Ziyaretçi
Keşke, telefonum çalmasaydı. Polifonik olmasaydı da ‘Telefonu açar mısın tatlım?’ diye çağlamanı duymasaydım. Ekranda gülümseyen yüzün, gözlerime dolmasaydı.
Aptal adamın biri, uçarcasına giden araçların arasından geçmeye kalkmasaydı.
Önümdeki otomobilin acı fren sesiyle, gözlerime stop lambalarının kıpkırmızı ışığı dolmuş, direksiyon simidi bile kızıla boyanmıştı.
Ani bir refleksle, tüm gücümle frene yüklenirken, bir yandan da direksiyonu, soldaki boşluğa kırmıştım ki…
Güçlü bir ‘bam’ sesinin eşliğinde, bariyerden güç alarak; kanatsız kuşlar gibi yükseldik. Biz mi yükseliyorduk direkteki sarı ışığa, direk mi bize doğru eğiliyordu?
Süzülerek geçtik sarı ışığın yanından, dokunmadan. Arabamın içi, bu kez de sarıya boyanmıştı. Eğilen direk mi doğruluyordu, biz mi iniyorduk, süzülerek geçerken direğin yanından? Bir sonraki direğin dip kısmı ve beton zeminle sol yanından kucaklaşan arabam, canhıraş bir çocuk sesiyle haykırdı; sonra, ağlarken nefesi kesilen çocuklar gibi birden bire susuverdi.
Korkmuş muydum? Anımsayamıyorum. Hiç bağırmadım. Acı da duymadım, kapı belime yüklenirken...
Olanları çözmeye çalışıyordum; yardımsever insanlar beni karga tulumba çıkarmaya çalışırken.
Burnuma şarap kokusu dolarken… Yanımdaki koltukta bir demet kırmızı gül, ‘Kalecik Karası’yla ıslanıyordu
Hayal meyal ‘Telefonu açar mısın tatlım?’ diyen sesini duydum yine. Bir el uzandı sesine; sustun. Son duyuşum oldu.
Her şey anlamını yitirirken, gecenin karanlığı gözlerime çörekleniyordu.
Ayaklarımda ölü bakan on göz. Ne bir ışık doluyor içlerine, ne bir gülümseme, ne kıkırdama, ne öfke, ne keder belirtisi... Ayaklarım da uymuş, ölü gözlerine… Sessiz, sakin ve kıpırtısız…
Kesilip, budanmış, kabukları soyulmuş, çıplak, ıslak ve bembeyaz kavaklar gibi bacaklarım. Upuzun, öylece… Gün be gün kurumaktalar.
Rehabilite ediliyorum. Uyduruluyorum kısaca. Uydurulmak ister misin? Ya da uymak…
Sorulmadan.
Beynimi boşaltmaya çalışıyorlar. Düşüncelerimi, düşlerimi, hayallerimi, sevgilerimi, öfkelerimi, kederlerimi azaltmaya, ya da çoğunu yok saymaya… Boşluğu, şekillendirme sayıyorlar durmadan. İnanmamı bekliyorlar.
Oysa sen varsın içlerinde. Sen varsın… Birlikte olduğumuz ilk gece var seninle. Evinde Vivaldi doluyordu kulaklarımıza… Tuhaf bir gerginlik içinde, uzun süre çiçeklerini sulamıştın; sonra papağanın çekirdeklerini temizlerken, birden sessizce sokularak, sarılmış ve boynunun omzunla birleştiği yerden öpmüştüm. Titremiştin... Yok saymamı istiyorlar. Tekerlekli sandalyeyle… Nasıl?
Vapurun en önünde, ayakta sarılarak beline, üzerimize esen rüzgârda, saçlarımızı savurmalar yok artık.
Merdivenlerde yaptığımız yarışlarda, ikişer üçer merdivenleri sıçrayarak çıkmalar da gittikçe uzaklaşıyorlar.
Dal gibi bedenini, en küçük fırsatta kucaklar, uçururdum. Uçardım ben de peşin sıra mutlulukla. Onlar da gidiyor uzaklara.
Bir de, patikaları çok seversin biliyorum. Ne zaman kırda yürüsek, küçücük, daracık bir patika görsen; yüzünde gülümseme koşa koşa gider, girerdin içine. Çocuklar gibi neşeyle döner dururdun. Yürürdün. Arkandan gelirdim. İzlerdim. Elini tutardım. Her zaman sıcacık, her zaman kadife…
Dans etmeye bayılırdın bir de. Hele valse… Kollarımda uçar giderdin kelebekler gibi, müziğin eşliğinde.
Ya müzik hareketliyse? Ter olup buhar olup uçacaksın, kaybolacaksın diye korkardım. Gözlerinde, yorgun, mutlu bir gülümseme, yanakların al al, ellerin yine kadife…
Sana komik gelecek belki; ama bu güne kadar futbol topuna bir kez bile vurmamış olmama hayıflanıyorum.
Basketbol oynamamış olmak, o denli üzmüyor beni… Şansımı zorlayacağım… Uydurulduğum noktalardan biri.
Çember çevirmelere özlemim olmayacak sanırım. Çemberler aşina… Dostlarım…
Kâbus dolu geceler, korku dolu düşlerim oldu. Uçup giden hayallerim… Karabasanlar gördüm. Eğilip bükülen duvarlar, açtıkça kapanan kapılar, dört bacaklı, çift başlı, elleri mızraklı ejderhalar gördüm. Gülümseyen…
Yanında, geceleri bir dikişte içer, bitirirdi zaman. Kaşla göz arasında uyur kalırdın kollarımda; sonra, ezan sesleri gelirdi uzaklardan. Dalar giderdim ben de. Odamıza gün ışığı dolmadan…
Gecelerin kasvetli, gecelerin dertli, gecelerin öldüresiye uzun olduğunu bilmiyordum ki. Bu denli… Şimdi biliyorum… Bilmediğin birçok şeyi de…
Eylemsel paylaşımlarımız, günlerimizi doldururdu seninle. Şimdi, düşünsel paylaşımlar içindeyim kendimle.
Kantarın topunu kaçırıyorum çok zaman. Ayaklarıma düşüyor. Tutamıyorum, duymuyorum da... Birileri tutuşturuyor yüreğimi. Yangınlar… İç yangınlarından uzak durmalıymışım. Uyduranlar böyle söylüyor.
Uzak durma! Kapat kapıyı. Gel yanıma. Kabukları soyulmuş, çıplak, ıslak ve bembeyaz
kavakları, kurumadan görmek ister misin? Ya da kör gözlerini ayaklarımın…
Yüzün limon sarısı, mimiklerinde içimi yakan, kavuran hüzünler birikirken; gözlerinde öbek öbek muson mevsimlerinin bulutları… Önce gözlerin ıslanıyor; sonra yanakların… Kim körüklüyor yüreğimin yangınlarını?
Söndürmeliyim. Uyduranlar görmeden.
Yarın büyük gün. İlk seferime çıkacağım tekerlekli sandalye üzerinde. Merdivenlerden uzak durmamı söylüyorlar. Bir de, patikalardan…
Dört tekerlekli sandalye… Uzayıp gidiyor patikalar, uzaklara, çok uzaklara ben olmadan… Dar patikalar, incecik uzayıp gidiyorlar. Kaf dağının ardındaki masal ülkesine…
Sığmaz ki tekerlekli sandalyeler patikalara.
Ya gözlerine…
Yüreğine…
Ahmet Taşcıoğlu
Aptal adamın biri, uçarcasına giden araçların arasından geçmeye kalkmasaydı.
Sponsorlu Bağlantılar
Ani bir refleksle, tüm gücümle frene yüklenirken, bir yandan da direksiyonu, soldaki boşluğa kırmıştım ki…
Güçlü bir ‘bam’ sesinin eşliğinde, bariyerden güç alarak; kanatsız kuşlar gibi yükseldik. Biz mi yükseliyorduk direkteki sarı ışığa, direk mi bize doğru eğiliyordu?
Süzülerek geçtik sarı ışığın yanından, dokunmadan. Arabamın içi, bu kez de sarıya boyanmıştı. Eğilen direk mi doğruluyordu, biz mi iniyorduk, süzülerek geçerken direğin yanından? Bir sonraki direğin dip kısmı ve beton zeminle sol yanından kucaklaşan arabam, canhıraş bir çocuk sesiyle haykırdı; sonra, ağlarken nefesi kesilen çocuklar gibi birden bire susuverdi.
Korkmuş muydum? Anımsayamıyorum. Hiç bağırmadım. Acı da duymadım, kapı belime yüklenirken...
Olanları çözmeye çalışıyordum; yardımsever insanlar beni karga tulumba çıkarmaya çalışırken.
Burnuma şarap kokusu dolarken… Yanımdaki koltukta bir demet kırmızı gül, ‘Kalecik Karası’yla ıslanıyordu
Hayal meyal ‘Telefonu açar mısın tatlım?’ diyen sesini duydum yine. Bir el uzandı sesine; sustun. Son duyuşum oldu.
Her şey anlamını yitirirken, gecenin karanlığı gözlerime çörekleniyordu.
Ayaklarımda ölü bakan on göz. Ne bir ışık doluyor içlerine, ne bir gülümseme, ne kıkırdama, ne öfke, ne keder belirtisi... Ayaklarım da uymuş, ölü gözlerine… Sessiz, sakin ve kıpırtısız…
Kesilip, budanmış, kabukları soyulmuş, çıplak, ıslak ve bembeyaz kavaklar gibi bacaklarım. Upuzun, öylece… Gün be gün kurumaktalar.
Rehabilite ediliyorum. Uyduruluyorum kısaca. Uydurulmak ister misin? Ya da uymak…
Sorulmadan.
Beynimi boşaltmaya çalışıyorlar. Düşüncelerimi, düşlerimi, hayallerimi, sevgilerimi, öfkelerimi, kederlerimi azaltmaya, ya da çoğunu yok saymaya… Boşluğu, şekillendirme sayıyorlar durmadan. İnanmamı bekliyorlar.
Oysa sen varsın içlerinde. Sen varsın… Birlikte olduğumuz ilk gece var seninle. Evinde Vivaldi doluyordu kulaklarımıza… Tuhaf bir gerginlik içinde, uzun süre çiçeklerini sulamıştın; sonra papağanın çekirdeklerini temizlerken, birden sessizce sokularak, sarılmış ve boynunun omzunla birleştiği yerden öpmüştüm. Titremiştin... Yok saymamı istiyorlar. Tekerlekli sandalyeyle… Nasıl?
Vapurun en önünde, ayakta sarılarak beline, üzerimize esen rüzgârda, saçlarımızı savurmalar yok artık.
Merdivenlerde yaptığımız yarışlarda, ikişer üçer merdivenleri sıçrayarak çıkmalar da gittikçe uzaklaşıyorlar.
Dal gibi bedenini, en küçük fırsatta kucaklar, uçururdum. Uçardım ben de peşin sıra mutlulukla. Onlar da gidiyor uzaklara.
Bir de, patikaları çok seversin biliyorum. Ne zaman kırda yürüsek, küçücük, daracık bir patika görsen; yüzünde gülümseme koşa koşa gider, girerdin içine. Çocuklar gibi neşeyle döner dururdun. Yürürdün. Arkandan gelirdim. İzlerdim. Elini tutardım. Her zaman sıcacık, her zaman kadife…
Dans etmeye bayılırdın bir de. Hele valse… Kollarımda uçar giderdin kelebekler gibi, müziğin eşliğinde.
Ya müzik hareketliyse? Ter olup buhar olup uçacaksın, kaybolacaksın diye korkardım. Gözlerinde, yorgun, mutlu bir gülümseme, yanakların al al, ellerin yine kadife…
Sana komik gelecek belki; ama bu güne kadar futbol topuna bir kez bile vurmamış olmama hayıflanıyorum.
Basketbol oynamamış olmak, o denli üzmüyor beni… Şansımı zorlayacağım… Uydurulduğum noktalardan biri.
Çember çevirmelere özlemim olmayacak sanırım. Çemberler aşina… Dostlarım…
Kâbus dolu geceler, korku dolu düşlerim oldu. Uçup giden hayallerim… Karabasanlar gördüm. Eğilip bükülen duvarlar, açtıkça kapanan kapılar, dört bacaklı, çift başlı, elleri mızraklı ejderhalar gördüm. Gülümseyen…
Yanında, geceleri bir dikişte içer, bitirirdi zaman. Kaşla göz arasında uyur kalırdın kollarımda; sonra, ezan sesleri gelirdi uzaklardan. Dalar giderdim ben de. Odamıza gün ışığı dolmadan…
Gecelerin kasvetli, gecelerin dertli, gecelerin öldüresiye uzun olduğunu bilmiyordum ki. Bu denli… Şimdi biliyorum… Bilmediğin birçok şeyi de…
Eylemsel paylaşımlarımız, günlerimizi doldururdu seninle. Şimdi, düşünsel paylaşımlar içindeyim kendimle.
Kantarın topunu kaçırıyorum çok zaman. Ayaklarıma düşüyor. Tutamıyorum, duymuyorum da... Birileri tutuşturuyor yüreğimi. Yangınlar… İç yangınlarından uzak durmalıymışım. Uyduranlar böyle söylüyor.
Uzak durma! Kapat kapıyı. Gel yanıma. Kabukları soyulmuş, çıplak, ıslak ve bembeyaz
kavakları, kurumadan görmek ister misin? Ya da kör gözlerini ayaklarımın…
Yüzün limon sarısı, mimiklerinde içimi yakan, kavuran hüzünler birikirken; gözlerinde öbek öbek muson mevsimlerinin bulutları… Önce gözlerin ıslanıyor; sonra yanakların… Kim körüklüyor yüreğimin yangınlarını?
Söndürmeliyim. Uyduranlar görmeden.
Yarın büyük gün. İlk seferime çıkacağım tekerlekli sandalye üzerinde. Merdivenlerden uzak durmamı söylüyorlar. Bir de, patikalardan…
Dört tekerlekli sandalye… Uzayıp gidiyor patikalar, uzaklara, çok uzaklara ben olmadan… Dar patikalar, incecik uzayıp gidiyorlar. Kaf dağının ardındaki masal ülkesine…
Sığmaz ki tekerlekli sandalyeler patikalara.
Ya gözlerine…
Yüreğine…
Ahmet Taşcıoğlu