Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 83

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 550.231 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #821
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ben seni kocaman bi yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun zaten. Sen, benim en değerli yerimde, yüreğimdi olmalıydın, orada kalmalıydın.
Çok aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez bu kadar kolay kabullendi seni. Herhangi bir konuk değildin artık. Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı, ne de uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin.
Şimdi sonbahar, kışa giriyoruz ya... Ben dört mevsim baharı yaşadım seninle. Çiçek çiçek açtın yüreğimde. Gökkuşağı zayıf kaldı, senin renklerin karşısında. Taze bir yaparak gibi yeşildin. Açelyaydın pembeliğinle. Üzerine çiğ taneleri düşmüş sarı güldün. Kırmızıydın bir ateş gibi. Ve maviydin... En çok bu renkle anmayı sevdim seni. Denize tutkundum, denizi sensiz, seni denizsiz düşünemedim.
Seni severken dünyayı da sevdim ben, insanları da... Kendime bile dar gelirken, içinde herkese yer olan bir hayatın sahibiydim artık. En kızgın, en tahammülsüz olduğum anlarda bile, seni düşünmek yetti bana. İçimdeki sevinç yüzüme yansıdı, güldüm. Beni böylesine güldüren senin sevgindi ve ben kaygısız, içten gülüşün ne demek olduğunu, nasıl güzel bir şey olduğunu anladım seninle.
Her şeye rağmen sevdim seni. Güçlüydüm ve aşamayacağım hiçbir zorluk yoktu. Koca bir kente, koca bir ülkeye kafa tutabilirdim. Sen elimden tuttuğunda, patlama hazır bir volkan gibi hissederdim kendimi. Menzil sendin ve ben o menzile ulaşmak için önüme çıkan her şeyi yok edebilirdim. Sana ulaşmamı engelleyecek her şeyi eritirdim, kül ederdim. Sana ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm. Ve o göle bir tek sen girebilirdin.
Sevdim ve hayrandım da... Her halin çekti beni. Duruşunu, uyumanı, gülmeni, kızmanı, şaşkınlığını, saflığını, kurnazlığını, çocukluğunu, olgunluğunu sevdim. Sesini de sevdim suskunluğunu da. Küçük oyunlarını, kaprislerini, sitemlerini, korkularını sevdim. Seni ve o doyumsuz sevdanı, uçarı sevdanı anlatacak kelime bulamadım çoğu zaman. Sığmadın cümlelere ve hiçbir cümle seni yeterince tarif edecek kadar derin olmadı.
Seni severken yorumlamadım. Çünkü sen yaşam kaynağıydın. Her gün yenilendim. Seninle çoğaldım, büyüdüm. Eksik kalan neyim varsa tamamladın. Ölmeyecektim çünkü sen ölmezliğin ta kendisiydin.
Sevdim işte ötesi yok...
Mehmet Coşkundeniz

Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #822
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ZAMANDAN ZAMANA ÖYKÜLER...
M.Sadık Aslankara
Sponsorlu Bağlantılar


Geçenlerde "Yeni Sayfa"nın bölüm editörlerinden Şengül Yüksel, ellerinde dört beş yazımın biriktiğini, bunları güncelleştirme yönünde tek tek yayımlayacaklarını iletince, düşündüm kaldım...
Biliyor olmalısınız, "yenisayfa.com"da sürdürdüğüm "Karşılamalar"a zaten Cumhuriyet Kitap'ta başladım ilk. Demek bundan böyle Cumhuriyet Kitap'ta da konaklamam gerekecek, durum bunu gösteriyor...
"Karşılamalar"ı tek kitaba özgülüyorum genelde...
Oysa birden çok yapıtına çalıştıklarım var, yayımlanan yeni kitaplarına eğilirken yazarların, önceki kitaplarıyla bağlar kurarak "bütünleme"ye yöneliyorum onları . Öykü, roman, oyun, deneme kadar zaman zaman konusal çerçevede yoğunlaştığım da oluyor.
İşte bu çalışmalarımı "Bütünlemeler" başlığı altında yayımlamak istiyorum. Üstelik yine Cumhuriyet Kitap'ta.
Demek "Karşılamalar"la ya da "Bütünlemeler"le arada bir görüneceğim Cumhuriyet Kitap'ta.

İlk "Bütünlemeler" yazısına, öyküyle giriyorum yine.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu'nun üçüncü öykü kitabı Rüzgâr Geri Getirirse (T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2002) adını taşıyor. Saçlıoğlu'nun ilk öykü kitabı Yaz Evi (Cem Yayınları, 1994) üzerinde o sıralar Cumhuriyet Kitap'ta yazmıştım (24.7.1997, sayı 388).
Çok geçmedi, Beş Ada'yla (Can Yayınları, 1997) çıktı karşımıza Saçlıoğlu. Bu kez, Adam Sanat'ta "Yazıyla Yazınca" başlığı altında (hatta ilkinde) bu öyküler demeti üzerinde de durdum (Ekim 1999, sayı 167). "İkinci Ada (Sis Adası)" adlı öyküden yola çıkarak Beş Ada için şöyle demiştim andığım yazıda: "...Türk öykücülüğünde, öykü sanatının gereklerini zedelemeden, düşünsel yoğunluğuyla insana şölen sunan en güzel bir iki örnekten biri bu!"
Saçlıoğlu, ilk öyküler demeti Yaz Evi'nde, farklı yapılardaki öykülerini toplamış bir yazar izlenimi bırakıyordu okurda. Elbette çok güzel öykülerdi bunlar, evet, güzeldi, o kadar...
Oysa Beş Ada, yalnız güzel değildi; güzelliği de aşan bir durum çıkmıştı bütünde ortaya. Bu, ayrı ayrı alanlardan derlediği gereçleri aynı bir kapta eritebilme hünerinden kaynaklanıyordu bence; çünkü öyküler yazınsal tat bırakırken, bu yöndeki kimliklerini yitirmeksizin soyutlayımdaki düzeyiyle, düşünselliği somutlayışındaki kıvraklığıyla da "güzel" nitelemesini hak ediyordu çünkü. Denebilir ki, Beş Ada'daki öyküler, tek tek ya da bütün olarak şaşırtıcı ustalık sergiliyordu...
Ama bizim değerbilmez toplumumuz, Beş Ada'yı da, öteki kimi örneklerde görüldüğünce (sözgelimi Bilge Karasu'yu anımsamayalım mı şimdi şurada?) bir köşeye fırlatmakta sakınca görmedi...
Aslında Saçlıoğlu, felsefesel bir içkinlik kazandırmıştı Beş Ada'daki öykülerine. Bunları özdeyişlerle örüntülüyordu ama, ortaya felsefesel değil öyküsel metinler çıkıyordu yine de, yani öykü oluyordu anlatı. Bunu nasıl sağlıyordu yazar? Dolulukla! Sözcük de sözdizimi de yazarın isteği dışında kaçamaklara kapı aralamıyordu hiçbir zaman. Okur, bunlardan tek bir anlama çıkıyordu her kezinde. Öyküler, simgeleme, eğretileme yoluyla ayrı evren açılımları çıkarsa da okurun önüne, değişmiyordu durum. Felsefesel içkinlik işte bu noktada başlıyordu.
Nitekim, Saçlıoğlu, Beş Ada'da, her öykü için iki ayrı kapı koymuştu önümüze. İsteyen ilk kapıdan girip bu güzelliği alımlarken isteyen ikinci kapıdan girerek de okuyordu öyküyü. Demem o ki, öykülerin iki yüzü vardı, yazınsal tatları hep aynı kalan...
Belki tek eksiklik, kimi ada öykülerinde kişilerin görev üstlenmiş görünmesiydi bir çalım; bu kişiler öyle yerleştirilmişti ki öykülere, ne çıkarabilmeniz olasıydı bunları öyküden ne de konuşmalardan herhangi birini kaldırıp atabilmeniz... Nitekim yazar, düşlemsel öğelerle de pekiştirip sıkılıyordu bunları. İşte bu yanları, yazınsal haz üretmede kesiklik yaratabilirmiş gibi ince bir kaygı uyandırıyordu okuma eylemi sırasında, o kadar...
Ama, ne yalan söylemeli Rüzgâr Geri Getirirse'de Saçlıoğlu, işte bu sıkıntıyı da aşmış görünüyor...
Düşlemsel öğelerin tümünü öykünün dışında birer "eşik" halinde tutuyor, bunları fragmentler biçiminde alıp öyle yerleştiriyor yapıtına. Öykü demetinin başlığı altına "eşikli öyküler" biçiminde bir eklemeyi unutmadan tabii... Şöyle bir deney yapmanız pekâlâ olası; "eşik"leri atlayıp salt öyküleri okuyabilirsiniz. Diyelim eşikleri okumadınız ya da bu fragmentleri öteleyip ittiniz, yani "eşiksiz" okudunuz öyküleri, ne mi olacaktır, eşiklerde yatan düşünce sarmalları kendilerini ille duyuracaktır size!
Bu sözün ardından, eşiklerde, kapalı metinlerle karşılaşacağınızı düşünmeyin sakın, zor metinler de değil bunlar, ama yeter ki siz, içine girmeye gönül indirin, okur olarak. Saçlıoğlu, öyküler arasında kurduğu bu kedi köprülerinde, şairliğinin de kışkırtısıyla yoğunlaştırmaya çabalıyor metinlerini, o kadar. Bana sorarsanız, bu eşiklere bakarak, yazınımızın vardığı aşamayı sevinçle, ötesinde övünçle karşılamak gerekiyor. Gösterdiği şiir işçiliği kadar felsefe işçiliğiyle de dikkati çekiyor yazar.
Saçlıoğlu'nun öykülerinden içeri adım atmak, zaten zaman zaman bir felsefe metni içinde gezintiye çıkılacağı gibisinden hoş duygular estiriyor insanda. Beş Ada da böyle değil miydi? Rüzgâr Geri Getirirse'de bu yöndeki tırmanışını sürdürüyor yazar. Kitabın ilk tümcesi, bu anlamda sizi yerinize mıhlamaya yetiyor: "Rüzgâr'ın ayağımızın dibine bıraktığı her kâğıt parçası, yine onun tarafından bir başkasından alınmıştır. Bizim bir başka zamanımızdaki Ben de Bir başkası sayılablir. Böyle bir kâğıttaki her sözcüğü, Zaman'ın ördüğü görünmez bir kabuk sarar." (s. 9)
Saçlıoğlu, Beş Ada'da gözler önüne serdiği zamana, uzama yönelik soyutlayım yeteneğiyle düzeyini, Rüzgâr Geri Getirirse'de tam bir doruğa ulaştırıyor. Hep severek, bitmemesini dileyerek okuyorsunuz bunları. Yazarın tuttuğu fener ışığında gezinirken ardınız sıra sizi izleyen zamana da güçlü ışık çakımları bırakıyorsunuz öykülerde.
Dağarımıza, üstelik öykü yoluyla, böyle farklı bir okuma tadı, yazınsal haz kattığı için yazar, sevinmeliyiz...
Mehmet Zaman Saçlıoğlu'nun bu eşikli öyküleri, bana Burhan Günel'in Kar Düşleri'ni (Can Yayınları, 2000) anımsattı biraz. O da, öykülerine eşikler döşemişti. Bu yanıyla zaten yeterince önemliyken öyküler, hatta içlerinden kimileri, Türk öykücülüğü için de önemli kazançken, durulmadı üzerinde.
Günel fotoğraflardan, görsel imlerden geçiyor anlatısına, Saçlıoğlu ise bu eşikler yoluyla düşünsel imlerden sıçrıyor her kezinde öykülerine. Kuşku yok ki ikisinin de amacı, evrensel açılımlara yönelmek... Saçlıoğlu, eşik yönelişlerini, öykü kahramanlarının kişilik yapılarıyla da besleyip bütünlemeye çalışıyor... Sözgelimi Migurlar, Kia, Maru vb. ile klasik metin havası estirmeye çabaladığı, bununsa hoş fışkırmalara yol açtığı düşünülebilir.
Yer yer bir bilgelik sevgisi metni olarak almak da olası elbette öykülerini. Bilgece bir bakışın yansımadığı; hoşgörüyle, sevecenlikle, biraz da alaysamayla kuşatılmadığı savlanamaz çünkü bunların. Ötesinde öykünün penceresinden, çevremizi saran yaşamsal gerçekliğe nasıl bakabileceğimizi gösteriyor bize yazar. Yanı sıra nesnel gerçeklikle eğlenceli oyunlara nasıl girişilebileceğini de... Çünkü yaşamı, olup bitenleri, bizi kuşatmış dış dünyayı çok güzel alaya aldığı görülüyor yazarın. Sözgelimi şu sözlerde hınzırca bir ateşlemeye gidilmediği görmezden gelinebilir mi hiç?
"Suyun her yıkanışta ayaklarımı biraz daha değiştirdiğini anladım o zaman. Bu suyun kırk yıl önce bir akşamüstü beni yıkayan o su olduğunu, dönüp bana gelince ayaklarımın o günkü görüntüsünü geri getirdiğini de anladım. Aynı suda iki kez yıkandım böylelikle." (s. 55)
Usun, anlağın kendisini öykü gereci yapmak, pek öyle kolay olmasa gerek! Çünkü öykü alanının dışına düşüvermek gibi bir tehlikesi var işin... Bakmışsınız, öykü yazıyorum diye, abuk sabuk aforizmalar sıraladığınız, her lafa sözümona düşünsel elbiseler giydirdiğiniz bir müsamerecilik yapmaya koyulmuşsunuz, yani öykü, almış başını gitmiş...
Yalnız usun, anlağın öykü evrenine yerleştirildiği öyküler için geçerli değil bu sözüm. Örneğin siyasal söylemin, bir yapbozdaki gibi tıpkı ya da tak-şak hödüklüğünü yansıtırcasına öykü evrenine yerleştiriliverdiği görülmüyor mu? Bu nedenle siyasal öykücülüğümüz de pek parlak değildir; usun, anlağın konu alındığı öykülerimizin parlak olamayışı gibi.
Oysa Saçlıoğlu, hem usu, anlağı yerleştiriyor öykü evrenine, hem de göz kamaştırıcı öyküler çıkarıyor ortaya. Felsefenin ışığında yıkanmış öyküler bunlar. Böylece, okur olarak bir gezintiye de çıkıyoruz felsefe bahçesinde...
Gerçekten de Saçlıoğlu, şaşırtan bir güzellik sunuyor öykülerinde, yalın söylenip yoğun kılınmış bir öyküleme tekniğiyle. Sonra bunları öykü olarak çıkarırken karşımıza, gizlerle içlidışlılığını da sürdürüyor. Beş Ada'dan sonra Rüzgâr Geri Getirirse'de yeniden gizlerle kuşatıldığınızı ayrımsıyorsunuz. Işık, gölge, hareket vb. yazarının bu alandaki uzmanlığından gelen bir yetkinlikle öykülere gereç yapılmakla kalmıyor, birer kahramana dönüşerek kişileşiyor.
Ancak, öykünün gereklerini hiçbir koşulda göz ardı etmiyor yazar... Böylesine sık dokulu anlatı, bakıyorsunuz, ipince işlevsel ayrıntılarla zenginleşiyor... Öykü evreninde damarlar her yanı dolaşıyor, zaten öykü kişileri, yapay bir kurgunun rol kahramanları değil hiçbir zaman... Ama siz, bu kişileri, Sokrates'in "doğurtma" yöntemindeki gibi ilişkilenişe sokabilirsiniz. Saçlıoğlu, "Heykel" adlı öyküsünde, işte bunu yapıyor. Yontucu Erdoğan'ın, balıkçı İsmail'le büyülü ilişkisi, yepyeni çevrenlere alıp uçuruyor bizi... Ne güzel bir İsmail bu! Saçlıoğlu'nun, bütün öykülerinde, yan kişileri yaratmada büyük hüner gösterdiğini de ekleyeyim bu arada. Rüzgâr Geri Getirirse'deki her bir öykü, bir kez daha ortaya koyuyor bunu.
Öte yandan "Heykel"den, nefes kesici bir oyun çıkabileceğini belirteyim. Sanayici kesimiyle köylülerin yer yer aykırı gerçekçiliğin sularında gezinen konumlanışları, öyküye ayrı bir hava katıyor doğrusu. Kitaba adını veren "Rüzgâr Geri Getirirse"de bu, pek belirgin değildi, "Heykel"deki farklılık, çok çarpıcı. Yazar, iki ayrı sınıfın insanına yaklaşırken, aykırı gerçekçi tutumla kol kola giriyor çünkü bir ölçüde... Tiyatronun deneysel niteliğini savsaklamayan gruplara, topluluklara, oluşumlara bir an önce okumalarını önereceğim öyküyü, ek bir çalışmayla bu mevsime bile yetiştirebilirler "Heykel"i.
Ancak ben, kitaptaki en ilginç öykünün "Filmler" olduğu kanısındayım yine de... Öykünün, üstelik tam bir sinema tekniğiyle kotarılması, kare kare, üstelik göstere göstere kurgulanması, öyküyü, kedi fare oyununa bile çeviriyor yer yer. Zaten Antonioni'nin, Cinayeti Gördüm (Blow-up, 1966) adlı filmini anımsamak olası öykünün kuruluşunda; yazar, kör kör parmağım gözüne bunu sezdiriyor da okuruna.
Son öykü "Topaç"ın eşiğinde bile, yazarın sonuna dek cinliklerini sürdürmeye kararlı olduğu gözleniyor. Örneğin öyküye şu sözlerin ardından giriyor okur:
"... Bir anafor oluştu suyun üstünde. (...) ... Balıkların kuş, kuşların balık olduğunu; suyun hava, havanın su olduğunu; ışığın karanlık, karanlığın ışık olduğunu; ölümün yaşam, yaşamın ölüm olduğunu anladım. Rüzgâr bir anda bıraktı suyu, su havayı bir anda bıraktı. Her şey bildiğimiz yerine döndü. Ölüm kendi yerine, yaşam kendi yerine. Ama imgeleri iç içe kaldı." (ss. 121, 122)
Apaçık görünüyor; Saçlıoğlu, öykülerine "zaman"a koşut bir yaşam, ölüm felsefesini de ekliyor açık biçimde. "İnsan, kendi yaşamını uzatmaya ya da yaşamı korumaya çalışırken kullandığı tüm nesnelere kendi ömrünün kısalığını aktarır," (s.69) demesi boşuna mı? Bu nedenle, hadi eski dille söyleyelim "kader", "kaza", "irade", "rıza" vb. gibi kimi metafizik sorular için de öykülerinde açılımlar getiriyor önümüze yazar. Buna ilgi duyan okurlar, bu yanıyla da büyük tat alacaktır Rüzgâr Geri Getirirse'den.
Üstelik bütün bu metafizik konuları, soruları estetik değer düzleminde tartışmaya yönelmesi, bunlara bir de "sanat" açısından bakmamızı sağlaması, farklı bir renk katıyor öykülere... Yaşama bir yama gibi iliştiriliveren, aslında yüreklerimizin asılı kaldığı çocukluklarla ergenlikler de eklenebilir bunlara.
Sonuçta tümü de zekice kotarılmış, her okunuşta, okurunu hazlarla, tatlarla saracak öyküler bunlar... Saçlıoğlu, bütün öykülerinde, yaşamdan yola çıkarak, yani nesnelerden hareketle yapıyor soyutlamasını; önce kurguyu temele alıp bu doğrultuda yapay gereçler üretmeye, aramaya çabalamıyor hiçbir zaman. Yaşanmamışı katmıyor değil, ama yaşanabilirliği olmayanı öyküsüne buyur etmiyor kesinlikle. Soyutlayımdaki bu düzeyi onun, genç öykücüler için ders alınacak bir örnekleme olarak duruyor, benden söylemesi.
Örneğin "Migurlar" başlıklı öykü, küçücük yaşam gereçlerini, nasıl yazınsallaştırdığını, bunu nasıl öyküleştirdiğini çok iyi gösteriyor bize. Yapyalın bir dede yalnızlığından, onun ölüm korkusundan cince, hınzırca, ama olağanüstü burkucu bir öykü çıkarıyor, sonra bunu söylenlerin birbiri içinde fokur fokur yumaklandığı o kaynar kazana atıveriyor... Yalnız "Migurlar" mı, öteki öyküler için de söylenebilir bu!
Gönyesi bozuk tek sözdizimine, aksayan, takırdayan tek tümceye, fazladan söylenmiş tek sözcüğe rastlamadığımı da belirteyim Rüzgâr Geri Getirirse'de.
Saçlıoğlu, "Göl ve Gölge" adlı öyküsünde, "Başka hiçbir kitapta olmadığı kadar çok katman görmenin verdiği bir mutluluk"tan söz ediyor, anlatıcının "basılalı yüz yıla yakın olmuş" "eski bir kitap"ı okuması üzerine. (ss.37, 38) Bu tür duyguları, siz de Rüzgâr Geri Getirirse'de duyacaksınız, kuşkunuz olmasın!
İnsanın yüreğini hop ettiren öyküler çünkü bunlar. Yalnız güzelduyusal bağlamda değil düşünsel, duygusal her anlamda...
"Rüzgâr ve Zaman, ... aldıkları kâğıtları yeni (öykülerle) doldurup geri getirdiklerinde" (s. 69) inanıyorum, bugünkünün çok daha üstünde bir öykücülük, zaten bizi bekliyor olacak; yani çok, ama çok daha zenginliklerle dolu bir çıkın, yeni zaman gezginlerinin sırtında önümüze gelecek.
Öykü yazan, okuyan, seven hiç kimse, bu öyküler için, "Rüzgâr geri getirirse," (s. 34) okurum demesin n'olur, rüzgârın getirdiği bu öyküleri okusun!
Yazının bütünlenmesi buna bağlı.
Çünkü öyküler okunduğunda tamamlanak yazı, öyleyse bütünlemenin bir ucu sizde.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #823
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
evinin seni içine sıgdıramayacak kadar dar oldugunu
fark edeceksin...
sokaga firlayacaksın...
sokaklar da dar gelecek...
tıpkı vücudunun yüregine dar geldigi gibi...
ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl
gökyüzü...
kendini tasıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir
yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin...
birileri sana bir seyler anlatacak durmadan...
"önemli olan saglık."
"yasamak güzel."
"bos ver, her sey unutulur."
sen hiçbirini duymayacaksın...
göz yaslarından etrafı göremez hale geleceksin...
ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az
sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok
seveceksin...
hep ondan bahsetmek isteyeceksin...
"ölüme çare bulundu" ya da "yarın kıyamet
kopacakmıs" deseler basını
kaldırıp "ne dedin?" diye sormayacaksın...
yalnız kalmak isteyeceksin...
hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
ıkisi de yetmeyecek...
geçmişi düşüneceksin...
neredeyse dakika dakika...
ama kötüleri atlayarak...
onunla geçtigin yerlerden geçmek isteyeceksin...
gittigin yerlere gitmek...
bu sana hiç iyi gelmeyecek...
ama bile bile yapacaksın...
biri sana içindeki acıyı söküp atabilecegini
söylese,kaçacaksın...
aslında kurtulmak istedigin halde, o acıyı
yasamak için direneceksin...
hayatının geri kalanını onu düsünerek geçirmek
isteyeceksin....
aksini iddia edenlerden nefret edeceksin...
herkesi ona benzetip...
kimseyi onun yerine koyamayacaksın...
hiçbir sey oyalamayacak seni...
ılaçlara sıgınacaksın...
birkaç saat kafani bulandiran ama asla onu
unutturmayan.
sadece bir müddet buzlu camın arkasından
seyrettiren...
bütün sarkılar sizin için yazılmıs gibi
gelecek... bogazın dügümlenecek,
dinleyemeyeceksin...
uyumak zor, uyanmak kolay
olacak...
sabahı iple çekeceksin...
bazen de "hiç günes dogmasa" diyeceksin...
ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler...
ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...
belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne
çıkana sarılmak isteyeceksin
nafile...
düsüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istedigin...
her sıçrayarak uyandıgında onun adını söyledigini
fark edeceksin...
telefonun çalmasını bekleyeceksin...
aramayacagını bile bile...
her çaldıgında yüregin agzina gelecek...
aglamaklı konusacaksın arayanlarla...
yüregin burkulacak...
canın yanacak...
bir daha sevmemeye yemin edeceksin...
hayata dair hiçbir sey yapmak gelmeyecek içinden...
onun sesini bir kez daha duymak için yanıp
tutusacaksın...
defalarca aradıgi günlerin kıymetini bilmedigin
için nefret edeceksin...
yasadıgın sehri terk etmek isteyeceksin...
onunla hiçbir anının olmadigi bir yerlere gidip
yerlesmek...
ama bir umut...
onunla bir gün bir yerde karsılasma umudu...
bu umut seni gitmekten alıkoyacak...
gel gitler içinde yasayacaksın...
buna yasamak denirse...

****
razı mısın bütün bunlara...?
hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye
işte o zaman aşık olmaya hazırsın demektir ...

Can Dündar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #824
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KIRDA HAZİNE AVI

Güney Ohio'da serin bir sonbahar günüydü. Verda kuş sesleriyle erkenden uyanmış, odasının penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Bir sincap, elma ağacına asılı duran kuş yemliğinden yemek çalmaya çalışıyordu; serçelerin öfkeli seslerine aldırmıyor gibiydi. Dışarıda gezmek için iyi bir gün olacak gibi görünüyordu. Verda, bunun sıkıcı bir Pazar günü olmamasını diledi.

Kahvaltıda iyi haberi aldı. Aile dostlarıyla ormanda piknik yapmaya gideceklerdi. Kahvaltı biter bitmez hazırlanmaya başladılar; arkadaşları geldiğinde, toplanmışlardı. Kapıda biraz sohbetten sonra küçük bir konvoy halinde yola koyuldular. Verda yolda ağaçların enfes renklerine baktı; sanki dikkatsiz bir peri sihirli değneğini sağa sola savururken ormanı renk renk boyamış gibiydi. Verda, "günüm sıkıcı olmaktan çıktı bile," diye kendi kendine gülümsedi.

Ormanda, büyükler piknik masasının üzerini dökülmüş yapraklardan temizleyip masayı hazırlarken, çocuklar "hazine avı" oynamaya karar verdi. İki gruba ayrıldılar, ormanı ve dereyi inceleyeceklerdi. Verda, Niki ile birlikte dere grubuna katıldı; ikisinin de ayağında botlar olduğundan sığ derede yürümek için uygun giyinmişlerdi.

- Önce uzun sopalar bulmalıyız, dedi Niki.

Derenin içinde dolaşırlarken bir yandan da suyun dibini sopalarla karıştıyorlardı. Niki kalp şeklinde bir kırık cam parçası buldu. Açık maviydi; kenarları, su ve taşların sürtünme etkisiyle, törpülenmiş gibiydi. Hemen hazine torbasına attılar. Verda süt gibi beyaz bir taş ve pembe bir boncuk buldu. Eğer kokmasaydı, buldukları ölü balığı da torbaya atacaklardı.

Derede canlılar da gördüler. Bebek kurbağalarla balık yavrularını biribirinden ayırmak zordu, çok benziyorlardı. Verda, tombul bir kurbağayı göstererek kıkırdadı:

- Bak, prensin senin öpmeni bekliyor!

Yanağına konan bir sivrisineği eliyle kovarker,

- Öpecek kadar değilse de kurbağaları severim, dedi Niki, "özellikle de bu küçük vampirleri yedikleri için."

Epey bir süre geçmişti, artık geri dönme zamanı gelmişti. O sırada Verda suyun içindeki bazı taşların şekline şaşırdı. Eline alıp suda yıkadı. Deniz kabuklarına benziyorlardı; taş gibi sert olmasalar, kilden kalıpla yapılmışlar sanılabilirdi.


- Önce uzun sopalar bulmalıyız, dedi Niki.

Derenin içinde dolaşırlarken bir yandan da suyun dibini sopalarla karıştıyorlardı. Niki kalp şeklinde bir kırık cam parçası buldu. Açık maviydi; kenarları, su ve taşların sürtünme etkisiyle, törpülenmiş gibiydi. Hemen hazine torbasına attılar. Verda süt gibi beyaz bir taş ve pembe bir boncuk buldu. Eğer kokmasaydı, buldukları ölü balığı da torbaya atacaklardı.

Derede canlılar da gördüler. Bebek kurbağalarla balık yavrularını biribirinden ayırmak zordu, çok benziyorlardı. Verda, tombul bir kurbağayı göstererek kıkırdadı:

- Bak, prensin senin öpmeni bekliyor!

Yanağına konan bir sivrisineği eliyle kovarker,

- Öpecek kadar değilse de kurbağaları severim, dedi Niki, "özellikle de bu küçük vampirleri yedikleri için."

Epey bir süre geçmişti, artık geri dönme zamanı gelmişti. O sırada Verda suyun içindeki bazı taşların şekline şaşırdı. Eline alıp suda yıkadı. Deniz kabuklarına benziyorlardı; taş gibi sert olmasalar, kilden kalıpla yapılmışlar sanılabilirdi.


Hepsi Verda'nın etrafında toplandı, deniz kabuklarını incelemeye başladılar.

- Fosile benziyorlar, dedi babalardan biri, "yüz milyonlarca yıl önce bütün buralar deniz altındaydı, bu kabuklar onun dibinde fosilleşmiş olmalı."

Elinde çevirerek incelerken mırıldandı:

- Milyonlarca yıl gömülü kaldıktan sonra, siz onları tekrar gün ışığına çıkardınız, ne müthiş değil mi?

Verda bu süreyi hayal etmeye çalıştı, anlaması imkansızdı,

-Ne tuhaf, o kadar eskiden de bizim bildiğimiz deniz kabuklarına mı benziyorlarmış, diye sordu Niki şaşırarak.

- Bildiğim kadarıyla, deniz kabukları beşyüz milyon yıl önce ortaya çıkıp, hızla binlerce türe evrimleşmişler, sonra bunların çoğu yokolmuş ve yüz milyon yıl kadar önce bugünküyle hemen hemen aynı şekli almışlar.

- Yani bu son şekilleri, diye sevindi Niki.

- Yo, hayır, diye güldü adam, "Evrimleşme durmaz."

Verda birden hazine avı oynadıklarını hatırlayıp bağırdı:

- Oyunu tamamen unuttuk!

Ama oyunu kimin kazandığını anlaması uzun sürmedi. Buldukları gerçek hazinelerdi, doğa hazineleri. Öğretmen olan annelerden biri:

- Onları okulun müzesine koymalıyız, dedi.


Evet, hazine avını kimin kazandığı belliydi ama hepsi bu heyecan verici deneyimin parçası olmaktan mutlu oldular.




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2007       Mesaj #825
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şehr-i Yalnızlık

“Yağmurlar yağmaya başladı. Toprak içinde binlerce rayiha barındıran kokusunu saldı tüm şehrin üzerine. İnsanlar bir dua mırıldandılar dudaklarının kıpırtısı içinden. Bir dua, bin duada buldu kendisini.”
Uzun zaman önce başladı her şey. Uzun zaman önceydi; ama bir “an”da oldu her şey.
Uzun zaman önceydi. Bu şehrin sokaklarında yalnızlık duygusuyla dolaşamazdı insan. İnsanlar çoktu, şehir güzeldi. Ve musluklardan sular akardı.
Uzun zaman önceydi. Bir gazete manşet attı; acı. Şehrin ruhu, su… Artık yoktu.
Uzun zaman önceydi. Susuzluk yüreklerde başlamıştı oysa musluklardan önce. Herkesin içinde yaşadığı bir kuraklık vardı zaten. Kendi çatlamış yüreğinden kaçıyordu bu şehrin sokaklarında dolaşan insanlar. Bir yudum su yeterdi belki dindirmeye acıları ama gazeteler manşeti atmıştı bir kere.
Uzun zaman önceydi. Bir bir çekildi sokaklardan avuçları gökyüzüne doğru açılmış çocuk yürekler. Bir bir çekildi bembeyaz tülbendine gözyaşlarını döken anneler. Bir bir çekildi dağ gibi omuzlarında dünyayı taşıyacak babalar. Çekildi bomboş sokakların fotoğrafı sonra.
Uzun zaman önceydi. Sırtına vurduğu bohçasıyla geceleyin şehri terk edenlerin gözyaşları.
Boşlukta asılı kaldı şehrin yalnızlıkla olan imtihanı. Sokakları boşalmış, evleri karanlığa hapsolmuş şehrin imtihanı da zor oldu yağmursuz ve “nun”suz bir nisan sabahı.
Hepsinden ayrı sende gitmişsin, adın kalmış tekliğinle birlikte ey!.. Ve seninle dolu bir hayalde yıka beni. Ruhumu şehrimin yalnızlığına göm.
Uzun zaman önceydi.
“Yağmurlar yağmaya başladı. Toprak içinde binlerce rayiha barındıran kokusunu saldı tüm şehrin üzerine. İnsanlar bir dua mırıldandılar dudaklarının kıpırtısı içinden. Bir dua, bin duada buldu kendisini.”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Mayıs 2007       Mesaj #826
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Gözlerini üzerime dikmiş yüzünde gülümseme bana doğru ilerliyordu. " Merhaba" dedi O dakikalarda bu kelimenin hayatımı ne denli değiştireceğini tahmin edemezdim. 2 yıldır arkadaşlığımız devam ediyordu. Fındık kabuğunu dolduramayacak bir sebepten bilmem kaçıncı kez ayrılmıştık.

Bana inat olsun diye arkadaşlarımdan birine çıkma teklif etmişti. Aylardan sonra beni bir cafeye davet ettiğinde her şeyden habersiz barışmak için çağırdığını düşünerek gittim. Saatler boyu flörtünden bahsetti. Sahte gülümsemeler takılıyor, gözümün önüne düşen göz yaşlarımı engellemeye çalışıyordum. Artık gücüm tükenmişti. Hızla ayağa kalktım. O da hızla kalktı, kolumu tuttu ve gitmeme izin vermedi. Beni deliler gibi sevdiğini söylediğinde etrafımdaki meraklı gözlere aldırmadan hıçkırıklarla ağlamaya başladım. En kısa zamanda diğer kıza her şeyi anlatıp ayrılacaktı.

Bu olaydan sonra 2 hafta geçti. Beni hiç aramadı acaba o kızı mı tercih etmişti. Bir telefon kulübesinden onu aradım. Karşımdaki ses onun trafik kazası geçirdiğini yoğun bakımda olduğunu söylüyordu. Ona " senin için döktüğüm her damla gözyaşının cezasını umarım çekersin" demiştim. Ama böyle olsun istememiştim. Bu kez onu tamamen kaybetme korkusundan ağlıyordum. Ankara'^da bir hastanedeydi. Doktorlar yaşaması için şans vermiyordu. Cenaze işlemleri başlamıştı. Tabutuna konulacak yakaya takılacak fotoğraflar hazırlanmıştı. Eş dost hastane kapısında bekliyordu. Bu bekleyiş üç ayı tamamlamıştı. Doktorlar anneyi hastanın yaşam destek ünitelerinden çıkarılması için ikna etmeye çalışıyordu. Çünkü onlara göre yaşasa bile eski sağlıklı günlerine dönemeyecekti. Anne kararlıydı son nefesine kadar yanında olacaktı. Günlerce yanından ayrılmadan onunla konuştu. Ellerini tutmuş yine gelecekten söz ederken parmaklarını kıpırdatarak oğlunun tepki verdiğini fördü. Sevinçten hastane koridorlarında kahkahalar atıyordu. Doktorların " Olmaz" dediğini ana-oğul başarmıştı.

2 yıl olmuştu onu bu süre içerisinde hiç görmemiştim. Bu süre içerisinde onu hiç görmemiştim. Şimdi karşımdaydı, çok değişmişti. Bazı zamanlar beni çileden çıkartıyordu, ona katlanamıyordum. Psikolojik tedavi görüyordu. Yine bir ayrılık zamanıydı telefonda evlenme teklifinde bulunduğunda ciddiye almamıştım. Israrla kendisini görmeye gelmemi istiyordu, yine bir ameliyat geçirmişti. Ziyarete gittiğimde evlenme teklifini yineledi. Hayatımızın 3 yılını bu kaza yüzünden kaybetmiştik. Artık başka vakit kaybetmenin bir anlamı yoktu.

Rüya gibi bir düğünle hayatımızı birleştirdik. Tabuta konması için hazırlanan fotoğrafı duvara astık. Ona her baktığımızda küçük kızımıza ve hayata sımsıkı sarılarak bize verdiği mutluluk için Allah'a şükrediyoruz. Tüm mutluluklar sevenlerin olsun.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mayıs 2007       Mesaj #827
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Bundan çok uzun yıllar önce dünyada yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez halde dolanıyorlarmış. Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha sıkkın bir şekilde otururlarken, ''SAFLIK'' ortaya bir fikir atmış NEDEN SAKLAMBAÇ OYNAMIYORUZ? orda bulunan herkeste bu fikre sıcak bakmış ÇILGINLIK çılgın olduğun için
bağırarak ortaya atılmış - Ben ebe olmakrose
istiyorum. ben ebe olmak istiyorum... oradakilerin hiç biri çılgınlık
kadar atak olmadığı için oldukları yerde kalakalmışlar.
ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve
başlamış saymaya - bir iki üç...
ÇILGINLIK saymaya başladıktan sonra iyi huylar ve
kötü huylar saklanacak yerler aramaya başlamışlar.
ŞEFKAT ayın boynuzunu asılmış. İHANET çöp yığınlarının içine girmiş SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ancak yine herkesi kandırıp gölün dibine saklanmış.
TUTKU dünyanın merkezine girmiş PARA HIRSI bir
çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK
sayamaya devam etmiş -yetmiş dokuz seksen seksenbir...

AŞK ın dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar saklanmışlar AŞK kararsız olduğun için bir türlü saklanacağını bilemiyormuş
ÇILGINLIK doksan yediye gelmiş -doksan sekiz
doksan dokuz ve yüz' e vardığında aşk sıçrayıp etraftaki
güllerin arasına girmiş ve oraya saklanmış ÇILGINLIK bağırmış
sağım solum sobe saklanmayan ebe demiş...
arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELİĞİ görmüş.
TEMBELİK ayaktaymıs çünkü saklanacak enerjisi yokmuş
ÇILGINLIK sonra ŞEFKATİ ayın boynuzunda görmüş ve
İHANETİ çöplerin arasında,SEVGİYİ bulutların arasında,
YALANI gölün dibinde ve TUTKUYU dünyanın
merkezinde bulmuş sadece biri hariç herkes yavaş
okcuyavaş geriye dönmeye başlamış.
ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış HASET son saklanan
bulunamadığı için haset duyarak, ÇILGINLIĞIN kulağına fısıldamış.
-AŞK ı bulamıyorsun ama o güllerin arasında saklanıyor....
ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin
arasına sopayı çılgınca saplamış, saplamış,saplamış...
ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar...
haykırıştan sonra AŞK elleriyle yüzünü kapayarak
ortaya çıkmış ve parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş ÇILGINLIK , AŞKI bulmak için heyecandan aşkın
gözlerini kör etmiş. -ne yaptım ben seni kör ettim.
Ne yapa bilirim... AŞK cevap vermiş -gözlerimi geri
veremezsin ama istersen bana kılavuzluk yapabilirsin...
Ve o günden beri AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR VE
HER ZAMAN ÇILGINLIK YANINDADIR!!
Alıntı
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
2 Mayıs 2007       Mesaj #828
nünü - avatarı
Ziyaretçi
DUT AĞACI

Dut ağacı ve yaprakları bir zamanlar birbirlerine asik iki genc vardi.
Kizin adi Tispe delikanlininki ise Piremus idi.
Bunlar yanyana evlerde otururlardi.
Birlikte büyüdüler ve çocukluklarindan beri birbirlerine karsi ask beslerlerdi.
Fakat aileleri görüsmelerini istemezler, birbirlerine uygun olmadiklarini düsünürlerdi.
Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardi.
İki evin arasinda gizli bir catlak vardi.
Aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burda bulusur o aradan birbirlerine
seslerini duyurur asklarini dile getirirlerdi.

Bir gece ormandaki agacin altinda bulusmaya karar verdiler.
Tispe agaca Piremus dan önce varmisti.
Gittiginde avini yeni yemis, agzindan kanlar akan kocaman bir aslanla karsi karsiya geldi.
Korkarak bi magaraya dogru koşmaya basladi.
Farkında olmadan yolda boynundaki esarpini düşürmüştü.
O sirada Piremus geldi.
Gördükleri karsisinda donup kalmisti.
Kocaman aslan agzinda kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarpini parcaliyordu. .
O an aklina gelen ilk ve tek sey aslanin Tispe yi oldurerek yedigiydi.
Tispesiz yasayamazdi.
Aklindan gecen sadece aski ugruna canina kiymakti.
Belinden hançerini çikardi ve gögsüne sapladi.
Kanlar icinde cansiz bedeni yere dustu.
Tispe ise korkusunu bi kenara atip bir an önce askini gormek icin magaradan cikmaya karar vermisti.
Agacin altina geldiginde o korkunc sahneyle yuzlesti.
Piremus un cansiz vucudu yerdeydi ve elinde Tispenin dusurdugu esarpini tutuyordu.
Ilk once genc kiz olanlar karsisinda
aglamaktan hicbir seyi anlayamamisti.
Ama esarpi ve uzaklasan aslani gorunce anladi.
Bi an magarada dusundugu o korkunc sey basina gelmisti.
Ve onun öldügünü dusunen Piremus aski ugruna canina kiymisti.
Tispe bir an bile dusunnmeden hanceri aldi ve gogsune götürdü..

Onlarin aski ölesiye bir askti ve ölüm bile onlari ayiramazdi.
Eger Piremus aski ugruna ölümü göze aldiysa o da hic cekinmeden canina kiyabilirdi ve hanceri sapladi.
Birden vucudu Piremusun bendeninin ustune yigildi.
O anda tanrilar bu yuce aski ölümsüzlestirmek istediler ve bu çiftin
üstünde duran agaci onlarin aşkına adadilar.
Piremusun kanini bu agacin meyvelerine,
Tispenin gözyaslarini ise agacin yapraklarina verdiler.

O günden beri kara dut agacinin meyvesinin cıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini),
dut agacinin yapraklari,( Tispenin gözyaslari) temizler..

Bilirmisiniz dut agacinin meyvesinin lekesi cikmaz ama elinize agacin yapragini alir avusturursaniz lekenin gittigine goreceksiniz. .
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mayıs 2007       Mesaj #829
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Herşey Yarım Kaldı Gün geldi ben sana yaklaşmaya çalıştıkça sen tozlu raflardaki günahlarını bana bırakıp gittin.
Her gidişinde üstüme bütün karları yağdırdın. Biz seninle iki yakası kavuşamayacak bir dağ olduk sevgili. Sen gizlenmiş süslü bahçelerde dolaşırken ben dikenlerin içinde seni arıyordum. Günahlarınla acılarınla seni arıyordum.

Yüreğimin köşesine kazıdığım nakış nakış ruhuma işlediğim sevdanı aradım sevgili. Sense puslu gecenin o ayazında gitmeyi terci ettin beni yalnız bırakarak bu hayatın üstüne düşen acılarınla günahlarınla beni bıraktın. Şimdi yoksun sevgili sen gittin gidişine şiirler şarkılar yazdım yüreğime seni kazıdım.

Gittin sen sevgili gidişinle hayatımın bir cehenneme dönüşeceğini düşünmedin mi. Vuslatsız gecelerimde titreyen bedenimi kim saracak şimdi. İlmik ilmik işlemiştim seni yüreğimin en kuytu köşesine. şimdi yoksun yokluğun bana verdiğin en büyük ceza sevgili.

Gittin sen sevgili ben seninleyken hayat daha güzeldi güneş daha güzel ısıtıyordu bedenimin titreyen yerini. Şimdi yoksun ve olmayacaksın da sevgili ağladığımı görürsen eğer sakın üzülme ay düşmüş bedenime yarım kalmış sevdayla düz yolarda yürüyüp durdum her geçtiğim yerde adını anmamak için bütün yaşadıklarımızın önüne bir perde çektim sevgili.

Yoksun şimdi her biten sevdanın bir cezası vardı ben cezamı tozlu raflarda bana bıraktığın günahlarınla. Çekiyorum kalbimin en hasas yerinde verdiğin sancılarla yüreğimi sızlatan artıcı şoklarla çekiyorum sevgili.

Gittin gelirsin diye ben hala aynı yerde aynı sokakta seni bekliyorum gelmeyeceğini bile bile seni bekliyorum sevgili. Sen volta atarken mahallenin bir ucundan bir ucuna gülüşlerinle yanındaki çirkin insanlarla eğlenirken ben köşe başında üstümde ince bir elbiseyle dönmeni bekledim bu sisli ve yağmurlu havada.

Bir gün senide unuturlar
Bu vefasız yolarda
Adına sevda dediğimiz yolarda

Unutma ki güzelim
Bir gün seninde gözyaşlarına bakmazlar,
Ayaklarının altında ezer geçerler
Farkına bile varamasın

Bir gün sende temiz bir aşka yelken açarsın
Delice seversin
Ve terk edilirsin aniden
Bir oyana bir buyana savrulursun
Tıpkı rotasını kaybetmiş bir gemi gibi
Yelkenleri açılmayan bir gemi gibi
Dibe batarsın

Unutma ki güzelim

Bana yaptıkların kar kalmaz
Bir bedeli vardır ödersin bunu
Ya bugün ya yarın yada sırat köprüsünde mahşer yolunda ödersin cezasını

Gerçekler hep acı verme dimi bize
Acılar kabusumuz olmadı mı gecelerce
Şimdi soruyorum sana
Adına sevda dediğim bu cehennemde
Ben neden seviyorum seni hala?

Kemal ŞANVER
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mayıs 2007       Mesaj #830
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOLUNAY


Çok çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde
bir Irmak kıyısında kurulu bir köy varmış,
taa dünyanın öbür ucunda.
Çok eski dedik ya,
o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş,
yağmur yağmadıkça;
geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça.
Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış,
hayvanlar avlarlarmış, uçsuz, bucaksız arazilerinden,
sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,
ırmaktan alırlarmış.
Köyde herkes birbirini sever,sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi
varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş;
Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu.
Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından.
Dolun dayanamamış; bir gün gitmiş kızın yanına,
sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.
İntera demiş ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama
benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden
aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın
bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.
"Dolun şaşırmış. "Sensin benim kalbimin sahibi"
diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir
emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.
İntera demiş ki; "Bir çiçek vardır;
yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan,
onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya,"hemen
gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?
"İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,
kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için
ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü
oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş
çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar.
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,
bu dünyada" demiş İntera'ya "Döneceğim, o çiçekle,
döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz
anlamı olmaz benim için o güzelliğin".
Dolun çıkmış yola sonra.
Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep
ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca.
Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.
Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden,
yüzünü yıkamış ırmaktan,
anlamış çok yaklaştığını kaynağına
ırmağın suyunun serinliğinden.
Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış
kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış
kaynakta, gölün ortasında bir adacık,
adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş.
Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden.
Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.
Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.
Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni, koruyucusu
olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer
almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım"
demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez".
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım,
eğer halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm
almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş
yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer bir şeyi çok fazla istersen
ve engelin yoksa önünde; onu alırsın.
Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa
yaşamına devam edebilir. Bu çiçek de
sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan
engelleri kaldırır önünden çünkü, onun da bir görevi
var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar
yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle,
bu sayede buradaki sular yükselir ve
ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde
yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar."
demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye,
eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine
ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.
Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun.
Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin.
Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikiside.
Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun.
Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri
yoğunlaşır kafasında.
Mutsuzluğunu düşünür,
çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür.
Koparamaz çiçeği günlerce Dolun,
artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece
aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.
Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle
bir tomurcuk da Dolun'un
sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş,
aniden Dolun kalbindeki aşkının
büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş,
taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış,
gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış.
Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş
Dolun kalbinin tüm yüzünü,
aşkının bütün parıltısını diğerlerine;
sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı
aynı çiçek gibi...


Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat