Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 130

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.580 Cevap: 1.812
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #1291
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Hiç sevmedim kimseyi senin kadar....
Yüreğim yanmadı hiç bu kadar..."
Sponsorlu Bağlantılar

Bir el bazen neleri ayakta tutabiliyor hiç düşündün mü Sevdam, ve neleri yıkabiliyor tek başına ? Bir eli tutmak bir insanı hayata bağlamakla eş değerde olabiliyorsa eğer bunun adı aşktır. Böyle bir eli tutmak hayatı bulmaktır belki de....

Hiç sevmedim seni sevdiğim kadar dersin birine ve sonra onun arkasına dönüp gitmesini izlemek ne zordur. Bir eliyle hayata bağlamak bir eliyle o verdiği hayatı geri almak gibi... Bazen mecburu ayrılıklar mecburi acılar yaratır. Bile bile kapıyı aralık bırakırsın ve tüm yalnızlığın ve hüznün içeri dolmasına izin verirsin. Buna rağmen aklının bir köşesinde sonsuzluk vardır. Bitmedik , bitemez , bitmeyecek... Bir ömrü bir aşka adamaktır bu belki ve elbette yürek ister ayrıysan. Dönüş yolları geçilemeyecek kadar darsa bile bir umut koyup sol yanına beklersin hayatının ışığının o derin karanlıktan gelmesini. Zaman geçtikçe göremez olursun hiçbir şeyi gözlerinin buğusundan ve kalbinin karanlığından... Beklemek zordur eğer beklenen kalbinden çok uzakta ise...


"Çok yalnızım, seninle bir yarım...
...
Eğer elindeyse ne olur çal kapımı,
Eğer yüreğindeysem ne olur sil göz yaşımı.."


Bir hayatı kaybetmek bir elin sıcaklığını kaybetmekle eş değerse işte bu aşk Sevdam. Böyle bir eli kaybetmek ölmeden ölmektir. Ruhunu o sıcaklığa terk edersin o el senden uzaklaşırken. Ruhsuz bir beden ölmekten beterdir...Anlıyorsun dimi beni...

Ne kadar umut edersen et korkular rahat bırakmaz aklını ve umudunu köreltir sonsuz telaşların o bekleyişte. İsyanın yükselir bastıramazsın çektiğin yalnızlığın en acımasız yanı canını yakmaya başlayınca. Tanrıya yalvarırsın son bir şans diye gerçekleşmeyeceğini bildiğin halde. Umudun ve benliğin avuçlarının arasından akıp gider. Ruhsuz, umutsuz ve benliksiz kalırsın bir başına. Zaman acımasızlaşır ağladıkça.

"Gel... Korkuyorum... Nefes alamıyorum. Eğer hala dudaklarında ismim varsa gel... Sıcaklığın olmadan tutunamıyorum..."

Hatanın üstüne hata ekleyerek yaşıyoruz Aşkım. Bile bile kaçırdık belki de o treni. Beklemek için çok geç , vazgeçmek içinse çok erken. Bir ömre bedelse bile geç kalınmış bir mutluluktan vazgeçmiyorum. Verilen sözler unutulmamalı, ben unutmadım... Koynumda sıcaklığın , yalnızlığın elinden çekip almanı bekliyorum beni.

"Eğer elindeyse ne olur çal kapımı,
Eğer yüreğindeysem ne olur sil göz yaşımı.."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #1292
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ah! ÇocukMutluluklar pazarlarda alınıp satılır oldu. Betonlaştı gözyaşları, yürekler katılaştı. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye acımıyor, yanmıyor. Güzellikler bile parayla alınıp satılıyor artık. Namussuzlar çoğaldıkça namuslular azaldı. Makamlar büyüdükçe beyinler küçüldü. Herkes firsattan istifade edip cebini şişirmeye çalışıyor, yetimin, yoksulun kakkına tecavüz ediyor. Gözlerde güneşin sıcaklığı, vicdanlarda doğruluğun aklığı kalmadı çocuk. Yürekler gibi gözlerde kirlendi. Sevinçlerimizi, şiirlerimizi, kitaplarimizi yok ettiler, alıp götürdüler bizden uzaklara insani duygularımızı. Toprağımız küs şimdi bize, ğögümüz de küs. Bilmem ki nasıl anlatılır sahtekarlığın, cüzdanın ve vicdanın kirlenmişliği bir ülkede . Erdemin, fazilletin, sevginin ve dostluğun çürümüşlüğü.

Sponsorlu Bağlantılar
Gökyüzü hepimizin değil mi? ya yeryüzü. Neden vicdanları gibi gökyüzünüde, yeryüzünüde kirletirler çocuk. Doğaya, insana, kuşa, çiçeğe, emeğe bu düşmanlık niye... Bilmezlermi ki, bunları sevmekle başlar yaşam. Bu kin, nefret ve düşmanlıkla nereye varacak dünyamız. Bunlar sevmeyi bilir mi çocuk? zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
Hayatta hiç sevmişler mi bir ırmağın türküsünü? Gümbürtüsünü bir ormanın durup dinlemişler mi? bir pınarın akışını, yağmurun yağışını?. Bir türkünün, bir şiirin güzelliğini, bir dostluğun ve sevdanın sıcaklığını yaşamışlar mı hiç? Gülümsemişler mi çocuklara bahar gülleri gibi, okşamışlarmı saçını bir öksüzün. Vurmuşlar mı sesini dağlara, çağlayanlara? Oturup ağlamışlar mı yavrusu vurulmuş bir cerenin acısına. Duymuşlar mı oğlu mahpus bir ananın feryadını yüreklerinde...

Yalvarma güzel çocuk, dillerini utandırma. Utandırma dillerini, dillerin ki dağ yelidir senin; Pınarların sesi, kuşların ötüşüdür. Bükme boynunu gözlerini utandırma, gözlerin gökyüzüdür senin, mavi gülüşlü bir çiçek. Yalvarma çocuk; sesini utandırma. Gülün kokusudur sesin; rüzgarın nefesi, ırmağın türküsüdür. Yalvarma çocuk; ellerini utandırma. Yokluk, yoksulluk kötü bilirim. Umudu, sevinci, onuru utandırma. En güzel senin ellerindir çocuk ekmeği tutan, suya uzanan.

Ey çocuk yoksulluğunu öfkeli bir bıçak gibi taşı yüzünde ama yalvarma, utandırma yüzünü. Utancını ve hıncını güneşin sarısı gibi yüreğinde sakla. Unutma seni ağlatanları. Unutma utanması gerekenleri ama sen ağlama, utandırma gözyaşlarını. Aşk için ağla, dostluk ve sevgi için. Ama yoksulluğun için ağlama, yalvarma, utandırma gözyaşlarını çocuk. Bırak dereler ağlasın senin yerine, rüzgarlar, pınarlar ağlasın ama sen ağlama. Deli taylar gibi sev yaşamı, aşkı sevgiyi ve umudu. Yüzün her koşulda onuru, öfkeyi, sevinci, direnci taşısın; Yılgınlık, bezginlik olmasın. Yeri geldiğinde sormalısın yoksulluğun hesabını..

Elimden tut ey çocuk; utandırma ellerini. Tut elimden güneşe yürüyelim, sevince, umuda, neşeye yürüyelim. Tutki güneş doğsun, serçeler sevinsin. Zulümler, karanlıklar çekilsin üstümüzden. Tut ki tomurcuklar açsın, büyüsün çocuklar, serceler ucsun, tohumlar ekilsin, yeşersin umutlar. Bir demet ışık saçılsın dünyaya, kapılar açılsın, kalmasın esaret, ezilmişlik, açlık. Kimse kimseye avuç açmasın, çocuklar ağlamasın, utanmasın analar, babalar yoksulluktan yokluktan.

Ah… çocuk!
vakitsiz açan ,bir çicçek tarlası gibi yüreğin
beyaz kardelenler, sarı papatyalar
bükmüş boyunlarını ip - ince boynundan
güneşe bakıyorlar...

her iç çekişte
dünyanın bütün çiçekleri kanamada
bütün kuşları havalanmada
umudun evi yok, sevincin adresi
neylersin çocuk...

ah…. çocuk!
vereceksen, rüzgarlara ver sesini, tomurcuklara
baharı muştulasın yarınlara

mümkünü yok artık, gittiğim her yere
soluk yüzünü taşıyacağım
ve seni her düşündüğümde
çağımın utancını yaşayacağım ah! çocuk <
Nuri Can

nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
28 Eylül 2007       Mesaj #1293
nünü - avatarı
Ziyaretçi
sevgilim,


yine seni düşünüyor,yine yazıyorum.konunun sonunu nasıl getireceğimi ve nasıl bitireceğimi bilemiyorum.anlatacağım şeyleri de bilemiyorum neyazık ki...
neyse canım,neyse.seni çok özledim.sen de beni özledin ,içimde bunun mutluluğuyla yaşıyorum.ve büyüyorum.evet büyüyorum.benle beraber aşkımızı da büyütüyorum.

bizi çekemeyenlerin çatlayacaklarını da biliyordum ama korkuyordum,evet korkuyorum,hala da öyle.sanki birşey olacak ve bizim büyük mutluluğumuz yarıda kalacakmış gibi geliyor.inşallah bu bir yanılgıdır sevgilim.senden ayrılmayı düşündüğümde senin bana masum bakışlarını görünce dayanamayıp vazgeçiyorum.ama sen beni benim kadar sevmiyorsun ne yazık ki...neden benim kadar sevmiyorsun.ben seni çok seviyorum sevgilim senin sevdiğin gibi,acınacak kadar çok.tıpkı ilk haziran günü gibi.sıcaktan değil,aşkımdan cayır cayır.haziranda görüşmek dileğiyle,daha büyük bir aşkla...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1294
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk, Uydurduğumuz En Güzel Yalan!

Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.


“Bana kalan,
Beni kalansız bölen bu şehir.
Ah! bu şehir, yalan şehir”


demek isterdim; ama yalan olan sendin. Benim yarattığım, inanmak için yıllarımı harcadığım kocaman bir yalandın sen. Gerçek olduğunu gördüm. Sen gittin...

Aslında içimden giden sevgili değildi. Ben sadece, yalanıma inanmıştım. O, gerçekti... Aşk bitmişti. Düşünüyorum da acaba aşk, ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde, müzikte ya da sözde, nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan, güzel ile çirkin, iyi ile kötü gibi birbirini besleyen, değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin temel dinamiklerinden ikisi olabilir mi? Ya da aşk, yalana sesdeş mi? “Seni seviyorum” derken, aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyor, kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyoruz?

“Bir gün içimden gittin, anladım.”


Aşk, uydurduğumuz en güzel yalan! Ve aşk, yalan varsa aşktı.


İnsanın doğasında var. Doğrular ne kadar da az cezbeder bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa, yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Durduralamaz bir dürtüdür bu. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama, söyleten ta kendimizdir.

İçimizdeki yasaklı kimliktir O:


Mülkiyet duygusu ve egosu olağanüstü gelişmiş; ihtiraslı, doyumsuz ve aşka her zaman hazır. Pembedir, mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır, yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır, yasak ve güzel olan herşeye. O cennetteki en güzel meyveyi tadan, ilk ihaneti gerçekleştirendir. Kısacası O, yaşayan tarafımızdır. En güzel anılarımız, en heyecanlı anlarımızdır...

Bir gün içimden gittin, anladım. Nereye ve neden gittiğin değildi önemli olan... Kiminle gittiğin, hangi havayı soluduğun, hangi şehrin, hangi sokağında yürüdüğün önemli değildi. Sen içimden gitmiştin... İçimde ne varsa bana ait, seninle gitmişti.

Renklerim, ruhumdaki yaz, güneşim gitmişti.

isimsiz kral




Baki Kara
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1295
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Çakışan Hayatlar

Küçük bir odanın içinde üç çocukla oturan bir kadın. Eski bir kanepe yere yapıştı yapışacak… Köşede bir soba yanıp yanmadığı belli değil. Çocuklardan fırsat buldukça içine iki gazete kağıdı atıyor kadın. Komşularından toparladığı kağıt parçaları bitti bitecek… En büyüğü yedi yaşında en küçüğü iki üç çocuk… Burunlarındaki sümükler uzadıkça uzuyor. Kadının çocuklarıyla ilgilenecek hali bile kalmamış… Kendisini bırakıp giden adama beddualar kopuyor yüreğinde… Bir zamanlar neden ve niçin sevdiğini sorguluyor dört duvardan oluşan inşaat odasına bakarak… İçinden buna da şükür diyor evi olmayanları sokakta kalanları düşündükçe… Yüzü gülüyor ardından… Kanepeden kalkıyor ve ufak televizyonun yanındaki kırık dökük sehpadaki kimlikleri alıyor eline… Üç tane resimsiz kimlik…

İçinden “Ah adam sen nasıl bir babasın ki çocuklarını nüfusuna bile almadın” diyor. Tekrar kızıyor ama bu defa kendine… Yıllarını verdiği adama kaçtığı için… Ona üç çocuk vermesine rağmen nikahta yapmamıştı kocası ve buna bir anlam veremiyordu. Çocuklarına bakındı yine… Büyük oğlu diğerlerine göre daha bir durgun görünüyordu. Babasını özlediği halde annesinden çekindiği için bu cümleyi telaffuz edemiyordu. İçinde büyük fırtınalar kopmaktaydı. Kaçıp giden babasına hem kin besliyor güzel günleri hatırladıkça da ona sarılmak istiyordu. Hepsi kapının sesiyle irkilmişti. Kadın odadan çıkıp kapıyı açtığında komşusunu görünce gülümsedi

“Gelsene” dedi.

Birlikte tek odaya geçtiler. Gelen kadın yeni taşındığı için yabancıydı bu ortama. Birazda tedirgin görünüyordu. Bir kadın ve üç çocuğun dramına içerlenmişti. Kanepenin köşesine oturdu. Yedi yaşındaki çocuğa baktı uzun uzun. Sonra da annesine;

“ Anıl seneye okula gidecek değil mi?” dedi.

Gülümseyen anne elindeki kimlikleri uzattı. Komşu kadın sevinmişti.

“ ne güzel kimliklerini çıkarmışsın” dedi.

Emine;

“ iki gündür bu işle uğraşıyorum. Anıl büyük olduğu için hastaneden rapor istediler.”dedi

Komşu kadın onu teselli etmek istercesine;

“ Hayatta ilk başarın işte bu. Başkalarından bekleyeceğine kendinde gücü bulmalısın.”dedi

Emine kadına bakıp;

“ Soyadlarına bakmadın.”dedi.

Komşu kadın tekrar kimliklere baktı.

“ Kendi üzerine mi yazdırdın. Ama baba adı yazıyor burada” dedi.

Emine;

“ bana kalsa o ********in adını yazdırmazdım ya savcılıkta dilekçem vardı”dedi.

Sözüne komşu kadın;

“ Ne dilekçesi” dedi.

“ Oğlanı okula veremeyince savcılığa suç duyurusunda bulunmuştum. Bu adam benim imam nikahlı eşimdir ve çocuklarına kimlik çıkarmadı diye”dedi.

Komşu kadın gülümsedi.

“ devleti bağlamaz imam nikâhı. Ancak DNA testi yaptırabilirsin çocukların ondan olduğunu ispat etmek için. Sana imam nikâhını sormazlar.”dedi

Emine biraz şaşkın;

“ Burada herkes onun benim kocam olduğunu bilir.”dedi.

Kadın kahkaha attı.

“ devlete nasıl ispatlayacaksın.”

“ Haklısın galiba… ne yapayım ben cahilim.”dedi.

Sonra da kalkıp odadan çıktı. Çay yapmak için…

Komşu kadının gözleri halen Anıl’a takılmıştı.

“ Okula gitmeyi istiyorsun değil mi?” dedi.

Başını sallayan çocuğun gözleri gülüyordu.

“Ben babam gibi olmayacağım” dedi ister istemez.

Kadın bir an durakladıktan sonra;

“Bazen büyüklerde hata yapabilir. Ama onların hata yapması senin sevgini eksiltmesin. Özledin mi babanı?”dedi.

Anıl dudaklarını açtığı an annesinin içeri girdiğini gördü ve sustu. Sadece başını evet anlamında salladı. Annesine baktı. Onun gözlerinde bir şeyler arar gibiydi. Bu defa;

“ Özlemedim babamı” dedi.

Komşu kadın;

“ Ne olursa olsun o senin baban.”dedi.

Çocuk bir şeyleri ispat etmek isteyen edasıyla;

“O beni dövüyordu ama” dedi.

Başını salladığını gören annesini ikna etmek adına çabalar gibiydi.

Emine;

“ Belki birgün gelir büyüdüklerinde” dedi.

Bir köşede oturan küçük Seda;

“ O zaman neden babamı anne” dedi.

Komşu kadın çocukların ruh halinin bozulduğunun farkındaydı. Aklı kendi kızına takıldı. İçinden acaba benim kızımda beni suçluyor mu diye geçirdi.

Emine kızına bir cevap vermek için zihnini zorluyordu. Kovmadım dese olmayacak kovdum dese kızının daha fazla tepki göstermesinden çekiniyordu. Komşu kadın imdadına yetişmişti.

“Kızım bazen büyükler anlaşamazlar ve ayrılmak zorunda kalırlar. Bu sizler için verilen en iyi karardır.”dedi.

Emine Anıl’a bakıp;

“ Oğlum baban gelse onu alır mısın?” dedi.

Çocuk tedirgin ve ürkek bir ses tonuyla;

“ Sen istersen” dedi.

Komşu kadın dik bakışlarıyla Emine’ye baktı. Emine bu bakışların ne anlama geldiğini anlamıştı ve sustu. Komşu saatine bakıyordu.

Emine;

“Ne o sevgilinle mi buluşacaksın” dedi.

Komşu kadın gülümseyerek;

“ Nerden bildin?” dedi.

“İkide bir saatine bakıyorsun da”

“ Evet ama bu sevgili başka bir sevgili?” dedi kadın.

Emine şaşırmıştı.

“ Nasıl yani?”

“ Akşam namazını kaçırıp kaçırmadığımı hesaplamaya çalışıyordum. Eve gitmem gerekiyor.”

Emine gülümsedi

“Sofi mi oldun” dedi.

“ Yok ya. Sadece huzur duyuyorum.”dedi

Emine;

“ Seni dışarıdan gören böyle bilmez.” Dedi.

Kadın biraz düşündükten sonra;

“ haklısın. Ama insanların inançları kendinedir. Başkalarının öğrenmesi gerekmiyor.”dedi.

Emine karşısındakine daha bir hayranlıkla bakmaya başlamıştı.

“ Burada kılabilirsin ama benim seccadem yok.” Dedi.

“Sen bana başörtüsü ve etek getir. Temiz bir bezin varsa onun üzerinde kılarım” dedi.

Ayağa kalkan Emine odadan çıktı…

Saatler geçmiş komşu kadının gidişinin ardından düşünceler içinde kaybolmuştu mazide. Yatağa uzanmıştı ve uyku ile uyanıklılık arasındaydı.

Gecenin bir yarısı kapının gürültüsüyle korkuya kapıldı. Üç çocuğu uyuyalı çok olmamıştı ki kapı güm güm inliyordu.

Yattığı yerden doğruldu ve kalktı. Odadan çıkıp kapıya doğru yürüdü.

“ Kim o” dedi korkuyla.

Ses tanıdıktı.

“ Benim. Kapıyı aç” diyordu

“ Git buradan.” Dedi Emine.

“ Ben yaptıklarımdan pişmanım. Çocuklarımı ve seni özledim.”

“ İnanmıyorum sana. Ben seni hayatımdan çıkardım.”

“ Sen beni seviyorsun.”

“Git. Yoksa polis çağıracağım. Benim ve çocuklarımın neler yaşadığını düşündün mü aylarca. Şimdi gelmiş sevgiden bahsediyorsun”

“Son kez affet”

Emine kocasına inanmaması gerektiğine kendini inandırmaya çalışıyordu. Onu seviyor muyum hala diyordu içinden. Ama ne olursa olsun onu çıkardım hayatımdan dedi. Kocasının dışarıda yükselen feryatlarını duymak istemiyordu ve içeriye doğru yürüdü. Bir adam on yıldır bana iyi bir gün yaşatmadıysa bundan sonra da yapamaz dedi. Küçük oğluna sarılıp uyumak için kendini zorladı. Uykusu kaçmıştı. Zihninde güzel günler sıralanmaya başlamıştı. Birden kocasını özlediğini hissetti. Tekrar kalktı ayağa ve kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtığında yere yığılmış vaziyette kocasını gördü. İçeriye giren adam Emine’ye sarıldı ve onu özlediğini söylüyordu. Emine’nin içinden de aynı düşünceler geçiyordu ama dile getirmek istemiyordu. Bir yandan kaldığı sitenin yönetiminden çekiniyor bir yandan da çocuklarının babasından kopmak istemiyordu. Sevgi karın doyurmuyordu. Buradan atarlarsa nereye sığınırım dedi kendine. Bu adam yine çeker giderse açıkta kalacağından emindi. Ama bu dakikaları da kaçırmak istemiyordu. Eşiğin gerisinde arzu dolu dakikalar düşüncelerle birlikte başlamıştı ve kendini koyvermişti sonunu düşünmeden. Şimdi tek isteği bir zamanlar sevdiği adamla içinde alevlenen cinselliği yaşamaktı. Bu bir onursuzluksa yaşamaktaydı. Zaten önceden de evli değildi şimdi de… O zaman kaybedecek bir şeyi yoktu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1296
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayrıntı

Tozlu kutudan çıkan nesneler arasında bir kutu daha içinde bir adet resim
kağıdı hayat gibi mas mavi hayat gibi sim siyah 14 eylül sabahıymış bir
bulut çizmişim kağıda çok büyük kalbim gibi.ancak o bulutun içine bir tek
seni ve kendimi koymuşum.bu buluta o zaman baktığımda sanki mavi dünyamı
masmavi yapıyordu.aradan yıllar geçti,uzun zamanlar.araya aşklar girdi
pencereden bakan minik gözler girdi.ben bu süre içerisinde bir çok şey
öğrendim hayatın dıştan gözüktüğü gibi olmadığını kendi dünyamızı
başkalarına anlatırken ekran koruyucu koyup da anlattığımız mesela. Sevmeyi
anladım bazen aynı ekran koruyucularımızı kendimiz yaşarken içimizde de
kullandığımızı anladım. Sevdikleri insanların insanlara değer verdiklerini
anladım.sevmek kadar cesaretli olabiliyorsan sevdiğini söylemek kadar
cesaretli olmak zorunda olduğunun farkına vardım bir kez daha.seviyorsan
eğer senin sevdiğin insanın seni bir kelimeyle var edip bir kelimeyle yok
edebildiğini öğrendim.fakat öyle bir yanış yapmışım ki resmimde öylesine
doru bir ayrıntıyı atlamışım ki yüreğimde.unutmuşum.bulutların güneşi
kapattığını.şimdi bunun hesabını veriyorum. Herkese…

Sercan Günel
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1297
nünü - avatarı
Ziyaretçi
En Büyük Aşkıydı

İlk okulda kapılmıştım sevme duygusuna. Sevmenin ne olduğunu bilmiyor, sadece içimde garip bir duyguyla kendimi ona adamaya çalışıyordum. Gözümü kapadığım zaman bile hayal mayal gözümün önünde bir şeyler canlanıyor. İsmi Dilek’di. Her kez den saklıyor sanki çok kötü bir şey yapıyormuş gibi kendimden bile saklıyordum. Çocukluk işte ilk okul bitene kadar hep onu sevmiş gibi kendimi kandırmıştım.


Ortaokula başladıktan sonra onu unutmuştum. Babası okula göndermemişti, bense hiç aldırmıyor aklıma bile gelmiyordu. Çocukluğun vermiş olduğu halisane duygular içerisinde yeni aşklara yelken açacağım anın yaklaştığını biliyordum. O zamanlar okulun en gözdesi erkeklerinden biriydim Jöleli saçlar bembeyaz ten tam bir parlak dönemlerimi yaşıyordum. Bebeksi bir görüntüm vardı. Ertan diye bir arkadaşım vardı hani benden eksik kalan bir yanı yoktu. İtiraf etmeliyim benden daha da çok yakışıklı sayılırdı. O benden daha çok rahattı. Devamlı beraber gezer kızların gözdesi olmuştuk. Bense o zaman uzak bir arkamızın kızı olan Yasemine tutulmuştum. Kendimce imkansız olduğunu düşünüyor içimden evlilik hayalleri kuruyordum. O zamanlar bir kızla beraber olduğunda muhakkak evlenmek gerektiğini düşünüyordum. Çünkü duygularım hep evlilik kısmına ağır basıyordu. Çok utangaç bir halim vardı ona karşı. Akrabamız olmasına rağmen gidip gelmelerimize rağmen onunla okulda konuşamıyordum. Bir gün tüm cesaretimi toplayıp ona sevgimi söyleme kararını aldım. Ertan’ın da baskısının etkisiyle yanına gidecek ona aşık olduğumu söyleyecektim. Tam yanına gittiğimde boğazım düğümlendi, söyleyemedim. Ertan’a kaldı artık benim yerime söylemek. Ertan çok rahat bir şekilde yanına gidip benim ona aşık olduğumdan falan bahsetmişti. O ise bizim akraba olduğumuzu böyle bir şey olamayacağını söylemişti. Hayatımın ilk ret edilişini Yaseminden almıştım. Her şeyin bir ilki vardı. Bense 12 yaşımda ilk aşka olumsuz cevabı o zaman almıştım. Ama nasıl yıkılmıştım. Sanki dünyanın sonuydu benim için. Sonraları yavaş, yavaş onsuzluğa kendimi alıştırmıştım alıştırmak zorundaydım.


Lise dönemine kadar hayatıma hiç kimse girmedi. Lise de O zamanlar İlknur adında bir kız vardı. Çok güzeldi ona aşık olmuştum. Yaklaşık altı ay kadar onunla beraber güzel günlerimiz olmuştu. O zamanlar güzel günlerimiz dediğimiz sadece telefon konuşmalarıydı. Daha fazlası olmamıştı. Ne elini tutabildim ne de başka bir şey. Sonra şu an hatırlamadığım bir sebep den dolayı ayrılmıştık.


Lise son sınıftayken Mehtap diye bir kız vardı yeni liseye başlamış alımlı çok güzel hanım hanımcık bir kızdı. Yani ben öyle sanıyordum. Nereden bileyim başımın en büyük belasının o olacağını. Bir iki hafta sonra Mehtap dan uzaklaşmaya başlamıştım. Artık onunla konuşmak istemiyordum. Her önüne gelenle konuşuruz çok lakayı bir kız olmuştu. Ona ayrılmak istediğimi söylediğimde bana ukala bir tavırla benden hiçbir erkek ayrılamaz sadece ben ayrılırım demişti. Ben de her şeyin bir ilki vardır zamanında bende bir ilk yaşamıştım. Sende şu an benimle bir ilki yaşıyorsun dedim ve telefonu kapattım. O zamanlar Ticaret Lisesinde okuduğum için son sınıfımda staj yapıyordum bir muhasebe bürosunda o gün geç saatlere kadar çalışmıştım. Bir ara sigaramın bittiğini fark edip dışarı çıkmıştım. Tam iş yerime dönecektim ki beş altı kişi önümü kesti içlerinden bir tanesi yanıma yaklaşıp arkadaşım bir iki dakika seninle konuşabilir miyiz dedi bense ne hakkında konuşacağız seninle dedim. O da bana Mehtap ile ilgili dedi. Ben Mehtap diye birini hayatımdan çıkaralı çok oldu tanımıyorum dedim. Ya tamam bir iki dakika konuşalım dedi. Ben de kabul ettim. Yanlarında arkadaşım Sinan da vardı. Sinan a ne oluyor falan dedim yok bir şey dedi. Birkaç metre yürüdük falan üzerime birden yumruklar tekmeler ne olduğunu anlayamadım. Resmen altı kişi üzerimde tekme tokat yumruklar halinde beni dövmeye başlamışlardı. Gözümü açtığım da hastane de kendimi buldum. Serum takılı kulaklarım da bandaj gözlerim de şişlikler iki gün geçmişti. Adamlar beni çok kötü şekilde dövmüşlerdi. Daha sonra mahkemelik olmuştuk. Beni dövenlerden bir tanesi ise bir zamanlar bir tek sigarı paylaştığım canım ciğerim dediğim Sinan’dı. Çok zoruma gitmişti. O gün Adliye binasında tek, tek ifadeler alınıyordu. Sıra bana gelmişti. Savcı bana neden böyle oldu falan dedi. Eski bir mevzu diye kapatmaya çalışmıştım. Ama savcı benden çok daha akıllıydı. Bana Mehtap yüzünden mi dedi. Şoke olmuştum, evet demekten başka çarem yoktu. Daha sonra Mehtap’ın babasını çağırmıştı. Babası ise çok sayılan sevilen iş adamlarından birisiydi. Çok utanmıştı adam hiç unutmuyorum. Çok nadir de olsa memlekete gittiğimde bazen karşılaşıyoruz halen yüzüme bakarken bir eziklik yaşıyor. Meğersem Mehtap beni dövenlerin başında olan şimdi ismini hatırlamıyorum, çocuğa benim onu rahatsız ettiğimi ve benimle ilgilenmesini rica etmiş. Zaten çocuk serseri tipli sevilmeyen bir simaydı.


Lise bitmesine yakın bir gün Internet cafe de chat yapıyordum. O zamanlar Aysun diye bir kızla tanışmıştım. Çanakkale de oturuyordu. Uzun bir sohbetin ardından telefon numaramı verdim ona. Bir gün hiç onun arayacağı aklıma gelmezdi. Ama aradı ansızın. Kısa bir görüşme sonrasında telefon numarasını aldım. Sonra ben onu aradım derken günler birbirini sürükledi. Birbirimizin yüzünü görmeden aşık olmuştuk. Altı ay kadar böyle sürdü. Hiç unutmuyorum. 9 Ekim 2000 yılında Çanakkale ye gitme kararı aldım. Çok sevinmişti geleceğimi duyunca. Otobüse bindim ama bir türlü yollar bitmek bilmiyordu. Sonunda Çanakkale ye varmıştım. Onun gelmesini bekliyordum. O da ilçe de oturuyordu. Ben ondan önce gelmiştim, Çanakkale ye. Sonunda onun da otobüsü geldi. Ama ne ben onu ne de o beni tanıyordu. Ben öyle inenlere bakıyordum. Meğersem o inmiş ben fark etmeden arkamdan gelerek. Aşkım dedi. Nasıl anlatamam o kadar mutlu olmuştum ki. Aşkım demesi beni o kadar çok mutlu etmişti ki anlatmama kelimeler yetmez. O gün onunla oturup birbirimize yüzük alıp söz vermiştik. Kendi aramızda nişanlanmıştık. Üç gün kalmıştım Çanakkale de. Dönerken göz yaşlarımız sel olmuştu. Ben döndükten bir iki hafta sonra Aysun’un bana karşı olan sevgisinde azalmalar olmaya başlamıştı. Sorduğum da ise hep kaçamak cevaplar la geçiştirmeye çalışıyordu. Sonunda ayrılmak istediğini söyledi. Bense bir kez daha yıkılarak hiçbir şey söylemeden ayrılmak zorunda kalmıştık. Bir müddet kimseyle çıkmamıştım. Ta ki karşıma Neşe çıkana kadar. Çok tatlı bir kızdı Neşe. Üç ay kadar çıkmıştık. Onunlayken hayatımın tüm ilklerini yaşamıştım. İlk öpücük, ilk sevişme. Hayatımın cinsellik anlamında ki ilkiydi Neşe. Sonra askere gittim geldim. Ama hayatımda bir iz bırakacak kimse olmamıştı. Küçük aşklardan başka hiç kimse hayatıma girememişti.


Ve en büyük aşkım hayatımın anlamı canım ruhum her şeyim. ........ Asla unutamam seni ölene kadar da unutmayacağım. En büyük aşkım o zaman başladı. .......... benim her şeyim olmuştu. Tanışmamız o kadar garip diki. Benim sıradan bir numara çevirmem ve onunla tanışmam. Canım benim bu aşkı anlatmaya kelimeler yetmez. Canımın canı büyük aşkım. Beni çok sevmişti ben de onu. Ama itiraf etmeliyim artık çok fazla kaybedeceğim bir şeyim yok. O beni benim onu sevdiğimden daha çok seviyordu. Ondan adımı bile saklamıştım. Aklıma o an başka bir isim gelmişti ve o ismi söylemiştim. 5 ay boyunca adımı sakladım. Ta ki bir gün cüzdanımın tesadüfen eline geçene kadar. Bana o zaman bile hiçbir şey dememişti. Ben İstanbul dan dönmüş bir gün sonra tüm gerçekleri söylemişti. Onun tam anlamıyla yıkmıştım. Nasıl da pişmandım. Ona yaptıklarımdan dolayı. Ama sonunda beni affetmişti. Ona daha da çok bağlanmıştım. Sonra bir iki kez daha ona karşı hatalar yaptım. İhmal ettim doğum gününde onu yalnız bıraktım. Ve bir gün artık onunda canına tak etmişti. Bana ayrılmak istediğini söylediğinde şaka yaptığını sanmıştım. Meğersem gerçekten benden ayrılmak istemiş. Anlayamadım. Ona çok yalvardım ama hiçbir şey kararından dönmesine neden olmuyordu. Sonra bir gün aniden hastalanmıştım. Solunum yetersizliği çekiyordum. Hastaneye kaldırmışlar beni. Tahliller röntgenler derken sonuç çıkmıştı. Akciğer kanserine yakalanmıştım. Öleceğimi biliyordum. Ve bura da ölmek istemiyordum. Çok uzaklarda ölmek ve mezarımın bile yakın olmasını istemiyordum. Sonunda çok uzaklara gitmeye karar verdim. Bir inşaat firmasının Irak da Şantiye de çalışacak ön muhasebe elaman alımı yaptığını duydum. Müracaat ettim. Ve gittim. On beş gün kadar kaldım. ......... hasretine dayanamıyordum. Gelme kararı aldım. Son kez onu görebilmek için dönüş yaptım. Bu arada hastalığım beni çok zorlamaya başlamıştı. İstanbul a gittim. Ama nafile benimle görüşmek dahi istemiyordu öleceğimi bile, bile beni istememişti. İdam mahkumunun bile son isteği yerine getirilirdi. Ama benim isteğim son kez yüzünü görebilmek ve ölmek di. İstemedi beni, ben de evime dönmek zorunda kaldım. Hastalığım artmaya başladı. İlaçların etkisiyle çok sevdiğim saçlarım dökülmüştü. Ama hiç aklıma dahi gelmiyordu ölüm. Tek düşündüğüm ........ di. Halen de onu düşünüyorum. Biliyorum çok fazla yaşamayacağımı ama her şeye rağmen Nerişimi her şeyden çok seviyorum. Bana deseler ki ........ istemezsen ölmeyeceksin ben yine de onun beni istememesine rağmen onu seçerim. Çünkü hayatımın en büyük aşkı oydu. Şimdi evimde ölümün kapımı çalmasını bekliyorum. Ama ölümün kapıyı çalmasından önce onun kapımı çalmanı bekleyeceğim. Belki bu EN BÜYÜK AŞKIM dizilerini okuyamayacaksın. Belki de ben bu yazıyı yazdıktan sonra öleceğim. Ama unutma ki seni her şeyden çok seviyorum ve seveceğim seni.


İşte benim ‘’EN BÜYÜK AŞKIM ......’’ di. Ölümden korkmuyorum tek korkum ....... beni kalbinde kötü bir anı olarak kalması. Çünkü ben onun ilk aşkıydım ve ilk aşkı olarak onu kırmıştım. Yazdıklarım da hatam olduysa af ola.
_________________
BELKI OLECEGIM
not:
çanimdan cok sevdiğim biricik kardeşim bu mektubu yazdıktan sonra (2 eylül 2006) hayata veda etmiştir. Bu amansız hastalığa yenik düşmüştür. onu çok özledim
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1298
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkta Yarın Yoktur SevgiliAşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili.
Deli Şair
Mikropçuk_11 - avatarı
Mikropçuk_11
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1299
Mikropçuk_11 - avatarı
Ziyaretçi
BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT
"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olmasa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışmane mümkün idi."
Peçevî tarihi, s. 355

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nınson kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüzon kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-Oklarınız havlı_
- Yatağanlarınız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle halelleşelim. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri "Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını" dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sormadan,- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "Deli oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- o şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1300
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve ÇılgınlıkUzun zaman önce dünya yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce iyi ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış . Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorken SAFLIK ortaya bir fikir atmış "Neden saklambaç oynamıyoruz ?" ve hepsi bu fikri beğenmiş , hemen çılgın ÇILGINLIK bağırmış "Ben ebe olmak istiyorum !" ve başka hiç kimse ÇILGINLIK'ı arayacak kadar çıldırmadığı için ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış . 1,2,3,...

ÇILGINLIK saydıkça , İYİ HUYLAR'la KÖTÜ HUYLAR saklanacak yer aramışlar . ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış , İHANET çöp yığınının içine girmiş , SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış , YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama gölün dibine saklanmış . TUTKU Dünya'nın merkezine gitmiş , PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş , 79, 80, 81, 82, 83...

AŞK dışında bütün İYİ ve KÖTÜ HUYLAR o ana kadar zaten saklanmış , AŞK kararsız olduğu gibi nereye saklanacağını da bilmiyormuş ... Bu bizi şaşırtmamalı , çünkü hepimiz aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz . ÇILGINLIK 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış . Ve ÇILGINLIK bağırmış "Önüm , arkam , sağım , solum sobe , geliyorum" .

Arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİK'i görmüş , o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş . Sonra ŞEFKAT'i Ay'ın boynuzunda görmüş , ve İHANET'i çöplerin arasında , SEVGİ'yi bulutların arasında , YALAN'ı gölün dibinde ve TUTKU'yu Dünya'nın merkezinde ... Hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç ! ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış , en son saklı kişiyi bulamamış , derken HASET ÇILGINLIK'ın kulağına fısıldamış :

"AŞK'ı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor "

ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış , saplamış , saplamış ... Ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar ... Ve haykırıştan sonra , AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış . Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş , gözlerinden . ÇILGINLIK , AŞK'ı bulmak için , heyecandan AŞK'ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş ... "Ne yaptım ben ? Ne yaptım ben ?" diye bağırmış "Seni kör ettim , nasıl onarabilirim ?" AŞK cevap vermiş ; "Gözlerimi geri veremezsin ama benim için birşey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin !"

O günden beri AŞK'ın gözü kördür ve o günden beri ÇILGINLIK da her zaman onun yanındadır ...
Kimliksiz Yazar

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat