Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 43

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.669 Cevap: 1.812
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
18 Mart 2007       Mesaj #421
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
anemone05hb4
AH BİR BAŞARABİLSEK!
Sponsorlu Bağlantılar

Hintli bir yaşlı usta,çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde,yaşlı usta ona,bir avuç tuzu,bir bardak suya atıp içmesini söyledi.Çırak yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı"Tadı nasıl?"diye soran yaşlı adama öfkeyle"acı"diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı.Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp,gölden su içmesini söyledi.Söyleneni yapan çırak,ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı nasıl?"
"Ferahlatıcı"diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,"hayır"diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam,suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi.
"Yaşamdaki ızdıraplar tuz gibidir,ne azdır,ne de çok.Izdırabın miktarı hep aynıdır.Ancak bu ızdırabın acılığı,neyin içine konulduğuna bağlıdır.Izdırabın olduğunda yapman gereken tek şey ızdırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.
Alıntıdır
anemone05hb4

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Mart 2007       Mesaj #422
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kedi Yemi

Sponsorlu Bağlantılar
Akşam televizyon kanallarının birinde hava durumunu izledi. Memleket rüzgarları poyrazdan esecek , yağışlı ve soğuk hava gelecekti. Sıcaklığın birdenbire düşmesi olası. Halbuki o, sabahleyin balığa çıkmayı planlamış, ancak hava raporunu dinleyince üzülmüştü.” Olsun poyraz bedenimi alıp adalara atacak değil ya” diye içinden geçirdi. Yine de balığa çıkacaktı. Ne de olsa, küçük bir Anadolu kasabasında doğup büyümüş, çocukluğunun geçtiği hırçın derelere alışkındı. Serpme ile balık tutma konusunda uzman olduğu bile söylenebilirdi. Ama yirmi gün önce yerleştiği, deprem selintisi şu Marmara beldesinde oltayla siftahı bile yoktu.Yazık(!) Bir arkadaşından, emaneten makaralı olta almış, gece yarısına kadar evinin balkonunda onu hazırlamıştı. Çaparileri gizemli bağlamış, olta iğnelerine tuhaf tuhaf sahte yemler takmıştı. Gece yarısı yatağına uzandı. Göz kapakları ağır ağır düşerken, dudakları kımıldadı ve duyulur duyulmaz fısıltıyla uykuya daldı.
“Haydi hayırlısı bakalım, fabrikaların içine ettiği şu talihsiz körfezin balıklarını kandırabilecek misin. İyi geceler Timanitisli Çocuk !“
Ertesi gün, sabahın ilk saatleri, ortalık is ve pus. Gerinerek, pencereden baktığı denizin, mavi rengi griye çalmış, sağanak erkenden başlamıştı.Tahminler doğruydu. Soğuğun gelmesi ise akşamı bulacak. Öğlene kadar, Ankara’dan gelen dergileri karıştırdı. Kağıtlara kısa kısa notlar düştü. Birkaç gazeteyi göz ucuyla okudu.
Öğle ezanı okunurken yağmur hafiflemiş deniz ise birazcık limana dönmüştü. Oltayı kaptığı gibi sahile düştü. Geceden kabaran asi dalgalar sahili dövmüş, bütün kokusu ve yemyeşil rengiyle yosunlar, sahil yolunu yürünmez hale getirmişti. Deniz uslu görünüyor, yağmur ise sağanağından aptal ıslatana dönmüştü. İlerde gördüğü olta atan ilk balıkçının yanına abordaladı. Altmış yaşlarında, post bıyığı tütün sarısı ,kemikleri sayılacak kadar zayıf, saçları bembeyaz adama usulca seslendi. “Amıca rasgele, nasıl bi şey var mı? ”Sert görünümlü adam, hafifçe sağ yanına döndü. Sesin sahibini tepeden tırnağa süzdükten sonra,”Kedi yemi..kedi!” diye yanıtladı. “Anlamadım! ” Dedi. Adam tekrarladı. ”Kedi yemi evlat kedi yemi!” “Hımm…”Diye mırıldandı. Anlamış gibi yapmıştı. Sonra sahil boyu, yosunlara takıla takıla, izmarit içimi mesafe yürüdü. Sahil evlerinin balkonlarından bakıp onu görenler onun usta bir balıkçı olduğunu düşünüyordu. Hiç çaktırmadı.”Kedi yemi ha!” diyerek başını sağa sola salladı.”Peki niçin köpek yemi değil” diye kendi kendine güldü. Bir tuhaftı şu denizci sözleri. Geçen günde Sarı Yazma romanında okumuştu .“Ayna kıç takası” Öylece dalmışken birden durdu. Oltasını toplayan yirmi yaşlarında, kıvırcık saçlı, muhacir olduğunu tahmin ettiği gence yanaştı . Anlamsız bir bakışla sordu.”Nasıl gidiyor, kedi yemi değil mi! “Evet.” Dediğini duydu. Merakı gittikçe artmıştı. Demek ki bilmediği bir şey vardı…(!) Bunları düşünürken çocuk gitmiş, bir başına orada kalakalmıştı. Az daha yürüdü. Asırlık çınarın önünde yan yana dizilmiş sandalların arasındaydı. Yosunların içinden teke (Karides Yavrusu) ayıklayan, yeni yetmenin yanına vardı. Bu sefer bildik bir ses tonuyla çömelerek omuzuna dokundu.”Afedersin çocuk,sana bir soru soracağım.Kedi yemi diye neye diyorlar!” Çocuk yüzüne baktı.“Galiba buralı değilsiniz! “dedi. Doğruydu.Buralı değildi. O’na, virgülleri kaldırılmış, bir cümlelik yaşam özetini sundu. Noktayı koydu. Çocukta kedi yemini anlattı. İlk ders tamamdı. Sonunda anlaşıldı ki; “Kedi yemi. Deniz, balık yapmadığı zaman, oltacıların arkasına yaklaşan aç kedileri doyurmak için tuttukları kaya balığı veya küçük balık idi. ” Balıkçı jargonu, bu işin bir rajonu vardı elbette. Kedi deyip geçilmeyecekti (!) demek ki. Bir çeşit göz hakkı.
Merakı henüz geçmemişti. Geçen günde birkaç adam konuşurken kulak misafiri olmuştu.. Deniz, peş peşe iki gün balık yapmış. Konuşanlardan ikisi, çok sayıda istavrit ve mırmır tutmuştu. Yunus sürüsü körfeze batıdan bodoslama dalınca , yem olmaktan ürken küçük balıklar sahile vurmuş meğerse. Balıkçılar için zafer günü. Balık burcunda zaman.
Şimdi sırada ikinci ders vardı. Durum buysa(!)yunusların körfeze girdiklerini peki nasıl anlayacaktı! Bu seferde kendine kızdı ”Ulan işin yok mu senin” diyerek kendini azarladı ve yürüdü.
Kapanmış yazlık çay bahçelerin önünde durdu. Sahilin en derin yeri burasıydı. Oltasını çıkardı. Son kontrolünu yaptı. Etrafta kimsecikler yoktu. Ne de olsa çaparileri savururken gelip geçene takmakta vardı işin içinde. Ne demezlerdi adama. Oltasını savurdu. Gidiş o gidiş… misineyi salmayı unutmuştu. İkinci denemede kurşun ve iğneler takıldı. Çekince …kalış o kalış. Üçüncü, dördüncü, beşinci derken sayısını o da unuttu. Bu sırada bütün yedekleri de mortiyi çekmişti. Oltayı takmadığını anlayıp, son çekişte de küçük bir kaya balığını oltanın ucunda görünce, tüm belde kedilerinin duyabileceği kadar sevinçle bağırdı.“ İşte bu kadar Timanitisli çocuk. Zafer,oltanın ucunda ki tuttuğun şu balıktır. “ Sigarasını yaktı. Arkasında bekleyen üç sevimli kedi yavrusuna havasını attı.
Ancak bundan öncesi vardı. Dikkatini bir şey çekmişti. Çaparileri fırlatışında kediler arkasına yaklaşıyor, toplanması sırasında ayaklarının dibine kadar sokularak, oltayı patileri ile kontrol ediyorlardı. Bu kedisel varyasyonu defalarca izledi. Bir gözüyle denizde ki misineyi, diğer gözüyle de kedileri göz hapsinde tutmuştu. Hatta ilk denemelerde kediler “ Bundan bir halt olmaz açlıktan öleceğiz” dercesine uzaklaşmaya kalkmışlarsa da, o balık fanatiği küçük seyircilerini kandırmış, her çekişde makarayı çarçabuk sararak kediler nezdinde heyecan yaratmıştı.
Zafer sarhoşluğu içinde sevimsiz kaya balığını kedilere attı. Oltasını topladı. Son kez kedilere baktığında kediler çoktan köprünün ayaklarını dönmüştü bile. Elbette açlıktan ölecek değillerdi ya…
İkindi vakti, poyraz bilmem kaç natlık kudreti ile körfezin atlasını yırtmış, deniz, hırçın çocuk esrikliğinde yaramazlığa başlamıştı. Islanmış ve üşümüştü. Kemiklerinin sızladığını hissetti. Çay içmek için sahil yolunun sonundaki Meto’nun Kafesine uğradı. Meto kasadaydı. İçeride; bir çoğu tanıdık on - on iki kişilik, kızlı erkekli bir grup genç masaları birleştirmiş oturuyordu. Hepsi de okumuş çocuklardı. Geleceklerinin peşi sıra sürükleniyor. İş müracaatı, doldurulan formlar, askerlik, daha neler neler. Bu kuyrukta aşk henüz yer bulamamıştı yazık . Konuşmalardan bu anlaşılıyordu. Balıkçı artığını görünce merakla içlerinden birisi sordu.”Nasıl gitti abi, üşümüşsün gel sana çay söyleyelim, Meto demli bir çay!”Bozuntuya vermedi.Kırk yıllık balıkçı aksanıyla ona şu yanıtı verdi.”Deniz, bu gün balık yapmadı,kedi yemi kedi!”Kedi yemini onlarda merak etmişlerdi. O sırada Elif çayını getirdi. Yudumlarken, içerdekilere başından geçenleri tek tek anlattı. Kahkahalar duvarlarda paralanıyordu. Sonra konuşmalar derinleşti. Güncel konulara geçildi. Bir ara konu Amerika’dan Avrupa’ya geldi. Bu konudaki fikrini sordular. Kısacık anlattı.
“ Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler, benimle bugünkü kediler arasındaki ilişkiye benzer. İlinti şurada! Balıkçı Avrupa..kedilerse beklemede. Bütün mesele kedi yemi anladınız mı! ”Bir ara ciddileştiler sonra tekrar gülüşmeler.”Biz gülemedik bari siz gülün“diyerek içini çekti. Birazdan gün batacaktı. Gençlerden izin istedi. Kapının önünde tokalaştılar. Soğuk rapsodisinde, yağmur ve poyraz şiddetini gittikçe artırıyordu. Onlardan bir ricada bulundu ve mavi rüzgarlığının yakasını kaldırarak, gök gürültüsünün geldiği yöne doğru hızlı hızlı yürüdü.“Yunuslar körfeze girince haberim olsun”
Aradan günler geçti. Yunusları henüz gören çıkmadı. Beklemede. Gün gelir yunuslar körfeze girer, çocuklar görür ve haber verir, o da oltasını alıp balığa çıkar da, bir de balık tutarsa söz verdiği aç kediler bunu ilk önce yiyecekler...yiyecekler

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
18 Mart 2007       Mesaj #423
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
KIZ ALTIN SAÇLI

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Cinler top oynarken eski hamam içinde
Beni yola saldırlar
Yolda bir tarak buldum
Aldım eve gittim
Ev bahçe içinde...

Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #424
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Beyaz Kısrak

Bir zamanlar onlarda çocuktu ve o altın çağın kadife bahçesinden çıkıp, karbon çağının barut kokulu dağlarına tırmandılar. Düşük yoğunluklu (!) kirli ve kahrolası bir savaştı. İnsan, kötülüğünde iyilik kadar eski olduğunu belleğine kazıyor, arşa yükselen çığlıklar yürekleri liğme liğme ediyordu. Oysa onun kumral saçları bir yılda beyazlamış, gözleri açık gördüğü rüyânın kızıl ötesinde, tarihin ve talihinin haramilerini yargılıyordu.

Aylardan haziran, acıların kısa süreli azalmasının mutluluğunda bir gün ve Timanitisli çocuk. O sabah erkenden görev bölgesine hareket ettiler. Terkedilmiş dağlarda güneş, üzerlerine doğdu. Silahının namlusunda herhangi bir gerillanın bedenine saplanabilecek, mermi saklanıyordu. Saatlerce birerli kol yürüdüler. Askerleri sıra sıra dizilmişti. Haki elbiselerinin sırtlarında ter kuruyor, yürüdükçe beyaz beyaz lekeler oluşuyordu. Hepsinin ortak bir yanı vardı. Korkmuyorlardı. Korkusuzlukları, gün gün ölüme yaklaşmaktan kaynaklanıyordu. Korku, sonradan öğrenilen bir davranış olsa da can yitirme korkusu bir aldırmazlığa bırakmıştı yerini. Ölüme yaklaştıkça, kendi yasasını kendi koyuyordu korku. Tıpkı kardeş olanların düşmanlık yasası gibi. Çünkü kardeş namlularında bedenlerine saplanabilecek mermiler saklandığı biliniyordu. Başıboş atmosferde Lirik ve trajik bir savaş kokusu. Çünkü değişmez yasa, evren birbirini yiyenlerin sonsuz ülkesi artık.

Öğleden sonra ilk köye uğradılar. Köyün muhtarı, peygamber kudretiyle başkalarının kavrayamadığı birçok gerçeği, sezme ve algılama yeteneğine sahip(!) Köylerini saldırıdan bir yatırın kurtardığına inanıyordu. Seyidî soyundan olduğu(!) kanıtlanması mümkün olmayan lokal bir gerçek. Muhtar, o meşhur yatırın gömütündeydi. Mencilis gibi soğuk ve ürpertici görünen kutsal mağaraya gittiler. Taş duvarlarda avuç içi büyüklüğünde, küçük bez beşikler asılıydı. Köyün kadınları tam kapasite geleneksel çocuk üreticisiydi. Her çocuk için beşiğe bir taş atmak yeterli oluyordu. Hele bir atılmasın, o dakika (!) Şeyh¬i Şaklabanlar’ın gazabına uğrar ve bir anda cehennemi boylayıverirlerdi.

Muhtarın karısı “ Kufi “ köyün en ünlüsüydü. On altı çocuk dile kolaydı. Altısı kız onlar sayılmazsa, kalan on. Bir kısmını dağda, bir kısmını bağda, bir kısmını da Şehr-i İstanbul’da tinerci olarak görmekte olası. Görünenin dışında hiçbir gerçek, o kadarda inandırıcı olamıyor. Koşullar böyleydi. Birbirine kaynaşabilir, gerekirse (...) insan düşmanının gözlerinden bile öpebilirdi. Bütün bunları gördükten sonra yürüdüler.


Çelibeşan Bölgesindeydiler. Halk dilinde “ Çileli Yer ”anlamına geliyordu. Çelibeşan Dağı’nın çileli kayaları uzaktan göründü. Dört bir yan tutuldu. Meşe ağaçları, çalılar, birbirinin mutluluğu için diğerinin yeşilimtırak dallarını tutmuşken, insanoğlu öylemi ya biri olursa diğeri olmuyor. Şiddet olanaksızı yapıyor ve saldırdığı her yeri benliklerden geri alıyordu. Oysa insanlık, bir insan sevildiği için sevilmeliydi. Akşam oldu. Her an güneş batabilir. İşte! Korku sinsice yine iş başında . Gece de ödünüzü alabilir. Sabaha kadar hiç uyumadılar.

” Gecenin bir yarısı iki ateş böceği mevzilerin önündeki su göletinin üstünde oynaşmaya başladı. İzzet ile Raşit, zaman ve korku, yaşam ve ölüm ikilemi içinde, bunu kendilerine sızan bir gerillanın parlayan gözü sandı. İşte nesnel gerçeğin, insan beyninde oluşturduğu gerçek bir yanılsama.Yüreklerinden korku elbisesini çıkarıp bastılar tetiğe.

Ateş böcekleri vurulmuş muydu (!) bilinmez ama aydınlığa kadar bir daha ortalıkta görünmediler. Yoksa onlarda bir tesadüfe mi kurban gitmişti. Şu medeniyet denen şey böcekler ruhunda bile saf çelişki değil miydi artık!. Korkuyla titreyen iki asker sonunda korkudan uyuyakaldılar.”

Ertesi günün ilk ışıkları... Güneş, gölge boyu kırmızıya yükseldiğinde, bedenlerinde rüzgârın ıslık sesi duyuldu. Düdiran Aşireti’nin ilk öncüleri önlerinden geçiyordu Sonra ana gurup geçti. Aşiretin inatçı çocukları çiğ keçi sütü ile beslenir, göçer türüne özgü davranışlar sergiler, içgüdüyle yaşarlardı. Anlaşılan, insanın hayvanlık evresinden kalma alışkanlığı(!) ama burada da başka türlü yaşanmazdı ki (!). Dağlarda koyun senfonisi bir çobanın şefliğinde çalıyordu. Aşirette bir kuzunun bir çocuğa tercih edilme durumu yaygın bir anane. Mutluydular (!) ama bir yıl sonra, o yaylalarda aşirete mezar olacak, koyunları şişlenerek öldürülecek, çadırları yakılacak ve sonunda korkmayı öğrenecekti onlarda. Nitekim öyle oldu. Diyarbakır menfezlerinin altında yaşamaya mahkûm edildiler. Onlar bilemezdi ama mitoloji tarihinin iki yüzlü Tanrısı ‘Janus’ masum dağlarda çoktan dirilmişti bile.

Beyaz Kısrak, Cevher’in yedeğinde patikada göründü. Aranis’in en gösterişli kısrağıydı. Heybesinde üç günlük kumanya ve Timanitisli Çocuğa sevgilisinden yazılmış bir mektupla çıkageldi. Her ikisi de yorgundu. İnsana ve hayvana şükran gerekliliğini mecbur kılıyordu her şey. Askerler Cevher’i kucakladı. Timanitisli çocuk, Beyaz Kısrak’ın terli boynuna sarıldı. Ona göre bu kısrak artık bir insandı. Herkese çok iyiliği dokunmuştu. İnsanın hayvanlaşmasına bu çağda sık sık rastlanırdı da Beyaz Kısrağın insanlaşması başkaydı. Düşünmesine, düşünüyordu da bir türlü konuşamıyordu. Garip hareketlerle kişniyor bu dili de içlerinde anlayan olmuyordu. Çünkü gerçek kendisinden daha güçlü bir gerçeği dayatmıştı. Cevher ve Beyaz Kısrak, birkaç saat dinlendikten sonra Aranis’e dönmek üzere yola çıktı. Toz bulutu eşliğinde öğle vakti gözden kayboldular.

Bir saat sonra...Komutan olan Timanitisli Çocuk ve iki asker dışında askerlerin tümü kaya parçalarını yastık yaparak, dinlenmeye çekildiler. Yorgundular, uykuya yenildiler. Bazıları, bir gün daha sağ kalmanın dramatik sahnesini rüyasında gördü. Hayra yormak gerekse de kimisi kendisini ölü görüp ürpertiyle uyandı. Yeni bir ideal yaratmıştı bilinçaltı. çağ dışına taşan gerçekler kadar, metafizik bir çıkmaza girmişti düşleri de…yazık ki.

Zarfı açtı gelen mektubu okudu. Bir yıldır görüşemediği sevgilisinden geliyordu. Gözleri doldu. Hasretinden çatlayan kalbinin uçurumunda, gözlerinin firarî mahpuslarını gizledi. Paramparçaydı her şey. Bir yıl önce, sevgilisinin ağlamasını görmemek için bir temmuz günü vedalaşmadan gelmişti buralara. Satırlar arasında kaybolup gitti. Savaş mı, yoksa aşk mı bilemedi Timanitisli Çocuk. Bildiği tek şey, kimse bilmese de onun için “ilk aşk “ vatandı.

“ Bütün hırçın ırmaklar, denizlerde durgunlaşır. Size ulaşamıyorum. Dağlarda olduğunuz haberi geliyor. Buralar sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi. Cevher’i arıyor, haberlerinizi ondan alıyorum. Bu mektubu size ulaştırmak üzere Aranis’e göndermek mecburiyetinde kaldım.
... Siz o sonbahar gününde bir çınar yaprağının ezilmesine bile kıyamayan sevgili, nasıl oluyor da savaşıyorsunuz anlamış değilim. Mutlaka biliyorsunuzdur, hiçbir savaşın galibi olmamıştır bugüne kadar. Belki size başarınızdan dolayı kahraman diyecekler. Tanrı korusun ama belki de öleceksiniz. Sizin için en zor olan şey. Bir elinizde kırmızı gül diğer elinizde silah olduğu gerçeğidir. Öğretilmiş öldürme duygunuz ile aşka dair yaşatma duygunuz arasında gidip gelmektesiniz. Lütfen aşkımı kalbinizde yaşatınız. Eğer başınıza bir şey gelirse, anılarınızı yaşatacağım, ama size insan öldürdüğünüz için kahraman diyeceklerse, o zaman kalbimdeki o kahraman ölecektir.
...Kalbimin yarısını alıp götürdünüz oralara. Kinkor çiçeklerinin kokusunu, ceylanların ürkek bakışlarını, düşlerinizin yalnızlığını rüzgârlarla yollayın. Bugün yağmur yağıyor, yarın da yağacak, bu kentin gezdiğim kimsesiz sokaklarında, hayâlini elinden tutmuş ıslanarak geziyorum. Yüzüme vuran her esintinin siz olduğunu, kirpiklerimin tuttuğu her damlanın size ait olduğunu biliyorum...
... Dünya, göz kapaklarınızda ağır ağır düşebilir yorgun akşamlara. Şu an güneş, belki de kalbinizin ıssız yollarında batıyor. Sizi çok özledim. N’olursun yenilme. Güneşe git, ateş sür parmağına. Ruhunu ölümsüz kıl. Aşk, savaşa yenilmemeli! Bir hiçliğe adanmamalı asla. Sizin için Tanrıya her gün yalvaracağım. Göreceksin tanrı duyacak beni. ”

Sevgili böyle diyordu mektubunda.Tanrı bu yalvarmayı duyacak mıydı acaba! Ya bir gün kendisine kahraman denirse ne olacaktı! Peki ne yapabilirdi.! Uzun bir süre, düşündü durdu. Hem mutlu olmuştu hem mutsuz. Mektubu, kalbinin üstüne gelecek şekilde benekli elbisesinin, sol iç cebine koydu. Belki de Tanrı, bu kızın aşkına onu serseri bir kurşundan koruyacaktı kim bilir!

İkindi sonrası bütün askerler uyandı. Kumanyalarını yediler. Timanitisli Çocuk, Şarkışlalı Salim’in eski ve isli çaydanlıkta demlediği zifir çayı içti. Bitkin görünüyordu. O sırada planını yaptı. Gece yarısı Beşan ardına sızma yapılacaktı. Askerleri bilgilendirdi. Üçerli dörderli gruplar halinde gözetleme yapacakları tepelere gönderdi. Saatler değirmen taşı hızında döndü. Hava kararmış yine ateş böcekleri oynaşıyordu. Müphem büyü batı yönünden bir büyük parlama ve iki büyük patlamayla bozuldu. Birkaç saniye sonra Gözetleyici askerlerden biri bağırdı.

“ Aranis çayır çayır yanıyor”

Aranis, Cevher’in ve Beyaz Kısrak’ın köyüydü. Olup biteni anlamak zor değildi. Her gece yapılan baskınlardan biri daha yapılıyor. Gerillalar köyü roket ateşine tutuyordu. İzli fişekler, havai fişekler gibi gökyüzünde dağılıyor, yaya bir saatlik mesafedeki köyden alevler yükseliyordu. Askerler hemen toplandı ve Aranis’e inen en kestirme patikadan yola koyuldular. Kurtarılmalıydı köylüler ve Beyaz Kısrak. Birerli kolda, birbirini izleyen onlarca asker sürekli koştu. Ölüm tenlerine değen çalılar kadar yakındı. Yarım saatte köyün üstündeki sırta vardılar. Köylülerle, gerillalar çatışıyordu. Dumandan göz gözü görmüyor, kimsenin yeri tespit edilemiyordu.Onlarda yoğun bir silahlı çatışmanın içine girmek üzrelerdi. Köyün güneyindeki daha hakim bir noktaya iki gurup halinde mevzilendiler. Roket fırlatılan iki nokta tespit edilerek yoğun ateş açıldı. Tüfek bombaları atıldı. Seri taramalarla köyün etrafındaki gerilla çemberi dağıtılmaya çalışıldı. Tam anlamıyla kaotik bir çatışma yaşanıyordu. Diğer yanda Cevher’in evi dahil beş altı ev çayır çayır yanıyor, o taraftan birkaç gerillanın köyün içine sızdığı anlaşılıyordu.

Her şey birbirine girmiş dost ve düşman ayrıştırılamaz olmuştu. Kuzeyden silah sesleri gelmeye devam etti. Gerillaların köyün karşı tarafına girmeyi başaramadıkları anlaşılıyordu... İlk yarım saatte olanlar olmuştu. Köyün içinden kadın ve çocuk feryatları yükseliyor ve iniltilerle kesiliyordu.

” Bazen kendi tarihini kendi yazmak durumunda kalır kişi. Savaşın hangi toplum çıkarına ve çıkar çatışmasına göre yapıldığı tezi iniltiler arasında kaybolur gider. Çocuk saflığından yola çıkan insanlık deli gömleğinin içinde boğuşmaktadır şimdi ”

Patlamalar karanlığı yırtmaya devam etti. Bir ara Cevher’in sesi duyuldu. Timanitisli Çocuk ve üç asker köyün içine girmeden son gerilla mevziini ateş altına aldığında, taktik bir geri çekilme işareti olan yeşil izli mermi üst gerilla mevziinden Çelibeşan yönüne doğru atıldı. Saldırı gurupları çekilmeye başladı. Köyün içinde gurupla karşılaşmak olası. Geri çekilme yönü ise genelde izli merminin ters yönü , çekilme istikametlerine ateşe devam edildi.

“ Zaman ansal yaşamayı gerektirdi.. Duygu ve düşünce içimizde ama ölümle beraber ruhumuza da karışabilir. Kabul etmesek bile yaşamayı veya ölmeyi, alnımızdaki o yazı belirleyecek artık ”

Sonunda Cevher’le temas kurarak yanına gitmeyi başardılar. Hüngür hüngür Ağlıyordu. Köylülerin cephaneleri bitmişti. Hemen takviye yaptılar. Toprak çatılı öndeki evin içinden, iç sızlatan bedenlerin sesi duyuluyordu. Gerillalar evi bombalamış, birkaç evin içine daha girmişlerdi. O tarafa yöneldiklerinde Cevher büyük sezgisiyle bütün gücüyle Timanitisli Çocuğu iterek evin duvarına yapıştırdı, askerler yere yattı. Henüz terk edilmemiş bir gerilla mevziinden üzerlerine kurşun yağıyordu. Anlık yaşama buydu. Zor kurtuldular. Timanitisli Çocuk ateşin geldiği yeri tespit etti ve o yöne tek başına gitti. Üç beş dakika sonra ateş sesi kesildi ve peşinden iki el silah sesi geldi.

“ Çelişki, yaşamakla ölmek arasındaki karşıtlıktı sadece, hepsi bu”

Barut kokusu, kan kokusuna karışmış, silah sesleri de köy kadınlarının yaktığı ağıtlarına bırakmıştı yerini. Çatışma bitmiş gerillalar karanlıkta kaybolup gitmişti. Bir evde anne ve üç çocuğu yattıkları odaya el bombası atılarak öldürülmüş, diğer evde yaşlı adamla karısı vurularak yaralanmıştı. Diğer bir eve atılan bomba patlamamış, sekiz evde roket ateşi sonucu yangın çıkmış, bir ahırda elliye yakın koyun telef olmuştu

“Hiçbir şey düşünülemiyordu. Çağın bütün kuramları ve kuralları hükümsüz kalmıştı. Karbon Çağının simyacıları iksiri bulmuştu sonunda ”Altın Dehşet”. Dünyanın dört bir yanına satılabilir, neması da şeytanlar gezegeninde afiyetle yenebilirdi artık”

Ertesi sabah. Köy evlerinin yarısı yanmış, her metrekarede binlerce mermi izi görünüyordu.. Ceset kokusu yayılıyor dört bir yana, köylüler teselli edilmeye çalışılıyor, acıları paylaşılıyordu. Derme çatma bir ahırın önünde durdular. Yarım açık ahır kapısından içeri girdiklerinde gözlerine inanamadılar. Gerillalar gece karanlığında ahırın içini taramış, içeride bulunan doru renkli at oracıkta hemen ölmüş, ‘Beyaz Kısrak’sa halen can çekişiyordu. Beyaz renkli gövdesine iki, boynuna da bir kurşun saplanan garip kısrak, diz kapakları üzerine çökmüş, sabaha kadar ağlamıştı. Gözlerinden ayaklarına kadar gözyaşının izleri vardı. Timanitisli Çocuk hayvanın yanına gitti. Boynuna sarıldı ve birlikte ağladılar. Kısrak can havliyle ayağa kalkmak istedi ise de bunu başaramadı. Bir insanın gözlerine son kez baktı ve başını bir yana usulca bıraktı.

“ Yaşama hakkı kutsal ve evrende her şeyin bir sınırı olmalıydı. Ancak sınır bir türlü çizilemiyor. Şiddet, insan kılıklı simgelerle anlamsızlığı zorladı. Şiddeti doğuran, şiddetin düşüncesi değil bizatihi şiddetin kendisi oldu. Şiddet kurgusunun sonunda insani olgu tarihsel bir sorumluluktu. Kendinden kaçsa bile , kimse ama hiç kimse bu sorumluluktan uzağa kaçamazdı”

...İki yıl sonra. Timanitisli Çocuk silahını bıraktı. Sevgilisi, onu defalarca aradı. O kızı hiçbir zaman aramadı. Yalnızlığının şarkına çekildi. Savaş günlüğüne yazdığı bütün benliğini, son sözüyle birlikte tarihe öykü olarak bıraktı.

“Anlamsızlığın karşısında bazen insana, anlamlı yenilgiler düşer . Beyaz Kısrak “ ölmemeliydi. Aşk, savaşa galip gelmeliydi ama bir hiçliğe yenildiler.”



Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #425
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BAHAR
Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü , kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılıymış.
Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir REKLAMCI bunu görmüş. Tabelayı almış arkasına bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa olmuş..... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya....
Bir cümle yetmiş onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...
GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #426
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Düşistan Ömürceği

((( Örümcek mesih kanla beslendi bu (ç)ağda!

Islaktı, ağırlaşan elbisemi çıkardım. Yorgunluğumun, yağmur kokulu ürpertileri. Kendini bile çekmeye nazlanan bir ip. Ona yaklaştım. Beyaz kağıtlara yazdıklarımı; Duvardan duvara, iki çivi arasına, gerdiğim şu ipte, tek tek kurutuyorum. Bilindik çamaşır ipi değil. Düş ipi düş!.. Un serdiğim zamandır akşam, ömrümün yarısı üzerine. Bir ipte kaç düş oynuyormuş ! Görsün görenler. Duvarlarda ulu yeşil nem. Nemli suretimin sarkıyor kolları. Yabanıl ellere baktım. Ellerimdi. Ayaklar ayaklarım. Ebrulî fanila ve don ! Eh… Azıcık çıplaktım. Bir o yana bir bu yana kafes vurgunuyum. İncir yaprağını inceden giyindim. Ölümün yollarından, rast geldi de, huzurunuza bugün de sağ döndüm. Alnımda asılı yaftam, birbirimize çarpmadan oksijen azaltmaya devam ettiğim havadır. Boylu boyunca bir eksi bir yatağıma uzandım. Göz kapaklarım eğer sizi tutarsam (!) aha… Üç taş atıyorum ! Tanrıya sunulmamış âhım; gençliğimi yitirme tezimdir benim. Uyuyacağım örümcekler aşkına.

Meydandayım. Adımı ve yaşımı bilmiyorum. O meçhul ressamın tablosu göz kamaştırıyor. Küçük kızın, alacalı kumaştan yapılı bebeğinin, oynanmaktan eskimiş yüzü. Gözlerinden mavi alevler saçan kızgın şövalyenin kılıcı, yeni bilenmiş bıçak, kesiyor akşamları. Kesilen her akşamın kendine doymamış kızıllığı, sızıyor elmacık kemiklerimden. Bacaklarıma akan mavi su. Ressam tabloda binlerce rengi ve şehveti öpmenin gururuyla haykırdı. Binlerce seyirci ayağa kalktı meçhulü alkışladı. Dev bir kapı açıldı. Uçarak içeri girdim. Kopuk kareler. Meğerse bu bölümün sonu; uyandığım rüyaymış! Haydi bilinçaltını topla toparlayabilirsen. Plastik katiller aşkına.

Düş kahramanlarımın yanaklarından öptüm. Sonra uyandım. Aradan bir saat geçmiş akla kurşun. Artık uyku tutmaz gözlerimi. Seni duman edenin, ******* avradını dedikten ve ağzımı avuçlarımla sıkıca kapattıktan sonra, bir sigara içtim. Katırım tütün kazığına bağlı. Bir kitabı okumaya başlayacaktım ki! Gözlerimi diktiğim tavanda, boydan boya uzanan geniş beton kiriş. Işık görmeyen gölgesinde bir örümcek ağı olduğunu gördüm. Yavaş yavaş uzantımdan doğruldum. Ağın altına kadar yürüdüm. Köşede duran kahverengi oturaklı sandalyeyi aldım. Kapakları açık rezil dolabın önüne taşıdım. Üzerine çıkıp dirseklerimi dolabın üzerine koyup örümcek ya da ömürcek ağını izlemeye başladım. Birisi görse yalanım dilimdeydi. Çünkü dolabım arkasına bir şövalye düşmüştü. İpin uzatılmasını isteyecektim.

Ortalıkta görünmüyor örümcek! Biraz sabır eyledim. Sonunda kırk mumluk ampulün onuncu mumunda pusuya yattığını gördüm. Ben diyeyim mercimek büyüklüğünde siz deyin sekiz milimetrelik nohut. Kara kuru bir şey. Okumayı bıraktım, düşistan odasında bir örümceğim özel yaşamını ihlâl ettim. Konut dokunulmazlığını bozmak suçum. Hayvani bir röntgencilikti vallahi kendimden utanıyorum! Yok daha neler! Asıl o benim mahremimi dikizledi, üstelik çıplak yakalandım. Ne yani suçlu ben miyim yoksa o mu? En iyisi bir bir berabere kalalım. İzlemeye devam ettim. Örümcekten ne kaparsak; hayvani yanımıza konulmuş insanî artıdır.

Minik örümcek, tavanın yan duvarlar ve kirişle birleştiği üç köşesine üç ağ örmüş. Örerken görmedim. O sıralar bıçaklar akşamı kesiyordu. Dördüncüsünü de örmeye çalıyordu. Beni gördüğü halde görmemiş gibi yaptı. Köşenin açı ortayını aldı ve ana iki bağlantıdan sonra yan hareketler ile salgısıyla, ağı çokgenler halinde bitiriyordu. Geometrisini seviyorum evrenin. Çalıştığı ağı bitirdikten sonra dört ağa eşit mesafede durdu. Her bir ağa birer ana bağlantı daha yaptı. İşi bitirdikten sonra, ağ kurmadığı karanlık diğer köşede beklemeye başladı. O sabırlı benim dirseklerim acıyor. Kımıldamamam gerek. Örümceğin aldırdığı da yok ama ne olur ne olmaz. Yaklaşık kırk beş dakika izledim. Sonunda gözlerime en yakın ağa, iri bir sivrisinek düştü. Ok gibi yerinden fırlayan örümcek kendisini ağdan kurtarmaya çalışan sineğin önce çevresine yeni bir ağ ördü. Bunu birkaç defa tekrarladı. Hareketleri azalınca kanatlarını ve bacaklarını çok hızlı sardı. Sinek ölecek galiba. Av hareketsiz kalınca bekleme yaptığı köşesine tekrar çekildi. On dakika sonra da tekrar avının yanına gelerek, kanını emmeye başladı. Eğer belim ağrımasaydı tüm ayrıntıları izleyecektim sabaha kadar. Sonuçta örümcek başarılı oldu. Ama benimde kanım vardı sinekte. Bir an kanımın örümcek tarafından emildiğini duyumsadım. Denetim altına alamadığım usum birde örümceğe geçerse, düşünmek bile istemiyorum. Ölü sivrisineği ağdan alarak, sandalyeden indim. Onu başucu kitabımın üzerine koydum. Sorular terk etmiyordu şüphelerimi. Uzun uzun ona baktım.

Bu sivrisinek ağa neden düşmüştü? Örümcek sabırlı bir avcı mıydı? Yoksa akranlarını tuzağa çeken bir sahtekâr mı? Böcekler âlemine girmiştim de girmesine ya oradan çıkmak ! Bir sürü soru bir o kadar yanıt! Doğa yasası hükmünü koymuştu. Biri tuzağa düşecek diğeri onu avlayacak, birisi yaşarken diğerinin sonu olacak. Ama sadece yaşamda kalmak için. İnsanlarla böcekler arasında ciddi düşünce farkı var. Örümcekli ev ödevim!... İnsan olmayı düşünmezde insan niçin örümcek ya da sinekleşir acaba? Düşünmekteyim çünkü yoktur bu gece işim. Sabahı buldum.

Güneş parıltıları tepelerden indi. Bir sayfa dolusu yazdığım ev ödevini, okunması ve kuruması için ipe astım. Altını çizerek özetliyorum; Bir odada sivrisineğin götürüsü, örümceğin getirisinden fazla ise orada yatılmaz. Uyduruyorum işte! Minik örümceğim yeni avını bekleyedursun, karşıdaki duvara kırmızı kurşun kalemle şu notu düşerek, sivrisineğin aziz bedenini kül tablasında musallaya kaldırdım.

Yaaa! İşte böyle sivrisinek kardeş, hortumla kanımı emenin kanını emerler vantuzla. Şeytanın benden çok olsun, kanımın alacaklısı. Ruhuna el vızır vızır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #427
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye10068
Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar
delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.
Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı
kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.

Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken
deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.
Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.
Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı
dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.
Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya
başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi...

O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii...
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses,
prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses
ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...
Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...
40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye
bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında: “Sevgilim,
bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum
için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.

İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki,
şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken,
değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim
ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı
defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...
İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem! O garip ve rezil bir tat.
Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.
Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın
en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden
tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da...”
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
birgün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu..

Gözleri nemlendi kadının...
Çok tatlı!.. dedi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #428
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Midye Kabuğu Krallığı


Kalbimin ritmine eşlik eden güvercinlerin kanat seslerine kandım. Havalanan heyecanımın birbirine çarpan logaritmik değerini, rıhtım önünde dal arayan fırtınanın baskısına direnen gül bilebilir? Sosyal beceri ve davranışlar; ortalıkta aylak aylak gezinen kalemsiz ve selamsız ruhlara yaklaşmakla birlikte, sırf bunun için gereğinden fazla özveri, sevgi ve şefkat duygularımı da zamansız törpüleyebilir. Bunu denizin hırçınlığı görünce anladım.

Güle yaklaşmak, insanın kendisine yaklaşmasından kolay değildir?

Unutkanlığım kendine gelerek, unuttuğum iki sözcüğü gül dikenlerinden ayırdı. Ellerim kızıl çizikler içinde. Üzerine güz ağırlığı çöken çınar yaprağının, örttüğü saklı diğer iki sözcüğü avuçlarıma alarak göğsüme yapıştırdım. Alesta! Yüzümde buz mavisi denizin merhabası gezinirken, aklımdan kor merdivenle ayaklarıma inen ve şehrin kalabalığına karışan gecenin, çıkmaza düşecek kaçışını serçeler gibi yabancı gözlerle izliyorum.

Güneşin sızdığı yerde gece şüphelere gizlidir.

Gerçekle düş arasında yırtılan giysilerim, açığa çıkan dilenci görüntümü, suyun aynasına düşürüyor. Bu kadar düşkün olmalı mıyım suya? Hayır ama denize bakarak kendine aşık olan Narcissus’un besili martılarıyla göz göze gelmeliyim.Gözgöze! Birisi bunlara su aynasında aynı görüntünün tekrar olmayacağını anlatmalı değil mi?

Duygularım önce çıplaktı. Düşle düşman arasında açığa çıkınca üşüdü ve giyindi. Gerçeğin olduğu yerde biliyorum hayâl fanteziden ibarettir alesta!

İz üstüne ayak basılır mı?. Basmakta sakınca yoktur da gittiğin yönü bilerek ize basmak; öncü gideni takip etmek demektir. İnci Krallığını bulsanız bile sizden önce mutlaka varan olmuştur. Midye Kabuğu Krallığına giden yol, düşüm o ki; bu kumsaldan geçiyor. Düş olan yerde ayak izi olmayacağına göre, ilk adımı hemen atabilirim?

Adımlarımın ritmine eşlik eden aşkın sesi. Kumsala, kısa aralıklarla gömülen eşkali bozuk gizli korkularımın birbirine çarpan çarpık ezgisini, meraklı yeşil gözlerinde sitemler gizleyen, hangi zor kadın bilebilir? Yazgısına şuursuz direnen sıra dışı sevgi; aşkın sıradan davranış bozukluğudur. Tedavi edilmez ise her kalbi ölümsüz de kılabilir. Aşka yaklaşmak, insanın kendisine yaklaşmasından daha kolay değildir alesta!

Alevin benliği sardığı yerde; ne yapsak gözlere söz gizlidir.

İşte geldim! İşte geldim!

İstilacı dalgalar geri çekiliyor. Hayâl ile düş arasında siyah bir zaman ki; bu uzaklığa sadece son adım ulaşabilir.Şu an kumsaldan çıkarak Midye Kabuğu Krallığının ortasında buluyorum kendimi.

Hayat avuntum, kral ölmemiş hayâl. Aşk alesta, hangi midyenin beyaz kabuğunda saklıdır?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #429
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ülkenin birinde iki gerçek dost yaşarmış.
Birinin malı, ötekinin malı gibiymiş.
Anlaşılan o ülkede dostluk, bambaşkaymış...

Bir gece ülkede herkes dalmış derin uykulara.
Orada güneş battı mı, fırsat bu fırsat der,
uykunun tadını çıkarırmış millet.

Gece yarısı bizim dostlardan biri, fırlamış yatağından,
koşmuş doğru dostunun evine.
Uyandırmış hizmetçileri tatlı uykularından...

Dostu, yukarıdan duymuş sesini. Hemen kaptığı gibi
kılıcını, kesesini, koşmuş dostunun yanına...

"Hayrola!" demiş, merak içinde, soluk soluğa...
"Sen, kolay kolay uyandırmazsın kimseyi,
uykuyu da seversin üstelik.
Kumarda kaybettiysen; al şu keseyi.
Evini bastılarsa; işte buradayız ben ve kılıcım.
Haydi gidip haklarından gelelim.
Yalnız yatamaz mı oldun yoksa???
Benim güzel cariyeyi al git öyleyse..."

"Yok a canım." demiş dostu... "Ne o, ne de bu.
Rüyamda biraz düsünceli gördüm seni...
Sakın başı dertte olmasın deyip koştum.
Kusura bakma dostum!"

hikaye10070 1
Gerçek bir dostu olmak ne güzel bir şey!
Derdini açmanı beklemez bile...
Kendi bulup söylemek ister, belki sen çekinirsin diye.
Sevdiği insanın üstüne titrer,
bir düşten, bir hiçten nem kapar.

hikaye10070 1
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
19 Mart 2007       Mesaj #430
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi

fleur7nc4
GERÇEK DOST
Babanın biri evladının arkadaşlık yaptığı kişlerin gerçek dost olmadığını sürekli oğluna söyler ama oğlu onu dinlemez ve karşı çıkar hayır baba onlar benim en iyi dostlarım der baba peki der o zaman onların gerçek dost olup olmadığını test edelim der;git bizim koyunlardan birini kes ve parçala sonra onları bir çuvala koy ve gel der.Oğlu gider babasının dediğni yapar ve getirir sonra babası der ki şimdi bu çuvalı al ve dostlarına götür ve ben birisini öldürdüm ve bu çuvalın içine koydum diyerek yardım iste der,Eğer gerçek dostun olup olmadığını görmek istiyorsan dediğimi yap der,oğlu gider dostlarından birinin kapısını çalar ve ben birisini öldürdüm ve bu çuvala koydum saklamak için bana yardım et der ama dostu hayır git benden uzak dur başımı belaya sokma der ve kovar daha sonra ikinci dostuna gider ama aynı yanıtı alır ve diğerleride aynı tepkişyi verince babasının yanına gelir ve haklıymışsın baba onlar gerçek dostum değilmiş hiç biri yardım etmek istemedi der.Babası sana demiştim der,sonra der ki şimdi git felanca kişiyi bul ve selamımı söyle,aynı şeyi ondan iste der.Oğlu gider adamı bulur ve aynı şeyi söyleyip yardım ister,adam gel bakalım derken kendi evinin arka bahçesine götürür ve orda bir çukur kazarak çuvalı çukura gömer sonra bütün bahçeye laleler eker ve arka bahçe tam bir lale bahçesi olur.Oğlan gelir ve olan biteni babasına anlatır,tamam şimdi yine git ve aynı adamı bul herkesin içinde olmadık hareketi yap ve bir de tokat at demiş oğlu şaşırmış,ama nasıl olur o bize yardım etti ama der.Babası sen dediğimi yap,oğlu gider adamı bulur ve herkesin içinde olmadık hareketi yapar ve bir de adama tokat atar.Adam gence şöyle bir bakar ve der ki;oğlum babana selam söyle ben bir tokata lale bahçesini bozacak adam değilim der.
Alıntıdır
fleur7nc4

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat