Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 154

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.275 Cevap: 1.812
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
25 Şubat 2008       Mesaj #1531
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Sponsorlu Bağlantılar
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden ´Ne muhteşem bir çiçek´ diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
´Merhaba´ demiş papatyaya, ´sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.´. Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
´Merhaba´ demiş, ´ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten.´
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş veÿ; ´Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek´ demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. ´Neden´ demiş. ´Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?´. ´Hayır´ demiş kelebek. ´Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim.´
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya ´Sevi seviyorum´
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece ´Bende...´
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden ´Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim.´ diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, ´seviyormuş´ diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
´Seviyor mu, sevmiyor mu?´...
GAVURDAĞLI - avatarı
GAVURDAĞLI
Ziyaretçi
25 Şubat 2008       Mesaj #1532
GAVURDAĞLI - avatarı
Ziyaretçi
"Hiçbir şeyi özlemedim Seni özlediğim kadar"

Sponsorlu Bağlantılar
Kavanoz dipli dünyada ilkönce en aziz varlığımı yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, bana can veren hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefa etti.


Bu öyle büyük bir kayıp, öyle bir derin acı ki; o giderken benim de pek çok yanımı, yanına aldı götürdü: kollarım, bacaklarımı, ellerimi, yüzümü, parmaklarımı ve yüreğimi... Evet yüreğimi.... Bunların hepsini alıp götürdü sanki. Çünkü ben daha serpilmemiş körpe bir yavru idim onun gittiğinde. Onun sevgi dolu kacağına koşup atlamak istiyordum.

En güzel düşüm kollarında uyumaktı. Uyandığımda bana sevgiyle bakan gözlerini görecektim. Gülen, hep gülen... Karşılıksız bir sevgi ile bakan gözlerini... Sımsıcak gülüşlerine, altın sarısı saçlarına açacaktım gözlerimi...

Kadifemsi narin elleriyle okşayacaktı yüzümü. Varsa gözümdeki çapakları, beni incitmeden silecekti. Bir öpücük konduracaktı yanağıma.

Kollarımdan yakalayıp tay tutacaktı beni. Havaya zıplatacak, boynuma, kulaklarıma yüzünü sürecekti. Koltuk altlarımdan gıdıklayacaktı doya doya... Ben katıla katıla gülerken o, bu alemin en mesut kadını, en bahtiyar annesi olacaktı. Dünyaları verseniz, yine de değişmeyeceği bir mutluluk tadacaktı o anda.

Gamsız tasasız benim güldüğümü... Gülerek gözlerini içine baktığımı görünce; bütün dertlerini unutacaktı. Takatsız kollarına derman gelecekti. Ciğerlerini paralayan amansız öksürüğün geçtiğini düşünecekti bir anda.

Hasta yatağından kalkıp sıcak bir çorba pişirecekti ikimize; tarhana. Dünyanın en leziz çorbası. Kendi elleriyle biraz daha büyütebilseydi beni; belki ekmeğime yağ sürüp sokağa salacaktı. Gaga pişirecekti. Sonra üfleyerek soyacaktı yumurtayı.

Allahım! Nasip olsaydı da tatsaydım; o çorba, o ekmek, o yumurta ne tatlı olurdu. Hiçbir şeyle değişmezdim onları. Belki de yemezdim o yağlı ekmeği, hiç soydurmazdım o yumurtayı, ölünceye kadar saklardım o çorbayı. Çocuklarıma, torunlarıma bırakırdım o kıymetli varlığın yadigarını.

Ama olmadı işte. Biz annemle hiçbir zaman onun pişirdiği bir tas çorbayı oturup yemedik. Kendimi bildiğim vakit, o hasta yatağında inliyordu. Dermansız kollarını bileklerinden bağlayıp, başucundaki dolabın kapağına asmışlardı. Kalp çarpıntısını hafifletir, kan dolaşımına faydası olur diye öyle yapmışlardı.

Annem benim, canım annem! Sana ne kadar muhtaç, ne kadar susamış olduğumu gün geçtikçe, yaş kemale erdikçe daha iyi anlıyorum. Kılcal damarlarımda, bütün benliğimde hissediyorum yokluğunu.

Zeynep teyzem bir tas çorba getirdiği vakit, yüklüğün orada asılı duran kaşıklığa tırmanır iki kaşık kapıp gelirdim sessizce. Hiç konuşmadan sokulurdum yanına. "Benim ortakçı geldi." derdin solgun dudaklarınla.

Şükürler olsun Rabbime... Buna da şükür diyorum şimdi. Sen pişirmiş olmasan da, seninle aynı tastan çorba kaşıkladık ya. Onunla avunuyorum artık... Hem zaten teyzeler anne yarısı değil mi? Bu durumda yarı yarıya senin çorbanı yemiş sayıyorum kendimi.

Benim buradaki tahassürüm; boş hayaller, uçuk temenniler değil. Evet, dört yaşıma gelinceye kadar annem sağdı. Ama o, yakasını bir türlü kurtaramadığı ölümcül bir hastalıkla boğuşan dertli bir anne idi. Zaten babamla evlendiklerinde Bekir Çavuş'un hastaca kızı olarak biliniyormuş. Naif bedeni daha körpecikken hastalıkla boğuşmakta imiş. İlk iki çocuktan sonra doktor : "Bebeğiniz olmamalı artık." demiş. "Bebek sizin bünyenizi daha fazla yıpratır."

Ama işte imkansızlıklar... Bilgisizlik günlerinde önce abim sonra ben dünyaya gelmişiz. Böylece kader ağını örmeye devam etmiş... Az denilebilecek aralıklarla doğmuşuz çünkü. Bu da onun kendini toparlamasına engel olmuş. Zaten boğuşmakta olduğu hastalığa tamamen yenik düşmüş.

Bir de o mahut derede... Gürlek'in başında, kar altında kazan kaynatıp çamaşır yıkarken kızgınlığa su içmen yok mu anneciğim? Buz gibi kar suyunu tasa koyup, terli terli içmişsin hani. İşte o su, kızgın ciğerine cosss etmiş. Senin ve benim ciğerimi... Kardeşlerimin ciğerlerini kavurup atmış, tahta gibi olmuş ciğerlerin, doktorun dediğine göre. Artık o hastalık seni almış götürmüş. Ve götürürken çok ızdırap çektirmiş.

Benim bebekliğim de tam o acılı, ağrılı günlere rastlıyor sanırım. O sebeple beni dolu dolu sevemediğini düşünüyorum. Ve benim de anne sevgisini yaşayamadığımı... Daha doğrusu beni sevecek zıplatacak takatin kalmadığını sanıyorum... Duyduğum kadarıyla o günlerde normal bir anne ile bebeği gibi ayrılmaz bir bütün olamamışız seninle. Çünkü senin çoğu günlerin-ayların hastahane köşelerinde, yollarda geçiyormuş.

Şöyle bir zihnimi yokladığımda senin varlığın-canlılığınla ilgili iki; evet sadece iki hatıra var hafızamda: Onlar da hayal meyal... Hani bizim oralarda net hatırlanmayan rüyalar için ne denirdi? "İmir-simir" bir şeyler... İşte öyle...Yinede ne kadar gavur olurlarsada teyzelerimizin kıymetini bilelim.
DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
25 Şubat 2008       Mesaj #1533
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi
Amerika'da ünlü bir avukatın kaybettiği tek dava....

Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Futbolcu yakalanmıştı. Ama karısının cesedi ortada yoktu. Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
"Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi 1' den 10' a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karisi bu kapıdan içeri girecek... 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..." Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri. Avukat bir savunma dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı :
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum."
Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı. Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı :
"10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."

Bakış açınızı ne kadar geniş tutarsanız, doğruya ulaşmanız o kadar hızlı olur.


En iyi analist herkes bir noktaya bakarken, o noktaya yönelen bakışları izleyen kişidir...


nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
28 Şubat 2008       Mesaj #1534
nünü - avatarı
Ziyaretçi
MARTILAR
Martılar niçin denizler üzerinde uçar? hiç düşündünüzmü?
Bakın anlatıyım...

Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kıralı ve tabi ki birde prensesi varmış.
Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kıralın emri ile hergün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Ona görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış.
Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında... Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler...
Tabi ki... tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesinde o derin bakışlarının boş olmadığını düşünen fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış.
Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarakl fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.


(İŞTE HİKAYEMİZ DE ZATEN BURADA BAŞLIYOR.)

Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyıda o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş...

Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; taki... bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek.

Tabi korkulduğu gibi olmamış... Ağlayarak kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.

Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Tabi bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıyada her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar... fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için birtek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış... Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...

İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve herşeyi geri getiriceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
28 Şubat 2008       Mesaj #1535
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Lütfen Geç Kalmayın!

10. Sınıf

İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadaşım' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarına bakıp onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için o günün notlarını istedi ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

11. Sınıf

Telefonum çaldı, arayan oydu ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı, beni evine çağırdı, yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabiki gittim, koltuğa, onun yanına oturdum, güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Son Sınıf

Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve "çıktığım çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7. sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığımız biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek baktı. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı...

Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın, teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Aradan yıllar geçti...

Bir kilisedeyim ve o kızın nikahını izliyorum... evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Yıllar çok çabuk geçti...

Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum, eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi...

"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum... Keşke bana beni bir kez sevdiğini söyleseydi..."
ebrulii - avatarı
ebrulii
Ziyaretçi
9 Mart 2008       Mesaj #1536
ebrulii - avatarı
Ziyaretçi
HAYAT ACELEYE GELMEZ
Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacıyla çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: “Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim”. Bu işe
pek aklı ermemiş ama merak işte. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış.

Nasihat şöyleymiş: "KADERDE NE VARSA O ÇIKAR”. Ve yoluna devam etmiş...

İlerde yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış.

İkinci nasihat da şöyleymiş: “GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR"

Son kalan bin akçesi ile yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyormuş. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihatı satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı satın almış.

Son nasihat ise şöyleymiş: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ".

Parasız yoluna devam etmiş. Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karşılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye".

Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. "Kaderde ne varsa o çıkar". Aşağı inmeye karar vermiş.

İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım. "Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş.

Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "gönül kimi severse güzel odur" demiş.

Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.

Adam yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış.

Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karısı genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş : "Hiç bir iş aceleye gelmez".

Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "Bey, sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.

Hayat Aceleye Gelmez…
yimake - avatarı
yimake
Ziyaretçi
9 Mart 2008       Mesaj #1537
yimake - avatarı
Ziyaretçi
Sevgİ İle AŞk Arasindakİ UÇurum Mu? Yaşam oldukça zor olgulara sahip ki bunlar bizi bazen denemek için var olduklarını her fırsatta gösteriyorlar. Bazen her denemeyi kolaylıkla aşamayacağımızı biliriz. Ama bazen öyle hissederiz ki bu bize karşılaştığımız en basit şeymiş gibi gelir. Aslında sahip olduğumuz her şeyin bir şeyden türediğini görürüz. O da galiba sevgi. Çoğu zaman insanlar sevgiye yeterli değeri vermez. Çünkü bunun kolay elde edilebilir bir şey olduğunu sanırlar. Aslında şu bir gerçek ki sevgi insanın uzun zamanını alır. Belki de insanların değer vermediği nokta bu olsa gerek. Çünkü insanlar zaman harcamak istemezler. Hele bir de onun yerine geçirebilecekleri bir şey varsa. Aşk böyle bir joker. Ama bence bu yanlış bir düşüncenin ısrarı. Aralarındaki farktan öte farklı kulvarlara ve özelliklere ait iki kelime. Tabi ki ortak yönleri ve özellikleri var. Ama gerçekte bunların bir dönüşüm olduğuna inanıyorum. Yani aşk bir başlangıç. Ve tabi ki güzel bir şey. Çoğu insan bunu hissettiğinde kendini yalnız ama kalabalık, mutlu ama üzgün hisseder. Bütün karmaşık duyguların bir arada toplanmasını sağlayan aşk, tabi ki çok güçlü bir duygu. Ama gel gelelim niye ve ne zaman aşık olduğumuza. Bunun cevabı bence çok saçma. Bunu düşünmek de öyle. Yalnız dikkat edilecek bir nokta belki de nasıl sorusunun cevabı olmalı. Aşk bir girişim, belki de bir arzunun parlaması. Hissedersiniz ve yaşamaya başlarsınız. Düşünmek sadece kalbinize yönelik olan dokularınızla gerçekleşir. Mantık ya da diğer olguları aramazsınız. Sizin istediğiniz onu görmek, bir daha görmek ve galiba bir daha.. Yani bunun bir ön hazırlık olduğunu ve insanları çok kutsal bir duyguya götüren tek araç olduğunu söyleyebiliriz. Sevgi. Sevmek için aşık olmalı mıyız? Evet. Ama annemize ya da akrabalarımıza karşı hissettiğimiz sevgi değil mi? Evet sevgi. İşte ayrıntı burada gizli. Onlar için bu taban çoktan var bizde. O elektrik çoktan alınmış ve verilmiş. Ve galiba onlara farklı bir sevgi veriyoruz. Tabi ki sevginin farklılıkları var. Ve bunlar karşımızdaki insanlara göre çeşitlilik gösteriyor. Birine aşık oluruz. Kendimize ait yeni bir dünyaya pencere açarız. Yıllarca hissedemediklerimizi çok kısa bir zamanda yaşarız. Bu bize bazı şeyleri gizler ve onları düşünmemizi engeller. Ama gerçeğe dönüştürmek için sevgiye ihtiyacımız vardır. Bu kolay değil. Sevgi insanların verdiği en değerli şeydir. Değilse bile bence olmalı. Onun için düşünmeye başlarsınız. Ona ait olan şeyler size de ait olmaya başlamıştır. Hayatınızı gerçek anlamda paylaşmaya ne olursa olsun onu unutmayacağınızı hissetmeye başlarsınız. Evet belki de sevgiye ait en önemli his bu. Unutmamak. Esas olan fark belki de. Aşık olduğunuz bir insanı unutabilirsiniz. Ama sevdiğiniz bir insanı asla unutamazsınız. O sizin için kazınmıştır. Ve hayatınızın sonuna kadar sizdedir. Aşk bir yol açar ve sevgiyi davet eder. Eğer o gelirse kutsallık başlar. Ve hayatınızın gerçeği ortaya çıkar. İnsanı üstün kılan sevgi sonuna kadar çalışır...
DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
20 Mart 2008       Mesaj #1538
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi

DUA COK GÜZEL ....

Fatma Kamil isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer.
Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır.

-Kocam çok hasta.Çalışamaz duruma düştü . Üç çocuğum ile birlikte aç kaldık. Yiyeceğe ihtiyacımız var,der

Nekbet Abus isimli manav ona ters bir şekilde bakarak:
- Derhal dükkanımı terket!..der.
Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek,
-Lütfen beyefendi. Paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim.
Nekbet kendisine bir kredi açamıyacağını çünkü onun eski bir müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.
O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir.
İçeri girerek manava yaklaşır ve
-Ben o kadının almak istediklerine kefilim . Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver.
Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner;
-Bir alış veriş listen varmıydı,diye sorar.
Fatma;
- 'Evet efendim ' der.
-' Tamam ' der manav.
-Şimdi onu terazinin şu kefesine koy.Onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!
Fatma bir an duraksar, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir.

Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür.
Manav müşteriye dönerek , kısık bir sesle,
'- İnanamıyorum.' der. inanılacak gibi değildir.
Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile,
Diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.
Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir.
Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmis kağıdı eline alır ve okur.
Bir de bakar ki orda bir alış veriş listesi yoktur.
Sadece bir dua yazılıdır.
-'Allah'ım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, Kendimi senin ellerine teslim ediyorum.'
Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür.
Fatma Kamil kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır.
Müşteri, Nekbet Abus adlı manavın eline bir yüz ytl tutuştururken;
-Her kurusuna değdi, der.
Daha sonra manav terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür.

Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Tanrı bilir.
Dua bizim için hiçbir maliyeti olmayan bedava bir hediyedir.


the_pretty - avatarı
the_pretty
Ziyaretçi
21 Mart 2008       Mesaj #1539
the_pretty - avatarı
Ziyaretçi
MOR BİR MENEKŞE
O gün okuldan geldiğinde çok heyecanlıydı. Çantasını merdivenlere attı,koşarak bana doğru geldi. Bir çırpıda sarıldık. Ama sanki başka bir şey için acelesi var gibiydi. Beni kırmak istemeyerek üstünkörü sarılmıştı. Bu heyecanının neden olduğunu merak ettim. Küçücük yüzünde bir gülümseme belirdi. Sonra bana “beni tutma ödevim var.” Deyip odasına çekildi.
Onu bu kadar heyecanlandıracak ödev neydi merak ettim. Ama bana kendisinin söylemesini beklemeliydim. Mutfağa girdikten kısa bir süre sonra merdivenlerden aşağıya indiğini ve dış kapıyı açarak bahçeye çıktığını fark ettim. Yan gözle onu izliyordum. Bir saat kadar bahçede oynadığını sanmıştım.
Benim yanıma geldiğinde yüzü gözü toprakla oynamaktan kirlenmişti. Elleri çamur içindeydi. Üzerine benim geçen sene aldığım mutfak önlüklerinden birini geçirmişti. Boyu ona biraz uzun gelmişti. Önlük ayaklarına kadar uzanıyordu. İlk başta kıyafetlerini kirlettiği için kızmak geldi aklıma. Ama sonra heyecanını düşündüm. Beni alıp evin bahçesine çıkardı. Çıkarırken de bana ödevini anlatıyordu. Öğretmeni onlara okulda çiçekle ilgili bir şiir okumuş. Benim küçük kızım da bu şiirden çok etkilenmiş. Öğretmenleri de onlara bir çiçek ödevi vermiş. Herkes kendi çiçeğini yetiştirecek ve ona çok iyi bakacakmış. Kızım da geldiği ilk anda ödevini yapmaya koyulmuş ama yalnız başına yapamamıştı. Şimdi annesinin yardımına ihtiyacı vardı. onunla beraber bir saksı bulduk ve çiçeğimizi ektik. Mor bir menekşe…
Kızım her sabah okula gitmeden onu sulamaya başladı. Hatta okuldan geldiği ilk anda onun yanına koşuyordu. En iyi arkadaşı olmuştu onun. Eve geldiğinde onun karşısına geçer bütün yaptıklarını bir bir anlatırdı. Bende bazen onun yanına giderdim. Her gittiğimde yüzüme merakla bakarak bana aynı soruyu sorardı. “anne çiçeğim büyümüş mü?”çiçeği ektiğimizde kış dünyamızdan taşınmış yerini bahara bırakmıştı. Her gün biraz daha açtığını gördükçe içi içine sığmıyordu küçüğümün.
O yıl öğretmenler gününde öğretmenine ödevinden bir parça götürdü. Her ne kadar üzülse de… ve aynı zamanda anneler gününde de bana aynı çiçekten verdi. Verdiğinde gözlerim doldu. Çünkü ona ne kadar önem verdiğini biliyordum. bu.
Aynı yılın kışında kızım en iyi arkadaşını kaybetti. Her ne korumaya çalışsak da çiçek soğuğa yenik düştü. Ve kızım küçücük yüreği ile kucağımda en yakın arkadaşı için ağladı.
CaNaRY - avatarı
CaNaRY
Ziyaretçi
23 Mart 2008       Mesaj #1540
CaNaRY - avatarı
Ziyaretçi
Meçhul Aşk Malum Oldu...
Sana şu ana dek söyleyemediğim cümlelerim var.

İlk defa cesaretin elbisesini giydirebildiğim cümleler…

- Söyle! -
Kızmazsın ya…

- Senin sesinde hangi cümle azarlanabilir ki!
Ben zaten şu önümde akan nehirde öfkemi defalarca yıkıyorum.

Çekingenliğini çıkart ve at şu nehrin suyuna…

- Ben sana âşığım.
- Âşık mı?
- Evet, ama seni anlamıyorum.
Nasıl da bunu, bugüne kadar sezmediğini kendime açıklamak çok zor!

Ben nâr-ı aşkınla cemalimi gün yüzüne tanıştırırken
sen kapkara bir nehirde mi yıkanıyorsun?

Ben, senin adınla nice cennet tasvirlerini söze dökerken sen,
beni cehenneme odun diye mi attın?
Sözümü, sözüne sitem olarak görme.

Bir defa da hoş gör!
Çünkü ben öylesine yanmayı hoş görmekteyim ki
kıvılcımların cilvesini bile hor görmemekteyim.
Ama bir şeyi tam idrak edemiyorum.

Ben, sevginle cennete girmişken ateşin elinden kim tuttu da onu cennete savurdu?

İnsan, neden cennette yanardı ki!

- Senin böyle düşündüğünü bilmiyordum.
Ben de senin aşkının mertebesinde öylesine güzel rüyalar gördüm ki

çıkmaz sokakların duvarlarına "Sizi umursamıyorum" diye yazdım.

Gönül kahvehanemden sana ne ikram edeyim?

Senin de beni sevdiğini bilmemenin ötesinde
gözbebeğinde hiç olamadığımın
kederine öylesine bürünmüşüm ki
şimdi hicranımın etrafını tavaf etmekteyim.
- Şimdiden sonra aşkım, muştuya yazılmış bir kaderdir.

Öyle değil mi?

- Hayır…

Ey sevgili!
Düştün ya içime seni çıkaramam.
Derinden batırmışsın kendini…
Ama bari sen çıkar beni kendinden.

- Anlamadım…


- Çünkü gönül kahvehanemde sana sunacağım bir damla su kalmadı.
Ben kurumuş bir ağaç olarak toprağa son defa bakarken

sen dallarımın boynuna düşmüş bir vaziyette yeşil yapraklarımı mı hayal edeceksin?


Ey güzel!
O hayal ettiğin yapraklar haram meyve gibidir.
Ben hayattan kaydımı aldırırken sen bana not düşüyorsun.

- Kurumuş dalında mutlu olmaya ahd veririm.
- Git ey cân!
Perişanlığımın yamaları yakışmaz sana.

Bak işte ölüm, yine gâlip geliyor…
Çünkü severken kendimde değildim.
Oysa şimdi iliklerime kadar donacak bir ölümü hissediyorum.

Şimdi ölüm, ensemdeki bir öpücük…

Belli ki kalleşlik konusunda hayatla anlaşmışlar.

Hayat, son dakikada sevgilimi getiriyor huzuruma…

Kavuşmamızın değil ayrılmamızın hatırına.

- Sen ve ben aynı mekânda olmamıza rağmen vuslatı konuşamamak ne büyük bir dert! Şimdiye dek neden bana sevginin harflerini ilân etmedin?
- Çünkü öylesine çok gül-bülbül aşkı anlatıldı ki ben seni yanımda sadece hayal ettim.

- Ne söylesem ki!

- Hiçbir şey söyleme!
Susmanın çoğaldığı vakitlere nikâhlanalım.

Ama bil ki halimi sen bilesin diye perişan kalmadım.
Zaten "Ben âşığım" dedikten sonra sana bir söz kalmamıştı.
Tüm sözcükler beni tercüme etmenin telaşında izdihamda yok olmuştu.
Anlayacağın önce sözcükler yok oldu sonra da ben…
Şimdi yokluğun buram buram kokusunu içime çekiyorum.
Sen şimdiye kadar hayatımda benden uzak durduğun gibi uzak dur ölümümden.
Gülün katmerleri arasına sokul…
Bu sözlerin ardından bülbül kahroldu.
Kahrı ölüm oldu.

Düştü ağacın dibine…

Ağaç ağladı.
Sevgilisine ilk defa bu kadar yakındı.
Ama ölüm yine gâlip gelmişti.

Çünkü ölüm, sevgilisine daha yakından bakmıştı.
Sevgiliyi ölümün yankılarında kaybeden ağaç,
kuruyan iskeletini bülbülden önce ölmediği diye dövüyordu.

Daha sonra başını, titreyen yastığından kaldırdı.

Gözyaşlarını silecek takatten yoksun kalan dalları ise

sevgilisini yerden kaldırıp kucağında sımsıkı tuttu.
Sonra çok pişman oldu.
Keşke onu yumuşak topraktan kaldırmasaydı!

Kurumuş dalları sevgilisini incitir diye kaygılandı.
Sevgilisini öpmeden toprağın yüzüne bıraktı.
Ağlarken ne dediği pek anlaşılmasa da sanırım şöyle diyordu:


" Ey bülbül!
Sen hep güle âşık olurdun.
Benim gibi yaşlı bir ihtiyara gönül vereceğini kim bilirdi ki!
Sen gülün başında öttüğünde ben kuruyordum.

Meğer güle bana âşık olduğunu anlatıyormuşsun"

Böylece meçhul olan aşk malum oldu.
İnsanlar nehrin kenarından geçerken bir ağacın,

sevgilisinin üzerine nasıl yığıldığını gördüler.
Kurumuş dallar yıkılırken öylesine feryat ediyordu ki
en sert taşların kalbi yumuşuyor ve dağlar,

nehirdeki tüm suları biraz ferahlasın diye
ağacın yüzüne vurmak istiyordu.
Mükrime Dilekçi

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat