Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 89

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.541 Cevap: 1.812
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
10 Mayıs 2007       Mesaj #881
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
ANLAYABİLMEK

Sponsorlu Bağlantılar

"Satılık Köpek Yavruları" ilanının hemen altında
küçük bir çocuğun başı gözüktü ve
çocuk dükkan sahibine sordu :
-"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"
Dükkan sahibi :
-"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi
-"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk
-"Bir bakabilir miyim yavrulara"
Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve
köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı.
Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk
yürümekte zorluk çeken
sakat yavruyu işaret edip sordu:
-"Bunun nesi var?"
Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve
hep sakat kalacağını açıkladı.
Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
-"Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.”
Dükkan sahibi:
-"Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor.
Eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm"
Küçük çocuk birden sinirlendi.
Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak:
-"Onu bana vermenizi istemiyorum.
O da diğer yavrular kadar değerli ve
ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim.
Aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve
geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım."
Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:
-"Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.
Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup,
zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak."
Bunun üzerine küçük çocuk eğildi,
pantolonunu sıvadı ve
büyük bir metal parçasıyla desteklediği
sakat bacağını dükkan sahibine gösterip,
tatlı bir sesle:
-“Ben de çok iyi koşamıyorum
ve bu yavrunun
kendisini çok iyi anlayacak
bir sahibe gereksinimi var" dedi.

hikaye10052 pati
Dan Clark

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #882
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Gözlerini açtiginda çölün tam ortasindaydi. Fidye için yanlis adami kaçiran mafya, sanki intikam almak istercesine genç ve suçsuz adami, çölün ortasinda ölüme terk edip kaybolmustu. Inanilir gibi degildi. Epeyce bir saskinliktan sonra düsünmeye basladi genç adam. Aklina henüz dördüncü sinifa giden on bir yasindaki oglu geldi. Oglu uzaktaydi ve yasadiklari kasabada yapayalnizdi.

Sponsorlu Bağlantılar

Geçen yil bir trafik kazasinda karisini kaybetmisti. Oglu için, onun gelecegi için yasamak zorunda oldugunu biliyordu. Bunlari düsününce yüzünde bir intikam ifadesi olustu. Bekle beni yavrum geliyorum, senin için yasayacagim seni asla yalniz birakmayacagim dedi...


Günesin battigi yöne dogru yürümeye basladi. Yürüdü, yürüdü, yürüdü... Aç ve susuz tam üç gün yürüdü. Umutlari bitmek üzereydi. Üç gündür bir vahaya ulasamamisti. Kararliydi, yavrusuna kavusacakti, vazgeçmemeye yemin etti. Yürüdü. Büyük bir inançla yürüdü. Susuzluktan çatlayan dudaklarindan akan kani eme eme yürüyordu...


Birden muhtesem bir sey oldu ve bir vaha gördü, yaklasti. Kurtuldum, geliyorum yavrum diye diye kosmaya basladi. Vahanin yanina geldi, su diye elini daldirdigi seyin kavurucu sicagi adeta bir serap tokadi savurdu adama. Lanet olsun dedi ve yürümeye devam etti. Kisa bir süre sonra yeniden bir vaha gördü. Agaç, çiçek, su, her sey vardi. Yine kostu. Bu seferki kesinlikle vahaydi. Ama yaklasinca çöl sagir edercesine yüksek bir sesle bagirdi: Ben bu kadar cömert degilim, serap görüyorsun seraaap! Genç adam yilmadi, yikilmadi. Yine yürüdü. Oglu bir an bile çikmiyordu aklindan... Tekrar bir vaha gördü, kostu kostu ve yüzüstü suya atladi. Agzina dolan kumlar yine serap diye bagirdi. Hiç hali kalmamisti ama her gördügü vahaya kosuyordu, her seferinde serap olsa da...


Artik besinci gün de bitmisti. Sürünerek gidiyordu ogluna, yeniden bir vaha gördü. Kumlara tutuna tutuna gitti. Bu kaçinci serapti Allah bilir... Hizi tamamen biten genç adam artik sürünemiyordu bile. Yeniden bir vaha gördü. Biraz daha gitti, biraz daha süründü. Güçlükle sunlari mirildandi: Beni affet oglum gelemiyorum. Biliyorum bu da serap, bir sonraki de. Elveda!


Kendini günesin eriten sicagina birakti ve teslim oldu. Kisa bir süre sonra öldü. Ertesi gün ayni yerden bir kervan geçti. Kervanin kilavuzu genç adamin cesedini buldu ve söyle seslendi: Su içmeyi birakin da çabuk buraya gelin. Burada bir ölü var.


Suya 10 metre kala susuzluktan ölmek kim bilir ne acidir, ama ölen hiçbir zaman bunu bilmez



Erdal DEMİRKIRAN
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #883
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Annesiz Bir Güne Uyanmak

Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı.

Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun-bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail`in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla...

Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun-bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. —Yaşlı amca!'' dedi. —Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.''

Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım.

Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu.

Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı.

İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti.

Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!''

Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''inşallah!'' dediler. Beraber, yoğun-bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat 10.30`da yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk.

Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm-kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça...

Saatler 10.30`u gösterdiğinde, yoğun-bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti.

Günlerdir hastanede uykusuz, sağa-sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin -''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu.

Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki?

Aynı gün, ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım.

Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...


06/01/2006

Atilla Dursun
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #884
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Bir rivayete göre; dört tavuk bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çaldılar...
Yumurtayı kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşündüler...Zaman geçti, yumurtayı getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğunu inandılar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka başladı...Kısa bir zaman sonra yumurta kırıldı.İçinden simsiyah kanatlı,ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıktı.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüşlerdi...Anne tavuk, dersler vermeye başladı yavrusuna: "Bak yavrum,yerden bulduğun böceği şöyle ye!Arpayı buğdayı böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretiyordu yavrusuna... Büyük tavuk annesinin her söylediğini yapıyordu. Tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da öğretti annesi: "Bak yavrum, eğer kedi buradan gelirse aksi istikamete doğru kaç,şuradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzelleşiyordu...Oldukça uzun kanatları vardı... Ara sıra diğerleri onun kanatlarına bakmak için geliyorlardı...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken büyük tavuğun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtişamla geçiş yapan başka bir canlıya ilişti...

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk...
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuşların padişahı...
-Ne de güzel uçuyor!..
-Evet yavrum! Ama sen sakın ona özenme.Asla onun gibi olamazsın!..Sen bir tavuksun...Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı...SEN BİR TAVUKSUN VE BİR TAVUK GİBİ YAŞAMALISIN...

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keşke bende bir kartal olup uçabilseydim..." Dedi...Yine bir gün siyah kanatlı büyük tavuk ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldı...
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #885
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü
İsimsiz yar

Bir bakıştı beni sana bağlayan bir gülüncüktü beni sana sevdalayan belki diyorum belki beni farkedersin sana olan sevgimi anlarsın seni sadece rüyalarımda yaşadımı sana demek istedikleri o adı bilinmeyen gizemli ülkede haykırdığı bir bilsen sevdigim
Bir gün diyorum beni görürmüsün her gece camlarda seni beklediğimi bilirmisin.
Ya sana olan sevdamı hissedermisin rüyalarımın sahibi yaşamımda umutla beklediğim tek insan oldugunu bilirmisin.
Gözlerinde asla anlaşılmayan bi gizem olan sevdiğim belkide beni sana bağlayan seni bu kadar büyük ve beklentisiz sevmemi sağlayan anlayamadım gözlerinde saklı olan umutlarındır
Biliyorum seninle o bilinmeyen ülkede nasıl mutlu yaşadığımızı biliyorum adını çünkü gelince orda yanına seslendiğim.
Gelince yanına gözlerinde ki gizemi anlıyorum asla ayrılmayacak olan sevgimizi hissediyorum. Ve birgün umutsuzca beni bulacagını biliyorum.
Belki yanımdasın isimsiz prensim uzansam tutabileceğim seni baksam gözlerine anlayacagım gizemini
Sadece rüyalarımda var olsanda diğer yarım biliyorum
Çıkacaksın karşıma ve rüyalarda yaşadığım o aşkı yaşayacagız nerdesin bilmiyorum ama seni içimde bir yerlerde hissediyorum.


VE SENİ TANIMADAN SEVİYORUM

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #886
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOLUNAY

Çoook çok eskiden, yesil bir vadinin içinde bir irmak kiyisinda kurulu bir köy varmis, taa dünyanin öbür ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek günesli geçermis, yagmur yagmadikça; geceleri hep yildizli olurmus, bulutlar olmadikça. Köy sakinleri tarimlaugrasirlarmis, hayvanlar avlarlarmis, uçsuz, bucaksiz arazilerinden, sularini, kaynagi çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,irmaktanalirlarmis.Köyde herkes birbirini sever,sayarmis. Köyde bir tek kisinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi varmis ki, bütünköyünküne bedelmis;Dolun'un Intera'ya olan askiymis bu. Kiz, Dolun'u bilirmis de tanimazmis yakindan. Dolun dayanamamis; bir güngitmis kizin yanina,sormus ?ntera'ya onunla evlenip evlenmeyecegini. ?ntera demis ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kisiden ayni seyi ister benim babam. Ancak babamin bu istegini yerine getiren benimle evlenir. "Dolun sasirmis."Sensin benim kalbimin sahibi" diyerek baslamis sözüne "Senin dilegin benim için bir emirdir, söyle istegini hemen yapayim" demis askina.Intera demis ki; "Bir çiçek vard?r; yapraklari gümüsten tomurcuklari elmastan, onu ister babam, benle evlenmek isteyenden". Dolun, "Bekle beni" demis Intera'ya,"hemen gidip getireyim o çiçegi ama nerededir yeri? "Intera parmagiyla göstermis akan irmagi; "işte bu irmagin kaynagindadir der babam,kirk gün yürümek gerekirmis oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi simdiye dek çünkü oralar büyülüymüs derler, giden geri gelmezmis çünkü, buralardan çok daha güzelmis oralar. Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,bu dünyada" demis Intera'ya "Dönecegim, o çiçekle,dönecegim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlami olmaz benim için o güzelligin". Dolun cikmis yola sonra. Kirk gün yürümüs irmagin yanindan. Hep ne kadar sevdigini düsünmüs Intera'yi yol boyunca.Aklindaki Intera'ymis, tek amaci ise; o çiçek.Kirkinci gün kalkmis Dolun sabah erkenden ,yüzünü yikamis irmakta anlamis çok yaklastigini kaynagina irmagin suyunun serinliginden. Devam etmis yoluna sonra.Biraz sonra varmis kaynaga, bütün yesilliklerle çevrili bir göl varmis kaynakta, gölün ortasinda bir adacik, adacigin üstünde de o çiçek duruyormus. Anlamis Intera'nin anlattigi çiçek oldugunu, güzelliginden. Yüzmeye baslamis adaya dogru hemen. Adaya çikinca karsisinda bir adam belirmis Dolun'un.Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni,koruyucusuoldugu gibi, bende bu çiçegin koruyucusuyum, eger almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demis. Dolun saskin ve de kararli bir tonla "Ben o çiçegi alacagim sonra askima kavusacagim" demis. "Hiç bir sey beni kararimdan çeviremez". "O zaman benibiraz dinleyeceksin" demis Salut... "Sana neden koparmaman gerektigini anlatacagim,eger halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolunikna olmus ve çökmüs yoncalarin üstüne, baslamis dinlemeye... "Eger bir seyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde; onualirsin. Hayatda böyledir, insan engelleri asarsa yasamina devam edebilir. Bu çiçek de sadece yasam için birseyleryapacaksan engelleri kaldirir önünden çünkü, onun da bir görevivar. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar yapraklarini ve döker parlayan tohumlarini göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve irmaktan tasar gider zamanla. Bu irmak sayesinde yasar bu dogadaki yesillikler, insanlar, hayvanlar." demis Salut. Dolun baslamis düsünmeye, eger çiçegi koparirsa kavusacaktir sevdigine ama kuruyacaktir irmaklari bunun yaninda. Sonunda çiçegin basina çöker kalir Dolun. Gümüş yapraklarinda kendini görür Dolun, çiçegin. Yaninda Intera vardir ama niye mutsuzdur ikiside. Aslinda kalbindeki tek endiseyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düsünceleri yogunlasir kafasinda. Mutsuzlugunu düsünür, çiçeksiz, Intera'siz bir yasam düsünür. Koparamaz çiçegi günlerce Dolun, artik yasamaktan zevk almaz sekilde sadece askini düsünerek beklemeye baslar olacaklari. Bir gece çiçek tohumlarini birakirken göle bir tomurcuk da Dolun'un sertlesmis kalbinin üstüne düsmüs, aniden Dolun kalbindeki askinin büyüklügü kadar kocaman bir tasa dönmüs, tas o kadar büyükmüs ki, dünyaya s?gmamis, gökyüzüne yükselmis ve Dünya ile dönmeye baslamis. Böylece Ay olmus Dolun'un kalbi Dünya'ya O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermis Dolun kalbinin tüm yüzünü, askinin bütün pariltisini digerlerine; sadece o gecelerde aydinlatmis Dünya'yi ayni çiçek gibi...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #887
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Dili Tutulmuş Gecelere Hapsettim Yüreğimi




Yüreğine kustuğum metropol bir kentin merkezindeyim, anlıyamadığım ömrümün gelip geçen dökümüne yaslıyarak yüreğimi, bir hesap çıkarmaya çalışıyorum...
Biliyorum ihanet bir zaman diliminin ince çizgisinden gelip yuvalanır insanın yüreğine, yıkık duvarların sokağında tortu bırakarak ve kirleterek beyaz bulutları birer birer...

Buralarda sılaya da uzağım gurbete de, kendime de uzağım yalnızlığa da... Ağrılar dolanıp duruyor boynuma...
Soluk resimler gibi duruyor aynalarda yüzüm, gitgide yabancılaşıyorum kendime, yaşama, dünyaya... İnsanların bu kadar onursuz davranışları, sahtekarlıkları, yalanları burkuyor içimi. Üşümüş çocuk gözlerindeki ürperti gibi kalıyor bakışlarım...

Düşündükçe anlamsızlaşıyor gözümde dünya, hayat, sevgi, aşk ne varsa...
Bazen aklıma düştükçe geldiğim yerler, kanadı kırık sevgilere hapsoluyor özlemim. Oysa bilirim ki kanadı kırık hiç bir kuş uçamaz.

Kırgınlıklar kolay iyileşmeyen yaralardır biliyorum ve ben en çok kendime kırgınım...
Epeydir hiç resim yapmıyorum, şiir de yazmıyorum. Kendime kızgınlığımı resimden ve şiirden alıyorum... Acıyıp duruyor yüreğim, ömrümün susuz kalmış, solmuş ve rüzgarda savrulmuş gönül çiçeklerine...

Yaşamayı da bıraktım aslında, yaşıyor muyum ölü müyüm? Yoksa yaşayan ölü müyüm pek belli değil, kapandım içime git gide...

İçimde çağlayan suların sesi duyulmuyor ne yapsam dışardan... Yanında geçtiğim bütün çiçekler kuruyor... Yerlere dökülen yapraklar savrulup gidiyor rüzgarla içimi acıtarak... Kırgın gülücüklerin kıyısında kar rengi bir susuş oluyor günler dudaklarımda..



Nuri CAN
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Mayıs 2007       Mesaj #888
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SEDEF ÇİÇEĞİ


Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı.
Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış
gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...Ve Hakimin
tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp,
kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...
"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...

Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti..Herkes onu
dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu...Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim...O bilmez...50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle
büyüttüm..Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim...Bir süre sonra çiçek
kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir
tas suyla suluycam onu diye...İyi gelirmiş dedilerdi...50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayım demedi... Taki geçen geceye kadar...o gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım...Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim...Ondan hiçbirşey göremedim..Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek ;
"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın
utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada tanıdım...Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden büketler verdim...O çiçeklerle doludur bahçesi...Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...İlk Evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm...
Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir,
kötüleşir dedi..Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi
pek dinlemedi, bizim hatun...lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek
kurudu...Ben ona gece sularsan geçer dedim..Adak dilettim...Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim...Her gece o çiçek ben oldum...Sanki...Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek
ifadelerle...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey..Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım...Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım..Sesimi çıkartamadım..."
O an Mahkeme salonunda herşey sustu...

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi
haber yaptılar...

yenigun - avatarı
yenigun
Ziyaretçi
12 Mayıs 2007       Mesaj #889
yenigun - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM VE OYUN


Ayazın soğuğu muydu yoksa birazdan asılı duracağı darağacı mı titretiyordu içini bilmiyordu ama bedenine söz geçiremiyordu artık. Birazdan onu götüreceklerini düşünüp dizlerini kontrol etmeyi denedi, başaramadı. Örsle çekicin buluşması gibi çarpan dişlerini bir birine kenetledi ama bu sefer de çenesinin titremesine mani olamadı. Son bir kez etrafına baktı, üşüme fikrini unutmak istiyordu. Küçük bir odaydı beklediği yer. Camı kırık pencereye baktı önce, soğuğun oradan girdiğini gördü ve yine titremeye başladı. Ayın ışığına odakladı gözlerini ve bilincini. Kendini bir an için ay olarak düşledi. Ve aklına Fatma ile sahilde dolaştığı akşamlar geldi. Ayın gölgesi altında dakikalarca yürüdükleri ve ilk defa Fatma’nın elini tuttuğu an bir film karesi olarak düştü gözlerinin önüne. Daha sonra gözlerini kapattı ve o anın bütün ayrıntılarını yaşamaya başladı. Elini tuttuğu o an gibi atıyordu yüreği. Saatlerce bırakmamıştı Fatma’nın elini ve iki taraf kurduğu düşlerle kamp alanından uzaklaştığını hissetmemişlerdi bile…
Demir bir kapının şiddetli çarpmasıyla irkildi Hüseyin. O an geldi diye geçirdi içinden ve slogan atmaya başladı en gür sesiyle. Erdal’ın kendisini sarstığını görünce şaşkına döndü elleriyle yüzünü kapattı utandı, yine düşler ve kâbusun iç içe geçtiği bir rüyadan uyandığını anladı. Kafasını yastığın altına gömdü ve üzerine de battaniyeyi çekti. Her şey o kadar gerçek yaşanmıştı ki üşümeler, korku ve Fatma’nın elinin sıcaklığı anlamamıştı bunun bir rüya olduğunu. Kendisini kontrol edemiyordu. Hâkimin idam kararını verdikten sonra bunları yaşaması ise bir tesadüf değildi…
Erdal’ın sesiyle uyandı Hüseyin. Kalktı elini yüzünü yıkadı ve Erdal’ın hazırlamış olduğu sofraya oturdu. Nedense bir türlü yemeğe başlamıyordu. “Belli ki gece yaşadığı bu kâbusu anlamlandırmaya çalışıyor” diye geçirdi içinden Erdal. Hüseyin’e dönerek “gece yaşadıklarını anlatmak ister misin?”. Hüseyin cevap vermeden önüne baktı ve sofra kalkana kadar da duruşunu değiştirmedi. İçindeki şiddetli esen rüzgâr onu bir düşünceden diğerine savuruyordu. Soru işaretleriyle dolu bilinci, yaşam ve ölüm üzerine odaklanmıştı artık.
Erdal, Hüseyin’le beraber kaldıkları hücrenin penceresini açtı. Hücre küçük ve hapishanenin arka tarafında olduğundan karanlıktı. Hapishanenin tüm su boruları onların hücresinden geçtiği için de nemliydi ve küf kokuyordu. İdamlık olduklarından dolayı bu hücrede kalıyorlardı. Havalandırmaya çıkmak diğer tutsaklarla görüşmek yasaktı onlara. Bir tek mektup alıp vermek serbestti. Günleri çoğu zaman mektup okumakla ve yazmakla geçiyordu. Ölüm bu kadar yakınken onlara yaşama ve sevdiklerine sadece mektupla ulaşabiliyorlardı…
Gece yaşadıklarını unutmak için Fatma’nın yollamış olduğu mektupları çıkardı Hüseyin. İlk mektuptan son mektuba kadar hepsini okumaya başladı. Yüzündeki solgun düşünceler bir anda kendini renkli hayallere bıraktı ve belirli belirsiz tebessümler yayıldı ortalığa. Kendini iyi hissettiriyordu bu mektuplar. Mektupları kaç sefer okuduğunu kendisi bile unutmuştu ve çoğunu ezberlemişti ama yine de okumak onu rahatlatıyordu. Yüzünü mektuplardan kaldırdı ve Erdal’a baktı. Erdal uzanmış ve kendini elindeki kitaba bırakmıştı. Ne okuyorsun? diye sordu Hüseyin. Erdal: “Şolohov”, dedi okuduğu kitabın kapağını göstererek. Don hikâyeleri diye ekledi sonra. Sovyetlerdeki İç savaşı ve Kazakların ayaklanmalarını farklı farklı kısa hikâyelerle anlatıyor diye açıklama yaptı. Uzun roman okumuyorum çünkü darağacına giderken bitiremezsem sonunun ne olacağını merak etmek istemiyorum diye gülerek bir espri yaptı. Hüseyin hafif bir tebessüm etti. En çok hangi hikâyeyi beğendin diye sordu Erdal’a. Erdal biraz düşündükten sonra Mişka dedi. Hemen kitabın sayfalarını geriye doğru çevirdi ve işte burada, Yüz Karası dedi. Hikâyeyi anlatmaya başladı Erdal. Mişka’nın inatçılığını, dedesine yaptığı kötü şakalarını, Bolşeviklerin safında savaşan babasını, arkadaşlarına göğsünü gere gere anlatmasını ve hiç görmediği Lenin’e duyduğu büyük hayranlıkla Bolşeviklere katılmak için harcadığı çabayı. Erdal anlatırken Hüseyin hayallere dalmıştı. Ben de buna benzer bir hikâyeyi Ostrovski’den okumuştum. Erdal hemen tamamladı Pavel değil mi dedi. Evet, “Ve Çeliğe Su Verildi” kitabı derinden etkilemişti beni. Belki bizim hayatımızı da yazarlar diye gülerek şakalaştı Erdal…
Akşamın solgun ve ürpertici karanlığı yavaş yavaş hücreye çöküyordu. Hücre sakinleri yemeklerini yemiş mektup yazıyorlardı. Hüseyin, Erdal’a gece yaşadığı kâbusu anlatmaya başladı. Korkuyorum dedi. İpi çekeceklerinden ve hep 19 yaşımda kalacağımdan değil ama sevdiklerimden ayrılmak, yoldaşlarımı bir daha göremeyeceğimden korkuyorum, dedi. Erdal, Hüseyin’den iki yaş büyüktü. Dışarıda ne iş olursa hep beraber yapmaya alışmışlardı. Hüseyin’in ellerini avucuna aldı. Korku insani bir şey, biz insan kalmakta ısrar ettiğimiz için buradayız dedi. Evet, dışarıdaki ve içerideki dostlarımızı özleyeceğiz. Onlarda bizleri özleyecek ama özlerken ve yâd ederken bu güzel günleri onlar asla üzülmeyecekler sadece yüzlerinde yer edecek bir tebessümle bahsedecekler bizden. Hüseyin bulunduğu yaşın ağırlığından değil ama bir halkın düşleriyle üstlendiği o sorumluluğu hatırlayarak Evet dedi. Rahatlamıştı. Keşke seninle daha önceden paylaşsaydım diyerek kendine kızmaya başladı. Erdal, Hüseyin’e dönerek hadi dedi yatma vakti geldi. 15 dakika sonra ikisi de ranzalarındaydı. Bu gece iyi şeyler görmeye çalış dedi Erdal. Mesela çocukluğumuzda yaptığımız şeyleri hatırla. Sen Pavel ol, ben de Mişka. Tamam dedi Hüseyin. Ve gözlerinin üzerine düşen ağırlığa daha fazla dayanamayarak bıraktı kendini uykunun kollarına…
Taşı beşe fırlattı Pavel, ve tek ayağının üzerinde beşe doğru sekmeye başladı. Beşten taşı aldı ve sonra geriye dönüp başladığı yere doğru tekrar sekmeye başladı. Mişka onu bekliyordu. Pavel daha sonra aynı hamleyi altıya doğru yaptı ve başarıyla geriye doğru döndü. Sırada yedi ve sekiz vardı. Taşı atacağı sırada demir kapıda kilit sesleri duyuldu. İrkilerek doğruldu yerinden Hüseyin. Erdal çoktan kalkmıştı. Ayak seslerinden, koşuşturmalardan olağan üstü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Hüseyin’e dönerek öyle tebessümlü uyuyordun ki kıyamadım uyandırmaya, dedi. Oyunu kazanmaya az kalmıştı dedi. Ne oyunu dedi Erdal. Rüyamda sen Mişka’ydın ben de Pavel. Eskiden oynadığımız sek sek oyununu oynuyorduk. Ama ben sona yaklaşmıştım ki sese uyandım. Erdal gülerek, tamam dedi oyunun sonunu getirme fırsatı doğdu sana. Özgürlük şu kapının arkasında yedi ve sekiz de kapının arkasında kapıdan çıktığın zaman oyunu kazanmış olacaksın. Hüseyin, Erdal’a sımsıkı sarıldı. Mutlaka ben kazanacağım dedi. Kapıda görülen gardiyanlar Hüseyin’in ismini okuduğunda Erdal hadi bakalım görsün seni bu halk, oyun nasıl kazanılırmış diye sırtını sıvazladı. Pavel kapıdan çıkarken iki ayağını da karoların içine basarak, büyük bir mutlulukla kazandım Mişka kazandım diye bağırmaya başladı. Oyunu ben kazandım, biz kazandık, biz kazanacağız… Ardından duyulan sloganlar sabaha kadar hücre hücre yankılandı.




24.04.2007
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2007       Mesaj #890
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayrılık ve özlem

Nedense bende herkes gibi ayrılığı ve özlemi, özellikle de vedalaşmaları sevmem. Hayatımızın olağan akışında sıkça yaşadığımız bu olgulara çaresiz katlanmak en derininden yaralamaya devam edecektir ruhumuzu.

Ayrılık; Ne denli kötü bir olgu. Seviyorsun, seviliyorsun ama birbirinize uzaksınız. Arkadan başlayan özlem; Yaşamak ne kadar zor bu duyguyu... Bir de en kötüsü vedalaşmak. “Hoşça kal”, “Allah’a ısmarladık”, “Güle güle”, “Kendine iyi bak”... demek, sonra sarılmak doyasıya, sevdiğinin kokusunu içine çekmek, ne kadar tuhaf.

Nereden çıktı bunlar diyeceksiniz. Kendimden örnekleyerek devam edeyim. İnanıyorum ki bu ve benzeri durumları sizlerde yaşadınız ya da yaşayacaksınız.

Kızım Ankara’da görevli. Bir hafta önce sürpriz gelişi ile ne denli sevindiğimizi anlayabilirsiniz. Hafta nasıl geçti bilemedik. Birlikteliğimizin tadını çıkarmak için izin aldım. Oraya buraya gidip gelmeler, piknikler, geziler, birlikte kokoreç yemeler, mutluluğumuzu pekiştirecek aklımıza her geleni yapmalar. Günlerin 24 saatte, saatlerin 60 dakikada geçmediğini, daha kısaya sıkıştırıldığını birbirimize hatırlatmalar, hatta iddia eder duruma gelmeler belki hoş.

Ama zamana dur demek mümkün değil. Süre doldu ve kızım artık gitmeli, ya da gitmesi gerekli. Yani bu ayrılık ve özlemi, vedalaşma adı verdiğimiz o ürkütücü, duygusal an ile başlatmamız kaçınılmaz muhakkak.

Kızımın arabaya binişinin hemen arkasından ağlayacak olan eşimin gözleri şimdiden nemlenmeye, bulutlanmaya başlamıştı bile belki de. Biraz sonra sağanak yağışa gebe gözler.

Ve gidişler, gelişler, kavuşmalar, ayrılıklar nedir bunlar?

Hayatı anlamaya çalışmalar...

Kahretsin şu ayrılığı ve özlemi desem, olmaz ki. Ayrılık ve özlem olmasa kavuşmanın anlamını nasıl öğrenirdik! Öyle değil mi?

Ayrılık ve özlem olmasa aşağıdakiler yazılabilir miydi?

“bu gece çok sarhoşum

alkol kötü tuttu beni

eğer gücüm yetebilse

gülleri sana benzettiğim için toprağın ciğerini sökeceğim

şafaklar zamansız söktüğü için güneşi kurşunlayacağım

ve ben sevgilim

bulabilsem paslı bir hançer

seni çok sevdiği için kalbime saplayacağım



bu gece çok sarhoşum

alkol kötü tuttu beni

eğer gücüm yetebilse

beni yıllardır aldattıkları için senli umutlarımı bombalayacağım

beni sen dolu kadehlere sattıkları için ayrılık ve özlemi baltalayacağım

bulabilirsem başka bir avuntu

seni unutabilmek için albümleri yırtıp

seni düşünmemeye çalışacağım



bu gece çok sarhoşum

alkol kötü tuttu beni.

sensizliğime çare bulmama gücüm yetmese dahi

hayallerimde dünyayı yıkacağım vallahi”



“Güle güle kızım, hoşça kal, kendine iyi bak.”

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat