrar elini uzattarak bir şeyler söylemek istedi yaşlı kadın ama söyleyemedi, dili ağırlaşmıştı... Dudakları titredi, gözleri doldu, içten bir bakış attı eşine. Salt acıydı bakışları, konuşmak istedi konuşamadı.

O cıvıl cıvıl hep yaşama sevinci dolu, her şeye rağmen kendisini teselli etmeye çalışan Gülizar’ı bumuydu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu ihtiyar adam. Eli ihtiyar adamın elinde öylece uykuya dalmıştı yaşlı kadın.

Sabah bir telaşla uyandı ihtiyar adam, yaşlı kadının nefesini dinledi. Yüreğinden bir şeyler koptu. O kocaman dev gibi adam küçük çocuklar gibi sarsıla sarsıla ağladı. Yorgun… Örselenmiş, ama içi Gülizar’ın sevgisiyle dolu yüreği paramparçaydı şimdi…

“Vay benim kara yazgım vay!... Ne olacak şimdi benim halim! Bu daracık yerde tek başıma ne yaparım, kiminle bölüşürüm anılarımı... Kiminle bölüşürüm acılarımı... Bırakıp gitme beni. Vay benim başıma... Vay ki, vayyy...‘’

........
-Arada günler geçmiş, dalıp gitmişti harman yerinde ihtiyar adam. O arada bir sivrisineğin eline sokmasıyla kendine geldi. Düşüncelerinden sıyrıldı. “Sızlanmayı bırakıp işe bakmalı gayrı, şimdi iş zamanı...” “Çalışmasam bu değirmen dönmeyecek, hem hazır para çabuk suyunu çeker. Zor günlerde elinin altında biraz para olmalı ki, Hasta olursan ilâç, kefen paran olsun hiç değilse, ele güne karşı rezil olmayasın.” Deyip kendi kendine konuştu.

İhtiyar adam derin bir yalnızlık duygusuna kapıldı. Taşlı yolda ayaklarını sürükleyerek dağ yoluna doğru yöneldi. Tasalı bir yürek ve karmakarışık düşüncelerle koca bir dünyada yapayalnızdı artık.

Sevmişti Gülizar’ını, hiç kimsenin anlayamayacağı, sevemeyeceği , hiç düşünmeden uğruna canını verebileceği kadar çok. Uykularını paylaşmışlardı geceler boyu, uykusuzluklarını.

Askere gittiğinde hep Gülizar’ını düşlemişti, ışıl ışıl gözlerini nereye gitse, ne yapsa hep yanında taşımıştı. O dünyalara sığmayacak aşklarını küçücük yüreklerine sığdırmışlardı. Hep bir gün kavuşacağı günün hayaliyle avutmuştu kendini. Ayrı geçen her gününü yaşanmamış sayardı.

Gökyüzü zifiri karanlıkken , zorlu bir dünyada bile onlar hep el ele sevdanın, sevincin içineydi. Hep birlikte olmaktı temennileri, düşleri. Beraber yaşayıp beraber ölmekti.
Hep pembe düşlerle yaşamışlardı, içinde sevginin, saygının bolca olduğu, içinde sadece ikisinin bulunduğu, sakin, sade, gösterişten uzak bir dünyaları vardı.

Bu kısacık ömürlerinde en güzel geceleri,günleri en güzel sevinçleri paylaşmışlardı.
Sevmeyi, özveriyi ondan öğrenmişti ihtiyar adam. Yüzü gülerken, içinde mutlu olabileceğini öğretmişti ona. Yaşamanın onunla güzel olduğunu göstermişti. Şimdi onsuz yaşamanın ne kadar mutsuz ve anlamsız olduğunu düşünüyordu ihtiyar adam.

“Hep birlikte olmalıydık biz”, diyordu “öyle güzeldi hayat. Söz vermiştik birbirimize , sözümüzü tutamayacağımızı bile bile. Feleğe söz geçiremedik, her inlediğinde yüreğim hançerlendi benim. Çiçeğimdi o , incinirse boynu bükülür diye dokunmaya dahi kıyamazken, o amansız hastalık halden hale sokmuştu onu.”

İşte hayat nasıl onları bir araya getirdiyse, öylece ayırmıştı yollarını. Günler günleri kovalamıştı, aylar ayları, yıllar yılları. Ve hasreti her gün biraz daha derinleşmişti. “Acıdır, sonsuza dek koptuğunu anlamak; ama dayanmak gerek, ayağını toprağa basmak gerek yine de”diyordu ihtiyar adam...

İhtiyar adamın gözleri yaşarmıştı. Günün ışıkları sakalında takılıp bir kaç damla gözyaşını ışıldatmıştı. İhtiyar adam başını kaldırıp güneşin doğuşuna baktı bir süre. Uzakta bir kuş sürüsünün havalanışını gördü. “Uçun” diye geçirdi aklından, gidin dilediğiniz yere. .. Kanatlarınız yoruluncaya dek uçun!...

Can sıkıntılarını yüreğine doldurduğu acılı günleri yaşıyordu ihtiyar adam. Akşam olurken simsiyah kederler çöküyordu üstüne. İçinde biriktirdiği mutlu yıllardan teselli arıyordu.

Sağ eliyle yanaklarını ıslatan yaşlarını silip oturduğu yerden ayağa kalkarak bastonunun da yardımıyla ağır aksak yürümeye koyulmuştu… Her ne kadar ağlamamaya çalışsa da, ağlamaktan kan çanağına dönmüştü gözleri. Yüreğini paylaştığı, bir ömür beraber yaşadığı Gülizar’ı yoktu artık…

Yürürken Gülizar’ı düşünüyordu hep ve ihtiyar adam zaman zaman, kendini o mutlu günlerde buluyor, içinde hiç bir acı ve ümitsizlik hissetmiyordu sanki...

Ağlıyor ve arkasına bakmadan yürüyordu… Evine mi? Köyüne mi? Hayır...
Gidiyordu işte gözyaşlarını geride bırakarak.... Darmadağın olan yüreğini vurup sırtına gidiyordu. Ama nereye gittiğini ne kendisi ne bir başkası biliyordu...

Derin bir göğüs geçirdi; dönüp son kez evine baktı ve dönmemek üzere yürüdü Munzur’a doğru. ..
Ardında sevdiği kadını ve binlerce hatırasını bırakarak… DEMET SERÜVEN

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat