Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 131

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.409 Cevap: 1.812
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1301
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Zamanın birinde sevginin en güzel ve en kıymetli his olduğuna inanan bir kız ve sevgiden yana yüreğinin almadığı yara kalmamış bir erkek yaşarmış.

Sponsorlu Bağlantılar
Tanımazlarmış önceleri birbirlerini, günler sonra kız farketmiş delikanlıyı. Kapalı bir camın ardında, bir topun peşinden koşarken görmüş onu. Yüreği kuş olup havalanmış, gitmiş konmuş topun ucuna. Sert bir tekme savurmuş delikanlı, zavallı kuş tekrar havalanmış ve nereye konacağını bilemez halleriyle, soluklanmış bir köşede.
Bilmem ne kadar zaman sonra kaldırmış başını delikanlı göğe doğru, kaldırır kaldırmaz görmüş vücudu çimen yeşili tüylerle kaplı, başının üzerinde ise bir tutam sarı tüy kondurulmuş minicik kuşu. Avucunun içine almak istemiş ama cesaret edememiş buna o kadar düşmanca bakıyormuş ki kuş, uzun uzun düşündükten sonra tanımış sert bir tekmeyle uçuşa sürüklediği biçareyi.

Karar vermiş gönlünü almaya, onu yine yanında soluklanmaya ikna etmeye ama ne çare, delikanlı yaklaştıkça havalanıyor onun ulaşamayacağı çok yüksek dallara konuyormuş kanatlarına sevdayı sığdırmış bu umutsuz yürek. En sonunda delikanlı kovalamaktan, kuş ise kaçmaktan yorulmuş. Aylar yıllar geçmiş, mevsimler değişmiş, ağaçlar yeniden çiçek açmış, çam ağaçları altında oturanlara gölgelik olmaya başlamış. Kuş ise neşe içinde şakırmış çam ağacının dallarından birinde. Oradan geçmekte olan delikanlı duymuş bu sesi ve yaklaşmış sessizce dalın altına. Alıvermiş kuşu avucuna. Tam o anda bu kuş, bahar gözlü bir kıza dönüşmüş. Şaşkınlıktan dili tutulmuş delikanlının çünkü bu kız kapalı bir camın ardında görüpte aklından çıkaramadığı düşünden başkası değilmiş.

Hasretle sarılmışlar birbirlerine, bir mektubun en güzel cümlesini fısıldamış delikanlı kızın yüreğine; “Birdaha ağlatırsam seni, yüzüme bile bakma, bırak elimi, kaybolayım yine aşkın girdabında, beni ne arayan ne de bulan olsun...” Aylarca elele, yürek yüreğe paylaşmışlar iyilikten yana ne varsa bu toz kümesi dünyada.

Ama günün birinde bir fırtına kopmuş gökyüzünde, kasvetli yağmur damlaları düşmüş toprağa. Bu sefer toprağın altında kalan umutları yeşertivermemiş aksine yeryüzüne ulaşmayı başaran umutlarıda savurmuş rüzgarıyla. İlkönce delikanlı vazgeçmiş bu kargaşada elini tutmaktan kızın. Umutlar gibi kızı da savurmuş rüzgar.

Mevsimlerin geçmesine fırsat olmadan, gözünden yaşlar damlamış kızın, sürgün olup göçmüş bu diyarlardan, bir daha ne gören olmuş onu ne de duyan. Delikanlı ise kaybolmuş aşkın girdabında onu da ne arayan olmuş ne de bulan...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #1302
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Asad'ın Öyküsü

Sponsorlu Bağlantılar
Faslı genç kızın babası bir iplik eğiricisi idi . İşleri iyi gittiğinden Akdeniz yolcuğuna çıkarken kızını da yanında götürmüştü . İplikleri satmak istiyordu , kızına da kendisine iyi bir koca olabilecek bir koca aramasını söylemişti . Ancak Mısır yakınlarında çıkan bir fırtına geminin batmasına neden oldu , baba öldü , kız ise karaya savruldu . Perişan ve bitkin , önceki hayalini hayal meyal hatırlar bir halde kumların üzerinde yürüdü , ta ki dokumacı bir aile ile karşılana dek . Onu aralarına alıp kumaş dokumayı öğrettiler . Nihayet mutlu olmuştu .

Ancak bir kaç yıl sonra Doğu’dan İstanbul’a doğru yol alan köle tacirleri onu kıyıda yakalayıp köle pazarına götürdüler . Gemilere direkler yapan bir adam işinde kendisine yardım edecek köleler satın almak için pazara gitmişti , kızı fark ettiğinde acıyıp onu satın aldı ve karısına hizmet etmesi için eve götürdü . Ancak korsanlar yatırım yaptığı yük gemisini çalınca , adam başka köle alamadı . Kız , adam ve eşi tüm direkleri kendi kendilerine yapmak zorundaydılar . Kız dürüstçe ve çok çalışıyordu . Adam kızın çok yetenekli olduğunu düşündüğü için en sonunda ona özgürlüğünü bağışlayıp iş ortağı yaptı . Bu , kızın çok hoşuna gitmişti .

Bir gün adam , ondan yaptıkları direkleri Cava’ ya götürürken eşlik etmesini istedi . Kız kabul etti , ancak gemi Çin kıyılarının açıklarında tayfuna yakalandı . Kız yine garip bir kıyıdaydı ve yine kaderine lanet ediyordu . “ Neden hep bu kötü şeyler benim başıma geliyor ? “ diye soruyordu . Hiç cevap yoktu . Kumların üzerinden kalkıp kıyıdan içerilere doğru yürümeye başladı .

Çin’ de , yabancı bir kadının ortaya çıkıp imparator için bir çadır yapacağına dair bir efsane vardı . Hiç kimse nasıl çadır yapılacağını bilmediği için, bütün halk ve birbirini izleyen tüm imparatorlar bu kehanetin sonucunu merak ediyorlardı . İmparator , tüm yabancı kadınları saraya getirmeleri için her şehre yılda bir kez ajanlarını gönderiyordu .

Sırası gelince kazazede kız da imparatorun huzuruna çıktı , imparator bir tercüman aracılığıyla ona çadır yapıp yapamayacağını sordu . “ Sanırım yapabilirim “ dedi kız . Bir ip istedi ancak Çinlilerde ip yoktu . Bunun üzerine bir iplik eğiricisinin kızı olduğunu hatırlayarak ipek isteyip iplik eğirdi . Kalın bez istedi , ancak Çinlilerde kalın bez yoktu , bu yüzden dokumacıların arasında geçen hayatını hatırlayarak çadır için kullanılan türden bir bez dokudu . Çadır direği istedi , ancak Çinlilerde hiç yoktu , bu yüzden direk yapan adamdan öğrendiklerini hatırlayarak çadır direkleri yaptı . Bütün herşeyi hazırladığında , hayatı boyunca görmüş olduğu tüm çadırları elinden geldiğince hatırlamaya çalıştı . En sonunda çadır yaptı . Buna hayran kalan ve eski kehanetin gerçekleşmesinden çok etkilenen imparator , kızın tüm dileklerini yerine getirdi . Kız yakışıklı bir prensle evlendi, çocukları ile birlikte Çin’ de kaldı ve mutlu bir yaşam sürdü . Yaşadığı şeyler o anda berbat görünmüş olsa bile , sonuçta mutluluğunu bunlara borçlu olduğunu anlamıştı .
Kimliksiz Yazar

Pasakli_Prenses - avatarı
Pasakli_Prenses
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #1303
Pasakli_Prenses - avatarı
Ziyaretçi
Mutluluk..Msn Happy

>Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı.
>Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli
>dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü
>temiz ve sağlıklı görünüyordu. "Sapa sağlam adam gidip çalışacağına
>dileniyor, belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok
>sıkkındı, birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla :
- Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.

- Hayır çikolata parası lazım!

Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin hali
de başka oluyor diye düşündü.

- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da
bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata
götürmek istiyorum.

- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir
kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata
götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga
etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile
kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden
denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü.
Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiçbir şey
onu rahatlatmıyordu.

Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. "Acaba söyledikleri gerçek
mi, yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.

- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından
başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım.
Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiçbir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.

Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

- Yokmu eşin dostun, borç alacak akraban?

- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını
doyururlar.

- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

- Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla
üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa
sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim.
Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha
iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz, gücümüz, her
şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok, ama mutlusun. Para
mı acaba bizi mutsuz eden?

- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim.
Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan
daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada?
Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey
olan.

- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor.
Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç
anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu, hergün çeşit çeşit
yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu
bildiğinde ancak mutlu olur.

- Sizin mutluluğunuzun sırrı bumu ?

- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar
değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

- Küçük kızı severek.

- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?

- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız
vardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutu edersen, o kadını da o
kadar mutlu edersin.

- Nasıl yani ?

- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep
beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar.
Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep
prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak
isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz
küçük kızlar. Öyle değil mi?

- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma
sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini
değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye
sorar durur. Güzelsin demem de yetmez ona. " Harikasın prenses gibi
olmuşsun" demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.

- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki
karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben
ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona
"bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay
yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.

- Hiç kavga etmez misiniz siz?

- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı
ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak
ayrı bir keyif verir bana.

- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En
ciddi yada en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o
tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla
aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar.
Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir
onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak
dokunuşları severler.

- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum.
Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu
zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde
karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek
için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu
olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir.
Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne
kadar mutlu olabilirsin.

- Haklısında bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar
para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar
hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama
hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan
hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük
kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu.
Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk
sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep
öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama
kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim
onu.

Adam ayağa kalktı.

- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sende git evine küçük
kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

- Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin
mutluluğuyla, bin
bir teşekkür ederek evginin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki
manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su
içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı.,
sonra eşinin önüne koydu.

- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.

İnci hiç konuşmadı.

- Sorsana "niye" diye.

İnci kızgın kızgın:

- Niye? Diye sordu.

- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayet
ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi
yumuşamıştı.

- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.

- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi
meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir
şeydi. "bak senin sevdiğin meyveleri aldım"
Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü
alamazsın.

- Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven
bu adamı senden mahrum etme.

- Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.

- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin,
dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı
gördü.

Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü.
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #1304
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
8xi8
Pasakli_Prenses - avatarı
Pasakli_Prenses
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #1305
Pasakli_Prenses - avatarı
Ziyaretçi
Simsiyah bir Duvar..

Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylasan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.

"Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak bos, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya"

Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar, iste o anda duvar kenarındaki adam düğmeye bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, iste bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.

Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.

Başını kaldırdı ve pencereden baktı

"Simsiyah bir duvar"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #1306
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AklımdasınBaşımdan geçen ilginç bir aşk öyküsünü anlatmak istiyorum.
Üniversite 2.sınıfa gidiyordum. Gençlik bu ya, başımda kavak yelleri esiyor.
Zaman ise benim geleceğin en büyük gazetecilerinden biri olmam için geçiyor gibime geliyordu. Geliyordu ama ben derslerden çok, arkadaşlarla üniversite binamızın içerisindeki sahalarda ve ağaçların arasında top oynamayı, gezmeyi ve arkadaşlarla sohbet etmeyi tercih ediyordum.
Ama itiraf edeyim, özellikle bahar aylarında etraftaki değişimleri, yeşillikleri geleceğin büyük gazetecisi gözüyle de izliyordum. Eh, gözleme yeteneğin olacak ve tabiattaki güzellikleri –bayanları- göreceksin de şairlik taslamayacaksın, aşık olmayacaksın olur mu?
“Öğrenci dediğin fotokopisinden belli olur”, “Fotokopisiz öğrenci meyvasız ağaca benzer” öğrenci atasözleri uyarınca vize dönemlerinden bir ay önce gördüğümüz derslerin notlarının fotokopilerini bulup almak için Azim Fotokopi’ye gittim. Azim Fotokopi hemen hemen bizde ki bütün derslerin dönem içindeki notlarının fotokopilerini çoğaltır ve satardı. Orada fotokopileri alırken yanımda bizim birinci sınıfta gördüğümüz bir dersin fotokopisinin olup olmadığını soran bir kız vardı. Fotokopiciden o dersin notlarının olmadığını öğrenince oldukça üzüldüğünü gördüm. İçimdeki yardımseverlik duyguları kabardı. Belirtmeliyim ki genellikle güzel bayanlara karşı her zaman yardımseverimdir. Kıza dönerek:
- “Her halde İletişim Fakültesinde okuyorsunuz” dedim.
- “Evet” dedi.
- “Bizim geçen yıl gördüğümüz Gazete Yazı Türleri dersinin fotokopileri bende hala duruyor. İsterseniz onları size ben temin ederim”dedim.
- “Ah, size zahmet olmasın?” dedi.
- “Yok canım ne zahmeti” dedim.
Sonra oradan beraberce konuşarak çıktık. Yolda adını söyledi: Figen’miş. Neyse biz böylece tanışmış olduk.
Ertesi gün ders notlarını ona verdim. Kız beni çok etkilemişti. Bir içim su derler ya öyleydi. Tabii, beni çok etkilediği içinde bana öyle gelmiş olabilir. Neyse... Bu yardım severliğimin karşılığında kız beni ne zaman görse hemen yanıma gelmeye başladı. Diğer arkadaşlarımla da tanıştırdım onu. Artık çok samimi olmuştuk. Olmuştuk olmasına ama kıza da tutulmuştum.
Ne yapmalıydım... Düşünüyordum ama bir türlü de karar veremiyordum. Şimdi kıza arkadaşlık teklif etsem, yardım etmemin karşılığında ondan faydalanmak istediğimi düşünebilirdi. Ayrıca arkadaşlık teklif etmemin diğer arkadaşlarımın hele hele Osman’ın kulağına gitmesi... Aman aman ölsem daha iyi. Çünkü bizim arkadaş gurubumuzun arasında şöyle bir beddua vardı: “Allah seni Osman’ın medyatik diline düşürsün de, manşetlerden inme emi !”
Çok düşündüm bir karar veremedim. En sonunda ona aşkımı mektupla ilan etmeye karar verdim. Bu amaçla oturdum ve usturuplu bir aşk mektubu yazdım.

“Bu mektubu kaldığım yerin soğuk duvarlarını ısıtmaya çalışan yüreğimin her atışında ismini hatırlatan sıcaklığında yazıyorum. Bir melankoni içerisinde yazmaya çalıştığım bu satırlar daha çok seven yüreğimin sevilme mutluluğunu yakalaması için çabalaması ve belki de karşılıksız bir sevda bataklığına nasıl gömüldüğünün ifadesi.
Acaba Figen; senin o melekler kadar güzel olarak tasavvur ettiğim hayalini gönlümden silip atsam mı diyorum. Yazık olmaz mı sorusu aklıma geliyor. Yazık olmaz mı aşkıma? Acaba unutsam sana karşı hissettiklerimi, hiçbir şey yaşanmamış gibi acaba bir anda geçen onca zamanın ötesine gidebilir miyim?
Yakalanan bir kuşun esaretten kurtulmak için çırpınması gibi seni görünce çırpınan kalbimin atışlarını, yüzümün her kızarışını, benim sana olan tutkumu tavır ve yüz ifademden, heyecanımdan, titrememden anlamandan duyduğum korkuları... unutsam mı?
Böyle bir şey mümkün olsa bile herhalde yaşadığım onca duyguyu bir anda jiletle kazıyıp, söker gibi atamam, atmam.
Çevremde çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görülmeme rağmen aslında sevdiğine karşı aşkını ve duygularını ifadeden bile çekinen utangaç yapıda biri olarak sevgimi yazı ile belirtme ihtiyacı duydum. Sana olan sevgimi hoş karşılaman dileğiyle...”
“Yakın çevrenden biri”

Mektubu daktilo ile yazdıktan sonra bir zarfa yerleştirdim. Figen’in de aralarında bulunduğu arkadaşlarla okulun önünde sohbet ederken lavaboya gitme bahanesiyle gidip sınıfta Figen’in ders notlarını tuttuğu ajandanın içine koydum ve sonucu beklemeye başladım.
Ertesi gün üniversitenin ana binasında bulunan yemekhaneye giderken Figen bir ara yanıma yaklaştı ve:
- “Yükselciğim san bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın. Aramızdaki samimiyetten bir tek sana söylüyorum” dedi ve devam etti “Yahu dangalağın bir bana bir mektup göndermiş” dedi.
- “Şaka mı yapmış mektupta?” diye sordum.
- “Şaka mı bilmiyorum ama mektupta bana tutulduğunu, aşık olduğunu... falan filan yazmış işte. Yani oldukça duygulu bir dille bana ilan-ı aşk ediyor herif” dedi. Ben de:
- “Peki kim bu herif”dedim.
- “Ne bileyim, ismini yazmamış ki! Ama yazdıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Bir iki tahminim de var” deyince heyecanlanarak;
- “Peki kim olabilir” diye sordum.
- “Tahminime göre bizim gruptakilerden biri ve... Neyse ismini de sonra öğrenirsin Yüksel” dediği sırada diğer arkadaşların da yanımıza gelmesiyle sözünü keserek onlarla konuşmaya başladı.
Beni bir merak sarmaya başlamıştı. Acaba tahmini ben miydim de tavırlarımdan öğrenmek için konuyu bana açmıştı. Anlamış mıydı acaba...
İçim içimi kemiriyordu; mektup yazmasa mıydım. Eğer gerçekten benim yazdığımı anlamışsa ve benimle bir daha konuşmazsa ne yapardım. Belki hem bir arkadaşı yitirecektim, hem de sevdiğim kızı.
Bu arada şeytan da dürtüyordu beni bir mektup daha yaz diye. Bu sefer duygularımı daha açık belirtecektim. Bu düşüncelerle tekrar daktilonun başına geçerek yazmaya başladım:

“Figen; şu an sana söylemek istediğim ama söyleyemediğim duygular var ya, o duyguları sana bir sahilde hafif bir yağmur çisiltisi altında ıslanırken ve deniz dalgalarının, martı sesleriyle birleşerek oluşturduğu o nefis fon müziği eşliğinde dans ederken söylemek isterdim.
Bilmem sen hiç birşeyi, pek çok şeyi kaybetme pahasına daha doğrusu yüreğin pahasına satın almak ister misin? Bil ki ben yüreğimi sana, senin için satmaya hazırım.
Keşke sana olan aşkımı, seni görünce hissettiğim duyguları gözlerinin derinliklerinde köşe kapmaca oynarken anlatsaydım. Acaba anlatabilir miydim?
İnsanlar madde ve mana arasında, denizde salınan tekneler misali gelip giderken; ben kendimi sevdama kucak açmış, senin gönül limanında demirlemiş olarak bulmak isterdim. Sana bağlanmak sarılmak ve ...
Hayali bile yaşadığım hayatın sahte yaşantısından daha gerçek ve daha güzel.
Mektubuma çok sevdiğim, güzel bir söz ile son vermek istiyorum: “Sevsen, sevilsen ve sevilebilir olsan”
Beni sevilebilir biri olarak görmen dileğimle...
“Yakın Çevrenden Biri”
Mektubuma ek olarak da “Figen’e” diye ithaf ederek yazdığım:

AKLIMDASIN

Papatya açmış kırlardan
Peygamber çiçeklerinin sarısından
Kekik otlarının kokusundan
Doyasıya içime çektiğim sen!

Belki değilsin, belki farkındasın
Sen benim hep aklımdasın

Turnalarla gönderdim sana
Gönlümde yetiştirdiğim gülleri
Yalancı gönüllerde
Karanlık tünellerde
Aşkı aramaya çalışırken sen
Senin aşkını hayat gibi yaşardım ben

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Sen bilmesende hep benim aklımdasın !

Şiirimi de zarfa koyarak bu sefer postaladım.
Ertesi günde dedemin vefat ettiği haberi geldi. Alel acele Gümüşhane’ye gitmek zorunda kaldım. Bir hafta sonra döndüm ve okula gittim. Figen beni görünce hemen gülerek yanıma geldi ve:
- “Yüksel hani bana biri aşk mektubu yazıyor demiştim ya işte ondan ikinci bir mektup daha geldi. Bir de bana ithaf ederek yazdığı şiirini koymuş. Çok etkilendim.”
- “Peki kim olduğunu bulabildin mi?” diye sordum. O da:
- “Sana bir iki tahminim var diyordum ya... Artık emin oldum.”
- “Emin mi oldun, peki kim?” diye heyecanla sordum
- “Hiç tahmin edemezsin... Osman!” dedi.
- “Osman mı?” dedim şaşırarak
- “Tabii... Yakın çevremden biri, çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görünen başka kim olabilir?” deyince şaşkın, yıkılmış bir ifade ile:
- “Çok şaşırdım” dedim.
- “Şaşır, şaşır ... Dahası var. Emin olunca ben gittim ona ondan
hoşlandığımı belirttim. Yazdıkları beni çok etkilemişti. Ayrıca çok utangaç, ona kalırsa bana hiç açılamayacak ve beni sevdiğini söyleyemeyecek... Bu sebeple ona ben açıldım. O da benden hoşlandığını fakat benim seninle olan diyalogumuzdan ve samimiyetimizden dolayı ikimizin arasında bir şey olduğunu sandığından bana açılamadığını söyledi. Düşünebiliyor musun ayrıca ikimizin arasında bir şey var sanıyormuş” dedi.
Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonunda;
- “Senin adına sevindim. Nihayetinde sana mektupları yazanı da bulmuş oldun böylece” dedim ve yanından ayrıldım.
Bir yanda sevdiğim kız Figen diğer yanda en yakın arkadaşlarımdan Osman vardı. Ve ikisi de benim aşk mektuplarım sonucu... Tam bir çöküntü içerisindeydim, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu hal içinde iki hafta okula gitmedim, hatta gidemedim.
İki hafta kadar sonra okula gidince bu sefer Figen ve Osman bir ara yanıma geldiler. Osman bana:
- “Yüksel seni yemeğe götürüyoruz. Orada sana bir de süprizimiz var” dedi. Ben de:
- “Osmancığım bugün olmasa” deyince, Figen:
- “İtiraz etme hakkın yok. Çünkü seni son zamanlarda hiç göremiyoruz. Okula uğramıyorsun bile” dedi ve kolumdan çekerek dışarı doğru sürükledi.
Benim isteğim üzerine Karadeniz Pidecisine gittik. Yemek siparişini verdik. Bu arada ben sohbet esnasında elimden geldiğince espiri yapmaya, güleç olmaya çalışıyordum.
Konuşma esnasında Figen bir ara bana dönerek:
- “Sana bir süprizimiz var demişti ya Osman; şimdi onu söyleyeceğim sana. Biz Osman’la nişanlandık. Osman’ın romantik, duygusal mektuplarına dayanamadım. Ben de ona duygusal olarak karşılık verdim ve...” derken Osman söze girerek:
- “Ne saçmalıyorsun, ne romantik, duygusal mektupları...” diye Figen’in sözünü kesince ben de Osman’ın sözünün devamını getirmesine fırsat vermeden hemen sözünü kesmek ihtiyacını hissettim:
- “Demek ki Figen sendeki romantik, duygusal yönleri keşfetmiş ve sana tutulmuş. Çok şanslısın Osman; Figen’in kıymetini bil” dedim.
Yemekten sonra Osman’ın ellerini yıkamak için lavaboya gittiği sırada masadaki peçeteyi aldım ve Figen’e dönerek sessizce:
- “Bu günün anısına bu peçeteye duygularımı yazıyorum. Çıktıktan sonra yazdıklarımı oku ve sonra da yırt tamam mı?” dedim. Figen meraklı bakışlarla başını evet manasına salladı.
Bende peçeteye O’na ithaf ederek yazdığım şiirin nakarat bölümü olan:

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Bilmesen de, sen benim hep aklımdasın

Ve altına da: “Allah’tan Osman’a ve sana mutlu bir yuva ve mutlu yarınlar diliyorum.”
“Yakın Çevrenden”
“Yüksel”
notunu yazdım. Notu yazdığım peçeteyi katlayarak Figen’in eline tutuşturdum.
Osman da yanımıza gelince;
- “Sizin bu mutlu haberinize çok sevindim İnşallah Allah tamamına erdirir” dedim ve devamla “Bu gün de aslında çok işim vardı. Sizinle buraya gelince unuttum hepsini. Şimdi gitmem lazım; anlayışla karşılayacağınızı umuyorum” dedim.
Birlikte dışarı çıktık ve tokalaşarak yanlarından ayrıldım. Bir süre sonra dönerek arkama baktım Figen peçeteyi yırtıyordu ve gözleri yaş doluydu. Benim onlara baktığımı görünce gözlerini silerek bana el sallamaya başladı.
Bir daha arkama bakmaya cesaret edemeden gözlerimde beliren yaşlarla oradan uzaklaştım.



Yüksel Şahin
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
3 Ekim 2007       Mesaj #1307
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Hep tortulu bir bakış kuşandı gözlerin.Şüphelerinin,ardında bıraktığın kayıp zamanların,yaktığın canların,çektiğin acıların gölgesini silemedim.Yüreğinde taşıdığın bunca ağırlığı sen bile fark etmedin.Oysa; ben değildim güvenmediğin,kendindin.İçindeki aynalara bir kez olsun dönüp bakmaya, orada gördüğün suretleri yıkmaya,ışıklı bir yolda bahara doğru benimle elele bir yolculuğa çıkmaya cesaret edemedin.Korkaklığın, beni engelleyemedi. O yola girdim;tek başıma,tüm sırlarımı yalnızlığıma fısıldayarak ilerledim.Her adımım,içimdeki seni büyüttü.Kalbimin duvarlarındaki aksim vakit ilerledikçe sana dönüştü.Her saniye, içimdeki beni yürüttü.Sana varmak için kendimden yola çıktım;çıkmaz sokakmışsın,bugün anladım.
İstediğim şekilde olmasa da sana vardım.Ulaştığım,yakaladığım her güzellik sana dairdi ama benimdi.Oysa bu yolculukta beni sen paramparça ettin.Ben seni solurken;insanlar kendi aynalarından suretimin kırık parçalarını topladılar.Birleştirmeye güçleri yetmedi.Sen bari bütünüme varabilseydin,bu dağıtıp döken yolda beni yalnızlığa sürgün etmeseydin böyle acımazdı içim.
Senin için,beynimdeki tüm duvarları yıktım.Ağır ağır karanlığa gömülen umudumun elinden sıkıca tuttum.Gözlerine her baktığımda gücümün tükendiğini haykırdım;duymadın.Yüzümü gülümseyişinle aydınlattığın her an “elimi tut” diye yalvardım.Bakışlarımdaki esaretle belki eğlendin,ruhunun lunaparkı ışıltılı bir telaşa ev sahipliği yaparken gönlünün duvarlarında neşeli bir şarkı yankılandı.Belki de böyle büyük bir yıkımın imzasını atacak güce sahip olduğunu görüp gururlandın;kim bilir?

Bir zamandı;ne kadar geçti üzerinden bilmiyorum.Bir sürü tohum ektin yıktığım duvarların arasına.”Tutmaz” dedim,yanıldım.Toprağım,umut ve neşeyle kabul etmişti çoktan ektiklerini.Tüm saatlerin sarkacı durdu;kâinatın sonsuzluğuna doğru akmaya başladı benliğim.Dışarda doludizgin akan yağmur sularını kendine katan ben,çoktan bahara kavuşmuş bahçemden seni izledim.Ektiğin tohumların birbirinden güzel,rengârenk çiçeklere dönüştüğünü görmek istemedin.Dışardaki yağmurun altında ıslanmayı,gözümün kıyısında son bulan ince yağmurlara tercih ettin.

Yüreğimi tipiye tutan sevgili!Zamansız açmış çiçeklerin…Ömürleri kısa oldu,son çiçeğin de bugün soldu.Sensiz,sana doğru bir yola çıktım,içimdeki sana vardım.Varamadığım sen; derin bir yardın.

Kendimi eşsesli sözcüklerin istemediğim anlamlarında buldum.Yarim ol istedim,sonsuz bir uçurumun kenarında yarım kaldım.Baharın ardından sıcacık bir yaza seninle “merhaba” diyebilmekti dileğim;yalnızca yazdığım satırlara doğan güneşe yapayalnız selam verdim.Gözlerinde büyümek istedim;”Göz göz oldu yüreğim”…Derinden,incecik bir mesajla verdiğini sandığım o sözünü yerine getir diye bekledim;bembeyaz sayfalara kapkara sözler heceledim.Engin ve derin bir denizdim;tüm koylarımda yüreğini dinlendireceğini zannederken ,kalbimin yangın yerine korkunç bir burukluktu koyduğun.Ruhumu soyup çırılçıplak hayallerimi mutlulukla kendi hayallerine eklemeni arzu ettim;feryat eden bir yüreğin karşısında susmayı soyluluk zannettin.

Görebilseydin eğer; başının üzerine titrek kanatlı milyonlarca kelebek salmıştım.Kafanı kaldırıp bir kez olsun bakmadın.Kalbimden ruhuna doğru kanatlanan kuşların cıvıltılarını sesimde dinledin.Öldürürcesine derin bakışlarını kendi gözlerime işledim;kirpiklerimi gözlerine devirdim.Varlığını bilmediğin o eşsiz bahçenin çiçeklerini,gözümün kıyısında her an damlamaya hazır bir damla yaşa ekledim.Ne baktığını gördün ne duyduğun sesleri gerçek anlamlarıyla ördün.
Tüm köklerimden binlerce kelime türeten yapım eklerimdin oysa.”Sev”le başladım;sevdâna rastladım,sevginle çoğaldım,içimde bir sevgili buldum,sevinçle ağladım.Seni kıyımda bulduğum an yalındım,seni kaybettim.Karanlık gecelerde koynuma yığılan soğuk bir yalnızlıkla nice sabahı karşıladım.Gün ağardı;yokluğun gündüzlerimi umuda boyarken güneşim oldun,varlığınla içimi sıcacık ısıtıp aydınlattın.Kapkara bir örtü gelip üzerini kapattığında gökyüzündeki en parlak yıldıza dönüştün.Karanlık geceleri aydınlatabilmek için kendimi başında bulduğum güncemin orta yerine düştün.Düşlerimin tek kahramanıydın;yanıtları sende saklı sorularımı aydınlatabilmek için bilmem ki ne kadar düşündüm.Her bir düşüncem ucunda sen olma ihtimali barındıran birer oltaya dönüştü.

Ben hep kesişim kümemizi aradım.Yoksa birimiz diğerimizin alt kümesi miydik?Acı bir şekilde anladım ki bizim kesişim kümemiz boşluktan ibaret.Birbirimizin boşluğunda bunca zaman kendimizi aradık.Yazık ki;ben buldum sen bulamadın.Şimdi biliyorum,çakışması imkânsız,birbirine paralel iki doğruyuz sonsuzda.

Kalbimin yapraklarına çiğ damlaları düşüren sevgili!Yolumu kaybetmediysem eğer;bugün yolundan geri dönme zamanı.Seni sevdim;hem de çok…Ancak zamansız açmış çiçeklerin;ömürleri kısa oldu.Son çiçeğin de bugün soldu…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Ekim 2007       Mesaj #1308
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AşkBiliyor musun benden bir şeyleri anlatmamı istediler ve ben de seni anlatmaya karar verdim. Bakalım beğenecek misin. Ne olur bana kızsan bile çıkıp gitme hayatımdan. Biliyorsun beni, sensiz olmuyor. Şimdi ise sadece dinle...
Herkes bu güne kadar onu anlatmaya çalıştı ama nedense kelimeleri yarı yolda kaza yaptı. Çünkü hep yolun yanlı tarafından başladılar yolculuğa bu düşsel dünyada.
Aslında ben de nerden başlayacağımı bilemiyorum ama sanırım en doğrusu şu kelimelerle olur...
O hiç beklenmedik bir anda çıkar karşınıza. O kadar ani yakalar ki sizi neye uğradığınızı şaşırısınız. Ne kadar kaçsanız da o sizi kovalar durur. Sonbaharda dökülen bir yaprağın parça parça olmasıdır bazen, elinizden sadece ağlamak gelir onun rüzgarda sürüklenişini izlerken.
Bir mucizenin başlangıcı oluverir. Damarlarınızda dolaşan kan gibi hayat verir size en umutsuz anınızda ama belki de sonradan, verdiği canı fazlası ile alır gider uzaklara, karışır karanlığa, bul bulablirsen...
Ama hayatınıza girdi mi bir kere, onsuz olmaz bir daha. Ne kadar acıtsa da batmamaya başlar bir süre sonra. Alışırsınız varlığına,kopamazsınız. Bir bakmışsınız vazgeçilmeziniz olmuş...
Ve yanlızlığın ta kendisidir o aynı zamanda da yanlızlığınızı paylaşandır. Nedense onun adı aşktır...<
Duygu Tuncel
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
3 Ekim 2007       Mesaj #1309
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Neslihan ‘ın kocası beş çocuklu bir ailenin en küçük oğluydu.. Adana’nın en zengin sanayicilerinden biri olan babaları iki kızdan sonra birbiri ardına dünyaya gelen oğullarını deli gibi şımartmıştı. Kendisi yabancı ülkelere gittiği zaman lisan bilmemenin eksikliğini hissettiği için, gelecekte holdingi temsil edeceklerini düşünerek çocuklarını orta okuldan itibaren İsviçre’ye yollamıştı. Dünyanın en zengin ailelerinin çocukları ile birlikte kışları dağlarda kayak yaparak okuyan oğlanlar,yazın misafir gibi geldikleri Anadolu hisarındaki yalıda partiler vererek arkadaşları ile sabahlara kadar eğlenir,öğleden sonra da sürat tekneleri ile boğazda tur atar veya rıhtımda güneşlenerek tatillerini geçirirlerdi.Bu arada da babalarının hatırı kırılmasın diye haftada bir gün lütfen , o da en fazla iki üç saat olmak üzere holdingde boy göstermeye çalışırlardı..
Liseyi bitirenler üniversiteyi okumak için Londra veya Amerika’ya gitmişlerdi. Türkiye’nin ilk sanayicilerinden olan ağırbaşlı ve çalışkan,çapkınlığı ise evliliğini sarsmayacak küçük kaçamaklardan öteye geçmeyen Hasan bey, çocuklarını yurt dışına yollarken, onların parayı bol bulunca zaman içinde , okulla birlikte sefahat diploması da alacaklarını hesaba katmamıştı.Oğullarının havai alışkanlıklarını fark ettiğinde ise iş işten geçmişti. Yine de hepsi birer film artisti yakışıklılığındaki oğullarına baktığı zaman kalbi gururla dolar, hovardalıklarını delikanlılığın şanından saymaya ve görmemezliğe gelmeye karar verirdi.
Gerçi sonunda hepsi okullarını bitirerek, yurda dönmüşler ve holdingdeki yerlerini almışlardı ama ,senelerce birbirlerinden ve aile ocağından uzak büyüyen çocuklar arasında kardeşlik bağları neredeyse hiç gelişmemişti. Düşman kardeşler gibi , aralarında sürekli saklamaya çalışmadıkları bir rekabet ve babalarının gözüne girmek için diğerlerini kötüleme yarışı vardı. Evlendikten sonra otomatikman eşler de bu sisteme dahil olmuşlardı... Birinin karısı güzelse diğerinin ki ondan güzel olmalıydı. Biri Porshe alırsa diğeri Ferrari.. Anlaşılan şu aralar kimin teknesi en büyük ve en pahalı yarışındaydılar.. Bilmek istemedikleri ise bu hızla giderlerse ortada idare edilecek holding falan kalmayacağıydı. Zaten son zamanlarda durumlarının eskisi kadar iyi olmadığı konuşulur olmuştu. Borçlarına karşılık kurucusu oldukları Türkiye'nin en eski bankalarından birindeki hisseleri birer ikişer elden çıkarmak zorunda kaldıkları söyleniyordu.
Melis Ahmet’i severdi ama doğrusu evlenmek isteyeceği erkek kategorisine girmiyordu böyle tipler..Ama Neslihan ‘la tencere kapak gibi uyduklarının farkındaydı.
Neslihan uçakta bir ara kulağına, çocukları pek sevmese de bir tane yapmaya karar verdiklerini fısıldamıştı. Bir süredir hamile kalmaya çalışıyordu..Ahmet’in arada bir kokain kullandığından da dem vurmuş, hamile kalsa bile bebeğe zarar gelmesinden korktuğunu söylemişti. Melis o söylemese de ailenin yakışıklı ve bir o kadar da marjinal erkekleri hakkında daha önce söylenilenleri duyduğu için buna çok şaşırmamıştı..Hatta bir yerlerden ,Ahmet’in Londra’da üniversitede okuduğu yıllarda erkeklerle ilişkisi olduğunu bile duymuştu.
Ama o çoğunlukla söylentilere kulak vermez, insanların günahını almayalım derdi.Prensip itibari ile dedikodu dinlemekten de,yapmaktan da nefret ederdi.
Birileri bir zamanlar dedikodunun insani bir tarafı olduğunu ,dedikodu dinlemek istemeyen kişilerin son derece kendine dönük ,ben merkezci tipler olduğunu söylemişti.Kimbilir belki de doğruydu.Öyle bile olsa başkalarının hayatını dinlemeyecek kadar kendi hayatınla meşgul olmanın nesi kötüydü ki ? Ben merkezci olmayı dedikoducu olmaya tercih ederdi zaten.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ekim 2007       Mesaj #1310
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ah! Çocuk


Mutluluklar pazarlarda alınıp satılır oldu. Betonlaştı gözyaşları, yürekler katılaştı. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye acımıyor, yanmıyor. Güzellikler bile parayla alınıp satılıyor artık. Namussuzlar çoğaldıkça namuslular azaldı. Makamlar büyüdükçe beyinler küçüldü. Herkes firsattan istifade edip cebini şişirmeye çalışıyor, yetimin, yoksulun kakkına tecavüz ediyor. Gözlerde güneşin sıcaklığı, vicdanlarda doğruluğun aklığı kalmadı çocuk. Yürekler gibi gözlerde kirlendi. Sevinçlerimizi, şiirlerimizi, kitaplarimizi yok ettiler, alıp götürdüler bizden uzaklara insani duygularımızı. Toprağımız küs şimdi bize, ğögümüz de küs. Bilmem ki nasıl anlatılır sahtekarlığın, cüzdanın ve vicdanın kirlenmişliği bir ülkede . Erdemin, fazilletin, sevginin ve dostluğun çürümüşlüğü.

Gökyüzü hepimizin değil mi? ya yeryüzü. Neden vicdanları gibi gökyüzünüde, yeryüzünüde kirletirler çocuk. Doğaya, insana, kuşa, çiçeğe, emeğe bu düşmanlık niye... Bilmezlermi ki, bunları sevmekle başlar yaşam. Bu kin, nefret ve düşmanlıkla nereye varacak dünyamız. Bunlar sevmeyi bilir mi çocuk? zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
Hayatta hiç sevmişler mi bir ırmağın türküsünü? Gümbürtüsünü bir ormanın durup dinlemişler mi? bir pınarın akışını, yağmurun yağışını?. Bir türkünün, bir şiirin güzelliğini, bir dostluğun ve sevdanın sıcaklığını yaşamışlar mı hiç? Gülümsemişler mi çocuklara bahar gülleri gibi, okşamışlarmı saçını bir öksüzün. Vurmuşlar mı sesini dağlara, çağlayanlara? Oturup ağlamışlar mı yavrusu vurulmuş bir cerenin acısına. Duymuşlar mı oğlu mahpus bir ananın feryadını yüreklerinde...

Yalvarma güzel çocuk, dillerini utandırma. Utandırma dillerini, dillerin ki dağ yelidir senin; Pınarların sesi, kuşların ötüşüdür. Bükme boynunu gözlerini utandırma, gözlerin gökyüzüdür senin, mavi gülüşlü bir çiçek. Yalvarma çocuk; sesini utandırma. Gülün kokusudur sesin; rüzgarın nefesi, ırmağın türküsüdür. Yalvarma çocuk; ellerini utandırma. Yokluk, yoksulluk kötü bilirim. Umudu, sevinci, onuru utandırma. En güzel senin ellerindir çocuk ekmeği tutan, suya uzanan.

Ey çocuk yoksulluğunu öfkeli bir bıçak gibi taşı yüzünde ama yalvarma, utandırma yüzünü. Utancını ve hıncını güneşin sarısı gibi yüreğinde sakla. Unutma seni ağlatanları. Unutma utanması gerekenleri ama sen ağlama, utandırma gözyaşlarını. Aşk için ağla, dostluk ve sevgi için. Ama yoksulluğun için ağlama, yalvarma, utandırma gözyaşlarını çocuk. Bırak dereler ağlasın senin yerine, rüzgarlar, pınarlar ağlasın ama sen ağlama. Deli taylar gibi sev yaşamı, aşkı sevgiyi ve umudu. Yüzün her koşulda onuru, öfkeyi, sevinci, direnci taşısın; Yılgınlık, bezginlik olmasın. Yeri geldiğinde sormalısın yoksulluğun hesabını..

Elimden tut ey çocuk; utandırma ellerini. Tut elimden güneşe yürüyelim, sevince, umuda, neşeye yürüyelim. Tutki güneş doğsun, serçeler sevinsin. Zulümler, karanlıklar çekilsin üstümüzden. Tut ki tomurcuklar açsın, büyüsün çocuklar, serceler ucsun, tohumlar ekilsin, yeşersin umutlar. Bir demet ışık saçılsın dünyaya, kapılar açılsın, kalmasın esaret, ezilmişlik, açlık. Kimse kimseye avuç açmasın, çocuklar ağlamasın, utanmasın analar, babalar yoksulluktan yokluktan.

Ah… çocuk!
vakitsiz açan ,bir çicçek tarlası gibi yüreğin
beyaz kardelenler, sarı papatyalar
bükmüş boyunlarını ip - ince boynundan
güneşe bakıyorlar...

her iç çekişte
dünyanın bütün çiçekleri kanamada
bütün kuşları havalanmada
umudun evi yok, sevincin adresi
neylersin çocuk...

ah…. çocuk!
vereceksen, rüzgarlara ver sesini, tomurcuklara
baharı muştulasın yarınlara

mümkünü yok artık, gittiğim her yere
soluk yüzünü taşıyacağım
ve seni her düşündüğümde
çağımın utancını yaşayacağım ah! çocuk..
Nuri Can

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat