Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 123

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.786 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Eylül 2007       Mesaj #1221
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
t
KİMSEM KALMAMIŞTI ARTIK UZAĞIMDA
Sponsorlu Bağlantılar
503bar

Hava güneşliydi,ama ılık bir kan gibi yağıyordu
yağmur yine de...
İki büklüm olmuştuk,başımızın üzerinde incecik,
bembeyaz ve yorgun bir tülbent vardı...
Kimdin sen,annem miydin,sevgilim mi, o an tanıştığım birimiydin,
yoksa hepsi birden mi,bilmiyordum.
Bildiğim,hava güneşliydi,iki büklüm olmuştuk,
başımızın üzerinde
bembeyaz,sevinçli bir tülbent vardı ve bize
amansızca vuruyorlardı.
Yüzünde anlamlı bir korku ve çok sevdiğim bir
koku vardı...Çünkü bize vurdukça onlar,gerçek
kokumuz çıkıyordu ortaya ve bu koku bizi birbirimize
daha çok bağlıyordu...
Hava güneşliydi,ılık bir kan gibi yağıyordu yağmur
ve amansızca vuruyorlardı bize.
Bense bu anı çok uzun yıllar öncesinden hatırlar
gibiydim.
Zaten ben bu ülkede ne yaşadıysam onu uzun
yıllar öncesinden hissetmiş gibi yaşardım.
Ne yaşadıysam çok uzak yerlerden görür gibi
yaşardım.
Bana benzemeyenlere yakında buralardan gideceğimi
kanıtlamakla geçmişti ömrüm...
Hava güneşliydi,ama ılık bir kan gibi yağıyordu
yağmur yine de...
Ve onlar vurdukça bize alışkanlıklarımız çözülüyordu
böylelikle.
Küçümsediğimiz yollar açılıyordu önümüzde.
Çiçeklerin dudaklarındaki sıcak rüya korkularımızı
dolduruyordu...
Çünkü saf hiçbir şey yoktu bu dünyada.
Kötülükler bile terkederken bir kalbi geride buruk
bir üşüme bırakıyordu.
Zulüm bile saf değildi,bize vuranlar yitirdikleri
masala vuruyorlardı aslında...Hiç bilmedikleri sırlara,hissetmekten korktukları sevgilerine...
İnsan ancak kendi cesedine bu kadar acımasız
olurdu,
ve biz onların hiç yaşamadıkları masallarda,hiç
bilmedikleri sırlarıyla ve hissetmekten korktukları
sevgileriyle birlikte ölmüş cesetleriydik
aslında...
Çünkü saf hiçbir şey yoktu bu dünyada...
Bir ara yüzüne baktım,acıya dayanamayacak gibiydin,
aşk gibiydin,saf bir güzellik gibiydin,olmayacak
birşeydin.
Sonra geçti,gülmeye başladın,bana mutluluklar,
sonsuz mutluluklar diledin,sonra gözlerimden
öptün,şükür dedin,şükür bu hayat bizim değil,
bizim değil bu dünya...Bizim değil bu sınırları kayıp
cesetlerle dolu ülke...
Bize vuranlara hiçbir borcumuz yoktu artık,
çünkü ancak zulüm altındakiler barışabilirdi
cesetleriyle.
Kimdin sen,annem mi,sevgilim mi,o an tanıştığım
biri mi,yoksa hepsi birden mi,bilmiyordum...
Önce kendimle kucaklaştım,sonra senle,çünkü
kendini hiç bulamayan,kayıp insanların eseriydi
bu ülke,bu dünya,bu sınırları kayıp cesetlerle dolu
hayat...
Dışındaydık artık cam fanusun ve başındaydık
henüz fanusun içindeyken küçümsediğimiz yolların...
Kimsem kalmamıştı artık uzağımda.
Kimsem kalmamıştı artık kendisine benzemeyenlere
birgün mutlaka buralardan çıkıp gideceğini
kanıtlamaya çalışan...
Senden başka kimsem kalmamıştı...
Çünkü zulme borçluyduk bizi birbirimize bağlayan
gerçek kokumuzu...


cezmi ersöz

H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
4 Eylül 2007       Mesaj #1222
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep "Ya" diye kaygılar taşı¤¤¤¤¤ içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın.

Sponsorlu Bağlantılar
Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı.

Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu. . “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?”
Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye.

İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerekiyordu.

Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendisini. Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu kezban.

Hayâller kuruyor kezban. Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban. Dudaklarında sayıklamalar...

Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona ********* *** babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?” deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu...

Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu...

Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı...

Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu. Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu.

Kocası hapisten çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi. Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı...

Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip ¤¤¤ürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği....

“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece. Bilir mi neden bu kadar korktuğumu?. İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…”

Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi...

Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup. Alıp ¤¤¤ürüyordu ömrünü seller gibi her defasında... Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?... Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu...

Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa . Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep.

Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık. Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri?
“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsaydı, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine...

Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu. Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler....

Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağla¤¤¤¤¤ akıp giden suya….
Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının.
Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu. “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla geçen her günün neler koparıp ¤¤¤ürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban...

Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu…. Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım. ”


Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş yavaş.

Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu. Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu.

"Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin" diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi.

Kızına baktı gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...”

Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi... Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere... Sonra bir hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı titreyen dudaklarla...


“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya; gel "Sevdalım ol" hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,"Al " demiş.."Yüreğim" sana armağan.. Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış ... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..!

Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu diyarlar boyu... Geceler boyu...

Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış, o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş öylece.. Sönmüş aşkıyla....

İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş..”


Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru. Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat...
Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyordu da Kezban,ölümün ne olduğunu bilmiyordu.


..../ Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..…

Durup yüreğini dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu....

Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı.

Sarıldı kızına sıkıca ve son kez hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık... Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya… BR>
Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya.
Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara.



Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp ¤¤¤ürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar...

Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya ¤¤¤ürüp bırakacaktı onları...

Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile...
” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık.
Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının. Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar...

Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de. Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış gidiyorlardı...

‘’Kezban! Kezban! Geri dön!’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur !’’ Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu...
Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi...

Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına...

Kezban’nın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı...

Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı... O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu...
Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını gidiyorlardı.
El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi..

Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu.
O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları...


Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…

duygu41 - avatarı
duygu41
Ziyaretçi
4 Eylül 2007       Mesaj #1223
duygu41 - avatarı
Ziyaretçi
Msn StarDünyada iki gül olsun, biri kırmızı biri beyaz, sen beni unutursan kırmızı gül solsun, ben seni unutursam beyaz gül kefenim olsun”.

“Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biribirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler biribirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş…

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hisesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa.. topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve tanrı heykelleri gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biribirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terkedip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler…

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.br>
Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini… Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağacların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çicekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yurek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler…

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe cangülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Herşeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biribirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere....

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara bu iki çiçeğin, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar biribirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir.

Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler…

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide...
(baya klasik ama...)
duygu41 - avatarı
duygu41
Ziyaretçi
4 Eylül 2007       Mesaj #1224
duygu41 - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılıgın acısı


Sabah uyandiginda midesinde bir yanma hissetti.Yanmanin nedeni
aksam yedikleri degil, uyanir uyanmaz bugün yapacaklarinin aklina
gelmesiydi.Bugün 2 yildir götürmeye çalistigi bir
birlikteligi bitirecekti.Aslinda bunu yapmakta geç bile
kalmisti.Bitmeli dedi içinden, her gün bu tatsiz uyanis
bitmeli.Genç adam bunlari düsünürken surati sekilden sekile
giriyordu.
Süratle giyinerek disari çikti.Bugüne kadar hiç bekletmemisti
onu, simdi de bekletmemeliydi.
Istanbul, soguk ve yagmurlu bir Nisan ayi yasiyordu.Genç adam
gökyüzüne bakarak iç geçirdi; 'Bulutlar bizim yasayacaklarimizi
biliyor. onlar bile agliyor halimize...



Artik Kadiköy iskelesindeydi. Birkaç dakikalik beklemeden sonra
karsidan kiz arkadasinin geldigini gördü. Simdi midesindeki
agri daha da artmisti. Besiktas'a geçtiler. Yolculuk
sirasinda hiç konusmadilar. Genç kiz,sevgilisinin bu
durgunluguna anlam verememisti. Nereden bilecekti bugün ayrilik
çanlarinin çalacagini...

,

Besiktas'a geldiklerinde bir cafede oturdular. Genç kiz
anlamisti sevgilisinin kendisine bir sey söylemek istedigini.
'Bana bir sey mi söylemek istiyorsun' diye sordu. Genç adam,
gözlerini kaçirarak 'Evet' dedi. Genç kiz heyecanlanmisti,
biraz da sinirlenerek 'Söylesene, ne diye bekliyorsun' dedi. Genç
adam içini çektikten sonra 'Sence biz nereye kadar gidecegiz?' diye
sordu. Genç kiz, 'Bunu sorma geregini niye duydun?' diye yanit
verdi.



Genç adam söze basladi... ''Birkaç ay önce aksam 23:00 civarinda
sana telefon açip senin için yazdigim siiri okumak istemistim.
Sen bana 'Sirasi mi simdi canim yaa, isin gücün yok mu?'demistin.
Biliyor musun o an nakavt olan bir boksör gibi hissettim
kendimi.Özür dileyip telefonu kapatmistim. Daha sonra da bu siiri
benden hiç istememistin. Geçenlerde hasta olup yataklara
düstügümde arkadaslarimla birlikte sen de gelmis, Meralin 'Sen
sanslisin, sevgilin sana bakar sözüne 'Isim yok da sana mi
bakacagim, annen baksin' demistin. Hatirladin mi?''



Genç kiz, 'Biliyorsun ben duygusalligi sevmiyorum. Hem hasta
bakici gibi göründügümü de kimse söyleyemez' diye yanitladi.
Genç adam güldü, 'Evet canim haklisin. Zaten olmak istesen de bu
kalbi tasidigin sürece hasta bakici, hemsire falan olamazsin.'
Genç adam devam etti...'Bana simdiye kadar kaç kere sabahin erken
saatlerinde güzel sözcüklerden olusan bir mesaj çektin? Hiç...
Hatta günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusalligi
sevmeyebilirsin. Ama sen seni seven insanlari da mutlu etmeyi
sevmiyorsun. Halbuki ben senin tam tersine kendimden çok insanlari
mutlu etmeyi seviyorum. Seni tanidigimdan beri her sabah, her
aksam, her gece yani seni andigim her saat tatli bir mesajim
vardi senin için biliyor musun? Seninle ben AKLA KARA gibiyiz.'



Genç kiz anlamisti, 'Yani ne istiyorsun benden sair olmami mi?'
Genç adam tekrar gülümsedi içinden. Dün gece verdigi ayrilik
kararinin ne kadar dogru oldugunu düsündü. 'Hayir' dedi, 'Sair
olmani istemiyorum.Olamazsin da... BIZ AYRILMALIYIZ. Ayrilirsak
ikimiz için de en hayirlisi olacak.' genç kiz sasirmisti,
'Neden ama? Ben seni seviyorum. Senin de beni sevdigini saniyordum.'
Genç adam iç çekerek 'Hayir canim, sen beni sevdigini saniyorsun.
Eger beni sevseydin simdi baska seyler konusuyor olurduk' dedi.
Genç kizin gözleri yasarmisti. Genç adam cebinden
çikarttigi mendili uzatti, genç kiz gözyaslarini silerek
'Sen bilirsin, umarim beni bir baskasi için birakmiyorsundur...'
dedi. Genç adam 'Nasil böyle bir sey düsünürsün, senden baska
kimse olmadi ve uzun zaman da olacagini sanmiyorum' yanitini
verdi.



Genç adam ve genç kiz iki sevgili olarak oturduklari masada Artik
iki yabanciydilar. Birkaç dakika sessizce oturduktan sonra Genç
kiz, 'Kalkalim istersen' dedi. Genç adam 'Ben biraz daha burada
kalmak istiyorum, istersen sen kalkabilirsin' diye yanitladi. Genç
kiz 'Tamam o zaman sana mutluluklar dilerim' diyerek elini uzatti.
Genç kizin sesi ve eli titriyordu.Genç adam, 'Istersen arkadas
kalabiliriz' dedi ve birbirlerine son kez sarildilar.



'BEN DOGRU YAPTIM..."
Genç adam dogru yaptigina inaniyordu. Eve döndügünde
yürümekten bitap bir haldeydi. Odasina girdi. Gece bitmek
bilmiyordu. Sabah erken kalkip ise gidecekti, uyumaliydi. Birkaç
saat sonra uykuya dalmayi basardi.Sabah 7'de saatin ziliyle uyandi.
Evden çikacagi zaman cep telefonuna bakti, mesaj ve 10 cevapsiz
arama vardi. Yorgun oldugu için duymamisti telefonun sesini.
Aramalar ve mesaj sevgilisindendi. Heyecanla mesaji açti,sunlar
yaziyordu:



SADECE ONLARI SEVMEYI SEVDIM,
HEPSINI ONLARSIZ YASADIM DA,
BIR SENI SENSIZ YASAYAMIYORUM,
BU ASKI TEK KALPTE TASIYAMIYORUM,
SANA YEMIN GÜZEL GÖZLÜM, BIR TEK SENI SEVDIM,
VE SENI SEVEREK ÖLECEGIM, ELVEDA BIRTANEM...

Genç adam sasirmisti. Onu tanidigi günden beri ilk defa
siir aliyordu ve üstelik sabahin besinde yazmisti. Heyecanla onu
aradi, telefonu Yabanci bir ses açti. Genç adam ''Nalan'la
görüsebilir miyim?''Dedi. Ama karsisindaki agliyordu, hiçkira
hiçkira hem de... 'Ben onun annesiyim yavrum, kizim bu sabah
intihar etti. Gece sabaha kadar birilerini arayip durdu. Sabah
odasinin isigini sönmemis görünce girdim. Yavrum kendini
asmisti....' YIGILIP KALDI... Genç adam beyninden vurulmusa
döndü. Bir gün önceki mide agrisinin Iki katini çekiyordu
simdi. Oldugu yerde yigilip kaldi...



Birkaç ay sonra iki doktor konusuyordu hastanede. Doktorlardan biri
digerine karsidaki hastanin durumunu soruyordu. Doktor yanit
verdi...'Haaa o mu? Üç ay önce getirdiler. Kendisi yüzünden bir
kiz intihar etmis. O günden sonra cep telefonunu elinden hiç
birakmamis. Devamli bir seyler yazip birine yolluyor. Geçenlerde
merak ettim. O uyurken gönderdigi numarayi aradim. Numara 3 ay
önce iptal edilmis. Gelen mesajlarda bir siir var. Bu adam duygusal
mi bilmem ama benim anladigim kadariyla siiri yazan çok duygusal
biriymis...



"ÇEVRENIZDEKI INSANLARIN NE HISSETTIGI YA DA NE DÜSÜNDÜGÜNDEN O
KADAR EMIN OLMAYIN, BAZEN BIR KALBIN, IÇINDE NELER SAKLADIGINI
ÖGRENDIGINIZDE HERSEY IÇIN ÇOK GEÇ OLABILIR..."


Refik KESTEM-Mega FM
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
5 Eylül 2007       Mesaj #1225
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Uzun bir gece öyküsü

Ben ona âşık olduğumda o çoktan aşk yolunun ıstıraplı yollarına alışmıştı. En dostumdu; her şeyimdi, her anımdı. Kumral, omuzlarına dağılan uzun saçlarının kıvrımlarında yazılıydı tüm hayatım. Dostlukla dayandığım omzunda; uykularımın hayali. Güzel yüzlüm benim; bana hep güzel görünenim. Çok sıradan giyindiğinde bile çok şık görünebilen insanlardandı. Bilgece sözlerinde çoğu zaman gizli birçok yaşanmışlık hissedilir; kısa cümlelerle olup biteni bir çırpıda anlar ve çözümler üretirdi. Onu tanıdığım beş sene öncesinde de böyle bir adam olduğu varsayıldığında bunun zamanla ilgili değil onun öz kimliğiyle ilgili bir şey olduğunu fark ederdim. Üniversite kantininde çay içerken başlayan arkadaşlığımızın böyle uzun bir dostluğa dönüşmesi gururlandırırdı beni.

Hep gözümün önünde olsun istiyordum; bu yüzden ahbaplık kurdum o şaşı beş kızla. Nereden buldu da karşıma sevgilim diye çıkarıverdi anlamamıştım. Düpedüz çirkindi. Donuk, mat, çok gizemli havalarında bir şey. Bizden yaşça küçük olması da avantajıydı kuşkusuz. Bazı dönemlerinde bir gariplik geliyor bu adamlara; yaşları kaç olursa olsun...

İltimas geçtim bu kıza ben. Kızıl saçlarına güzel tokalar takardım onunla buluşmaya giderken. Güzel görünsün isterdim biriciğime. İlle de bir parmağım olsun istiyordum her işinde. Aklımın içinde bir yerlerde çalıyordu Esmeray'ın sesinden; unutma beni, unutama beni...

Bu güne kadar tek bir kelime bile çıkmamıştı ağzımdan Güzel yüzlüm'e; bize dair. Ben hep aslında onu çok sevmiş; o ise en yakın dostu olarak bana çok güvenmişti. Öyle oturmuş bir düzenimiz vardı ki sanırım bozmaya cesaret edememiştim.

Beni de davet ettikleri buluşmalarını kibarca reddederdim. İçimdeki cazgır ve tahammülsüz kızı tanıyordum çünkü. İsyana geldiğinde tozu dumana katardı. Onları birlikte mutlu görmenin de bu kıza iyi gelmeyeceği ortadaydı.

Aysun'a katlanmak bazen tahminimden de zor olurdu. Zor bir şeydi sevdiğine sevdiğini ulaştırmak. Güzel yüzlüm üzülmesin diye yapıyordum; kalbi kırılmasın. Aysun yalnız kalıyor diye dertlenmesin diye.

Güzel yüzlüm iş seyahatine gittiğinde ya ben onlarda kalırdım ya da Aysun bize gelirdi. Sabahlara kadar konuşur gülerdik. Bazen onu sevmeye başladığımı fark ederdim korkuyla. Oysa bu çok doğaldı; Güzel yüzlüm'ün sevdiği sevilmez mi?

Onlarda kaldığım gecelerde Güzel yüzlüm'ün evden çıkışının izlerini takip ederdim bir dedektif gibi. Bardağını mutfağa götürür, aceleyle çıkardığı terliklerini düzeltirdim. Koltuğa oturduğumda karşımda oturuşunu hayal ederdim. Sonra da dönüp Aysun'la konuşmama devam ederdim. Bir oyun gibi geliyordu tüm olup bitenler bana; keyfini çıkarıyordum.

Aysun her söylenene inanabilecek kadar saf bir kızdı. Ben bunu hep İstanbullu olmayışına bağlardım. İzmir'in küçük bir ilçesinden gelmişti İstanbul'a okul için. İzmir'de hala insanların iç içe yaşadıklarını ve kimselerden gizlileri saklıları olmadığını biliyordum. İzmir'e göre İstanbul bir kurtlar şehriydi. Aysun'un onu zor duruma düşürmüş olan saflıkları beni çok güldürürdü. İlk kez İstanbul'a gelişinde İstanbul'u hiç tanımamasına rağmen otobüste yanında oturan yaşlı teyzeyi karşılayan olmadı diye onunla ta Avcılar'a kadar gitmiş; dönüş yolunda da kaybolup geceyi sığındığı karakolda geçirmek zorunda kalmıştı. Saflıklarının iyilikle dolu olduğunu düşünürdüm hep ve biraz da olsun kol kanat germeye çalışırdım ona.

Aysun'la konuşurken hep bir korku taşırdım içimde. Çenemi tutamayıp Güzel yüzlüm'le ilgili her şeyi bir anda söyleyebileceğimden korkardım. Bunu en başından itibaren söylemediğim içinse vicdan azabıyla kıvranırdım. Fakat daha sonraları Güzel yüzlüm'ün mutluluğuyla kilitledim kalbimi. Artık onun gözlerinden Aysun'u görebiliyor, göz göze geldiğimizde heyecanlanmamayı başarıyordum. Uzun bir süre ilişkilerinin en yakın tanığı oldum. Her öykünün içindeki gizli hüzün bir 17 Şubat günü bir sis gibi çöktü üzerimize.

Diğerlerinin aynısı bir gün olarak başlamıştı günüm. İşyerime gitmiş; şirketteki kızlarla sohbet etmiş patronumla şakalaşmıştım. Hatta şakayla karışık patronumdan zam isteyip şirketteki herkesi çok güldürdüm. Akşam alışveriş poşetleriyle yorgun argın eve döndüm. Kendime en şahanesinden bir mantarlı omlet yapıp çayı demlemiştim ki telefon çaldı. Ahizenin diğer ucunda Güzel yüzlüm'ün en endişeli sesi karşıladı beni. Hemen buraya gelebilir misin dediğinde telefonu kapatıp giyindim ve aceleyle evden çıktım.

Kapıyı ürkerek çaldım. Yol boyunca ne olmuş olabileceğini düşünüp kendime korkunç kâbuslar yaratmıştım. Güzel yüzlüm yaşları taze silinmiş gözleriyle açtı kapıyı. Ne oldu diye sordum, merdivenlerde hızlanan sesime bir yön vermeye çalışarak. Aslında seni ne bu kadar üzebildi ve ben nasıl engel olamadım demek geliyordu içimden. Aysun içeride diye cevapladı beni; istersen önce onunla konuş.

Koridoru geçip odanın kapısını çaldım. İçeriden ses gelmeyince kapıyı araladım. Aysun, çevresini sarmış kirli kâğıt mendiller arasında çökmüş, boş duvara bakıyordu. Beni fark ettiğinde kollarını bana uzatıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Gidip sarıldım. Hıçkırıklarının arasında konuşmaya çalışıyordu. En son yanılmışım dedi. Çok mutsuz olduğumu sanıyordum; oysa ne güzelmiş her şey. Bunu biliyordum. Daha doğrusu ben de öyle olduğunu sanıyordum. Bu esnada kapı çaldı. Güzel yüzlüm; ben bira almaya çıkıyorum, size de alayım mı diye sordu. Sesindeki soğukkanlılık hayrete düşürmüştü beni ve bunun iyiye işaret olmadığını biliyordum. Günlerdir inançla sürdürdüğüm rejimi bir kenara bırakıp bana da üç dört tane almasını söyledim. Aslında daha fazlasına ihtiyacım vardı ama sonrası korkutuyordu beni.

Güzel yüzlüm kapıyı çekip çıktı. Bu arada Aysun biraz sakinleşmiş gibiydi. Şimdi bana her şeyi anlaşılır bir şekilde anlatır mısın dedim en Dr.Yallom tarzımla.

Onun için hiçbir zaman iyi olmadığımı biliyordum; dedi beni afallatarak. Çirkindim, biraz saftım ve bir sürü şey işte... Ben de aynen bunları düşünmüştüm işte onunla ilk tanıştığımda ama düşündüklerimin bir kırıntısını dahi ona hissettirdiysem kendimi hayatım boyunca affetmeyecektim. Nereden çıkarıyorsun bunları dedim söyleyecek başka bir şey bulamayınca. "En yakın dostumdun sen, bunu sana nasıl yapabildim ben ..." Yeni bir ağlama krizinin eşiğindeydi, ona daha sıkı sarılıp bunu engellemeye çalıştım.

Ani bir hareketle kollarımdan sıyrılıp dimdik yüzüme baktı. Ona ihanet ettim ben dedi ve sustu.

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Aysun'la ilgili en güvendiğim konulardan biriydi bu. Hatta şirketlerdeki kızlara şakasını yapardım; kız bir halta benzemiyor ama ihanete panzehirdir diyerek. Oysa karşımda ihanet etmiş bir kadından çok tuzağa düşürülmüş bir genç kız gibi duruyordu. Bu ilişkinin sürmesi için neler yapmıştım oysa ben diye düşünüp hayıflandım. Sonra da kızdım böyle bir durumda bunları düşünüyor olmama. Kalbimi rafa kaldırmıştım bir başkasının kalbi adına. Çok kızmıştım ama sakin olmam gerektiğini hissediyordum. Aynı annem gibi davranacaktım yine. En kötü olaylarda bile durgun bir su gibi kalmayı öğrenmiştim ondan, gereksizce. Oysa nasıl isterdim bağırıp çağırmayı; camı çerçeveyi indirmeyi o anda. Çantamdan iki sigara çıkarıp yaktım ve birini ona uzattım.

Kızgınsın değil mi diye sordu; hem de çok diye cevap verdim en durgun su sesimle.

Ama neden diye sordum, nasıl oldu yani diye düzelttim sonra. Okuldan dedi. Ne okulu diyecektim neredeyse. Biz mezun olalı çok olmuştu ve Aysun'un bir üniversite öğrencisi olduğu tamamen aklımdan çıkmıştı, devam etmesi için sustum.

Sosyolojide okuyor, altıncı senesi diye başladı anlatmaya. Eksik notlarını toplamak üzere geliyordu okula, devam zorunluluğu yoktu ve çalışıyordu zaten. Not alışverişi yaparken sohbet etmeye başladık. Çok neşeli bir arkadaşlıktı. Bir gün sınav çıkışı hep beraber içmeye gittik.

Anlamsız bir merak doğmuştu içime. Bu genç adamın kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Adı ne diye sordum; özgür dedi. Kesin solcudur dedim. İkimiz de gülümsemiştik bunu söyleyişime; öyle deyip sustu. Anahtar sesiyle Güzel yüzlüm'ün geldiğini anladım. Onunla da konuşmak istiyordum. Ben bira getireyim deyip odadan çıktım.

Sersemlemiştim. Yaşadığım beyin fırtınası delice yoruyordu beni. Salona geçtiğimde onun biralardan birini açmış ve televizyon seyretmekte olduğunu gördüm. Gözleri kıpkırmızıydı hala; içimi acıtıyordu onun ağladığını düşünmek. Bir bira açıp karşı koltuğa oturdum, bu salonda keyifle oturuşlarımız geldi aklıma. Hiç konuşmadan televizyon izledik bir süre. Aman tanrım diye geçirdim içimden; tüm bunlar olmasaydı şu anda kendi evimde kanepeye uzanmış omlet yerken ben de aynı diziyi izliyor olacaktım.

Sana anlattı mı diye sordu gözlerini televizyondan ayırmadan; çok fazla değil dedim. Ne yapmayı düşünüyorsun diye ekledim sonra.

Aslında gitmek istemiştim dedi. Ama Aysun'un bir delilik yapmasından korkup vazgeçtim. Benimse bir delilik yapmasından korktuğum adam şu anda sakin sakin bira içiyor ve hiçbir şey olmamış gibi televizyon seyrediyordu. Fırtına öncesi sessizliği diye geçirdim içimden, o ise sözlerine devam etti. Hala onu düşünüp üzülmeme deli oluyorum...

Garip bir sevgi ışıdı içimde. İşte benim tanıdığım ve onca sevdiğim adam buydu. Bu sırada tekrar konuşmaya başlamıştı.

-Oh ne ala; ben hem sevgilimi hem de yakın bir dostumu kaybedip bunu asla unutamayacağımı bileyim; o en fazla bir iki ay içinde gündelik yaşantısına geri dönüp gündelik hayatına dönsün. Ne güzel yahu!

Tabii ki öyle olmayacak dedim teselli eder gibi. Oysa öyle olmasından ben de çok incinmiştim o bunları anlatırken. Yine öyle uzak mesafelerden bakıyorduk ki yaşananlara; şaşırmıştım; hiç böyle düşünmemiştim. O da farkında yaptığının ve iki gözü iki çeşme ağlıyor içerde dedim.

Neye yarar dercesine bir bakış fırlattı yüzüme; korktum. Derin bir soluk aldım ve tüm bunların bir kâbus olmasını diledim. Güzel yüzlüm'ün kırmaya uğraştığı bira kutusunu fark ettim. Elinden kutuyu alıp yeni bir bira açtım ona. Elini kesmesini engelleyebilmiş; bu acının önünde duramamıştım işte.

Onun yanına dön istersen dedi. Aklım kalıyor diye de ekledi sonra. Ama dedim; asıl yanında olmam gereken sensin diye ekleyecekken sustum.

Tüm bu esnada onun izlediği ve benim de evde olsaydım izlemeyi düşündüğüm çok mutlu bir Türk dizisiydi; karakterlerin incelikli konuşmalarından tiksinerek çıktım salondan ve Aysun'un yanına döndüm.

Odaya girip Aysun'un eline bir bira tutuşturup karşısına oturdum. Koridorun ışığıyla aydınlanan yarı karanlık odada bir süre hiç konuşmadan bira içtik. Konuşmak ve çok akıllıca laflar etmek istiyordum ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu. En son damdan düşer gibi sordum;

-O'nu seviyor musun?
-Kimi; Özgür'ü mü?
-Hayır
-Evet, seviyorum dedi sessizce. Sonra da burnunu çekerek ekledi; bir andı, bir hataydı her şey... Kendimi çok yalnız hissetmiştim. O yoktu; sen de çok meşguldün o aralar ve zaten benim okul hikâyelerim de pek sizin ilginizi çekecek cinsten değil... Kocaman bir yudum aldı birasından.
-Özgür'ün kim olduğu umurumda bile değildi diye devam etti. Bana çok yakın davranıyordu. Beni görebilmek için okula geliyordu onca işi arasında. Ona biriyle birlikte olduğumu söyledim ama etkilenmedi bundan. Onu sevmediğimi biliyorum. Sadece gösterdiği yakınlıktan çok etkilenmiştim. Çok yalnızdım; gerçekten... Tekrar ağlamaya başlayacağını hissettim ve toparlan gidiyoruz dedim. Aklıma bir anda gelmişti bu. Sadece Güzel yüzlüm'ün ne zaman kaşlarının çatılacağını bilmiyordum ve öyle bir anda Aysun'un burada olmasının tehlikeli olacağını hissetmiştim. Küçük bir çanta içine birkaç parça eşya tıkıştırdık. O son bir iki şeyi toparlarken ben salona girip gideceğimizi haber verdim.

Hala televizyon izleyerek bana "neden" diye sordu. "Bir süre bende kalsın Aysun; ikiniz de biraz sakinleşin." dedim; "ben iyiyim" diye cevap verdi. Bunu söylerken bile gözlerinde, verdiğim karara duyduğu teşekkürü okudum. Biliyordum. Daha önce başıma benzeri bir olay geldiğinde nasıl bir anda çılgına döndüğümü hatırlıyordum.

Kollarımda ağlayan Aysun ve elimde boş bira kutularıyla dolu poşetlerle indik merdivenleri. Güzel yüzlüm'e iki bira bırakıp gerisini yanıma almıştım. O'nun içmesini istemiyordum. Ben içecek ve sabaha kadar üzülecektim. Evet; Aysun'u yatırıp sabaha kadar içecektim.

Oysa eve vardığımızda Aysun benden önce davranıp bir bira açtı ve salona geçti. Mutfakta omleti ısıtıp elimde tabaklarla salona girdim. Ben biraz atıştırdım; o bira içmeye devam etti. Güzel yüzlüm'e sorduğum soruyu bir kez de ona sormaya karar verdim.

-Ne yapmayı düşünüyorsun?
"Kendimi affettirmeyi" dedi; "ne pahasına olursa" diye ekledi ve sustu.

Yaptığının affedilmeyeceğini biliyordum. Ne kadar zaman geçse de bu yara taze kalacaktı. Saçlarını topuz yapmış ve bir kalemle tutturmuştu. Ne kadar sevimli göründüğünü düşündüm; belki de hayatımda ilk kez.

-Niye geldik buraya; diye de o sordu bu sefer.

Biraz düşünmeli ve bu geceyi kendi durumunuzu düşünerek geçirmelisiniz bence diye cevap verdim bir kez daha Dr.Yallom halimle. Yarın okula gidecek misin diye sordum; evet, gitmezsem bir dersten devamsızlıktan kalacağım dedi. Hadi yat öyleyse deyip onu odama götürdüm. Yattığında; bir şey istersen seslen; olur mu deyip yavaşça kapıyı çektim. Korkabileceğini düşünüp koridorun ışığını açık bıraktım. Salona dönüp kanepeye uzandım. Bir yandan omlet yiyip bir yandan bira içtim. Çok kez Güzel yüzlüm'ü aramayı düşünüp uyumuş olabileceğinden çekinerek vazgeçtim. Oysa sabaha kadar gözünü kırpmayacağını adım gibi biliyordum.

Bu sırada o Türk dizisi geldi aklıma. Mutlu bakkal, şen kasap, güler yüzlü berber, şen şakrak mahalleli... Hepsinin köküne kibrit suyu deyip bir de usturuplu bir küfür savurdum ardından. Omlet tabağını sehpaya bırakıp battaniyeyi çektim üzerime. Hala bira vardı ve ben gün ışıyana kadar içecektim.

Eh dert kuşu diye geçirdim içimden; belaları bir mıknatıs gibi üzerine çekersin sen.

Ayşe Coşkun
Pasakli_Prenses - avatarı
Pasakli_Prenses
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1226
Pasakli_Prenses - avatarı
Ziyaretçi
Mutlu ol diyeceğim ama sen mutluda olamazsın!..

Her şeyi burada senle bırakıyorum…
Sevgimi, umutlarımı, yarınlarımı… en kötüsü yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımı…. Hepsini sana bırakıyorum. Belki onlara baktıkça beni hatırlarsın. Ne denli büyük bi hata yaptığını… aslında hiç değmeyecek ufacık şeyler için beni ne kadar büyük bir kırgınlıkla bıraktığını…



Sevgin o kadar küçükmüş ki… yama bekleyen elbiselerin arasında bıraktım seni. Bir daha asla tamir edilememesi için. Yırtılmış, parçalanmış… tıpkı senin benim kalbimi parçaladığın gibi….

Geriye dönüp baktığımda yanmış bir aşk görüyorum… her köşesinde ayrı bir acı, ayrı bir iz…. Asla silinmeyecek … çıkmayacak yara…

Bir insan en fazla ne kadar kırılabilir ki? Ne kadar incinebilir?

Hayattaki en acı şeydir sevdiği insan tarafından kırılmak. Sen beni kırdın. Hemde hiç değmeyecek bir nedenle. Keşke affedebilsem seni. Keşke şu lanet olası gururumu yenip yanında kalabilsem.

Hiç ister miydim sana böylesine aşıkken çekip gitmeyi? Burada çaresiz bir başına bırakmayı?
Sen benden çok şey çaldın. Sana hakkımı helal etmiyorum….

Kalbimi sende bırakıyorum giderken. Daha fazla kır acıt diye. Nede olsa alışıksın sen…

Mutlu ol diyeceğim ama sen mutlu da olamazsın…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1227
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Arayışİnsan hayatı çoğunlukla arayışlarla geçer iyi bir iş iyi bir arkadaş çevresi iyi bir gelecek iyi bir eş gibi
Arayışlar böylece sürüp gider birini yakalayınca birini kaybeder ötekine ulaşınca birini çoktan yitirir tam buldum işte bu dediğinde sonrasında istemediği bir sonuçla karşılaşınca yitirilen zamana acır insan
Ve arayışlarla elde edilenler hiçbir zaman eşitlenmez sürekli bir arayış içerisinde sürüklenmeye mecbur kalırsın
Umut tükenmeyen bir sermaye arayışlarda kullanılan yegane servettir. Umut bitmez bittiği yerde arayış bitmiş ölmüş yada yaşarken ölenlerden olmuşuzdur.
Her nedense arayışlar her zaman bir sevgide toplanmış hak edilen hatta hak edildiği halde alınamayan bir sevgi arayışıyla süre gider hayat, ama ufuk geniş ve ülkü ulaşılamayacak kadar uzak değildir. Sevgi kutsal gizemli bir şekle girer sevgideki ilahiyatı bulabilmek ümidiyle birçok güçlük def edilir ve arayışlar devam eder.
Arzulananlar alınıp arayışlar sonuçlandığında çekilen acılardan kurtulmak en azından acıları dindirmek üzere yalnızlık seçilir.
İşte o an , gönül dağıma kurduğum bağ evine çekilir kendi yaralarıma kendim merhem olmaya çalışır türküler eşliğinde tan yerindeki ela gözlerle beni gözlediğini hisseder her daldığımda beni düşündüğünü hayal eder yaralarımı iyileştirmeye çalışırım. İşte o an tüm acılardan kurtulur yeniden doğar ve koynumda biriktirdiğim tüm ışıltıları serper gök yüzüne saçlarıma yağan yıldızlarla bütünleşir kuşlar kadar özgür olur kırardım esaret zincirlerini
Dinen sızılar iyileşen yaralarla ama yara izleri bedenimdeyken dönerim hayata çarklar arasındaki yerimi alır büyük ve acımasız çarklar arasında yıpranmadan ve yok olmadan yaşamaya devam eder mutluluk oyunu oynarım.
sahte göz yaşlarının tuzlu sudan başka bir şey olmadığını anladığım anda rüyamın pembeliği bozulur ve uyanırım. Tatlı ama acı veren uykumdan. Elde kalan sermayemle ilahi sevgiyi bulma ümidiyle devam ederim hayata ve arayışlarıma.
Tayfun Karakaş
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1228
nünü - avatarı
Ziyaretçi

adsiztm8
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1229
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.


“Bana kalan,
Beni kalansız bölen bu şehir.
Ah! bu şehir, yalan şehir”


demek isterdim; ama yalan olan sendin. Benim yarattığım, inanmak için yıllarımı harcadığım kocaman bir yalandın sen. Gerçek olduğunu gördüm. Sen gittin...

Aslında içimden giden sevgili değildi. Ben sadece, yalanıma inanmıştım. O, gerçekti... Aşk bitmişti. Düşünüyorum da acaba aşk, ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde, müzikte ya da sözde, nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan, güzel ile çirkin, iyi ile kötü gibi birbirini besleyen, değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin temel dinamiklerinden ikisi olabilir mi? Ya da aşk, yalana sesdeş mi? “Seni seviyorum” derken, aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyor, kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyoruz?

“Bir gün içimden gittin, anladım.”


Aşk, uydurduğumuz en güzel yalan! Ve aşk, yalan varsa aşktı.


İnsanın doğasında var. Doğrular ne kadar da az cezbeder bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa, yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Durduralamaz bir dürtüdür bu. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama, söyleten ta kendimizdir.

İçimizdeki yasaklı kimliktir O:


Mülkiyet duygusu ve egosu olağanüstü gelişmiş; ihtiraslı, doyumsuz ve aşka her zaman hazır. Pembedir, mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır, yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır, yasak ve güzel olan herşeye. O cennetteki en güzel meyveyi tadan, ilk ihaneti gerçekleştirendir. Kısacası O, yaşayan tarafımızdır. En güzel anılarımız, en heyecanlı anlarımızdır...

Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye ve neden gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.




Baki Kara
goksu18 - avatarı
goksu18
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1230
goksu18 - avatarı
Ziyaretçi
On Bin Yıllık Sevda


Tanrının oğluydu o!Uğruna Kurbanlar verilen, Birbirinden güzel kızların peşinden koştuğu ama ulaşamadığı sadece sevdiğini koynuna alan tanrının oğlu.Bir o kadar güçlü, Uğruna canını vereceği sevgilisi, her gece bir başka kadınla birlikte olan tanırının oğlunu terk etti..Yol gösterici babası onu kendi kaderi ile baş başa bıraktı. Mitolojik çağlarda tanrıları yaratan tanrı adaletli kudretli ve güçlüydü.

Kendi kaderine terk ettiği oğlu Kardan sütten beyaz atına bindi ve yollara düştü.. Her aştığı dağ onu çaresiz, onu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Suzuzluğun, vebaların olduğu çöller, dağlar, tepeler aştı. Tanrıları bilmeyen acımasız insanların kasabalarına uğradı.Köle oldu pazarlarda, taş taşıdı.Artık her gece yattığı kadınlar yoktu yanında, saçları uzadı, sakalları kirlendi. Kölelerin yanında onların yediği ahşap kaplardan yemek yedi. Altın süslemeli, pırlanta süslemeli yemek kapları yoktu. Oğlunun bütün ezilmişliğini gökten izleyen tanrı,oğlunun haline acısa da ona yardım etmiyordu. Bir gün taş taşırken kaçtı oradan, çöllerde onu bütün sadakati ile bekleyen atına bindiğinde yine yollara düşmüştü. Gururu kibiri onun babasına yalvarmasına engel oluyordu. Günler gecelerce aç susuz gezdi çöllerde, böcekler ısırdı her yanını gözleri kapandı başka bir çölde… Onu izleyen babası sadece kendisine yalvarması için bekledi.. Eski ihtişamlı günlerine geri dönderecekti onu. O yapmadı, babası tanrıysa o da oğluydu. Tanrıya yalvarmayan, bağlılığını göstermeyen oğul, bir kadının peşinden yıllarca sürüklenmişti. Yıkıldığı çölün kum tepesinde, babası onu yukarıdan izliyordu. Babasının kendisini izlediğini gören çocuk yıkıldığı yerden gökyüzüne baktı. “Yalvar, yalvaaaarrr” diyerek bağıran tanrıya, “Git beni takip etmeyi bırak. Asla sana yalvarmam” diyerek karşılık verdi. Tanrının gökten inen avuçlarındaki suya bile muhtaçlığını göstermeyen oğul, suyu reddetti. Aradan günler geçti; oğul doğruldu yattığı yerden, Yukarıdan onu izleyen Tanrı yağmur olmadı oğluna,Oğul ellerini gökyüzüne kaldırdı. Kendisine yalvarmasını bekleyen tanrının gözlerine baktığında, Oğul sevgilisinin ismini haykırdı. “priscia, priscia,prisciaaaaaa.” Kendisine yalvarmayan oğlunu kaderine terk eden Tanrı, göklere çekti kendini..Oğul fazla dayanamadı çöllerde, böceklere yem oldu, Kuşlara, açlara yuva oldu kemikleri, Priscia oğul un babası olan tanrı ile evlendiğinde……


İlk Aşkım İlk Sevdiğim Sendin



Maziye zincirlenmişti birzamanlar kaderim. Kalbime de zincir vurulmuştu sanki. Fırtınalar hep içimde dolmayan bir boşluk ise benimleydi hep. Suna'nın gözyaşları durmadan akıyordu. Oturmuştu bir banka, gelene geçene aldırmıyordu hiç. Biraz evvel bir holding binasından çıkmıştı. İlk aşkı, ilk sevdiği birzamanlar komşusunun oğlu olan Ahmet'i ziyarete gelmişti. Senelerdir görmemişti onu. Öyle bunalımdaydı ki.. Yeni eşinden ayrılmış sanki bir iki laf edecek birini aramış ve Ahmet' i görmeye gelmişti. Sevinçle girdiği yerden ağlayarak çıkmıştı. Ahmet'in bir sene önce öldüğünü öğrenmişti.
Oysa lisede birlikte okurken üniversiteyi bitirip evleneceklerini söylüyorlardı birbirlerine.
<Bu ağaç bizim olsun Ahmet
<Tamam canım
Hemen kalemini çıkarıp ağaca bir kalp çizmiş ve içine isimlerini yazmıştı Ahmet.
Düşüncelere dalmıştı Suna. Apartopar banktan kalktı. Edinekapı Mezarlığına
gitti. Ahmet'i görememişti ama mezarına gidecekti. Bulacağına inanıyordu. Arkadaşları tarif etmişti.
Mezarlığın kapısında ki çiçekçiden, ençok sevdiği, birzamanlar sevdiğinin verdiği kırmızı gülleri aldı. Kapıda ki görevliye sordu. Birlikte aramaya başladılar.
İçinden durmadan
<Hadi Ahmet neredeysen bulayım diye dua ediyordu.
Sonunda buldu mezarı
<Ben kapıyı boş bırakamam hanfendi.
<Tamam siz gidin dedi Suna.
<Ahmet ben geldim.
Gözyaşları durmuyordu.
<Bak canım sana kırmızı güller getirdim. Birzamanlar sen alırdın hep bana.
Şimdi ben senin için aldım.
<Nekadar seviyorduk birbirimizi. Neden ayrıldık biz. Mutlu olacaktık oysa..
Nişan yüzüklerimizi bile almıştın. Gençlik işte mantıklı düşünemiyor ki insan.
Hem ağlıyor hem konuşuyordu Suna.
Evliliğinde çok acılar çektirmişti eşi. Devamlı aldatıyor ve manevi işkenceler yapıyordu. Sonunda dayanamayıp kızını da alıp annesinin yanına gitmişti. Aslında Ahmet'ten bir beklentisi yoktu. Çünki Ahmet'te evli ve iki kızı vardı. Yalnızca arkadaş olarak görmeye gitmişti. Trafik kazasında öldüğünü öğrenmesi onu geçmişe götürmüştü.
<Hani hatırlıyormusun canım pencereden işaretleşir önce sen çıkardın dışarı. Sonra da ben çıkardım. Önceleri kimse anlamasın diye. Otururduk çay bahçesinde.. çok güzel sohbetlerimiz olurdu. Nezaman iş ciddiye bindi. Evlenme kararı aldık. O yengen yok mu. Bizi ayırmak için yapmadığı kalmadı.
Ve bizi ayırdı. Belki sen de mutlu olamadın eşinle. Bense hiç olmadım. Bazen seni düşünürdüm. Seninle evli olsaydım mutlu olurdum. Sen beni anlıyan sevgi dolu biriydin.
Yine gözlerinde ki yaşlar sicim gibi iniyordu Suna'nın. Keşke bugün hiç uğramasaydım. İçimde ki aşk kırıntıları kalsaydı yerinde. Ama mazimin saf ve temiz aşkı köz gibi yanacak bundan sonra içimde.
Elinde ki gülleri mezarın toprağına tek tek bıraktı.
<Bundan sonra hep güllerle geleceğim. Mekânın cennet olsun Ahmet
Birzamanlar aşık olduğu deliler gibi sevdiği arkadaşını, gözü yaşlı olarak bıraktı. Hayat herzaman süprizlerle doluydu. Bazen böyle acı süprizler de insanın karşısına çıkabiliyordu.
Son düzenleyen goksu18; 6 Eylül 2007 17:35 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat