Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 113

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 591.772 Cevap: 1.812
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1121
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her
fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da
Sponsorlu Bağlantılar
ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma
fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını
huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından,
birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark
olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum
gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri
yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç
heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri
diğer ikisinden çok
daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına
kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark
göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve
kimse çözüm bulamıyordu.
Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç
haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı
isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan
hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi,
sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin
ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak
telin sığabileceği bir kanal kalp
hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul
değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır."
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1122
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Caresiz Sevda
kal; gelme dedin üzerime,
yoksay dedin beni yasamindan sil dedin de,
Sponsorlu Bağlantılar
silemedim seni silemedim o günlerdeki sevgiyi,
sigdiramadim bu gönüle baska bir sevgiliyi,
inanamadim halen. sensizligi ben taniyamadim....
evet bulamadim seni yasarken baskasini taniyamadim.
senin bir gününe yazik ederdi senden sonraki sevdalarim,
benim aklimda her zaman kalacak o eski sarkimmmm,
belki sahil kenari yada direksiyonda bulacak beni,
her aklima getirdiginde inlatecek kalbimi,,,
çaresiz sevdanin adini ögrendim,
kimligini bildim ama degistiremedim,
keske keske keske ben bu çaresiz aski haketmeseydim.
yoksun belki günümde,gülmüyorsun sevinçlerime,aglamiyorsun dertlerime,olmayacaksin eminde olsam son günümde son nefesimde,o nefes senin için soludu bu can senin için yasiyordu,kiymeti kalmadi tek derdi maratonu sonlandirmak artik sensiz ama seninle,elleri seni hissetmesede,kalbimle ruhumla tükenmek bilmezcesine....!!!!!

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1123
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Giderken, beni de götürür müsün?

“ Kimsin sen?..!”

diye bağırdı aynadaki yüzünü seyrederken. Saçları dağınık, gözleri ise ağlamaktan şişmiş ve hala nemliydi. Sorduğu soruya bir cevap beklermiş gibi baktı aynadaki aksine. Sessizlik onu daha da sinirlendirmişti sanki. Sigarasından bir nefes çekti. Parmakları titriyordu. Bir cevap gelmeyeceğini anladığında, ayakları onu daha fazla taşıyamadı ve yere çöktü.

Bir şeyler aradığını ispatlarcasına etrafa saçılmıştı, bütün albümler ve resimler. Tozlu fotoğrafların içinden sırıtan yüzler dalga geçer gibi ve anlamlı bir ifadeyle bakıyorlardı. Onlarla yüz yüze gelmemeye çalıştı. Yanında duran bira şişesine gitti eli. Boşalmıştı. İçindeki bir yudum sadece dudaklarına hafif bir ıslaklık vermeye yetmişti. Ne çabuk bitiyor bu meret, diyerek sinirle fırlattı şişeyi. Yeni bir tane almak için ayağa kalkmaya çalıştı, beceremedi. Seslenecek kimse yoktu yanında, sorusuna cevap verebilecek kimse olmadığı gibi. Tekrar resimlere daldı gözleri. Çocukluğunun masum ve endişesiz gülüşlerinde kaybolmak istedi. Kucağındaki oyuncaklarla ne kadar da güzel görünüyordu. Saçları lüle lüleydi. Mutlu görünüyordu...mutluydu. Yirmi yıl, evet, yirmi yıl aşkın zaman geçmişti üstünden. Ne saçlarında lülesi, ne de yüzündeki mutluluk ifadesi kalmıştı. Gözlerindeki zaten hiç kurumamış olan yaşlar, yeniden süzülmeye başladı. Kendini çaresiz, yorgun ve yalnız hissediyordu. Yanına oturduğu yatağın üstüne kapattı yüzünü. Bir elin omzunu tutup, onu kaldırmasını ve sarılmasını diledi. İmkansızı diledi yani. Uzun zamandır kimseye yüreğiyle beraber sarılmamıştı. İstemediğinden değil, istemişti..çok istemişti. Ama tek kişinin istemesi yeterli olmuyordu. Bu bir isyandı. Vakti çoktan gelmiş olan ama hep ertelenen bir isyan..! Bir yerlerde bir yanlış vardı ama nerde? Kimdi gerçekten? Aynadaki yüz ona ait değildi. Sorunlara, acılara hep direnmişti. Çoğu zaman kendini unutup başkalarına koşar, onların problemlerini çözmeye çalışırdı. Ya şimdi..? Kim kendini unutup ona koşuyordu? Telefonu bile çalmıyordu artık. Tam bunu düşündüğü anda, yanında bir yerlerde duran telefonun, sesini duyurmak istercesine çaldığını farketti. Kimseyle konuşacak durumda değildi ama belki duyacağı bir ses onu rahatlatabilirdi.

-Efendim?
-Selam, naber?
-İyi, ya sen?
-Sesin kötü geliyor, ne oldu?
-Yok bir şey, iyiyim.
-İyi değilsin,bir şey mi oldu?
-Evet yalan söyledim,iyi değilim ve kötüyüm. Şimdi
oldu mu?
-Sakin ol ve boşver. Her şey yoluna girer. Hadi dışarı
çık.Arkadaşlarla içeceğiz, iyi gelir.
-Kapatmak zorundayım, başka zaman.


Sinirle kapattı telefonu ve odanın bir ucuna fırlattı. Boşver! Ne demekti boşver ? Boşvermek bu kadar kolay mıydı? Laf olsun diye sorulan bütün sorulardan nefret ediyordu. Öyleyse, neyin var diye sormasın kimse. Ne çabuk unutmuştu dürüst olmanın aslında kaybetmek olduğunu. Bana lotodan milyarlar çıktı deseydi, iki dakika sonra evinin zili çalar, herkes ona sarılırdı. Ama milyarlar çıkmamıştı, kötüydü ve kendini kötü hisseden bir insanla kimse konuşmak istemiyordu. “Ben galiba enayiyim” diye düşündü. Birinin sesinin kötü çıktığını duyduğunda, ne oldu diye sormadan yanına giderdi. Uzun otobüs yolculukları bile yaptığı olmuştu. Evet, evet bir yerde bir yanlış vardı. Bütün gücünü toplayıp buzdolabına doğru yalpalayarak yürüdü. Birkaç denemeden sonra açabildi biranın kapağını. Odasına geri döndüğünde, yine aynı yere çöktü. Müzik sesi durmuştu, kaseti ters çevirdi. Çalan her şarkıda kendinden bir parça buluyordu. Sevmeyi özlediğini farketti. Özlediği onca şey içinde, en çok farkedilen buydu. Onca verdiği halde, insanlar aldıklarıyla çekip gidiyordu. Terkeden o oluyordu aslında. Çünkü verdiği kadarını alamıyordu. Verebileceği, yüreğinin bir köşesinde, el değmemiş güzel bir sevgi bıraktığını biliyordu. Ondan alınıp, onun verdiklerinin dışında bir şeyler kalmıştı. Artık korkuyordu. Onun gibi bir insan sevgiden nasıl korkabilirdi ama korkuyordu işte. Yatağın başucunda duran, çerçeve içindeki resimlere takıldı gözleri. Bir daha severse, sevilirse eğer, bir aile istiyordu. Annesi ve babası, düğün günlerindeki fotoğraflarında ne kadar da mutlu görünüyordu. Eğer bir gün o da bir anne olursa, çocukları bu aile ortamını hep yaşasın istiyordu. Babasını özlediğini düşündü. Çocukları babasını özlememeliydi. Anne olmak mı? “Heyy, annelik bana yakışır!” diye aklından geçirirken, tatlı bir gülümseyişin, o yaşlı gözlerine oturduğunu hissetti. Anne olmak? Çocukları seviyordu ama yine aynı cevap; tek kişinin istemesi yeterli olmuyor. Erkekler korkaktı onun gözünde. Sevilmekten korkuyorlardı, hatta sevmekten! Ne zaman, ne istediğini bilen bir adamla karşılaşacaktı? Hınzırca gülümsedi birasından bir yudum alırken, galiba asla, dercesine..

Kısa bir süre boşluğa dalıp gitti düşünceleri. Gözlerini kapatıp, ara sıra, hiç olmadık zamanlarda onu ziyaret eden hayalin, tekrar gelip ona ulaşmasını bekledi. Garip bir şeydi bu. Garip mi...belki ama çok da değil. Ona ait bir rüyanın içinde mi yoksa duyduğu bir konuşmada mı ya da okuduğu bir hikayenin arasında mı vardı, hiç bilemedi. Belki de gerçekti..Hiç olmadık bir zamanda gelir ve yanına otururdu. Önce saçlarını çözer ve okşardı. İçinin ısındığını ve garip bir haz duyduğunu hissederdi. Yüzünü çevirip bakmaya korkardı. Sanki her şey daha önce tasarlanmış ve konuşulmuş gibi sırayla ve olması gerektiği gibi gerçekleşirdi. Parmakları saçlarından boynuna doğru kayardı. Vücudunun titrediğini ve dirileştiğini inkar etmek isterdi her seferinde ama hiç bir işe yaramazdı. Hep aynı zamanda gözlerini kapatmasını isterdi. Nedenini sormadan hep kapatıyordu zaten. Yüzünü avuçlarının içine alarak kendi yüzüne doğru çevirirdi. Bir sıcaklık yayılırdı ve yüzünün onun elleri arasında ufalanıp gittiğini sanırdı. Gözlerini açsa, kim olduğunu görebilecekti ama o anın kaybolmasını istemedi asla. Öyle yavaş ve yumuşak dokunurdu ki, durduğu yerde bayılacakmış gibi olurdu. Nefesinin giderek yaklaştığını, çok hoş bir kokunun bir anda yüzünü kaplamasından anlardı. Bir şeyler söylemek isterdi ama hiçbir zaman konuşmasına izin vermezdi. Dudaklarına bir öpüş kondurduğunu, nefes alış verişlerinin hızlanmasından anlardı. Onun da teninde ateş gibi bir sıcaklık oluştuğunu hissederdi. Kendini bırakırdı, ne olacaksa olsun gibilerinden. Tam bu esnada birden dururdu. Ve hep aynı diyalog yaşanırdı:

-Ne oldu?
-Buraya kadar.
-Nasıl yani, burada bitemez ki.
-Ben senin hayalinim. Beni hayal ettin ve geldim. Ama
ne yapmam gerektiğini buraya kadar hayal etmiştin,
bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum.

Gözlerini açardı korkarak...belirsiz hatta kim olduğu anlaşılmayan bir yüz..yüzünü seçemezdi. Elleri ve vücudu vardı ama kim? Onu gerçekten kendisi mi çağırırdı yoksa kendi yarattığı bir hayal miydi..? Eğer öyleyse neden hiç devamını hayal etmiyordu?

-Gitme!
-Gitmek zorundayım. Bundan sonra ne yapacağımı
bilmiyorum, bilmiyo...bilmi...

Ses kaybolurdu. Evet, hayalinde böyle bir adam vardı ama onu gerçekten kendisi mi çağırıyordu, buna inanmalı mıydı.? Peki yeniden gelir miydi..bunu her seferinde sorardı. O gizem elbet bir yerlerde yaşıyordu ve onu o kadar içten ve yürekten çağırıyordu ki, her seferinde hiç zorlanmadan kendisini buluyordu. “ Biliyorum, bir yerlerde yaşamaya devam ediyor” diye düşündü. Yüzünün neye benzediğini bilmiyordu, Eğer yeniden gelirse, kokusundan ve dokunuşlarından tanıyacaktı onu. Belki bir yerlerde çağırılmayı bekliyordu..

“Nerdesin, nerede yaşıyorsun?” diye sordu sessizce. Gelmiyordu ne zamandır.

Ağlamayı kesti. Gülümsüyordu. Kimsin sen sorusu kendiliğinden cevabını bulmuştu. O bir gönül kadınıydı. Sevgi yoksa yaşaması zordu. Ayağa kalktı. Banyoya gidip, duşun altına girdi. Dakikalarca suyu kapatmadan ve gülümseyerek şarkılar söyledi. Saçlarını kuruladı, taradı ve topladı. Makyajını yaparken elleri titremiyordu. Siyah bir elbise giydi. Siyah, dekolte bir elbise. Siyah ona yakışıyordu. Müziğin sesini daha da açtı, gözleri parladı ve nihayet aynadaki yüz sorduğu soruya cevap verdi:

“İşte! Bu sensin...!”

Güzel görünüyordu, kendisini beğenmesine şaşırdı. Çok hoş bir şarkı çalıyordu, gözlerini kapattı ve seslendi:

“İşte buradayım ve sonuna kadar hayal ediyorum. Nerede yaşıyorsan gel. Tanıt bana artık kendini, bak hazırım! Ama önce şu soruma cevap ver;

Giderken, beni de götürür müsün?”
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
1 Ağustos 2007       Mesaj #1124
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Etrafta oynayan çocuklar görebilmek, duyguların henüz gelişmemiş tomurcuklarına ortak olmayı istemek ancak elini uzattığında çoktan o sahneyi geçmiş olduğunu fark etmek. İsyan etmeye çalışmak fakat tiyatro kapısındaki nöbetçilere takılmak...

Susamışlığın sınırlarını zorlayan kediciklerin sinercesine ağlamalarını duyan bir yaşlı annenin onlara ulaşacak gücü olmadığındaki boyun bükmesini yaşamak...

Yaratıkların çok yakınında olduğunu bilmek, arkandaki yoldaşlarının yavaşça, ensende hissettiğin nefeslerinin verdiği tuhaf bir cesaretten sonra, bir an yoldaşlarının da aslen insan kılığına girmiş birer mahluk olabileceği düşünce karmaşası anında güvensizlik duygusunun içindeki kayıp güven...

Sahtecilik oyunlarının en sahte bölümüne gelmişken yırtılan hayallerin umutsuzluğuyla bir an etrafına bakınmak, oyunu terk etmeyi istemek ancak kasaya olan borçları yüzünden ayağa kalkıp gidememek...

Hayatının her döneminde içinde gizli-gizli filizlenmiş bir armağan alma güdüsü gitgide büyürken, hediye niyetine uzatılan gerçeklerin aslen birer hiç, o hiçlerin ise koskocaman birer gerçek olduğunu anlamak...

Çok soğuk bir kompartımanda, hücrelerinin yavaş-yavaş ısı durumuna uyum gösterdiğini hissederken camdan baktığında güneşi görebilmek fakat sadece görebilmek. Isısını hissedememek...

Üzülmenin bile yüreğinin bir onur taşıdığını, onursuz hissetmenin bile onurunu görebilirken boynu dimdik gezen içi boş kıyafetlerin dehşetine kapılmışken onuruyla yürüyen birinin elbisesizliğine kırgınlaşmak...

Yüzlerce nokta görürken aralarından bir tane virgülün gözüne çarpması, ancak yaklaştığında virgülün kuyruğunun sadece renkleriyle aldatmaya çalışan, parlaklığıyla sahtekarlığını sofraya sunmaya hazırlanan bir kumaş parçası olduğunu fark etmenin, hem diş gıcırtısı eşliğinde hem de gülümseyerek, hiçbir şey yokmuş gibi devam etmeleri...

Gözlerini dumanın ve uykusuzluğun kızarmışlığına esir bırakmışken, uzaklarda, birkaç istasyon geride bıraktığı gençliğin özlenmişliğiyle yorgunluğun yıkılmalarını tadarken gördüğü narin bir ceylanın ihtişamıyla bir an geride bıraktığı istasyonlara döndüğünü sanıp heyecanlanırken trenin uzun bir tünele girmesi ve koca bir karanlık...

Çok güzel bir müzik sesinin ahengini ruhuna karıştırmış, elini yanağına koyup kulağı yavaşça, şefkatle okşayan notaların yırtılmış hayallerini tamir edebileceği umuduna kapılmayı bile göze almaya hazırlanırken tren raylarının gıcırdamasıyla beyninde kurmayı düşlediği hayallerin kayıp düşlerin hükümdarlıklarına bir yeni öğe olarak eklenmesi...

Bir trende olmak,
Nereye gittiğini bilmeden,
Hangi istasyonda o trene bindiğini ve daha kaç istasyon sonra ineceğini hatırlamadan,
O an kimsenin senin nerde olduğunu bilmediğinin az bulutlu hissizliklerini hissetmek,

Kayıp trenin penceresinden bakmak...
Mikropçuk_11 - avatarı
Mikropçuk_11
Ziyaretçi
1 Ağustos 2007       Mesaj #1125
Mikropçuk_11 - avatarı
Ziyaretçi
AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişah ve üç de oğlu varmış. Bunlar ülkelerinde mutlu bir hayat sürerlermiş.
Küçük oğlan bir gün köşkünde otururken, sokaktaki çeşmeden su almak için bir kocakarının geldiğini görmüş. Oğlan ninenin testisine küçük bir taş atmış ve testiyi kırmış. Nine bir şey söylemeden evine dönmüş. Bir testi daha alıp gene çeşmeye gelmiş. Oğlan bu sefer de bir taş atıp testiyi kırmış. Nine sessizce evine geri dönmüş.

Ertesi gün testi elinde gene çeşmeye gelmiş. Oğlan, ninenin geldiğini yukarıdan görüp hemen eline bir taş daha almış. Uygun bir anda atıp gene testiyi kırmış.
Nine başını kaldırmış:
-Hey oğul, bir şeycikler demem.. Dilerim Mevla’dan, ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olasın demiş, çekip gitmiş.

Oğlan da aradan birkaç gün geçince ninenin söylediğini kendine dert etmeye başlamış. Gerçekten ağlayan elma ile gülen almaya aşık olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış.
Çok geçmeden padişah, oğlunun hastalandığını işitmiş. Hekimler bir türlü derdini anlayamamışlar. Günlerden bir gün kente bir hekim gelmiş. Bakması için saraya çağırmışlar. Hekim:
-Bunun hastalığı sevdadan başka bir şey değil demiş.
Oğlan da en sonunda ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olduğunu babasına söylemiş.
Babası çok üzülmüş:
-Şimdi ne yapalım, oğlum? Biz onu nerede buluruz demiş
Oğlan:
-Ben gider onu bulurum.. Yeter ki siz izin verin diye cevap vermiş.
Padişah;
-Oğlum, bu hal ile nereye gideceksin? Onun kim olduğunu, nerede olduğunu bilmezsin. Vaz geç bu sevdadan. Dediyse de oğlan kanmamış.
-Mutlaka gidip bulacağım demiş.
Ağabeyleri de babalarına;
-Biz de onunla birlikte gideriz. Kardeşimizi yalnız bırakmaz, bu elmaları mutlaka buluruz demişler.
Bunlar yol hazırlığı yapmışlar. Üçü birlikte yola düşüp bilmedikleri ülkelere, kentlere doğru yürümeye başlamışlar.
Az gitmiş uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler... En sonunda bir çeşme başına gelmişler.
Çeşmenin taşının üzerinde bir yazı görmüşler.
Taşta şunlar yızılıymış:
“Karşıdaki üç yolun birine giden gelir,
birine giden ya gelir ya gelmez, öbürüne giden hiç gelmez”
Büyük oğlan;
-Giden gelir yola ben gideyim demiş.
Ortanca oğlan da;
-Giden ya gelir ya gelmez yola da ben gideyim demiş.
Giden gelmez yola gitme de küçük oğlana kalmış.
Büyük oğlan;
-Gittiğimiz yerden hangimiz önce gelirse, ötekilerin gelip gelmediğini nereden bilsin? demiş
Küçük oğlan ileri atılmış:
-Parmaklarımızdaki yüzükleri çıkarıp şu taşın altına koyalım. Kim önce gelirse taşı kaldırsın yüzüğünü alsın. Sonra gelen de kimin dönüp dönmediğini bilsin.
Böyle yapmışlar. Her biri istediği yola gitmiş.
Büyük oğlan “giden gelir” yoluna çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş; bilmediği bir ülkeye varmış. Orada, ‘Giren çıkandan bir şeyler öğrenirim’ umuduyla bir hamama girmiş. Hamamda tellak olarak çalışmaya başlamış.
Ortan oğlan “giden ya gelir ya gelmez” yoluna koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş... Günlerden bir gün bir ülkeye varmış. Orada bir kahveye girerek çalışmaya başlamış. Sonunda kahveci olup orada kalmış.
Küçük oğlan da “giden gelmez” yoluna düşmüş. O da az gitmiş, uz gitmiş. Çok uzun yollarda yürümüş. Otura kalka, gide gide bir gün bir çeşme başına gelmiş. Bakmış ki bir nine bu çeşmeden su dolduruyor. Oğlan yanına gitmiş...
—Nineciğim, beni bu akşam evinde konuk eder misin demiş.
Nine de;
—Ah oğul, benim bir evim var... Yattığım zaman ayaklarım dışarı çıkar. Ben kendim sığamıyorum, seni nerede konuk edeyim diye cevap vermiş.
Küçük oğlan yaşlı kadına bir avuç altın vermiş:
-Aman nine, ne olur bana yatacak bir yer bul deyince nine altınların hatırına;
-Gel oğul gel... Evim de var odam da.. Senden başka kimi konuk edeyim? Deyip, oğlanı evine götürmüş.
Evde biraz yemiş içmişler. Otururken oğlan sormuş:
-Aman nine, bir ağlayan elma ile gülen elma varmış... Nerededir onlar bilir misin?
Nine bunu duyar duymaz oğlana bir tokat vurmuş.
—Sus! Onların adını anmak yasaktır...
Bunun üzerine oğlan çıkarmış bir avuç altın daha vermiş. Nine sevinerek;
-Oğlum, yarın kalkarsın, şu karşıki dağa giderisin. Oraya bir çoban gelir. O çoban, ağlayan elma ile gülen elmanın olduğu sarayın çobanıdır. Onun gönlünün yapıp saraya girebilirsen elmaları orada bulursun. Ama elmaları aldıktan sonra doğruca benim yanıma gelesin demiş.
Oğlan da sabahleyin kalkmış. Kadının tarif ettiği dağa gitmiş. Bakmış ki orada bir çoban koyun otlatıyor. Gidip çobana selam vermiş... Oturup konuşmaya başlamışlar. Sonra oğlan ağlayan elma ile gülen elmayı çobana söylemiş.
Çoban da tıpkı yaşlı kadının yaptığı gibi bu sözü işittiği anda oğlana bir tokat vurmuş. Tokatı yiyen oğlanın aklı başından gitmiş.
—Aman çoban kardeş bana neden vurdun? Deyince çoban yeniden üstüne yürümüş.
—Sus daha konuşuyorsun, öyle mi? Diye bir tokat daha vurmuş.
—Onun lafı burada yasaktır, demiş.
Oğlan çobana yalvarmış yakarmış, bir avuç altın vermiş... Çoban altınları görünce yumuşamış.
Oğlana demiş ki:
-Ben şimdi bir koyun keserim. Onun derisini tulum çıkarırım. O tulumun içine girersin. Akşamüzeri ben koyunları sürüp saraya giderken sen de koyunların içinde saraya girersin. Çünkü saraya girerken koyunları sayarlar. Sen de koyun gibi yürüyüp kendini bildirmeyerek sürüyle birlikte içeri girersin. Geceleyin, herkes uyuyunca, en yukarı kata çıkar sessizce sağ taraftaki odaya girersin. Padişahın kızı yatakta yatar, elmaları da rafta durur. Onları, uyandırmadan alabilirsen alırsın... Eğer kız uyanırsa bağırır... Seni yakalarlarsa iş fena olur.
Çoban bunları söyledikten sonra kalkmış bir koyun kesmiş. Koyunun tulum gibi çıkardığı derisine oğlanı sokmuş. Koyunların içine katarak doğruca saraya gitmiş. Nöbetçiler koyunları saraydan içeri girerken saymışlar. Oğlan da sürüyle birlikte içeri girmiş.
Gece olmuş, herkes uyumuş. Saat dörde beşe gelirken oğlan tulumdan çıkmış. Yavaş yavaş en yukarı kata gidip çobanın söylediği odayı bulmuş. Açıp bakmış ki orta yerde bir yatak, içinde de ayın on dördü gibi güzel bir kız yatıyor... Oğlan ona bakarken, raf üzerinde bulunan elmaların biri kahkaha ile gülmeye diğeri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Bunları işiten oğlan hemen kapıyı kapadığı gibi kaçmış, doğruca koyunların yanına gitmiş.
Elmaların gürültüsüne yatakta yatan kız uyanmış. Bakmış ki kimsecikler yok. Odanın dışına çıkmış, öteye bakmış, beriye bakmış... Kimseyi bulamayınca içeri girmiş:
-Sizi gidi yalancılar sizi... Beni aldattınız. Diyerek elmalara kızmış. Yeniden yatağa yatmış.
Aradan kısa bir süre geçince kız tekrar uyumuş. Oğlan da bir daha yukarı çıkmış.
Yavaş yavaş odanın kapısını açmış, içeri girmiş. Elmalara doğru bir iki adım atmış. Bu sırada yeniden elmaların biri gülmeye, biri ağlamaya başlamış. Oğlan korkusundan gene kaçmış. Kız uyanmış, bakmış ki kimsecikler yok...
—Hay gidi edepsizler hay. İkidir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Gene bir şey yaparsanız sizi döverim, demiş ve yeniden yatmış.
Kız uyuyunca oğlan gene gelmiş, kapıyı açıp elmaların yanına yaklaşmış. Elini uzatıp raftan alayım derken elmalar gene gülüp ağlamaya başlamış ve oğlan gene korkup kaçmış. Kız uyanıp bakmış ki kimsecikler yok:
-Sizi gidi arsızlar sizi. Bu gece deli mi oldunuz? Üç keredir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Bu nasıl iş? Deyip, bir tokat birine, bir tokat ta ötekine vurmuş. Sonra yeniden yatağına girip yatmış.
Aradan epeyce vakit geçmiş. Oğlan gene odaya girmiş ve rafa yaklaşmış. Elmanın birini eline almış... Bakmış ki ses yok... Öbürünü de alıp dışarı çıkarmış. Doğruca koyunların arasına gidip tulumun içine girmiş. Meğer elmalar kıza, kendilerine kızdığı için darılmışlar, bu yüzden ses çıkarmazlarmış.
Sabah olmuş... Çoban koyunları saraydan çıkarmış ve dağa doğru gitmiş.

Oğlan, saraydan uzaklaşınca kimsenin olmadığı bir yerde tulumdan çıkmış. Çobana bir avuç altın daha vermiş.
—Allaha ısmarladık, deyip doğru ninenin evine gelmiş. Nine oğlanı görünce hemen bir leğenin içine biraz su koymuş. Bir tavuk keserek kanını suya akıtmış. Suyun içine bir tahta koyup oğlanı tahtanın üstüne oturtmuş.
Kız sabah olup da uykudan uyanınca, aşağı bakmış, yukarı bakmış ki rafta elmalar yok.
—Eyvah! Bu gece elmalarım çalındı. Onlar beni üç kere uyandırdılar ama ben anlayamadım; meğerse hırsız gelmiş diye ağlamaya başlamış.
Padişah bunu duyunca sarayın kapılarını kapattırmış. Hatta şehrin etrafındaki kalenin kapılarını da kapatarak gireni çıkanı sıkı sıkı arattırmış.

Şehrin içini de aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Falcılar fal bakmışlar. Sonunda görmüşler ki elmaları alan kanlı bir denizde gemiyle gidiyor.
—Padişahım, demişler;
-Bu adam çok uzaklara gitmiş. Bu kanlı deniz nerededir bilemeyiz...
Sonunda bu elmaları aramaktan vazgeçmişler artık. Kalenin kapıları eskiden olduğu gibi açılmış. Oğlan nineye biraz daha altın verdikten sonra
-Eyvallah deyip oradan çıkmış.
Geldiği yoldan dönmeye başlamış. Gide gide bir gün, ağabeyleriyle ayrıldığı çeşme başına gelmiş. Yüzüklerini koydukları taşı kaldırıp bakmış ki hiçbiri gelmemiş. Kendi yüzüğünü almış ve küçük ağabeyinin gittiği yola gitmiş.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Bir gün bilmediği bir ülkeye varmış. Yolunun üstündeki bir kahveye girmiş. Yorgunluk çıkarmak için kahve çubuk içmiş. Bakmış ki ağabeyi orada kahvecilik ediyor.
Yaklaşmış yanına, ama kahveci olan ağabeyi onu tanımamış. Bir ara oğlan ağabeyini yanına çağırmış. Söz arasında:
-Sen nerelisin? Filan derken, ağabeyi anlamış ki kendisiyle konuşan kardeşidir. Sonra birlikte kalkmışlar geri dönmek için yola koyulmuşlar. Şurası burası derken gene o çeşmeye gelmişler. Taşı kaldırıp bakmışlar ki, ağabeyleri gelmemiş. Ortanca oğlan da yüzüğünü almış. Ağabeylerini aramak amacıyla onun gittiği yola gitmişler.
—Kardeşim, bunlar biraz bizde dursun, sonra gene sana veririz, demişler.
O da;
-Pekiyi deyip vermiş.
Sonra bu iki ağabey birbirlerine;
-Biz bunu öldürelim; şu elmaların biri sende biri bende kalsın demişler.
Yol üzerinde bir kahveye rast gelmişler. O kahvenin bahçesinde biraz oturup yemek yiyelim demişler. Kahveciden bir hasır istemişler, kahveci de hemen getirmiş.
Bahçede ağzı açık bir kuyu varmış. Hasırı o kuyunun üstüne yaymışlar. Küçük oğlan kuyuyu görmemiş... Hasırın üstüne oturduğu gibi kendisini kuyunun dibinde bulmuş. Ağabeyleri biraz oturmuşlar. Yemek yiyip karınlarını doyurmuşlar. Kahve, tütün içmişler. Az sonra gene yola düşüp ülkelerine doğru gitmişler.
Kuyuda su olmadığı için, aşağıya düşen oğlan ölmemiş, ama bayılıp kalmış. Ağabeyleri ülkelerine varmışlar.
Babaları küçük kardeşlerinin nerede olduğunu sormuş. Onlar da;
-Biz gittik, ağlayan elma ile gülen elmayı bulup getirdik. O, bir giden gelmez yola gitmişti, bir daha gelmedi, demişler. Babaları da üzülmüş, ağlamışsa da;
-Elbet gelir diyerek kendini avutmuş.
Onlar babalarının yanında oturmada olsun, biraz sonra, kuyuya düşen oğlanın aklı başına gelmiş. Kuyunun içinde yukarıya doğru bağırmaya başlamış.
O sırada kahveci bahçede gezerken bir de bakmış ki kuyudan bir ses geliyor. En sonra kuyuya bir adam sarkıtmışlar ve oğlanı çıkarmışlar.
—Sen buraya nasıl düştün diye sorunca oğlan da başına gelenleri bir bir anlatmış. Sonra kalkıp kendi ülkesine gitmiş. Ama babasının sarayına gitmemiş. Başına bir işkembe geçirmiş ve keloğlan kılığına girerek bir kalaycı dükkânına girmiş. Orada çırak olarak çalışmaya başlamış.
Gel zaman git zaman, herkes kendi hayatını yaşamaya devam etmiş... Ama ağlayan elma ile gülen elmanın sahibi olan kız çok büyük üzüntü içindeymiş. Kızın padişah babası bin taneli bir tespih yaptırmış ve adamlarına vermiş.
—Bu tespihi alın, ülke ülke gezin. Kim başına geleni anlatarak bu tespihi bitirinceye kadar çekebilirse bu elmaları o almıştır... Onu tutup bana getirin, demiş.
Adamlar tespihi almışlar. Çeşitli ülkelere gitmişler. Gezmişler, dolaşmışlar ama kimse o tespihi çekememiş. En sonunda bu elmaları çalan oğlanın ülkesine gelmişler. Tam o kalaycının önünden geçerlerken, oğlan ustasına;
-Usta, ben başıma gelenleri anlatırken bu tespihi çekerim, demiş.
Ustası adamlara haber vermiş. Onlar da tespihi getirmişler:
-Haydi bakalım, hem anlat hem de çek demişler.
Oğlan o zaman;
-Ben bunu çekerim ama buranın padişahının yanında çekerim demiş.
Oradan oğlanı alıp padişahın yanına getirmişler. Olan biteni padişaha anlatmışlar.
Oğlan oturmuş, başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu arada tespihi çekmeye de başlamış. Tam kardeşlerinin onu kuyuya attıklarını söylediği sırada tespih bitmiş.
Padişah da bu oğlanın kendi küçük oğlu olduğunu anlayıp, hemen kalkmış onun boynuna sarılmış.
—Vah oğulcuğum, senin başına bunca işler gelmiş de benim haberim olmamış diyerek ağlamaya başlamış.
Adamlar oğlanı alıp öteki padişaha götürmek istemişler. Ama önce elmaları alan iki büyük oğlanın cellât elinde cezaları verilmiş. Sonra da küçük oğlanı elmalarla beraber öteki padişahın ülkesine göndermişler.
Az gitmişler, uz gitmişler... Gide gide bir gün gene, elmaların çalındığı ülkeye ulaşıp, bu oğlanı padişahın yanına götürmüşler. Padişah oğlanı görür görmez ona kanı kaynamış. O tespihi bir de kendi önünde çekmesini istemiş.
Oğlan gene tespihi alıp başına gelenleri baştan sona kadar anlatmış ve tespihi de çekmiş.
Padişah;
-Oğlum, sen bu elmaları âşık olduğun için çaldın.
Ama benim kızım da bunlara âşıktır. Gel, kızımı sana vereyim, ikiniz de bu elmalardan ayrılmayın demiş.
Oğlan da:
-Baş üstüne deyip padişahın söylediğini kabul etmiş.
Küçük oğlanla kız evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
1 Ağustos 2007       Mesaj #1126
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Vaktiyle, görkemli bir malikanede yaşayan, yaşlı, çok zengin bir adam varmış.

Malikane, gözalıcı güzellikte güllerin yetiştiği bir bahçenin içinde yer alıyormuş.

Bu yaşlı zenginin evine, her hafta belli bir gün, orta yaşlı, tatlı dilli bir bohçacı kadın gelir ve yepyeni birbirinden güzel, pahalı kumaşlarını önce adama sonra çalışanlarına sunarmış...

Bir gün yine Malikane'ye gelmiş kadın yeni kumaşlarıyla, bekleme salonuna almışlar onu...

Yaşlı, zengin ev sahibi biraz gecikince sıkılmış kadın ve duvarlarda asılı fotoğrafları incelemeye koyulmuş.

Adam gelince "Beyim"demiş, "gençlik fotoğraflarınıza bakarken düşündüm de, çok ama çok yakışıklıymışsın. Mal mülk para desen, malum. Eee pek iyi de bir adamsın tanıdığım kadarıyla, o zaman niye hiç evlenip aile kurmadın be beyim?"

Adam gülümsemiş ve "madem garibine gitti, anlatayım" demiş. "Ama önce gül bahçesine çık ve bahçemin en güzel ama en güzel gülünü getir,"demiş. "Ama kapıya giderken seç, eve geri dönerken değil!"

Kadın şaşırarak "peki" demiş ve çıkmış bahçeye...

O büyüleyici güllerin arasında ilerlerken bir türlü karar veremiyormuş. "Şu güzel, bu güzel, yok yok belki ileride daha güzeli vardır" diye... Fakat bir bakmış ki bahçe kapısına gelmiş ve duvar dibinde gölgede kalmış bir kaç çelimsiz gülden başka gül yok?!

Ne yapsın dönerken seçemeyeceği için ve o güller de güzel olmadığı için eli boş dönmüş.

Adam "Hani en güzel gül?" diye sorunca anlatmış durumu...

Yaşlı zengin demiş ki:
"Anladın mı şimdi benim tüm hayatım boyunca niye evlenemediğimi?

Doyumsuz olmasaydın eğer daha güzeli, daha iyisi, bunun rengi, bunun dikeni diye... Ve sarılsaydın dört elle sevdiğini, beğendiğini hissettiğin o güzelim güllerden birine, ellerin bomboş olmazdı benim gibi yolun sonuna geldiğinde..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ağustos 2007       Mesaj #1127
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve Sevgi

AŞK bir yıl sürer
SEVGİ bir ömür

AŞK gözünde büyütür
SEVGİ razı olur

AŞK aldatır
SEVGİ ikna eder

AŞK (aşık) kıskanır
SEVGİ (sevgili) güvenir

AŞK seni de onu da ikiye böler
SEVGİ ikinizi bir eder

AŞK zehir gibidir
SEVGİ ilaç

AŞK ay gibidir hep bir karanlık yüzü var senden gizlenen
SEVGİ güneş gibidir hep sana bakar içini ısıtır

AŞK gider (isteyince)
SEVGİ kalır (isteyerek)

AŞK çeker, ezer, cesaret kırar
SEVGİ iter, teşvik eder, yüreklendirir.

AŞK ise; o senin için hedeftir
SEVGİ ise; ikiniz de aynı hedefe koşan oklarsınız.



Gül Ozan

Bu şiirin hikayesi:

ister inanın ister inanmayın
dolmuşta yazdım
nereden esinlendim bilmiyorum
ama zincirleme döküldü
ben de mecburen cep telefonuma kaydettim
:-)
şiir gibi değil biliyorum
ama hep kafiye mi arayalım?
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
2 Ağustos 2007       Mesaj #1128
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Satırlarımı son kez yüreğine eğip sana yazıyorum. Yoksun işte. Cümlelerim bile değişti sensizliğin vurgun saatlerinde. Herşey anlamsız, herşey kapkaranlık. Seninle gülümseyen satırlarım bak şimdi yokluğunda karamsarılığa büründü "Hayatımın hiç bir karesinde sevgi olmamıştı. Sevgi zannetmiştim yalanları, umut zannetmiştim karanlıkları. Hep severken terkedildim, hep gülümserken acıya yenildim. Belki de sevilmeyi haketmedim ben. Belki de hiçbir zaman sevginin sofrasında gülüşlerimle nefes alamayacağım."

Sensizliğin vurduğu dalgaların arasında ılık nefesini bekliyorum. Telefonlarım hala sessiz, yüreğim ise sensiz. Bıraktığın yerdeyim. Çok mu senden istediklerim ? Çok mu seni uzaklarda bekleyip bir yudum nefesini beklemelerim çok mu ? Haklısın. Ben sevgiyi hiç haketmedim..Hiçbir zaman da haketmeyeceğim.

Şimdi bu yazıyı okuyupta çok karamsarsın deme bana. Sensizlikte çektiğim acıları bilemezsin. Sanma senin yokluğundan kanayan yaralarımın sancı değil çektiklerim. Dört duvar yalnızlığı arasında nefes alan yüreğimin çığlıklarıdır hissediklerim. Hani senin düşlerinde gökyüzüne kanatlanmayı öğretecektin bana ? Hani gözlerimin renginden gökyüzünü " mutluluğa " boyamayı öğretecektin ? Şimdi yalnızlığa demlenmiş yokluğunla başbaşayım. Sevgiyi haketmeyen yüreğimle sesinden gelecek ılık rüzgarları bekliyorum odamda. Yokluğun kanıyor içimde, yetimliğin ağlıyor gözbebeklerimde....

Birkaç gün sonra doğum günüm. Haklısın dünyanın en mutlu insanı benim. Yanılıyorsun, dört duvar yalnızlığında üşüyorum. Artık dışarıya bile çıkmıyor. Herşey seni hatırlatıyor. Dört duvar yalnızlığında yokluğunu soluyorum. Çok mu istediklerim senden ? Çok mu sana dair beklentilerim....?

Düşlerinde ellerini tutmaktan öte ne istedim senden. Karanlıklarıma bir avuç güneşinle gelmeni, gecenin avuçlarında uyumaktansa avuç içlerinin arasına kıvrılıp bir cocuk gibi senin yanında gülümsemeyi istedim hep. Gelmeyeceğini bile bile bir yudum sevgini diledim. Çok mu istediklerim ? Artık kelimeler anlamsız, çaresizliğim ise yapayalnız. Şimdi beni bıraktığın yerde hala seni bekliyorum. Çok şey istemiyorum senden. Yüreğime yüreğinle dokunmak, ılık nefesinden düşüp gülüşlerinden avuçlarına yuvarlanmak..Sadece gözlerinde demlenmiş umutları sesinden duymak, kirpiklerinde ıslanmış gözyaşlarınla kanayan yokluğunu yıkamak. Söyle hadi senden istediklerim çok mu sevgili ?

Senden hiçbir zaman yollarıma serilecek bir ömür istemedim. Ya da duygularıma sunulacak bir beden diledim senden. Asla senin yüreğinde bir yudum sevgi damlası istedim. Dilinde ıslanan bir kelime, iki dudağından havaya kanatlanmış bir nefes olmayı diledim ben. Biliyorum hiçbir zaman ellerimiz birbirini tutmayacak. Yüreklerimiz hep hasretin avuçlarında " imkansızlığı " yaşayacak. Lakin karanlıkların içindeyim. Ne olur nefesinden bir yudum " hayat "yolla. Seni soluyayım havayı solur gibi. Zifiri gecenin içinde kaybolmak üzereyim. Yokluğun kanarken ne olur bir avuç güneşinle karanlıklarıma gel. Karanlıkların içinde sonbaharda solan bir yaprak gibi düşmek istemiyorum kuru toprağa. Anla sevgili; gözlerinde saklı aydınlığına ihtiyacım var benim..


Eğer gelmeyeceksen sevgili ; bırak tövbeleri yarım kalmış günahlarını ser bedenime. Sevgiyi haketmeyen kalbim bari bir işe yarayıp küllerimden yalnızlık gülleri yeşersin yalnızlığın gölgelerinde. Bir yudum sevginle düşlerime gelmeyeceksen; bırak ta sensizliğin içinde avuç içlerinden kanatlanayım sonsuzluğun satırlarına. Bir avuç güneşinle karanlıklarımı ezmeyeceksen; bırak dilinde ıslanacak son dua, gözbebeklerinde akan son damla olup toprağa ben sarılayım. Ben ellerimi uzattım yüreğine; nefesinden ya yokluğunu yolla yalnızlığa sarılayım ya da gözlerini yolla delice yüreğine soluyayım..

" Karanlıklarıma yokluğunun hançerinin düşmesine izin verme; gözlerinde saklı bir avuç güneşle gel yalnızlığın gölgelerine. "


İsmail Sarıgene
jöly - avatarı
jöly
Ziyaretçi
2 Ağustos 2007       Mesaj #1129
jöly - avatarı
Ziyaretçi
Melek Öğretmen Bülent Eraslan
Keşan Anadolu Lisesi'nde göreve başladığım yıl tanımıştım Kudret'i. Beşinci sınıftan sonra sınavı kazanmış hazırlık sınıfına başlamıştı. Dikkat çekecek kadar uzun ve sarı saçları ile deniz mavisi gözlerinin meydana getirdiği uyum onu özenilerek yapılmış oyuncuk bebeklere benzetmişti. Canlı ve sevimli hareketleri ile tüm öğretmenlerinin ilgi odağı olmuştu adeta. Tüm öğrencilerimi çok seviyordum; ama onun yeri daha farklıydı sanki. Çalışkanlığı ve zekasıyla da bunu hak ediyordu üstelik.

Keşan'a Elazığ'ın Palu ilçesinden gelmişlerdi. Ailesi pek anlatmak istemiyordu ama sanırım kan davası veya terör nedeni ile topraklarını terk etmişlerdi. Annesi hem okumayı yazmayı bilmiyor, hem de Türkçe?yi konuşmakta zorlanıyordu. Babası ise ilkokul mezunuydu. Ayçiçeği tarlalarında balyacılık yapıyor, orada işler bitince de Keşan?ınhemen her gün açık bulunan pazarının kuytu bir köşesinde bulabildiği sebze veya meyveleri satıyordu. Kendileriyle barışık insanlardı. Ama her zaman çekingenlik ve tedirginlik hissediliyordu babasının bakışlarından. Zor günler yaşadıkları belli oluyordu. Birer yaş arayla doğmuş üç kardeşin en büyüğüydü. Bir oğlan bir kız kardeşi vardı Kudret'in. İkisi de okuyordu.

İkisi de ablalarının aksine esmer ve zeytin gibi gözlere sahiptiler. "Seni hastanede karıştırmışlar." dediğimde bana kızar: "Ben anneme benzemişim kardeşlerim babama benzemişler."derdi.

Gerçekten de annesi İnci Hanım'a benziyordu Kudret, diğerleri de babalarına. Dört yıl boyunca beraberdik onunla. Ailesiyle aile dostu olmuştuk adeta. Benim Malatyalı olmam nedeni ile beni hemşehri olarak görüyor, ayrı bir yakınlık duyuyorlardı. Sevinçlerini ve kederlerini paylaşıyorduk zaman zaman. Sıkıntılarında yardımcı olmaya çalışıyordum. Babası Kudret'ten çok şeyler bekliyordu. Öğretmenleri onun başarılarını ve zekasını övdükçe daha da ümitleniyor geleceğine bir yatırım olarak görüyordu kızını. Diğer kardeşleri pek ümit vermiyordu ona göre.

"Diğerlerini bilmem ama bize baksa baksa Kudret bakar, bizi darda komaz ." derdi çoğu zaman. Diğer kardeşlere belli etmemeye çalışırdı ama bu kızına daha çok güvenirdi. İnci Hanım da sanırım aynı şeyi düşünürdü. Kudret çok istese de ev işlerinden uzak tutmaya çalışır, ona daha fazla ders çalışma imkanı tanımak için gayret gösterirdi. Kızına bakışında farklı bir gurur ve güven sezerdim. Çok konuşmazdı İnci Hanım, duygularını bakışlarıyla anlatırdı.

Sınav sonuçları açıklandığında ev bayram yerine dönmüştü adeta. Kudret, Edirne Anadolu Öğretmen Lisesi sınavını çok iyi bir dereceyle kazanmıştı. Her zaman sevdiği ve olmak istediği öğretmenlik mesleğine kocaman bir adım atmıştı. Çok seviniyordu. Zaman zaman dersler konusunda kendisine yardımcı olduğum için bana teşekkürler ediyordu. Ben de çok sevinçliydim. Onun gibi zeki ve çalışkan kişinin öğretmenlik mesleğini seçmesinden dolayı da mesleğim adına onur duyuyordum. Öğretmen olmak için bu mesleği seçenler çok fazla değildi çünkü.

Onun Anadolu Öğretmen Lisesi'ne yerleştiği sene benim de Zonguldak'a tayinim çıkmıştı. Ailesiyle de kendisiyle de sık sık haberleşiyorduk. Kudret bana okuldaki başarılarından , katıldığı tüm sosyal çalışmalara kadar yaptıklarını anlatıyordu. Yarışmalardaki başarılarının sevincini de paylaşıyordu
benimle. Ailesiyle de zaman zaman ona duyulan sevgiyi ve güveni paylaşıyorduk. Sınıf öğretmeni olmak istiyordu. Çünkü kendisini beş yıl eğiten öğretmeni onu çok etkilemişti. "Belki Türkçe öğretmeni olmayı da düşünürüm öğretmenim, sizi de çok seviyorum." diyordu zaman zaman beni üzmemek için. Biliyordum ki o, sınıf öğretmeni olmayı çok istiyordu.

Öğretmenlik hayatımın en güzel yıllarını yaşadığım Keşan'daki dostlarımızı hiç unutamamıştık. Her yaz bir hafta veya on günlük ziyaretler yapıyorduk ailece, hasret gideriyorduk. Kudreti? de o zamanlar görebiliyordum. Artık o bir genç kızdı. Gerçekten çok güzel bir genç kızdı. Yaşına göre daha olgun, düşünen, ifade edebilen bir hanımefendi olmuştu artık. Son gördüğümde üniversite telaşı başlamıştı. Son sınıftaydı ve Eğitim Fakültesini kazanmayı, öğretmen olmayı çok istiyordu.Bana günlüğünü gösterdiğinde çok mutlu olmuştum. Hazırlık sınıfında kendisine yıllık ödev olarak verdiğim, günlük tutma ödevini hiç aksatmamış, yıllarca sürdürmüştü. Yaşadıklarının, duyduklarının, düşündüklerinin saklandığı güzel bir hazinesi vardı artık. Yıllar sonra sığınabileceği güzel bir liman hazırlamıştı kendine.

Derslerimin ve işlerimin yoğunluğu nedeni ile yeterince ilgilenemez olmuştum Kudret'le, haberleşmelerimiz daha seyrekleşmişti sanki. Üniversite sınavlarına hazırlanmanın yoğunluğuna veriyordum bu seyrekleşmeyi. Sene başındaki yoğun haberleşme sene sonuna doğru iyice azalmıştı. Nasıl olsa gideceğimgörürüm düşüncesiyle iyice ihmal etmiştim Kudret'i. O da bana yazmıyordu.Nedeni ne olursa olsun, kısa süreli bir kopukluk olmuştu aramızda işte.

Okulların kapanmasına çok az bir süre kalmıştı. Bir yandan yazılılar, bir yandan not teslimi için yoğun çalışmalar devam ediyordu. Eşimin okulu aramasıyla işlerden kaldırdım başımı. Evi aradım. Eşim eve gelmemi istedi. Nedenini sordum söylemedi. Kötü bir haber alacak insanların ürkekliği ve heyecanı içerisinde eve ulaştığımda korkunç haber beynime mermi çekirdeği gibi saplandı. Kudret ölmüştü.

Şaşırdım, sendeledim, kötü bir şaka olduğunu düşündüm. Hiç biri değildi. O umut bağlanan güzeller güzeli kız ölmüştü. On gün önce burun kanamasıyla varlığı anlaşılan kan kanseri canım kızımı idealleriyle birlikte bu dünyadan almıştı.

Cenazesine yetişemedim. Geç kalmıştım. Yıkılan anneye babaya söyleyecek hiçbir sözüm kalmamıştı. Ben teselliye muhtaçtım. Bu acı ölüm beni çok sarstı. Asıl acıyı hatıra defterini bana uzattıklarında yaşamıştım. "İşte ödevim, öğretmenime teslim edin." demiş son sözünde... O defteri asla okuyamadım. Ama hep sakladım, öğretmenliğimin en acı ve en güzel anısı olarak.

Düşünüyorum da her yıl binlerce on binlerce çocuk ölüyor çeşitli nedenlerle, cennette onlara da anne şefkati gösterecek öğretmenler gerek... Onlara da bir Kudret öğretmen, bir melek öğretmen gerek...
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
2 Ağustos 2007       Mesaj #1130
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Bir Hayat: Tenorio Baba, siz hiç deniz kızlarının şarkısını işittiniz mi?
Tenorio Baba, piposunu kıyıya çekilmiş eski sandalın bordasına vurdu. Sayısız hatıralarla yüklü başını eğdi ve düşünmeye başladı.
Mehtap, oturduğumuz takanın üzerinde Tenorio Baba'nın enginlerin güneşiyle yanmış yüzünü aydınlatıyor, beyaz kumsalın fonunda ihtiyar balıkçının zayıf ve uzun silueti büsbütün ortaya çıkıyordu.
Tenorio Baba'nın açık gömleğinden göğsüne değen beyaz sakalına baktıkça, kendimi efsanevi bir velinin karşısında zannediyordum.
Her gün kapısının önünde, burnunun ucuna düşmüş gözlükleri ve kulaklarına kadar geçmiş beresiyle, öksüre tıksıra kitap okuyan ihtiyarcıktan o kadar farklıydı ki şu anda...
Eski deniz kurdu, artık emekliye çıkmıştı. Yemyeşil ağaçları, serseri yelkenleri, aşk şarkıları ve neşeli evleriyle ışık dolu Ponta - Evela'ya karşı, mahzun bir filozof kayıtsızlığıyla yaşıyordu.
- Elbette işittim, diye söze başladı. Tam yedi taneydiler. Böyle bir geceydi. Teker teker suyun yüzüne çıktıklarını görmüştüm. Çocuk sayılacak bir yaştaydım. Balık avından dönüyordum. Ayın ışıklarıyla yıkanan deniz, bir göl kadar sakindi.
Birincisinin elinde bir gül demeti vardı ve şarkı söylüyordu. Ah bu deniz kızları ne kadar güzel şarkı söylerler.
"Ben Hülya'yım. Bana gel; yaşaman için sana yardım edeceğim; hayatı tatlılaştıracağım" diyordu.
Fakat o anda melekler gibi kanatları, zümrüt gibi yeşil gözleri olan ikincisi; şarkıya şunları ilave etmişti:
"Bana gel, ben Aşk'ım. O sana hülyayı vaat ediyor. Fakat hayal kurmanın asıl manasını sana veremeyecektir. Onun için aşık ol..."
Üçüncüsü:
"Ümit et, dedi, ben Ümit'im. Hayal kurmadan ve aşık olmadan önce beni dinle. Bensiz hülya ve aşk neye yarar ki? Sana söyleyecek ne güzel şeylerim var benim."
Üçü de:
"Zafer'e bak, Zafer'e..." diye koro halinde şarkıya devam ettiler.
Zafer, güzel beyaz kollarında bir taç taşıyordu. Sesi baş döndürecek kadar büyülüydü.
Beşincisi ise şarkı söylememiş, sadece gülümsemişti. Avuçları altın ve mücevherle doluydu. Taşıdığı servet, ay ışığında parıl parıl parlıyordu. Kendisi esmer ve güzel gözleri gece gibi siyah ve derindi.
"Ben Servet'im, diyordu. Senin gerçek ve tek dostun. Benimle Hayal'e, Aşk'a, Ümit'e ve Zafer'e sahip olabilirsin. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar seveceğim. Sütunları, incilerden, mercanlardan yapılmış saraylar vereceğim sana sevgilim. Hasretle seyrettiğin ötekilerin hepsi, birer köpükten ibaret yalanlardır. Onların hepsi yalandır, yalan..."
O sırada birden gözlerim kamaştı. Sevimli ve vakur Saadet yükseliyor, tatlı sesiyle:
"Sana arılar vereceğim
Koyunlar vereceğim sana,
Ağaçlar, ballar vereceğim."
Diyordu.
Servet gülerek:
"Bu da sadece köpük" dedi.
Ben kendimi deniz kızlarının şarkısına kaptırmıştım. Nihayet bir kamelya kadar beyaz olan yedincisi gözüktü. Bütün arkadaşları onun geniş kanatları altında toplandılar. O öyle bir kahkaha attı ki içimi bir korku kapladı.
"Ben Hayat'ım. Sana Hülya'yı, Aşk'ı, Ümit'i, Zafer'i, Servet'i, Saadet'i yalnız ben verebilirim balıkçı çocuğu. Bunların hepsi yalancı" dedi. Daha hızlı gülmeye başladı ve ötekilerin şarkılarını sulara gömerek, kendisi de denizin derinliklerinde kayboldu.
Merakla ve pek safça:
- Tenorio Baba, onları tekrar gördünüz mü, diye sordum.
Omuzlarını silkti:
- Evet gördüm, dedi. Hayal ettim, sevdim, ümitlendim, acı çektim.
(Ve piposunu temizleyip tekrar doldurdu, yaktı, ihtiyar bakışlarını bembeyaz gecenin nihayetlerinde gezdirdi)
- Meğer en yalancısı, en güzel olanıymış.
Hangisi olduğunu soran gözlerime bakarak içini çekti:
- Hayat, dedi...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat