Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 151

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.228 Cevap: 1.812
firstlady - avatarı
firstlady
Ziyaretçi
7 Şubat 2008       Mesaj #1501
firstlady - avatarı
Ziyaretçi
Koca Çınar’ın Sevdası Rüzgar

Sponsorlu Bağlantılar
Toprağa düşen tohumdan önce fide haline geldi, öyle kolay değildi senelere meydan okumak. Bol sevdalı yıllarda geniş halkalarıyla tüm hücreleri ile aşka sevdalandı. O, en içteki özü acılarla dolu koca bir çınardı.

Tüm mevsimleri yaşadı doyasıya… Kökleriyle toprağa tutundu mecnunca, tüm sevdalar onu buldu ve hepsi de damarlarında hayat oldu. Ne aşklar yaşadı yüreğini yaralayan. Ne çığlıklar, ne aldanışlar, ne ihtiraslar…

Yıllar böyle gelip geçti…

Her mevsim kederlendi koca çınar, sevmelerin tadı kalmamıştı artık. Avuttu kendini dallarındaki kuşlarla. Nasıl olsa gün geçiyordu; ya geceler, ya sonbahar, nasıl geçerdi sevdasız. Günler geçiyordu elbette koca çınar göçüyordu içten içe. Yürek kanatan her sevdada bir halka daha yaşlanıyordu ve yıpranıyordu yaprakları. Her aşk zannedişin sonunda, boynunu büktü ayrılıklara heybetli koca çınar.

Bir gün uzak tozlu yollardan sevdalı bir rüzgar esti şiirce. Hayatı sevmiyordu rüzgar, ama ölmüyordu işte içindeki yaşama sevinciyle. Bir çok yürek gezmişti buraya gelinceye kadar, bildiği gibi değildi sevdalar. Koca çınar yaralı yüreğini rüzgara bıraktı. Kırıldı gökyüzü bir yerinden, bulutlar gitti. Kapı açıktı; koca çınarın en kuytusuna yerleşti hüzün rüzgarı. Korkularını attı içinden, dert faslında acılarını çıkardı. Sürgüne gönderildi yalnızlık. Felaketlerin ortasında beklenmedik bir sevda gülüvermişti koca çınara.

Rüzgarın hüznüne ağladıkça, aşka sevdalandı koca çınar. Ne kadar az yol almış sevda yolunda, rüzgarı tanıyınca anladı. İkisi de gök kubbenin altındaydı lakin çok geçti vakit, yürekte kanayan sevdalar vardı. Yeni bir şarkıya eşlik edebilirler miydi birlikte ? Aşk sandıklarını unutup, sevdadan yana yamalı yürekleri ile başlayabilirler miydi bu yola ?

Tüm soruları kilitledi zalim geçmişin sandığına rüzgar… Çıplak ayaklarıyla masum bir merhaba ile geldi, aşkı bulmuş gibi sarıldı koca çınara. Bir nefes aldı sadece; zaman geçse de acımasızca kokusunu sakladı derinlere. Hayata tutundu koca çınarın dallarında, yalnızlık tak etmişken canına… Gülerken ağladı; masalsı, alaturka bir sevdaydı.

Koca çınar düşlerindeki sevdaya kavuşmanın sevincini yaşadı yapraklarında. Biraz da kederlendi, yaşayamayacağı her güzellik kederlendirirdi onu… Bu güzelliği görmezden gelmek istedi bir an. Geceye sızan sevdalı şarkılar, düş kırıntıları ve rüzgarın gül kokulu dansı izin vermedi buna.

Rüzgara dokundukça, cansız bir huzur oldu geçmiş koca çınarın gözünde. İçindeki tılsımlı sese kulak verdi “sev” diyordu. Yüreğindeki yorgun ve kapalı tohumlar heyecanla canlandı. Koca çınarın kolları korunmasız rüzgarın tek sığınağıydı. Bir mevsimin ardından diğeri gelmedi. Tabiatın tekdüzeliği bozulmalı, hep sonbahar olmalıydı. Kavuşmanın yağmurlarıyla ıslanmalıydı rüzgarın saçları koca çınarın koynunda. Ancak böyle huzur bulurdu yürekleri.

İnce bilekleriyle, gece saçlarıyla rüzgar güneşe yalvardı doğmaması için. Tek isteği gecenin yıldızlı yorganlarının altında koca çınara sarılıp derin uykulara dalmaktı. Mutsuzluğun dokunamayacağı tek varlıktı sevdaları. Yüreklerindeki çaresiz boşlukların adı bile kalmamıştı. Ne kadar acıklı olsa da unutuşlar, bu ıstırabı ruhlarından çıkarıp attılar. Çaresizliklerin karşısında dimdik durarak minik tohumlardan imkansız bir gelecek çıkarttılar.

Tabiatın düzenine inat, gecesinden sonra gündüzü gelmeyen sevdalardan değil bu. Zamanın karmaşasını bir kenara bırakıp sadece sarıldılar birbirlerine. Günahların zehrini attılar içlerinden. Sözcükleri kirletmeden, aşkın yüceliğini ezdirmeden birbirlerine bağışladılar yüreklerini.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Şubat 2008       Mesaj #1502
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yüzünü taşa gömen kadın

Sponsorlu Bağlantılar
*Birbirlerini seviyorlar, istiyorlar ama o güçlü heykeltıraş elleriyle
birbirlerine yeni biçimler vermeye uğraşıyorlardı.*

İkisi de yeniden biçimlenmeyecek kadar katı bir malzemeden yapılmıştı,
dağılmayı, parçalanmayı göze alıyorlar ama değişmeye yanaşmıyorlardı.

İlişkileri sürdü.

Acıları da.

Diz çökmüş çırılçıplak bir kadın...Yüzünü bir taşa dayamış.Saçlarını,
ensesinin çukurunu, aşağıya doğru bir kavisle inen sırtını, gergin belini ve
topuklarına doğru yaslanmış kalçalarını görüyoruz.

Bu siyah mermerden heykelin sadece sırtına bakarak, yüzünü taşlara dayamış
kadının acısını hissediyoruz.

Zaten heykelin adı da 'acı'.

Çağımızın Mikelanjelo'su denilen Rodin'in yaptığı bu minik heykelin
karşısında durup 'acıyı' taşa böyle nasıl işlediğine hayretle bakarken,
yanımdaki arkadaşım müzenin sessizliğine uydurduğu sesiyle fısıldayarak
konuştu.

- O kadar çok acı çektirdi ki acıyı iyi tanıyor.

Rodin'in çok acı çektirdiği doğruydu.

Çok acı çektiği de.

Hayat onu sürekli hırpalamış, o da hayatı ve hayatla birlikte gelen
kadınları hırpalamıştı.

Daha genç bir delikanlıyken Güzel Sanatlar Akademisi bütün başvurularını
reddetmişti.

İnsanlık tarihinin en büyük heykeltıraşlarından biri hiçbir zaman istediği
okula gidememişti.

Gençlik yıllarında yaptığı heykelleri büyük sergi salonlarına kabul
etmemişlerdi.

O dönemdeki heykellerinin bedenleri ve yüzleri öylesine gerçeğe benzemişti
ki, bir heykeltıraş için en büyük aşağılamayla karşılaşmış, bunları
'modellerinin kalıplarını çıkartarak' yapmakla suçlanmıştı.

Bu suçlamayı hiç unutmamıştı.

Kendisine heykel ısmarlayanların çoğu daha sonra çeşitli nedenlerle
vazgeçmişlerdi.

Kırklı yaşlarına kadar para kazanabilmek için başka heykeltıraşların yanında
çalışmış, kendi tarzını bulmakta zorlanmıştı.

Ancak bir İtalya seyahatinde ne yapması gerektiğine karar vermiş ve klasik
heykeli yeniden yaratmıştı.

Altmışlı yaşlarına yaklaşırken, artık şöhret kapısını güçlü bir biçimde
çaldığında bile yaptığı Balzac heykeliyle bütün Paris alay etmişti.

Eleştirilmekle, alay edilmekle, reddedilmekle geçmişti hayatının önemli bir
kısmı.

Yılmamıştı.

Yonttuğu mermere benzeyen sert ve dayanıklı bir yapısı vardı.

Kadınlara karşı ise epey insafsızdı.

Genç yaşlarında Rose Beuret ile tanışmış, ondan bir çocuk sahibi olmuştu ama
Beuret ile evlenmemişti.

Her zaman hayatında birkaç kadın bulunmuştu.

Onları seviyor, onlarla oluyor ama çok fazla yanına yaklaştırmıyordu.

Paris'in entelektüel sosyetesini uzun yıllar konuşturan, kitaplara, filmlere
konu olan, kadınlarla erkekler arasında hálá tartışılan en dramatik aşkını
ise kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltıraşla, Camille Claudel'le
yaşamıştı.

Rodin, bir arkadaşının yerine bir grup genç hanıma heykel dersi vermeye
kabul ettiğinde karşılaşmışlardı.

Camille daha 18 yaşındaydı.

'İnsanların yüzüne baktığınızda onların ruhlarını görürsünüz' diyen ve
karşılaştığı yüzlere bizimkinden daha değişik gözlerle bakan Rodin,
Camille'in yüzüne daha ilk görüşte vurulmuştu.

Biçimli kaşları, etli dudakları, uzunca Grek burnu ve bir sırrı saklar gibi
bakan siyah gözleriyle Camille, daha sonra Rodin'in birçok heykelinin de
modeli olmuştu.

Ve, uzun sürecek sarsıcı bir aşk başlamıştı.

Rodin, genç heykeltraşı asistanı olarak yanına almıştı, aynı stüdyoda yan
yana heykellerini yapıyorlardı.

Rodin'in en ünlü heykellerinden biri olan 'öpüşmenin' bu aşktan doğduğu
söyleniyordu.

Ama aralarındaki sorunlar büyüktü.

Rodin, yıllardır birlikte yaşadığı Rose'dan ayrılmaya yanaşmıyor, ortalarda
fazla dolaşıyor, kadınlara kur yapmaktan çekinmiyordu.

Sonunda Camille, 'Senin tarzından fazla etkileniyorum, kendi tarzımı
yaratmakta zorlanıyorum' diyerek İngiltere'ye arkadaşlarının yanına kaçtı.

Bir kadının yaşayabileceği en acıtıcı ikilemlerden birini yaşıyor, hayatı
boyunca birlikte olmak istediği erkekten kaçmaya uğraşıyordu.

Rodin, Camille'in peşinden İngiltere'ye gitti.

Hem bu yetenekli ve güzel kadından ayrılmak istemiyor hem de kendi hayatını
yaşamak istiyordu.

Camille yazılı bir anlaşma yapmaları gerektiğini söyledi.

Oturup iki işadamı gibi ciddi ciddi bir anlaşma yazdılar.

Rodin, Camille'den başka hiç kimseye heykel dersi vermeyecek, başka
kadınlarla görüşmeyecek, Rose'dan ayrılacak ve Şili'ye yapılacak uzun bir
seyahatten sonra da evleneceklerdi.

Buna karşılık, Camille evlenene kadar Rodin'in kendisini ayda dört kez
görmesine izin verecekti.

Aslıda ikisi de kıvranıyordu.

Ayrılmak istemiyorlardı.

Kendileri olmaktan vazgeçmek de istemiyorlardı.

Hem karşılarındakini hem de kendilerini seviyorlar ve bu iki sevgi içlerinde
vahşice çatışarak canlarını yakıyordu.

Anlaşma yürümedi.

Aklın uzlaşmacılığı duygularda yoktu.

Birbirlerini seviyorlar, istiyorlar ama o güçlü heykeltıraş elleriyle
birbirlerine yeni biçimler vermeye uğraşıyorlardı.

İkisi de yeniden biçimlenmeyecek kadar katı bir malzemeden yapılmıştı,
dağılmayı, parçalanmayı göze alıyorlar ama değişmeye yanaşmıyorlardı.

İlişkileri sürdü.

Acıları da.

Camille'in eserleri arada sırada önemli sergi salonlarında sergileniyor,
övgüler alıyordu.

Ama genç kadın Rodin'i affetmiyordu.

İstediği o büyük ve parlak başarıyı elde edememesinde de Rodin'in rolü
olduğuna inanmaya başlamıştı.

Depresyonlara giriyor, bazen öfkeden yaptığı heykelleri kırıyordu.

Kendine bakmıyordu.

Rodin, gizliden gizliye onu korumaya çalışıyor, para gönderiyor ama genç
kadının öfkesini dindiremiyordu.

Camille Rodin'e, onu eski sevgilisi Rose'un kuklası halinde gösteren
karikatürler çizerek gönderiyordu.

Sonunda koptular.

Ne gariptir ki, bu büyük aşktan Rodin sanat tarihinin en erişilmez
başarılarına doğru yürüdü, Camille ise bir akıl hastanesine doğru.

Bir gün Camille'in şair olan kardeşi, ablasını ziyarete geldi, yaşadığı evi,
yığılmış çöpleri gördü, sürekli bir şeyler sayıklayan Camille'i bir
hastaneye yatırdı.

Ölene kadar orada kaldı.

Rodin'in kendi heykellerini çaldığını söyledi.

Camille'in aslında Rodin'den daha yetenekli bir heykeltıraş olduğunu
söyleyenler de çıktı.

Bu iki insanın hikayesi defalarca ve değişik biçimlerde anlatıldı.

Camille, Rodin'e rastlamasaydı nasıl bir hayat yaşardı?

Camille'e hiç rastlamamış bir Rodin'in heykelleri nasıl olurdu?

Rodin, defalarca genç sevgilisinin yüzünün heykelini yapmıştı.

Daha sonra yaptığı kadın heykellerinin çoğunun ise yüzü gözükmüyordu.

Yüzleri saklı kadınlar.

Yüzleri görünmeyen kadınlar.

Yüzlerinin nasıl olduğunu sadece Rodin'in bildiği kadınlar.

Altmışını geçtiğinde artık bütün dünyanın kabul ettiği bir şöhrete
erişmişti.

Yeryüzü sanatında öylesine etkileyici bir gücü vardı ki daha sonraları Alman
edebiyatının en büyük şairlerinden biri olacak olan Rilke, onun hayatını
yazabilmek için Paris'e gelip bir yıl bu hırslı heykeltıraşın sekreterliğini
üstlendi.

Krallar ziyaretine geldi.

Fransız devleti ona, daha sonra müze olacak bir ev verdi.

Rodin heykeller yapmaya ve kadınlarla maceralar yaşamaya devam etti.

Klasik heykeli yeniden keşfetti.

Dev eller yaptı, birbirine değen eller.

Düşünen bir adam yaptı.

Küçük bir kadın heykeli yaptı.

Yüzünü taşa gömmüş bir kadın heykeli.

Ensesinde, omuzlarında, sırtının kavisinde acıyı taşıyan bir kadının
heykeli.

'Acı' koydu heykelin adını.

Yetmiş yedi yaşındayken yıllarca hep aldatmasına rağmen hiçbir zaman
ayrılmadığı ve kendince hep sadık kaldığı Rose Beuret ile karlı bir ocak
gününde evlendi.

Rose, bir ay sonra, hep sevdiği, hep sonunda kendine döneceğine emin olarak
beklediği, daha onu kimsenin tanımadığı yıllarda bile onun büyük bir
heykeltıraş olacağına inandığı adamın karısı olarak öldü.

Rose'suz bir dünyada Rodin sadece on ay kalabildi.

Kasım ayında da o öldü.

Camille ise onun ölümünden sonra yaklaşık otuz yıl daha bir akıl
hastanesinde hayatını sürdürdü, heykel yapmasına doktorlar izin vermedi,
ailesi hastaneden taburcu edilmesini istemedi.

Bir ölüye kızarak ve heykellerinden uzak yaşadı.

Yüzünü bir daha kimse görmedi.

Çok güzel bir yüzü vardı.

Ve, o yüzünü taşa gömdü.


Ahmet ALTAN

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Şubat 2008       Mesaj #1503
arwen - avatarı
Ziyaretçi
BİTTİ ARTIK YOKSUN

SensİZ geçen bir günüm daha be gülüm ömrüm sensiz tükeniyor ben sensizim mutsuzum huzursuzum.....
Hayat senmişsin yaşamak senmişsin Hani bana gülüm derdin bebeğim derdin duyamıyorum artık duyamıyorum gecelerin sessizliğinde sensiz ağlıyorum hiç dinmeyecek gözyaşlarım başlıyor ve hiç bitmiyor Hasretin öldürdü be aşkım yaşamak gelmiyor içimden sensiz tat alamıyorum hiçbir şeyden umudum kalmadı duygularım bitti hayat bundan sonra benim için sadece mantık duygularım seni bana kaybettirdi artık onları sevmiyorum Ben bende bittim be gülüm hayat boş benim için İnşallah mutlu olursun Bundan sonra.Ama bil ki sevgilim beraber öleceğiz Ben seni Hep hissediyorum benim sende yüreğimin yerini biliyorum sen benim her şeyimsin...Ben seni sensiz sevdim be gülüm halada öle...hepte öyle olacak bir gün ben evlensem de çocuğum olsa da hep öyle olcak ama hep isterdim ki senden bir parça dünyaya getirim bir bebeğimiz olsun senin ve benim ama olmadı sevgilim....Sen yoktun hala yoksun ama hep kalbimdesin nerde el ele bir sevgili görsem aklıma sen geliyorsun Kaçamak yaptığımız günler gecenin bir saatinde gezmeler...
CESARET İSTEYEN GECENİN BİR SAATİGülüm ben sevdanın sevginin oturduğu sokakta oturuyorum Beni ararsan orda bulursun Seninle bitmeyecek bir sevgimiz aşkımız vardı anlatılamayacak kadar adımızı Leyla mecnun katmışlardı Bizde onlar gibi kavuşamadık be gülüm sonumuz onlar gibi bitsin istemedim ama bu söylediklerim nafileydi ne kadar çaba göstersem de olmadı BİTTİ!!!Hayatımdaki sevmediğim kelimeden biri bunun içinde sende varsan o benim için daha kötü ama inanıyorum ki kıyamet günü geldiğinde beni uyandıracaksın Ben seni sensiz sevdim gülüm...Neden bu kadar sevdim bilmiyorum ama kendimi senden alamıyordum olmuyordu sensiz Nefesimdin Vazgeçilmezimdin.....Dünyamdın evrenimdin Ruh eşimdin ama YOKSUN YOKSUN YOKSUN Bundan sonrada olmayacaksın Öbür Dünyada Kavuşuruz Be gülüm İnanıyorum Ben Sevenler orda kavuşur derler ben inanıyorum inanmak istiyorum Hoşça kal Şimdilik sonsuz aşkım sonsuz RUH EŞİM.... HER ŞEYİM..... BEBEĞİM.... BİR TANEM..... GÜLÜM...... SANA GELMEDİĞİM GÜN ÖLDÜĞÜM GÜNDÜR GÜLÜM..... BEN SENSİZ ARTIK BİR HİÇİM......... MUTLU OLAMIYORUMMMMMMMMMMMM....... YAŞAMA SEBEBİMDİN AMA ARTIK YOKSUN!!!!!!!!!!!!!!!!!!! SENİ SEVİYORUM SENİ HEP SEVDİM HEP DELİCESİNE SEVECEĞİM......


DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
12 Şubat 2008       Mesaj #1504
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi
Fırında Ölümü Bekleyiş

Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helal olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi.

Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle HİKMET yapardı.

Ramazan Bayramının son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı ve fırının kapağını açıp içerisine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.

Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtığında şaşırdı. "Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş" diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.

Elektriklerin sönmesiyle Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat, kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05'i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. önce terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak , artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belkide çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti...

Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı... Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Bir kaç gün önceydi. İsçiler acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filimlerde yanan adamlar canlandı. Kendi hali daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede ... Terleye çıldıra, dövüne dövüne...İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırınıda yakmış mıydı yoksa?..

Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu?..Aman Allah'ım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin 1.00'i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım... Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken?.. Hayat arkadaşına karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu... Onlardan da mes'ul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah'a...

Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı ona:

- "Haydi, birlikte namaza başlıyalım" demişti. Hikmet ise:

- "Biraz daha yaşlanalım" diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah'ın büyüklüğünü, kurtuluşun o'nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değil se ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. "Ah ahmak kafam" diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hali ne güzeldi. Kıldığı bir vakit muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.

Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her tip pisliğin televizyon ekranlarından üstüne sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah'ını, peygamberini niçin sevdirmemişti? Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti.

Aklına bir fikir geldi, 'fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak.' Toprak yoktu ki... Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbiyle konuşuyor gibi hissetti Alemlerin Rabbi'ne hamdetmeyi, O'na dayanmayı, O'ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti."Eksiksiz, yüce, merhametli Sensin" acizliğini iliklerine kadar duyarak... Rabbinden gelmişti ve O'na dönüyordu. Ah, dönüşün ona olduğunu hiç unutmamış olsaydı .Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfurullah çekti. Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu........

Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15'ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, "Cengiz! "diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet'in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece isçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi: "Hikmet!" İçerden hiç ses gelmiyordu. Bir kaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştıki, isminin söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat, yine duydu. Birisi 'Hikmet' diyordu. Hem fırının ışığıda yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz 'i gördü. Fırından çıktı. Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla:

- "Kimsin sen?" dedi. Hikmet' in Cengiz 'e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hala ağlıyordu. "Ne demek sen kimsin? Hikmet' im işte, görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı" dedi.

- "Olamaz" diyordu Cengiz. "Sen Hikmet değilsin."

Hikmet ilk önceleri Cengiz' in bu hareketine bir mana veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşını tanıyamazdı? Birden aklında bir şimşek çaktı. Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Kırışmış ellerini, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler kim bilir bir gece de ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kala kaldı. Ahirette sonsuz yanmamak için, iman etmek ve günahlardan kaçmak gerekiyordu...

RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
14 Şubat 2008       Mesaj #1505
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Soğuk bir sonbahar akşamıydı. Hava kararmış, yağmur başlamıştı. Düşlerimize yağmur yağıyordu ellerimizi. Gözlerin donuk bedenin halsizdi. Gizli bir el kalkış hazırlanan otobüse binmek için seni sürükler gibiydi.Sanki kalmak istiyordun. “baharda dönerim” demiştin hatırlıyor musun ?” Sakin beni unutma bekle.”
Ben seni unutmadım sevgili, ben seni unutmadım. Bütün kış baharda döneceğin günün hayaliyle ısındım. Minik öpücüklerle uyandırıp güneşin doğuşunu gösterecektim sana. Çiçeklerin, denizin, kumasalın, güneşin tadına birlikte varacak , gün batımlarında denizle birleşen ufuk çizgisini birlikte seyredecek, ay ışığında mutluluk şarkımızı söyleyecektik.
Yalan değil kaçamak sevdalara takıldım yokluğunda bir süre. Sana benzeyen her şeyi sevdim ben. Sevdiği her şeyde senden izler vardı. Aradığımı buldum sandım ama yanıldım , bulduğum sen değildin. Olmadık zamanlarda aklıma düştün, zamansız yaralandım. Her sabah seni bulmak için yolara düşmek geldi içimden ama gidemedim. Yalnızlığın acısıyla gurur satın alır oldum her gece. “Gelir” dedim kendi kendime, “Söz verdi gelmesi gerek.” Bekledim.Kendimi param parça hissetim ama yine de sana kızamadım.Unuttum kötü sözlerini Unuttum kapında bekletildiğimi.Unuttum telefonlarıma cevap vermediğini, kavgalarımızı unuttum.
Bir tek seni unutmadım sevgili, bir tek seni unutamadım. Hep dönmeni bekledim. Zamanla alıştım acılara , ölüm ilanlarında kendiliğinden siline adreslere. Alıştım sevdiklerimin yokluğuna. Ama yalnızlığa alışamadım, hasrete alışamadım, sensizliğe alışamadım. Hep dönmeni bekledim.
Olamadı gülüm bir araya gelemedik. Oysa daha yolun başındaydık, tomurcuktuk daha çatlamaya hazır. Bahar gelmeden ayrıldık. Şimdi artan yalnızlığım , büyüyen yokluğu var . duvarlarda gözlerinin izi , kapı kollarında parmak izlerin saklı. Sen neredesin sevgili, varlığın nerede ?. bir mevsim döndü , sen dönmedin.
Düşlerim böyle dağınık değildi eskiden. Kara bulutlar gibi kümelenip bir yere, acılarım yüreğimde çöreklenmişti gece yarılarında. Özlemlerim hiç bu kadar olmamıştı gün ışığına. Hasret bu kadar büyümemişti. Şimdi göçebe olmuş yüreğimle her sabah yeni yolculuklara çıkıyorum. Umudun türküsünü söylüyorum öksüz bakışlarımla....
Yazan:Hilal Baran
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Şubat 2008       Mesaj #1506
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çığlık


Savrulan kumlardan korunmak için gözlerini kapattı ufak elleriyle Vosviddin. Çevreye saçılan, saklambaç oynayan düşüncelerini bulamayacak, bir araya getiremeyecek kadar yorgundu. Dinen rüzgar kumların peşini bıraktı. Ellerini gözlerinden çekti yavaşça. Gökyüzüne kaldırdı kafasını, siyah bulutların sessizliğine. Bu defa kulaklarını kapatmaya çalıştı, bulutların gürültüsünden kaçmak için. Kalan gücüyle sessiz bir çığlık attı. Sesi yaşlı şehirde yankılandı, ağaçların sarı yaprakları döküldü, bulutlar ağladı, kırmızı toprak bulutların göz yaşlarını yakaladı. Ellerini çekti kulaklarından, iki yana açarak. Yıkımı izledi etrafındaki. Gökyüzüne dokunan gri, penceresiz binaların yıkılışını izledi. Başka karşılık gelmedi. Yıkılan binaların yanında uzun, eski bir iskele vardı, sisi delen. Demir aldı kırmızı topraktan iskeleye gitmek için. Birkaç dakika sonra orada buldu kendisini. Bir adım attı, sonra bir adım daha. Ve koşmaya başladı. Gitgide küçülüyordu arkasında bıraktığı yaşlı şehir, gitgide uzaklaşıyordu çığlığının sessizliğinden. Dalgalar iskeleye vuruyordu, düşünceleriyle, hayatıyla birlikte. Koşmaya dev…
Demir aldı kırmızı topraktan iskeleye gitmek için. Birkaç dakika sonra orada buldu kendisini. Bir adım attı, sonra bir adım daha. Ve koşmaya başladı. Gitgide küçülüyordu arkasında bıraktığı yaşlı şehir, gitgide uzaklaşıyordu çığlığının sessizliğinden. Dalgalar iskeleye vuruyordu, düşünceleriyle, belki de hayatıyla birlikte. Koşmaya devam etti. Dalgaları aştı, denize ulaşmak için. Sonunda iskelenin sonuna geldi. Yavaşladı ve dondu, kaldı. Deniz yoktu yolun sonunda. Beklediği gibi olmadı, her zaman olmadığı gibi. Uçsuz bucaksız, karanlık bir tarla vardı ufak ayaklarının altında. Geldiği yerdeki gibi kırmızıydı toprak. Tarlanın her yerinde bir şey ekiliydi. Ne ekili olduğunu anlamaya ça…
… Bir anda tarlanın diğer ucunda buldu kendisini Vosviddin. Nasıl olduğunu anlamadı bunun, hiçbir şey hatırlamıyordu buraya nasıl geldiğine dair. Sadece yorgundu, fazlasıyla. Siyaha boyanmıştı her yer, gittikçe solan hayatının ilk rengi gibi. Kalbi çok hızlı atıyordu. Dinlendi bir süre, sadece olduğu yerde durarak. Ve ileride, ekinlerin arasında bir kız gördü. Kız büyük bir korkuluğun yanında uyuyordu, ellerini kafasının altına koymuş bir şekilde. Kimse yoktu Vosviddin’in çevresinde konuşacak, kimse yoktu ne olduğunu anlatacak, kimse yoktu sessizliğini dinleyecek. Çekinerek kıza yaklaştı. Omuzuna dokundu. Kırmızı yanaklı, küçük burunlu kız uyandı aniden, korkuyla. Dizlerini kendisine çekerek korkuluğa yaslandı. Kıza tarlada ne ekili olduğunu sordu Vosviddin, kız “Umut…” dedi, titreyen bir sesle; umudun nereden geldiğini sordu, “Uzaktan…” diye cevap verdi; umudunu neyin koruduğunu sordu, korkuluğu gösterdi kırmızı yanaklı kız. Vosviddin dondu, kaldı. Şaşırmıştı. Her zaman korktuğu, yalnızlığa çakılmış korkuluğun umutlarını koruyabileceğini düşünmemişti hiç. Kıza elini uzattı. Kız tepki vermedi. Kendisiyle birlikte gelmesini istedi. Kız “Nereye?” diye sordu, Vosviddin “Uzağa…” diye cevap verdi ve kızı elinden tutarak yerden kaldırdı, korkuluğu tarlanın ortasından çıkardı. Korkuluğu arkalarından sürükleyerek uzaklaşmaya başladılar. Ve kargalar tarlaya girip umutları götürdüler… Her şey dondu aniden; Vosviddin, kız, bulutlar, uçuşan kargalar… Ardından dünya siyaha boyandı.
Sallanan sandalyede oturan yaşlı adam gözlüğünü ve kumandasını yanındaki masaya yavaşça bıraktı. Ve yerinden kalkarak biten kasedi videodan çıkardı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Şubat 2008       Mesaj #1507
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yağmur


Kafasını kaldırdığında, karşı kaldırımda oturan kırmızı yanaklı, sarı saçlı, yumuk gözlü bir kız gördü Vosviddin. Dizlerini kendisine çekmiş, ufak ayaklarının uçlarını birbirine yakınlaştırmış şirin, ama donuk bir kız… Bir süre izledi onu uykulu gözleriyle, uykulu hayatıyla… Kız hiç hareket etmiyordu. Elini uzattı yanına giderek, kızın elini tuttu, belki de kalbini… Kafasını “yalnızlığından” kaldırdı kız, Vosviddin’e baktı. Gülümsedi kırmızı yanaklarıyla. Vosviddin utandı, elleriyle gözlerini kapattı gülümseyerek. Kızın yanına oturdu elini bırakmadan. Hissettiği şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Sadece çok mutluydu, sadece buna devam etmek istiyordu. Saatlerce kızla konuştu, ufak ellerini onun yanaklarını koyarak, sessizce. Vosviddin kalbini kızın avuçlarının içine bıraktı, ne olacağını umursamadan. Veya umursamak istemeden… Kız yeniden gülümsedi, kalbi cebine koydu. Kalbini ona vermekten çekinmemişti Vosviddin, çünkü kızın yumuk gözleri, kırmızı yanakları ve gülümsemesi, her şeyini vermesi için yeterliydi. Başka neden aramadı, arasa da bulamayacaktı.
Kız ayağa kalktı ve yolun diğer tarafındaki parka gitmek istediğini söyledi Vosviddin’e. Kızın kendisinden bir şey istemesi, bir şeyler paylaşmak istemesi onu mutlu etmişti. Kafasını sallayıp “Tamam” dedi kısık bir sesle. Kız, Vosviddin’i ellerinden tutarak ayağa kaldırdı, parka gittiler. Karanlık, puslu ve sessizdi park. Sadece ağır ağır sallanan iki salıncağın tiz sesi duyuluyordu. Ve salıncaklardan başka hiçbir şey yoktu. Gökyüzünün rengi siyahtı, yerin ise “korku”. Ürkmüştü Vosviddin, kızın elini sıkıca tuttu. Salıncaklara oturdular. Ayaklarıyla yerden güç alarak sallanmaya başladılar yavaşça. Birbirlerini paylaştılar; yalnızlıklarıyla, umutlarıyla, çocukluklarıyla, umursamazlıklarıyla birlikte… Vosviddin kızın elini sıkıca tutuyordu, kız da onun elini… Yağmur çiselemeye başladı. Salıncağa düşen damlalar yüzüne çarpıyordu Vosviddin’in, park ve gri toprak karşı koyamıyordu ıslanmaya. Ve sonunda yağmur yağmaya, bulutlar ağlamaya başladı. Kafasını kaldırdı Vosviddin, siyah gökyüzüne, siyah bulutlara baktı, yüzüne çarpan yağmur damlalarına aldırmadan. Elini kaldırdı, avucunu açtı… Bir yağmur damlası yakaladı, iki eliyle tutarak kıza verdi. Kız gülümsedi… Damlayı alıp diğer cebine koydu. Daha sonra ellerini açtı, Vosviddin’e sarıldı, kafasını omzuna koyarak. Vosviddin ona güveniyordu artık, kendisini yalnız bırakmayacağını biliyordu. Kırmızı yanaklarından öptü kızı. Kız da onu… Vosviddin’e kendisini sallayıp sallayamayacağını sordu salıncakta. Yerinden kalkıp kızı sallamaya başladı Vosviddin, heyecanla. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu, hasta olabilirdi, ama kendisini arkada bıraktı, umursamadı. Sadece artık yalnız olmadığını düşünüyordu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını… Göz kapaklarını kapattı… Açtı… Donakaldı.
Kız yoktu. Salıncak boştu. İnanamadı, salıncağı elinden bıraktı hızlıca. Salıncak boşlukta sallandı, gürültüyle. Çevresine baktı şaşırmış, ıslak gözleriyle. “Korku”dan başka bir şey yoktu. Kız kaybolmuştu. Sanki yaşadığı her şey bir rüyaymış gibi, sanki gerçek değilmiş gibi… Nefes alıp verdikçe ağzından dumanlar çıkıyordu. Kendisini toplayıp kızı aramak için yola çıktı. Her yerde onu aradı, her yere baktı… Kendisini bulmak, kalbini bulmak için… Hiçbir yerde yoktu. Şaşkın bir şekilde yola çıktı. Yolun kenarında göğü delen, siyah bir bina vardı, kızın orada olabileceğini düşündü. Bu son şansıydı belki de onu bulmak için. Binaya doğru koştu, yağmura çarparak. İçeri girdi, çıkması gereken upuzun bir merdiven vardı. Bu, saatlerini alabilirdi, ama merdiveni çıkmaya başladı. Kızı kaybetmek istemiyordu, ona her şeyini vermişti çünkü. Saatlerce çıktı merdiveni, hiçbir şey düşünmeden. Son kata geldi. Simsiyahtı kat, basamakları çıktı. Sadece bir kapı vardı karşısında. Titreyen elini uzatıp kapıyı açtı… İçeride kimse yoktu, yalnızlığından başka. Yıkıldı. Pencerenin kenarına kadar gitti, umutsuzca; hala yağmur yağıyordu. Gözünden bir damla yaş aktı Vosviddin’in. Gözyaşı göğü delen binadan aşağıya doğru süzülmeye başladı. Yoldan geçen çocuk bir yağmur damlası yakalamak için elini kaldırdı… Gözyaşını yakaladı, iki eliyle tutarak kız arkadaşına verdi. Kız gülümsedi…

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
15 Şubat 2008       Mesaj #1508
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Vazgeçmesek Olmaz mı

Kendine iyi bak" bir "veda" degil "elveda" cümlesidir, bir noktadır çoğu zaman. Üstelikde, o üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde...

Kendine iyi bak; “Bundan sonra ben yanında olmayacağım, olamayacağım. Sevdim seni bir zamanlar, hala da seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olurda bir gün dönersem geri, seni iyi bulmak istiyorum” un itirafıdır aslında...

Gidenler, "Bitti" diyemedikleri için, kendine iyi bak derler. "Kırıldım ve affedemiyorum" diyemedikleri için kendine iyi bak derler. "Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracağım ama bil ki hiç unutmayacağım" diyemedikleri için kendine iyi bak derler. "Biliyorum çok canım yanacak ama bunu düşünmek bile istemiyorum şimdi” diyemedikleri için kendine iyi bak derler... Vicdanlarını rahatlatmak için kendine iyi bak derler. Çünkü o kan uzun süre akacaktır ve o yara asla kapanmayacaktır. Bilirler...

Sen ki gözümdeki ışık, dudağımdaki tebessüm, içimdeki sevinçsisin... Sen ki yağmurum, gök kuşağım, yüreğimdeki çarpıntı, hayatımın neşesisin... Sen ki yolumu aydınlatan, dert ortağım, gönül yoldaşım, herşeyimsin... Kendine iyi bak deme bana. Nokta koyma.

Keşke böyle yaşanmasaydı, keşke affedebilsen beni ve keşke ben de affedebilsem seni.. Keşke döndürebilsek zamanı geriye. Keşke bugünkü aklımızla yaşasak sil baştan her şeyi.

Biliyorum ki imkansız, ama yine de, gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? Sen eksikken, ben nasıl tam olurum? Senden kalan boşluğu nasıl doldururum? Savaşsak aramıza giren herşeyle, olmaz mı? Hani büyük aşklar her türlü engeli aşardı. Hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi. Hani aşk eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta asla kirlenmeyecek değerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanlı savaşların ardından kazanılırdı? Bunların hepsi yalan mı?...

Sahiden... Gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? Vazgeçmesek olmaz mı?...

Halil Özer
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Şubat 2008       Mesaj #1509
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son


Siyah-beyaz ekrandan taşmıştı yaşlı, unutkan şehir. Her şey titriyordu; gökyüzünden düşen dikey çizgiler saçılmıştı çevreye, siyahın, ve beyazın arasından; ağaçlar, bozuk, belirsiz görüntünün düşürdüğü renksiz yapraklarını topluyordu. Karlı, eski gökyüzü asılıydı havada. Bozuk kasete karşı umarsızdı şehir. Yapacak bir şey yoktu; herkes kızıl kum tanelerinin arasında kaybolmuştu, her şey saklanmıştı toprağa çakılı, batan güneşin ardına; her şey unutulmuştu… Bir dev itiyordu şehri bir ucundan, ekranın diğer ucundan çıkması için, yarım kalan her şey diğer taraftan taşıyordu; bıraksa eskisi gibi çalışabilirdi yelkovan. Ya da dikey çizgiler yoluna devam edebilirdi. Kuzgunlar gökyüzüne gömülmüştü; üzerlerine atılan soluk bulutlar nefes almalarını engelliyordu. Unutkandı yaşlı şehir; hiçbir şeyi hatırlayamayacak, hiç kimseyi içinde barındırmayacak kadar…
Şehrin bir ucundaki yarım evden çıktı Vosviddin. İki yana açtı ince kollarını, bir korkuluk gibi; kızıl toprağı siyaha boyadı, dalgın gölgesiyle. Şehrin diğer ucuna baktı ardından; evin diğer yarısına, ekranın diğer yanından taşan gölgesine. Kollarını çırptı yavaşça, nefes alamayan kuzgunlar gibi, uçamayacağını bile bile. Şehrin ucundan, ekrandan taşan yarısını izledi. Ardında olan her şey uzağındaydı; kimsenin ulaşamayacağı, kimsenin dokunamayacağı kadar uzakta… Sessizliği kızdıran tek şey tembel karıncaların mırıldanmalarıydı. Ağaçların çevresinde çember çizmişlerdi, karışık çizgilerle; düşen sarı yaprakları çalmak için. Tek istedikleri göğü delen, sarı yapraklı bir ağaç yapmaktı. Toprağa çakılmış, devrik güneşi yeniden doğması için iten biri yoktu. Şehri iten dev bu denli güçlü değildi. Karıncalarsa tembeldi; tek istedikleri sarı, yeni bir ağaçtı. Tek istedikleri, ağaç bittiğinde sarı yapraklarını yeniden çalıp, yeni bir ağaç yapmaktı. Kurbanının etrafını sarıp, dans eden kurtlara benziyorlardı. Tek fark karıncaların küçük, titreyen gölgesiydi.
Kollarını indirdi Vosviddin, siyah toprağı kızıla boyadı, donuk, plastik hayalleriyle. Önünde uzun, boşluklarla bölünmüş bir yol vardı. İlerlemeye başladı, çakılı kaldığı yol üzerinde. Bir adım attı. Ve bir adım daha… Yaşlı şehir buna alışık değildi, unutmuştu; canı acıdı, söylendi. Sesi yankılandı her yerde, kırık dakikalarca. Durdu Vosviddin, yankılanan sesi dinledi. Arkasına baktı, kimse yoktu. Farkında olmadan kimin canını yakmıştı, ya da; bozuk, titreyen görüntüyü dağıtacak, bulutların altına gömülenleri ortaya çıkaracak kadar güçlü olan kimdi, bilmiyordu. Önüne çevirdi kafasını yeniden; bir şövalye geçti hızla, zırhıyla, siyah atıyla; bozuk görüntünün arasından. İnce, uzun gölgesi kızıl toprağa karıştı, atın çığlığı yankılandı, geride bıraktığı izleri gibi. Ve yeniden söylendi şehir, daha gürültülü, daha kızgın bir halde; güneşin parlak kanatları kızıla çakıldı, karıncalar ellerindeki sarı yaprakları düşürdü, siyah evin diğer yarısı şehrin diğer ucuna taştı… Dengesini kaybetti Vosviddin, savruldu, güz gibi. Kalktı yerinden. Koşmaya başladı, şehrin çığlıklarına, yanan canına ve çevresindeki yıkıma aldırmadan… Savrulan karıncaların, devrilen ağaçların, güneşin, yere düşen gökyüzünün, kuzgunların, kulak tırmalayan çığlığın arasından geçti. Her şeyi yıktı yaşlı şehir, acıyan canıyla, çığlığıyla. Üstünde, havada sıra sıra asılı duran, göğü delen ağaçların olduğu bir tepeye dek koştu Vosviddin. Nefes nefeseydi. Tepenin diğer yanı uçurumdu, yolun sonuna gelmişti. Devrilen bir ağaç vardı; onu da diğerlerinin yanına ekmeye başladı, boşluğa. Ve ekti. Geriye çekildi, bir adım attı. Ağaç toprağa kök saldı hızla, derine doğru süzüldü, taş parçalarının içinden geçerek; toprağın altındaki dev, uzun burunlu yaşlı yüze çarpana dek. Haykırdı şehir bir defa daha, acıyla… Şehri iten dev dengesini kaybedip savruldu yere. Ve her şey normale döndü, görüntü düzeldi. Ama unutkandı yaşlı şehir; hiçbir şeyi hatırlayamayacak, hiç kimseyi içinde barındırmayacak kadar…

the_pretty - avatarı
the_pretty
Ziyaretçi
15 Şubat 2008       Mesaj #1510
the_pretty - avatarı
Ziyaretçi
BİR MASAL GİBİ
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***
Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat