Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 36

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.716 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #351
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde uzak bir ülkede yaşayan, kırmızı şapkalı pelerinini giyip ormandaki büyük annesinin evine yiyecek götüren bir kız varmış.
Sponsorlu Bağlantılar

Kırmızı başlıklı kız bir gün büyük annesine sepetinde pastalar götürürken pamuk prensesi öpücüğü ile sonsuz uykudan uyandıran beyaz atlı prensi görmüş. Prense şöyle bir göz süzmüş. Davetkar bir edayla,
-Pastalarımın tadına bakmak ister misin?
demiş. Prens atından inerken
-İsterim, bakalım tatları da kokuları kadar güzel mi? Atım şurada otlayadursun bende pastalarından yiyeyim,demiş.

Kız büyük annesine her gidişinde giydiği için kendisine kırmızı başlıklı kız denmesine neden olan kırmızı pelerinini çıkarmış. Prensin altına sermiş. Kendiside pelerinin üstüne oturmak bahanesiyle yakışıklı prense nefesini hissettirecek kadar sokulmuş. Bu yakınlaşmanın hoşnutluğu ile prens önce pastaları sonrada kırmızı başlıklı kızın sunmak için sabırsızlandığı her şeyi doyana kadar yemiş.

Prens ve kırmızı başlıklı kızın plansız buluşmasının bilmedikleri bir seyircisi varmış. Pamuk prensese zehirli elmayı veren cadı geniş gövdeli ağacın arkasından gizlice olanları izliyormuş.

Pamuk prenses her şeyden habersiz mutlu mutlu yaşadıklarını zannederken, prens her gün ormana kırmızı başlıklı kızın pastalarını yemeye gitmeye başlamış.

Kırmızı başlıklı kız önceleri bu kısa buluşmalardan memnunken zamanla prensin atına binip gitmesinden rahatsız olmaya başlamış. Artık ormandaki kız değil, sarayda kırmızı başlıklı prenses olmak istiyormuş. Pamuk prensesin yerinde olmayı çok istiyor, ölmesini isteyecek kadar çok kıskanıyormuş.

Yaşananların gizli seyircisi kötü kalpli cadı bir gün bir buluşma öncesi prensin gelmesini beklerken derin düşüncelere dalan kıza yaklaşmış.

-Yaşadıklarınızı ve senin şu an ne kadar üzüldüğünü biliyorum. Gel seninle iş birliği yapalım. Pamuk prensesi ortadan kaldıralım.
demiş.
Kırmızı başlıklı kızla kötü kalpli cadı oturup planlar yapmışlar. Kırmızı başlıklı kız prensin sarayda olmadığı bir saatte zehirli bir elmayla saraya gidecek . Prensese “prens beni bu güzel elmayı size vermem için gönderdi” diyecekmiş. Pamuk prenses eşinin gönderdiğini sandığı elmayı hemen yiyecek kadar safmış hala.

Kırmızı başlıklı kız , pamuk prensese yedireceği elmayı cadıdan almış, sepetine koymuş. Bu sırada prensin atla yaklaştığını gören cadı ağacın arkasına saklanmış. Kırmızı başlıklı kız prensi sevgi gösterileriyle karşıladıktan sonra soyunmaya başlamış. Prens kızın soyunmasını seyrederken bir ara gözü sepetteki elmaya takılmış. Birden elmayı alıp ısırmış. Prensin elmayı ısırdığını gören kız “yeme” diye bağırmış. Fakat prens bir kere de alsa ısırmış ve güçlü zehrin etkisiyle yere yığılmış. Kırmızı başlıklı kız ne yapacağını şaşırmış. Cadı saklandığı yerden çıkıp gelmiş. Bu seferki zehrin etkisinin çok güçlü olduğunu uyandırılmazsa prensin öleceğini ve onu sadece gerçekten aşık olduğu kadının öpücüğünün kurtarabileceğini söylemiş. Kırmızı başlıklı kız uyanacağı umuduyla prensi öpmüş fakat prens uyanmamış. Kırmızı başlıklı kız, pamuk prensesin öpücüğünün uyandırabileceğini düşünerek beyaz ata binip saraya prensesi getirmeye gitmiş. Prensin uyanınca her şeyi öğreneceğini ve onu terk edeceğini biliyormuş. Yinede ölmesini istemiyormuş. Çünkü onu seviyormuş.

Saraya gitmiş, prensese her şeyi itiraf etmiş. O an sanki saray başına yıkılmış prensesin. Sevdiği adamın ihanetini ve ölmek üzere olduğunu aynı anda öğrenmiş. Prens ölmek üzereymiş. Kızacak küsecek kadar vakit olmadığını biliyormuş prenses.
Kırmızı başlıklı kızla beraber beyaz ata binip prensin yanına gitmişler.Pamuk prenses prensini son kez öpmüş. Prens gözlerini yavaş yavaş açmış. Prensesi, Kırmızı başlıklı kızı, cadıyı başında dikilirken görünce şaşırmış. Kendine geldiğinde cadı olanları anlatmış.

Kırmızı başlıklı kız ölümüne sebep olacakken kurtuluşunun tek çaresini de alıp getirmiş. Prensesine diyebilecek bir söz bulamamış. Cadıya nefretle bakarken ona bu fırsatı verdiği için kendine de kızıyormuş prens.

Cadı ormana çöken karanlığın içinde yavaş adımlarla ilerlerken gözden kaybolmuş.
Kırmızı başlıklı kız prensi kaybettiğinden emin, büyük annesinin yatağında yatan kurttan habersiz, büyükannesine gitmiş.
Pamuk prenses eşyalarını toplayıp saraydan ayrılmış, yedi cücelerin evine yerleşmiş.
Prensin aldığı zehir öyle güçlüymüş ki bedeninde düzelmeyecek bazı tahriplere neden olmuş. Mesela bir daha asla pasta yiyecek gücü olmamış.
Gökten üç zehirli elma düşmüş,
Birisi başkalarının ruh ve beden güzelliğini, mutluluğunu kıskanan kötü kalpli cadıların başına,
Birisi başkalarının prensine pelerinini çıkaran kırmızı başlıklı kızları başına,
Birisi de sahip olduklarının değerini bilmeyen prenslerin başına…

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #352
arwen - avatarı
Ziyaretçi
uzak

Sponsorlu Bağlantılar

Yine uzaklardasın. Hem de çok uzak. Mesafeler değil bizi uzak kılan. Bizim kendimizle, içimizde bizimle büyüyen hislerle aramıza giren bir ıraklık bu. Kendimizden sıyrılıp dışardan korkulu ürkek gözlerle izliyoruz bizi. Yaşadıklarımızı böylece seyretmek daha mı az çekiçliyor yüreklerimizi. Gizli bir dünya bu kurduğumuz. Hiçbir insan gözü görmüyor hiçbir yürek bu dünyanın farkına varmıyor. Mesafeler fark etmiyor, aramızda yüzlerce km. ye rağmen duygularımızla dokunuyor gözlerimizde açılan hayal perdesinde kalp gözümüzün gördüğü sonsuz çayırlıkta koşuşan beyaz atların yelelerine tutunup dört nala gidiyoruz kimi zaman rüzgara bırakıp kendimizi, binlerce söz duyguya dönüşüyor, kelimelerin görünen anlamlarına gerek kalmıyor, aynı hızla aynı hazla atıyor nabzımız. Biz bize bir duygunun içinde buluşup nefes alacak kadar yakındık, özel ve güzel olan, seni bende belki beni de sende tutuklu tutkulu yaşatan buydu. Oysa şimdi km.lerden öte uzağız bize. Öyle kalmalıydı belki de hiç dokunulmadan hiçbir ses soluk bulmadan. Gözlerin ve kalplerin dünyasına hiç el uzatmadan. Bir umudu hayallerle süslü bırakmak, ama umudun yaşayacağı topraklara hiç ayak basmamak. Su üzerine yansıyanlar güzelmiş, dokunduğunda güzelliğini küçük bir fırtına savururmuş. Ruhlarımızın buluşma yerini gök kubbe de bulutlara saklamalı, yeryüzünün tozundan dumanından sakınmalıymış. Duygularımız pınarların serin suları gibi saftı, çağlaması çoşması bu yüzden olağandı, bahçemize hayat veren yeşerten suyun olduğu gibi onunla kuşaklaşmasıydı. Yüreklerimizde bir bakışın açtığı yarıktan fışkıran ve orayı artık bildiğimiz dünyanın dışında bir dünya yapan suyun o saflığıydı. Duygularımızı yıkadı önce, ağırlığından sıyırdı, ruhlarımız taşıyabiliyordu artık kendini, gökyüzü yıldızlar ay güneş onun yeni dostlarıydı. Bir çocuğun gözlerinden taşan sevinci, akıp gelen kederi, hiçbir kin bilemeden unutup yeniden diyebilen kalbi artık uzak değildi sol yanımıza. Bu yüzden erteledik hep kavuşmaları, tensel bir dokunuşun kendinden kurtulamadan girmesini istemedik dünyamıza. Çok güzel bir rüyaydı hiç uyanmak istemediğimiz bir bahar sabahında yağmurla söken şafak gibi. Kalplerimizin elleri tutunmuşken halelere, düşmek vardı çamurlu göl bataklıklarına. Tek korkumuz buydu. Kurduğumuz o dünyaya bir çamurun sıçramasıydı. Kirlenmek bir küçücük lekeyle. Yalanın yalanı doğurduğu gibi çirkin olan da çirkinlikleri çağırmaz mıydı. İyi ve temiz başlayan, kendinden bir şey yitirmemeliydi. Mesafeler bu yüzden en büyük korunağımızdı bizim. Bu yüzden hasret çekmek küçük bir bedeldi. Yasakları ve imkansızlığı bilip, dikenli tellerde sarmaşık gülleri büyütmüştük biz. Şimdi kurduğumuz o dünyadan da dikenli tellerin ardındaki yaşamdan da uzağız. Neydi bizi böylesi yetim bırakan. Ellerimizin küçük bir dokunuşu dudaklarımızın döktüğü küçük bir ses mi kovdu bizi, sürgündeyiz şimdi. Hiç konuşmadan koyduğumuz yasaları çiğnediğimiz için mi ateş aldı ormanlarımız, nefes alacak bir damla havaya muhtacız. Yavaş yavaş ikimizde ölüyoruz lakin korkumuzdan çakıldığımız topraktan kımıldamıyoruz. İnancımızdı güzel bir dünyanın kapısını aralatan, biz hep onu incitip kaçırmaktan irkilirdik. Bir gün Ademle Havva gibi aramıza giren bir isteğin ihtirasına kapılıp mesafeleri çiğnedik. Durduğumuz yerde durmalıydı her şey, sıkıca tutmalıydık, bilirdik elden kaçan bir kelebek bir daha konmazdı yapraklarımıza. Suya atılan bir çöp karışmaz onun ruhuna, su onu bırakıverir bir çakılın kollarına yada bir derenin yatağına. İhtiraslarına yenilen sen ol yada ben olayım artık ne fark eder. O pembe bulutlar dağıldı ya, gri ye boyandı ya gökyüzü, yüreklerimize kapandı ya tüm kapılar, hiçbir şeyin hükmü yok artık yasak kayıp şehirde. Beklenmedik fırtınaların yıkımları daha fazladır, kayıpları da. Nasıl başladığını anlayamadığımız gibi nasıl bittiğini de anlamak zor. Yüreğimizdeki kaynak kurumadı, bundan donakalışımız, arkamızı dönüp de bu yerlerden göçüp kaçamayışımız. Uzağız kendimize, hangi çölün hangi kumluklarındaysak ordayız işte. Korktuğuna uğramış ilk olamayanlardanız. Atıldığımız yerde bekliyorsak güneşi, geçiriyorsak geceyi gri bulutların rahmetine duyduğumuz ümitten. Uzaktan bakıyorsak birbirimize, bizden öte kendimize, korkunun yalamasından yüreklerimizi. Bir yağmur bulutunun altında yıkanıp yeniden kırmızı yapraklı güller büyütebilir miyiz bahçemizde, hala kurumamış o pınarda yüzebilir miyiz yine, arınır mı ihtirasların lekeleri, yoksa izi kalır mı. Altın ateşten korksa altın olamazdı, gümüş böylesi parlayamazdı. Ateşe el uzatamadığımız sürece korkularımız azat etmeyecek bizi. Esaretimiz sürdükçe km.lerden öte uzağız biz, bize. Bizden öte kendimize. An be an yabancılaşmaya başlayan yüreklerimize.

su eda gümüş
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #353
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Çok uzun zaman önce bir Acem kentinde,
Tek başına yaşarmış Prens Abu krallığının bahçelerinde.
Bir incisi varmış Prens'in kutuda, bahçeye bakan pencere içinde,
Onca kalabalıkta sarayda, yokmuş konuştuğu inciden başka kimse.
Sadece geceleri çıkarmış Abu dışarıya, deniz kıyısına.
Derler ki: 'Hazar'a su katarmış oluk oluk gözyaşlarıyla'.
Hazar bir daha çırpınırmış süzülen her gözyaşında,
Ararmış O'nu içinde, her kıvrımında, oyuğunda.
Bir gün Abu Hazar'a kuşluk vakti gelmiş.
O zamanlar neşeli sağlıklı bir gençmiş.
Bir denizkızı görmüş kayanın üstünde açıkta,
Atmış kendini suya, bir çırpıda karşıya geçmiş.
Prens tırmanırken kayalara,
Ürkek denizkızı yeltenmemiş bile kaçmaya.
Öylesine etkilemiş ki Prens'i bakışlarıyla,
Susmuş Abu, gerek yokmuş konuşmaya.
Prens o an sonsuza dek sürsün dilemiş,
Elini uzatmış, gitme kal demek istemiş.
Gölün en dibinde yaşayan Hazar Kralı Aron,
Prensin bu bakışlarını hiç beğenmemiş.
Asasını denizin dibine sertçe vurmuş,
Çaresiz Hazar verilen emirle kudurmuş.
Denizin kızı sert çağrıyla suya atlarken,
Abu 'Ne zaman döneceksin?' diye sormuş.
Kız yavaşça el sallarken ve salınırken denizde,
Ceviz büyüklüğünde bir inci belirmiş Abu'nun elinde.
Prens mavi beyaz inciye şaşkınlıkla bakarken,
Artık yeller esiyormuş denizkızının yerinde.
İşte o günden beri bu Acem kentinde,
Sessizce yaşarmış Prens sarayının donuk bahçelerinde.
İşte o inci, kutuda, pencerenin içinde,
Tek anıymış denizkızından kalan elinde.
Yine bir gece Prens Hazar kıyısındayken,
'Yürüyüp gidivermiş' derler 'denize doğru bakarken'
Derler ki 'Denizkızının sesini duymuş
Küçük taşları durgun suya atarken'.
Bir daha Prensi gören olmamış,
Denizin kızı zaten hiç ortaya çıkmamış.
'Peşi sıra gitmiş Prens' derler 'denizkızının,
Hazarın dibinde güzel kızı ararmış'.
Bulmuşlar en sonunda birbirlerini,
Mutluymuşlar şu anda, kenetliymiş elleri.
Kral Aron önceleri kızgınmış ama,
O da onaylamış birlikteliklerini.
Düğün yapmışlar bir de Hazar'ın en dibinde.
Asırlarca konuşulmuş dünya denizlerinde.
Derler ki 'Bu çifte tüm canlılar taparmış'
Sakin Hazar her yıldönümü ince bir çırpıntı yaparmış...
(?)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #354
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Bölesi...


Linda Birtish, tam anlamıyla kendisini başkalarına adamış bir insandı. Olağanüstü bir öğretmendi. Zamanı olsa, resmi ve şiiri yeniden yaratırdı. Ancak, 28 yaşındayken çok şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı. Doktorlar beyninde çok büyük bir tümör olduğunu anladılar. Ameliyat olduğu takdirde yaşama şansı yüzde ikiydi. Bu nedenle, hemen ameliyat olmaktansa, altı ay beklemeyi seçti. İnanılmaz bir sanat yeteneği olduğunu biliyordu. Bu altı ay boyunca şiir yazdı ve resim yaptı. Bir tanesi dışında şiirlerinin tümünü dergilerde yayımladı. Bir tanesi dışında bütün resimleri galerilerde sergilendi ve satıldı.
Altı ayın sonunda ameliyat oldu. Ameliyattan önceki gece, kendisini tamamen insanlığa adadı. Vasiyetini yazdı ve ölümü halinde vücudunun tüm organlarını bağışladı. Ne yazık ki, Linda ameliyat sırasında öldü. Gözleri Maryland, Bethesda’daki bir göz bankasına, oradan da Güney California’daki bir hastaneye gitti. 28 yaşındaki genç bir erkek Linda sayesinde görmeye başladı. O genç adam o kadar minnet duydu ki, göz bankasına bir teşekkür mektubu yazdı. O mektup, 30,000′den fazla kişiye göz bağışlayan göz bankasına yazılan ikinci “teşekkür” mektubuydu!
Bu hasta, ayrıca kendisine gözlerini bağışlayan Linda’nın anne babasıyla tanışmak istiyordu. Gözlerini bağışlayacak kadar kusursuz bir insan yetiştiren bu anne baba da kusursuz insanlar olmalıydılar. Kendisine Birtish ailesinin adresi verildi ve bu genç adam omlarla tanışabilmek için Dtaten adasına uçtu. Gidiş gününü bildirmedi ve bir gün kapılarını çalıverdi. Kendisini tanıtınca, bayan Birtish genç adamı kucakladı ve ona, “Genç adam, eğer gidecek bir yerin yoksa, eşim ve ben bu hafta sonunu seninle birlikte geçirmek isteriz.” dedi.
O hafta sonu onlarla kaldı ve Linda’nın odasına bakarken, Linda hayatteyken Eflatun’u okumuş olduğunu gördü. Kendisi de Braille alfabesiyle okumuştu Eflatun’u. Linda, Hegel’i okumuştu. Kendisi de Braille alfabesiyle okumuştu Hegel’i. Ertesi sabah bayan Birtish genç adama baktı ve ona, “Biliyor musun, seni daha önce bir yerde gördüğümden eminim, ama nerde gördüğümü bir türlü çıkartamıyorum” dedi. Birdenbire bir şey anımsadı. Koşarak üst kata çıktı ve Linda’nın en son yaptığı tabloyu çıkarttı. Bu, Linda’nın idealindeki erkeğin resmiydi. Resim Linda’nın gözlerini bağışladığı genç adamın resmiydi. Sonra annesi Linda’nın ölüm döşeğinde yazdığı son şiirini okudu genç adama:
Gecenin karanlığında geçişen iki kalp aşık olur birbirine birbirlerini görmeleri olanaksız olsa da.
Jack Canfield ve Mark Victor Hansen
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #355
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Suyu görünce yeşeren, yeşerdikçe çoğalan ekinler gibi büyüyor içimdeki özlemler. Hasretim arttıkça kan toplanıyor beynime. Kocaman yüreğimle koşuyorum düşlerime, sonsuzluğa. Kavurucu yaz sıcakları ortasında reyhan rengi yalnızlığımı bilemekteyim. “Neden gittin?” yakarışlarımı duymazdan geldin, gittin o uzak diyarlara. İnadınla bilinmezlere gömüldün sessizce, çığlık çığlığa. Götürdüğün anıların ağırlığı hiç mi acıtmadı yüreğini? Ardında bıraktığın, çam ağaçlarının sert, dikenli yapraklarıydı bu Temmuz ortasında. Hayal gözlerinle, hayal bir geleceğe bıraktın beni, öyle soğukta, yalınayak, ezilmiş benliğimle. Hani yorgunluğumu atmak için yalnız bırakmıştın ya beni?.. Daha yorgun yarınlara. Çocukça salınacağımız parksız çocuk bahçelerinde seninle yan yana, yapayalnız dolaşmıştık çalı çırpılar arasında, el ele. Yıkadık yüreğimizi duygu nehirlerinde ağladık, çırpındık, ama boşuna.
Koşacağım günleri beklemekteyim. Bulutların arkasında umutsuzluğumun yıkıldığı anı beklemekteyim, umudun kucağına atılacağım anı. Beklentilerinin içine gömüleceğim anı düşlemekteyim, sahipsiz kimliğimle ve bütün acılara inat koşacağım eskisi gibi buruk ama hazin kendimle ulaşılmaza. Beni, bensizlikte boğulmuşluğunla karşılayacaksın, biliyorum. Bir efsanenin bitmemiş sonunda, seninle uzakta da olsa mutluluğa soyunmayı beklemekteyim, hasretinle. Akıl almaz bir sevdanın en onulmaz noktasında sana ulaşmanın sancısıyla uyanacak mıyız dersin sahipsiz sabahlara? Yaşam denen o karmakarışık dehlizlerde buluşacağız belki; sigarada, bir bardak çayda, gülen gözlü çocuğumuzda biz olarak, güzel bir gelecekte... Yitirilmiş ama bulunacak bir kayıp gibi buluşacağız. Bilinçsizce bulunacak bir kayıp gibi kavuşacağız diye gözlerim ışıldamakta benim.
Koyu bir sensizlik gölgesinde varolacakla yaşamaktayım düşlerimde, umudumda. Nisan yağmurları yağacak koyu bulutların arkasından bir sonbahar sabahında. Serçeler anlatıyor buluşacağımızı, uçarak telaşla gökyüzünde. Birbirini kovalayan, ağustosa inat ötüşleriyle seni müjdeleyen serçeler götürecek beni, sana. Mutluluk gözyaşları süzülecek yanaklarımızdan, ama kimse bilmeyecek, vakitsiz bir sonbaharın kapısında olduğumuzu.
Bir yazı devirmekle geçiyordu günlerim. Onca çirkinliklerin onca ihanetlerin kavurucu sıcaklığında bir Harranlı kadının mağrurluğu ile geçirmekteyim bu son yaz ihaneti günlerini. Bitecek, diye umutlanarak serinliğe uzanacağım sıcak yaz günlerinin inadına; ama endişesiz, kaygısız, rahatlamış yaz akşamlarına veda etmenin hüznünü de taşımaktayım tüm ağırlığıyla.
Kuşlar ötüşmüyor; her yan, sıcağın yapışkanlığı altında kilitlenmiş, kımıldamıyor. Buharlaşmaya başlayan pislikler, gökyüzüne savrulmakta harmandaki buğday başakları gibi. Sonbaharın yüklü yağmur bulutlarına kavuşmak için gün saymaktayım sabırsızlıkla. Sabırdan sıkıldım, sabırsızlığı sevmekteyim nedense... Kaç yaz geçirdik yanarak, ateşe basar gibi zıpladık durduk o sıcaklarda, cayır cayır. Umudumu Eylül’ün sarıya çalan yapraklarının Ekim’de dökülüşüne bağladım acı sarı fiyonklarla. Yüreğimi, yakan yazın o yalancı duygularından sıyırıp sonbaharın umut böceklerine saklamaktayım şimdilerde. O sararmış, ömrü bitmiş yapraklar dökülecek bir bir ya da rüzgarların etkisiyle birbirine girerek havada uçuşarak dökülecek. Ve kendi ayaklarımla duygularımın ezikliği altında yürüyeceğim, saçlarım rüzgarlarda özgürce savrula savrula. Dumanlanmış başım açılacak ve rahatlayacağım diz boyu güzelliklerle.
Ağustos, ekime dayanırken ardında sıcaklarını bıraktı, farkında olmadan. Değişen çok şey gibi ekimin o serin, az güneşli, duygu yüklü bulutları kaplayacak yeryüzünü. Kısa yaşam yolculuklarımı hayallerimle aldatacağım ama kimselere zarar vermeden. İyi sarılacağım ekimde, önce kendime, sonra da sana sevgili dost. Sen de o acıya bulanmış umudu bekliyorsan. Acaba içinde bir umut çiçeğinin büyümesini bekleyen var mı şu an, sabırla? Yalnızlık insana yakışmıyor ki! Bana hiç yakışmaz. Yalnız, sevgisiz, kimsesiz yaşamak olur mu bu koca dünyada? Bir dost bir post, yetecek bana, gerisi boş, diye geçirmekteyim içimden. Haksız mıyım? Kim yalnız direnebilir bu koca dünyaya, yaşama? Kendimle, sevgimle, anlayanımla yürüyeceğim zor bir dünyanın tünelinden, ama onurluca ve dostça. Seninle. Arayışlarımı, sevgimi karşılıksız bırakmayan bir dost olabileceksen sen...
Acılarım sona erecek ekim parklarında, çocuk sesleriyle dinlenecek ruhum. Bir parkta gözlerim arayacak çok uzaklarda olan birini... Yalnız, yapayalnız benle olmak isteyen birine uzanacağım habersizce bir akşam üzeri. İhanetlerin ötesinde seninle, sana ulaşacağım bir ekim akşamında. Belki bir Sirkeci treniyle, belki de bir Mavi trenle, belki de bir kağnıyla Anadolu’nun harman yerinden, kim bilir... Hasretle sarılmalısın bana, sevgiyle kokmalısın. Bense... Utangaç, ezik ama aldırmaz sarılmalıyım sana. Gülüyorum; gülme şimdi, hadi oradan, deme. Sarılırım sımsıkı, dostsan, dostça bağrına basacaksan eğer? Yan yana düşmeliyiz senle, arkamızda ekim güneşi ve duygu fırtınalarıyla; soğuk esen akşam denizini izlemeliyiz, batmaya yüz tutan güneşle. Yan yana yürüyerek girsek dost evimizin tahta kapısından. Geri çekilsem bir adım, kapıyı açsan. Sonra doğru soğuk mutfağa koşsam, diyorum, sen perdeleri çekerken.
Özledik, hem de çok. Yalan değil, kaç yıl döktük geçmişe, buz gibi özlemlerle yanan uyanık hain gecelere. Konuşmayacağım artık eskisi gibi. Neden mi? Zaman unutturdu desem konuşmayı? Acımasızca, hain... İnat, geçmiş yıllarda kaldı; tüm özlem filizlerim büyümeden sessizliğin ortasında, yalnızlığımla kaldı. İşte bundan unuttum konuşmayı! Geriye kalan, anlamlı bir dostluk karşında neye yararsa... Acelesi olmayan, kimsenin beklemediği sakin biri var şimdi yanı başında. Geçmiş daha mı güzeldi, diye düşünüyorsan eğer... Her zaman ki gibi sessiz, kaçamak bakıyorsun yüzüme. Ben böyle istemiyorum seni! Daha sevecen bakmalısın ki, sevinsin yaralı yüreğim. Daha duygulu olmalısın ki duygulansın ruhum, essin, bir an da olsa. Oysa esmeyeli yıllar oldu ruhumda sevda yelleri, değil mi? Yediğimiz şamarları arkamıza alsak... Uzanabilsem, diye geçiriyorum içimden, yorgunluktan ölmüşüm anlasana dercesine. Bir yer minderine yastıksız uzanabilmek keyfine razıyım, o tezek kokan köy evlerinde. Sen, karşımda, istediğim gibi... Yeniden doğayım yeryüzüne. Sığınayım o limana sessizce, duygu çalkantıları arasında ve uykusuz kalayım, umurumda mı? Uyuyamam. Yağmur vurmakta cama. Bilirsin, severim buğulanmış camın ardından hem seni hem dışarıyı seyretmeyi. Çay, elimde; aklım bir yerlerde, bilinmez mesafelerde, ya da bir heyecanla nefes nefese.
Desem ki, son söz olarak, “Seni seviyorum.” Yanaklarım kızarmış, utanmışım ama demişim işte. Acı, fırtınalı, kavurucu yaz sıcaklarının terkedilmiş, yalnız günlerinin acısına, en fazla bir gece… Ama ‘arkadaşça, dostça’ yaşasak nasıl olurdu? Elimi uzatabilsem bir mitoloji tanrıçası gibi sana, sen de bir tanrı gibi tutsan beni, korusan, sıcaktan dili damağı kurumuş efsane sevdalara inat. Hiç gözümü kırpmadan sabahın ilk gün ışığı vursa uykusuz gözlerime. Aramızda bir kapı, sadece aralık ve oradan içeri sızan müzik, güneş ışığına dolanmış. Hafif, dinlendirici, huzurlu bir güne başlangıç dansı, gün ışığıyla rüzgarın bana uzattığı bir demet sevgi yanı başımda.
Yan yana, tüm sahte sevgilere inat soyunsak güzelliklere. Nasıl mı? Bir gülümseyen yüz bulanmış onca yaşama, sevginle saygın anlatsa seni bana, beni de sana, diyorum. Darmadağınık saçlarımla, buruk bir ‘günaydın’ dökülse dudaklarımdan.
Cümlelerinle dokunsan ya da bölünmüş bir elmayla yaklaşsan.


NESRİN ÖZYAYCI
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #356
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
İşte Benim Hayatım Tam Olarak Böyle Yosun Gözlüm

İŞTE BENİM HAYATIM TAM OLARAK BÖYLE YOSUN GÖZLÜM

Tam gögsünüzün üstünde bir yeriniz ACIYACAK,evinizin sizi içine sıgdıramıyacak kadar küçük olduğunu fark edeceksiniz,sokağa fırlayacaksınız,sokaklar dar gelecek.Tıpkı vucudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi.Ne denizin mavisi açacak içinizi,ne de pırıl pırıl gökyüzü.
Kendinizi taşıyamayacak kadar büyüyecek,bir yandanda kaybolacak kadar,
küçüleceksiniz.Birileri size birşeyler anlatacak durmadan;
"Asıl O seni kaybettiğine üzülsün","Hayat güzel", "Boşver unutulur",
Siz hiçbirini duymayacaksınız.
Gözyaşlarınızdan etrafı göremeyeceksiniz.
O'NDAN,ölmesini istiycek kadar nefret edeceksiniz,az sonrada kollarında ölmek istiycek kadar çok seveceksiniz.
Hep O'NDAN bahsetmek isteyeceksiniz,"ölüme çare bulundu" ya da,
"Yarın kıyamet kopacak"deseler bile başınızı kaldırıp;"Ne dedin?" diye
Soramayacaksınız. Yalnız kalmak isteyeceksiniz, ya da kalabalıklar arasında
Kaybolmak ikiside yetmeyecek. Geçmişi düşüneceksiniz neredeyse an be an
Geçtiğiniz yollardan geçmek, gittiğiniz yerlere gitmek... Bu size hiç iyi gelmiycek. Ama, bile bile yapacaksınız.Biri size içinizde ki acıyı söküp atacağını söylese bile kaçacaksınız aslında kurtulmak istediğiniz halde bu acıyı yaşamak için direneceksiniz.Hayatınızın geri kalanında hep O olsun isteyeceksiniz,herkesi O'NA benzetip,kimseyi O'NUN yerine koyamayacaksınız.Hiç birşey oyalamayacak sizi ALKOLE sıgınacaksınız
Ya da İLAÇLARA kafa bulduran ama asla O'NU unutturamayan.
Bir süre buzlu camdan bakar gibi baktıran, ya da en azında o gece uyutan.Sonra,varsa eğer ehliyetınıze el konacak(6 ay)sebep,alkollü trafiğe çıkmak.
Bütün şarkılar acı verecek, boğazınız düğümlenecek,yemek yiyemediğiniz
İçin gün içinde tansiyonunuz düşecek ve gün be gün zayıfladığınızı fark edeceksiniz "AMA O BENİ BÖYLE SEVİYODU"diyerek üzüleceksiniz.
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak. Bazen hiç güneş doğmasa diyeceksiniz.
Ne geceler rahatlatacak sizi ne gündüzler.
Ölmeyi isteyip ölemeyeceksiniz.
Sonra rüyalar göreceksiniz gerçek olsa dediğiniz.
Telefonun çalmasını bekliyceksiniz,aramayacağnı bile bile,her çalışında yüreğiniz ağzınıza gelecek,ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla,yüreğiniz
Burkulacak, canınız yanacak. Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz.
O'NUN sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız.
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz.ama bileceksiniz ki gittiğiniz her yere O'NU da götüreceksiniz,O'NSUZ gidebileceğiniz yer yok ki coğrafyada.
İşte bu gel-gitler içinde yaşayacaksınız,
BUNA YAŞAMAK DENİRSE... nerden mi biliyorum böyle olacağını;
Çünkü ben,İŞTE TAM OLARAK BÖYLEYİM...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #357
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Ahmet ve Nihat adında iki arkadaş varmış. Aynı okulda okuyorlarmış.

Ahmet istanbulda yaşayan, evi, arabası yeterince parası olan biriymiş. Nihat memleketten İstanbul'a gelmiş zor şartlar altında yaşayarak okuyormuş. Bunlar zamanla daha da iyi arkadaş olmuşlar. Ahmet Nihat'ın durumuna üzülüyor yardım yolları arıyormuş. Nihat'ı evine almış. Yedirmiş içirmiş. Cebine para koymuş. Üstünü giydirmiş. Kendine aldığı yeni kıyafetlerini bile ona vermiş.

Artık beraber gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış. Bir gün Ahmet camdan dışarı bakıyormuş. Karşıdan gelen uzun süredir hayran olduğu ve yakında açılmak istediği kızı görmüş. Ve sonra arkadan Nihat'ın onu takip ettiğini. Nihat eve gelmiş ve Ahmet'e o kızdan cok hoşlandığını aralarını yapıp yapamayacağını sormuş. Ahmet kendisinin de ondan hoşlandığını söyleyememiş.

Arkadaşınin üzülmesini istememiş çünkü. Aralarını yapmış.

Derken zamanla okul bitmiş. Nihat bir süre sonra Kayseri'ye vali olmuş. Evi arabası, yatı, katı, bir sürü parası olmuş. O kızla da evlenmiş. Ama Ahmet tam tersi. Evini arabasını kaybetmiş. Bütün parası bitmiş. Yatmaya yeri yemeye yemeği kalmamış. Aç sefil gezerken komşuları,

- Senin bir arkadaşın vardi Nihat diye. O Kayseri'ye vali olmuş, neden ondan yardım istemiyorsun, belki sana bir iş verir demişler. Ahmet reddetmiş hemen. Bunu kabullenemem demiş. Komşular ne kadar ısrar ettiyse de bir türlü kabul ettirememişler.

Ahmet için daha zor günler başlamış. Bakmış olacak gibi değil komşularını dinleyip tutmuş Kayseri nin yolunu. Valiliğe gelmiş. Ordaki odacolardan birine Nihat Beyi görmek istiyorum demiş. Odaco Nihat Beyin yanına girmiş çıkmış ve

- Sizi görmek istemiyor. demiş. Nasıl olur demiş Ahmet. Ona İstanbul'dan çok yakın arkadaşın Ahmet geldi deyin. Odacı tekrar gitmiş ve,

- Nihat bey sizi tanımadığını eğer daha fazla ısrar ederseniz kovduracağını söyledi demiş.

Ahmet duyduklarına inanamamış. Nasıl olur da, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, sevdiği kızı bile verdiği can ciğer arkadaşı Nihat onu tanımaz. Yıkılmış bir şekilde valilikten çıkıp doğru Nihat'ın evine eskiden hoşlandığı kızın yanına gitmiş. Belki yardım eder diye. Kapıyı çalmış. Birinin gelip dürbünden kendine baktığını hissetmiş. Ama kapıyı açmamış kadın.

Bir kez daha yıkılmış. Dışarı çıkıp kendini toplamaya çalışırken yanına yaşlı bir amca yaklaşmış. Ahmet'in durumundan cok etkinlenmiş adam. Olayı anlatmasını istemiş. Ahmet'te olduğu gibi anlatmış. Adam cok üzülmüş.

Demiş ki.. -Bak evladım. Seni cok sevdim. Dürüst bir insana benziyorsun. Bak benim şurada bir sarraf dükkanım var. Gel istersen benimle çalış. Hem para kazanırsın hem de yatmaya yerin olur. Ahmet hemen kabul etmiş ve çalışmaya başlamış.

Gel zaman git zaman dükkana başka bir yaşlı amca gelip gitmeye başlamış.

Çok iyi arkadaş olmuş Ahmet'le. Bir gün bu yaşlı amca elinde bir kutuyla gelmiş dükkana. Bak ben bir yere gidiyorum. Eğer 3 ay içerisinde dönmezsem bu kutu senindir, istediğin gibi kullan, demiş. Ahmet kutuyu almış, odasında bir yere koymuş. 3 ay geçmiş, 4 ay geçmiş, 6 ay geçmiş amca hala gelmemiş.

Sonunda Ahmet kutuyu açmaya karar vermiş. Bakmış içinde, elmaslar, mücevherler, altınlar, bir sürü de para varmış. Ne yapacağını şaşırmış. Hemen patronuna gidip durumu anlatmış. Patronu da artık o kutunun kendisinin olduğunu istediği gibi kullanabileceğini söylemiş. Bir de öneride bulunmuş.

- Bak sen bu işi iyice öğrendin. Gel sana bir kuyumcu dükkanı açalım. Gül gibi geçinip gidersin. Hemen dükkanı açmışlar. Ahmet almış başını yürümüş. Ev,araba, yat, kat. Zengin olmuş kısacası. Bir gün dükkana bir anne-kız gelmiş. Kızdan hoşlanmış Ahmet. Zamanla görüşmeye başlamışlar, derken nişanlanmışlar. Düğün vakti gelmiş. Davetiyeler hazırlanırken kız valiyi de çağıralım demiş. Ahmet kabul etmemiş. Nasıl olur demiş kız. Biz bu şehrin ileri gelenlerindeniz, valiyi çağırmasak olur mu? Ahmet yine kabul etmemiş.

Kız ısrarla neden böyle davrandığını sorduğunda anlatmış Ahmet. Sorunun bu şekilde çözülmeyeceğini söylemiş kız. Biz çağıralım, o yaptığından utansın demiş. Ve ona da bir davetiye yazmışlar. Düğün günü gelmiş çatmış. Davetliler tek tek gelirken heyecan içindeymiş Ahmet.

Nihat'ın gelip elmeyeceğini düşünüyormuş. Derken eşiyle kapıda görünmüş Nihat.

Ahmet, ilk başlarda gözgöze gelmemeye çalışmış. Nihat ne yana gitse öbür tarafa kaçıyormuş Ahmet. Hiç gözgöze gelmemeye çalışıyormuş. Dayanamamış birden. Piste çıkmış, almış mikrofonu eline.

Başlamış anlatmaya. Zamanında ben durumum iyiyken sevgili valimiz Nihat beyle aynı okulda okuyorduk. O zamanlar Nihat beyin durumu bu kadar iyi değildi. Nihat'ı evime aldım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Sevdiğim kızı bile ona verdim. Bir gun benim durumum kötüleşti. Elimde avucumda ne varsa kaybettim. O kadar zor durumdaydım ki Nihat'a yardım istemeye gittim. Ama o beni tanımadığını söyledi, kovdurdu. Ordan çıkıp eşinin yanına gittim. Ama o kapıda benim olduğumu bildiği halde kapıyı açmadı.

Şok olmuştum. Dışarıya çıkıp kendime gelmeye çalıştığım anda bir amcayla karşılaştım. Sağolsun bana bir iş, yatacak bir yer verdi. Orada çalışırken çevrem genişledi. Başka bir amcayla tanıştım. Gel zaman git zaman o amca elinde bir kutuyla geldi yanıma. Bir yere gideceğini 3 ay içerisinde dönmezse kutunun benim olacağını söyledi. Gelmedi. Kutuyu açtım. İçinde beni bugünlere getiren yüklü eşyalarla ve paralarla karşılaştım. Sonra kendime bir kuyumcu dükkanı açtım. Orada sevgili nişanlımla tanıştım. Ve evleniyorum.

Anlattıklarım yalansa yalan desin Nihat Bey, demis ve bırakmış mikrofonu. Herkes şaşkınlık içinde Nihat Beye dönmüş.

Acıyarak bakmışlar bir Ahmet'e, bir Nihat'a. Nihat bir cevap vermek zorunda kalmış. Almış mikrofonu. Başlamış anlatmaya. Evet Ahmet'in söylediklerinin hepsi doğrudur. Yalan diyemem. Zamanında bana çok yardım etti, hakkını ödeyemem. Sağolsun benim mutlu bir evlilik yapmama öncülük etti. Ama eşimi zamanında sevdiğini bilmiyordum. Durumunun kötüye gittiğini, bir gün bana geleceğini biliyordum. Hep o günü bekledim. Ve sonunda geldi.

Onu kapıdan kovdurdum doğrudur. Ama niye kovdurdum. Eğer ben o zaman ona yardım etseydim gururuna yediremeyecekti. Belki de bir süre sonra intihar edecekti. Iyi bir arkadaşımı kaybetmek istemem.

Burdan çıktıktan sonra direk eşime gideceğini biliyordum. Hemen eşime telefon açtım. Ona Ahmet'in geleceğini, kapıyı açmamasını söyledim. Açmadı. Derken bizim evin karşısında bir sarraf dükkanı işleten arkadaşım var. Ona hemen telefon açtım. Bizim evden çıkan bir adam görürse onu işe almasını yardımcı olmasını istedim. İşe aldı, yatacak yer verdi. Bir gün babamı gönderdim ona. Can yoldaşlığı etsin diye...İyi arkadaş oldular...

Sonra babama bir kutu verdim Ahmet'e versin diye. O kutu babamın değildi. Benim de değildi. O zaten Ahmet'indi. Ona borcumu hiçbir zaman ödeyemem. Ahmet kutuyu aldı. İyi kullandı ve bugünlere geldi. Bir gün annemle kızkardeşimi gönderdim. Durumu nedir bir kontrol edin diye. Orada birbirlerini görüp aşık olmuşlar, evleniyorlar.

Bırakmış mikrofonu. Ahmet'le beraber herkes şaşkınlık içinde kalmış. Bir an gözgöze gelmişler. Derken birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Güzel bir düğün olmuş, beraberce mutlu yaşamışlar.


KiMiN NEREDE VE NE SEKiLDE KARSILASACAGI BiLiNMEZ...ÖYLE DEGiL Mi?...


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #358
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Ortada Kaldı...


Gecenin karanlığında evlerinde bulunan insanları bir anlık rahatsız eden siren sesi, adamın sürekli kulaklarında çınlıyordu. Siren sesi ile dolan kıvrımlarında beyninin hatıralar, şaşkınlık, hüzün, umut, umutsuzluk, güçsüzlük bir o yana bir bu yana çarpıyor ve siren sesleri ile yine çıkıp gidiyor ve yeniden geliyordu.
Bir 17 sene öncesi idi, insanların sürekli ayaklarına baktığı ayakkabı mağazasında çalışırken ilk defa birisinin gözlerine bakıyor ve ilk defa birisinin gözlerinde kalıyordu. Bir çift göz bu kadar sıradan olduğu halde bu kadar özel nasıl olabilirdi acaba. Bu kahverengi gözler başka hiç kimse de bu kadar anlamlı bakamaz, başka hiç kimse de bu kadar güzel olamazdı. Karar verdiğinde bu kızın kahverengi gözlerinin kendi görüntüsü ile kapanmasına daha 19 yaşındaydı ve ne olursa olsun bu kız kendi hayatının bir parçası olacaktı. Ayakkabı öyle sık alınan bir şey değildi, bu kız da ilk defa bu dükkâna gelen bir müşteri idi. İzlemeliydi, peşinden koşmalı idi, uğraşmalı idi. Öyle de oldu, izledi, uğraştı, peşinden koştu ama nihayet istediği oldu. Artık arada bir ürkek adımlar onları birbirine kavuşturuyor, o kahverengi o dünyalar güzeli gözler bir o kadar masum, bir o kadar bağlı ve bir o kadar da ürkek bakışlarını arada bir adamın üzerinde arada bir cevrede dolaştırıyor, başka gözlerin onu tanımasından ürkerek, bu adamın yanında hep kalmak isteyerek ama içinde bulunduğu o anda onunla görünmek istemeyerek bakıyordu dünyaya.
Her şey ne kadar güzeldi, ve ne kadar daha güzel kalmasını sağlamak onların ellerindeydi. Evlenmeliydiler. Adam ilk evlilik teklifini Üsküdar’da deniz kenarında mütevazi bir bankta:
“BU DENIZIN UZERINDE PARLAYAN IŞIKLAR KADAR INSAN VAR BU ŞEHIRDE, DALGALANDIKÇA DENIZ KİMİ BIRLIKTE YANAR BIRLIKTE SÖNER, KİMİ AYRI AYRI YANAR SÖNER. BENİM IŞIĞIM TEKTİ BUGUNE KADAR BU DENIZDE, KÂH YANDI KÂH SÖNDU, KÂH AĞLADI KÂH GÜLDÜ, BİR GÜN BENİM IŞIĞIM SENİN IŞIĞINI GÖRDÜ, EĞER SEN DE KABUL EDERSEN, SEN DE BU IŞIKLARI BİRLEŞTİRELİM DERSEN…”
“Evet” demişti kız ve o akşam o denizde parlayan binlerce ışık onlara şahitlik etmişlerdi. Deniz dalgalandı, iki ışık yan yana geldi ve el ele parladı. Ne beklendiği gibi bu evliliğe karşı çıkan oldu, ne de umutsuz ask filmlerindeki gibi içkiye düşen bir koca ya da kor olan bir kadındı bu evliliğin geleceği.
Hayalleri vardı birlikte en fazla iki çocuğun sığabileceği hayalleri ve bir ev panjuru olmayan, geniş olmayan ama kendilerinin olan ve bir araba bu iyi adamın ayaklarını yerden kesecek olan ve bu güzel kadını mutlu edecek olan. Olmasa da olurdu bu ev ve bu araba. Kadın ve adam yine mutlu idiler, yine de inat mutlu olacaklardı.
Yıllar geçti, adam kendi kendine 17 sene kadar olmuş bu yıllanmış hikâyenin nasıl hala bu kadar canlı nasıl hala bu kadar güzel olduğunu merak ediyordu. Asıl merak ettiği bu zamanlara kadar bu hikâye nasıl bu kadar güzel süregelmiş ve hala da sürmekteydi. Ne kadar şanslı bir adamdı. Ne güzel bir karısı vardı, ne iyi idi. Onu ne kadar çok seviyordu. Bunca senede çocukları olmamıştı, olamamıştı ama olsun, birbirlerine kari koca birbirlerine çoluk çocuktular. Bir evleri vardı kendilerinin ve bir de araba değil ama motosikletleri vardı ayaklarını yerden kesen.
17 sene geçmişti ne kadar mutlu idi kadın. Kendisini bir kez bile incitmemiş bir koca, kendisini delice sevmiş bir eş, ve delice sevdiği bir eş. 17 yıl olmuştu, hala ilk günkü gibi heyecanlanırlardı birbirlerini gördüklerinde, hala sarılırken birbirlerine 17 koca yılın etkisi ile 17 kat daha hızlı çarpardı kalpleri ilk sarılmalarında attığından. Hala arada bir yıllar önce durdukları sahilden denize bakar kendi ışıklarını ararlardı el ele. 17 koca yılın her anında adamın gözlerinde kadın ve kadının gözlerinde adam oldu, aşk oldu.
Hava soğuktu, soğuk bin iğne gibi saplanıyordu adamın vücudunun her yerine, beynine dolan siren sesleri ile birlikte. Gözlerinden akan yaşlar ara sıra gözlerini buğulasada adam yine de ambulansın ardından hiç ayrılmıyor, ambulans hızlandıkça hızlanıyor, yavaşladıkça yavaşlıyor ama bir an olsun bırakmıyordu peşini. Uzundu yollar uzaktı hastane, çelik gibi soğuktu hava. Ambulansın geçtiği yerlerde insanlar pencerelerinden izliyorlar olan biteni görüyorlardı ama gerçekte olan biten çok farklı idi. Uzundu yollar uzaktı hastane.
Hâlbuki o akşamda her akşam olduğu gibi idi, adam televizyon karşısında kadın banyoda idi, az sonra çıkacaktı kadın banyodan saçlarından suları aka aka, yüzünden gülücükler saça saça, gelecek kocasının yanağından öpecek, adam onu koklayacak ve hep yaptığı gibi sımsıkı sarılacaktı.
Banyo sıcaktı, az kalmıştı kadın çıkacaktı, bir sabun kaydı, kadın üzerine bastı, ayağı kaydı her yer karardı. Bir gürültü geldi banyodan, adam seslendi, ses gelmedi, adam seslendi cevap yoktu, acele ile kalktı adam banyoya koştu, yerler kaygandı ve o yerde kadın boylu boyunca uzanıyordu, banyoda kan vardı. Adam kadının kafasına havlu bastırdı, olmadı elini bastırdı olmadı, kadının gözleri açıktı ve o gözlerde hala adam vardı. Kalktı adam telefona sarıldı, uzundu yollar uzaktı hastane.
Belki dakikalar belki saatler belki asırlar geçti, adam anlamadı. Ambulans geldi, kadını aldı, adam geride dondu kaldı, bir karışıklık oldu ambulans gözden kayboldu, deli gibiydi adam, adamın bir motosikleti vardı. Motora atladı, ambulansı yakaladı, ambulans hızlandı o hızlandı, ambulans yavaşladı o yavaşladı. Uzundu yollar, uzaktı hastane. Ve çelik gibi soğuktu hava, adamın üzerinde sadece atleti vardı.
Az kalmıştı hastaneye, hemen bir iki ışık sonra idi. Ambulans hızla yollara daldı, arkasında motosikletli adam vardı, ambulans biraz daha hızlandı, adamın gözlerinde yaslar vardı, buğulu idi ambulans buğulu idi yollar, adam bir ana yola daldı, motorun tekerleri kaydı, uzaklaştı ambulans, buğulu idi yollar, o kalabalık yolda buğulu bir araba adama çarptı. Adamın gözlerinde son bir kez kadın parladı ve kapandı.
Nihayet ambulans hastanede idi, acele ile arka kapı aralandı, kadın çıkarıldı. Sedye acile sürülürken kadın son bir kez havaya baktı ve o gözlerde bir adam parladı ve kapandı.
O sırada denizde bir çift ışık birlikte dibe daldı ve aşk ortada kaldı…
Hasan Özer
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #359
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
BANA HAYATI ÖĞRETEN ADAM

Gene aynı yerden yazıyorum sana...Sen aynı yerde misin bilinmez.Sevgilim gidişin arkasından aylar geçti,yıla döndü.Belki geleceksin diye bekledim..Gelecek misin?
Giden unutulurmuş bebeğim..Ben unutamadım,gidişinden sonra çok ağladım,sensizliğe dayanamadım,sensizlikte yandım.Sonra elime kalemimi alıp hep sana yazdım.Kitaplığımda çok şiirlerim var,çok sevdaları anlatan yazılar,hepsi sana....
Aslında sen unutulursun,gidenlerin hepsi unutulur ama ya yaşayanlar...Unutmaya çalışırken hatırlana o anlar.Sana bunları hatırlatıyorum ben unutmasam da belki sen untmuşsundur diye..Ağlamıyorum da artık çünki sen öğrettin bana gülmeyi,sen öğrettin bana hayatla alay etmeyi...Bana o kadar şey öğrettin ki,beni baştan yaratan sen oldun.Şimdi nasıl unutayım,kendime baktıkça hatırlıyorum seni...
Şimdi seni çok özlüyorum çok..ama biliyorum sende beni unutmadın gittiğin yerlerde...gözünde arkada olmasın sevdiğim beni bıraktığın yerde yaşıyorum seni..Sensizlikte zor çekilmiyor ama bunu bile öğrettin bana...Daha neler neler öğrettin..Tek başıma yaşayabileceğim bir aşk bıraktın bana...Sen bana doğruluğu,güzelliği bıraktın ve bir gün beni ararsan aynı yolda bılacaksın...
Senden sonra ayakta durmaktan zorluk çektim,farkındasın biliyorum arasıra yıkıldım.Şimdi ayakta durabiliyorum ama arada seni yanımda istiyorum.
Bir arıyor sesini duyuyorum,yüzünü görmesem de rahatlıyorum.Sana bir defa sıkıca sarılmak istediğimi söylüyorum.Dayanamayacağını söylüyorsun.
Şimdi sensiz yollardayım,gelmeyeceğini bilsem de beni bulunmayan bir dürüstlükle sevdiğini ve hep seveceğini biliyorum....

Nurgül Gündoğdu
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #360
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi.Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyecegini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler.
Bazıları en güzel arabalarını,
bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti.

Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu:
Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlastırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzatti:
"Yolculugum sırasında, yolu tıkayan tas ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altınlar sana ait delikanlı."
"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
"Evet" dedi kral. "Bu altınları sen kazandin, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir ! "

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat