Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 87

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 549.207 Cevap: 1.812
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
6 Mayıs 2007       Mesaj #861
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Uzun yıllar önce, uzaklardaki bir ülkede 'Bin aynalı dağ' denilen bir dağ vardı. Bu Dağın zirvesine gerçekten de bin tane irili ufaklı ayna yerleştirilmişti.
Herkes zaman zaman bin aynalı dağa çıkıp,ilginç öykülere şahit olmayı ve daha sonra gördükleri hakkında arkadaşlarıyla konuşmayı isterdi.
Sponsorlu Bağlantılar

Bir gün, bu ülkede yasayan küçük mutlu bir köpek, bu dağı duydu ve oraya gitmeye karar verdi. Dağın eteğine ulaştı ve sonra da neşeyle yukarı tırmandı. Yorulmuştu, ama yeni şeyler göreceği için keyiflenmiş ve yorgunluğunu çoktan unutmuştu.

Aynaların bulunduğu zirveye geldiğinde kulaklarını dikmiş, kuyruğunu hızlı hızlı sallıyordu. Kocaman bir gülümseme gönderdi onlara. Karşılığında bin tane kocaman sıcak ve dostane gülümseme aldı. Mutluluğu kat kat artmıştı. Oradan bir türlü ayrılmak istemiyordu. Türlü türlü sevinç ve dostluk hareketleri yapıyor,
yaptıklarının bin kat fazlasıyla karşılığını görüyordu. Nihayet gün karadı ve oradan ayrılması gerektiğini anladı. Dağdan inerken kendi kendisine; "Burası harika bir yer! Buraya sık sık geleceğim" diye düşünüyordu. Bu arada, Aynalı Dağın çıkışındaki anlamlı levhayı da okudu ve mutluluğu bin kat daha arttı...

Ayni ülkede yaşayan başka küçük bir köpek daha vardı. Ama ilki kadar mutlu değildi. Huysuz ve mutsuzdu. O da o dağa gitmeye karar verdi. Dağın eteklerine kadar gelip de yukarıya baktığında, şikayete başlamıştı bile.
Sızlana sızlana dağın tepesine kadar çıktı. Yorgunluk ve kızgınlığa şimdi bir de korku eklenmişti. Doğru ya, bu dağın tepesinde kendisini kim bilir hangi hırsızlar,
haydutlar bekliyordu! Aynaların olduğu alana yaklaşırken, her an bir düşmanla karsılaşacakmış gibi başını öne eğmişti. Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerinde inanamadı. Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti. Güya onlardan korkmadığını onlara göstermek için hırlamaya,
dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını bilemedi ve dağdan kaç inerken kendi kendine; "Burası korkunç bir yer! Buraya bir daha asla gelmeyeceğim." diyordu.
Huysuz köpek, o hızla ve korkuyla kaçarken, aynalı dağ hakkında bilgi veren levhayı ve üzerindeki yazıları görmemişti bile.

Levhada şöyle yazıyordu:
"Ey yolcular! Sakın aldanmayın, gördüğünüz görüntüler sadece ve sadece sizin aynadaki yansımanızdır. Aynı şekilde; hayatta başınıza gelen bütün olaylar size tutulmuş aynalardır. Onlarda sadece kendinizi, kendi duygu ve düşüncelerinizi görürsünüz..."

nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #862
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Hayati erteliyoruz.
Yasiyoruz bir sekilde. Dogmusuz bir kere, buyuyoruz.
Sponsorlu Bağlantılar
Sorgulamiyoruz yasamimizi.
Dusunmuyoruz hayallerimizi uzun uzun.
Icimizden geleni yapmiyoruz durustce.
Cilgin fikirleri harekete gecirmiyoruz.
Keyif aldigimiz seyleri koymuyoruz hayatimizin merkezine.
Istedigimiz konuda egitim gormuyoruz.
Sevdigimiz iste calismiyoruz.
Dusundugumuz seyleri soylemiyoruz.
Pesinden kosmuyoruz asIk oldugumuz kisinin.
....
Hayalini kurdugumuz gibi yasamiyoruz.
Bir cogumuz.
Neden peki?
Toplumun beklentileri.
Kurallar.
Makbul olanin onceden belirlenmis olmasi.
Genel kaniya uygun hareket.
Guvenli adimlar.
Para kazanma zorunlulugu.
Hayatta kalma savasi.
Bizim icin cizilmis olan ideal yol.
Standard yasamlar.
Cizgi disi yasak. Sinirlari zorlamak yok.
Bizden ne bekleniyorsa onu yasamaliyiz.
Peki ya aklimizin bir kosesinde yillarca beklettigimiz isteklerimiz, hayallerimiz, ozlemlerimiz?
Yapacagiz elbet bir gun.
"Hani Kas'a yerlesip, dalmaya baslayacaktik? "
Once su isi bir yoluna koyalim. Biraz para kazanalim.
"Yoga ogrenmek istiyorum artik, hatta dersini verip hoca olmak, hemen simdi baslamak!"
Dur bir bakalim once. Is var, guc var. Calisalim.Yatalim. Kalkalim. Tatile gidelim. Yuvarlanip gidelim hele bir.
"Su isi bir biraksam da artik... Bir tuvalim olsa bir fircam, hep resim yapsam hep..."
Yapacaksin elbet, zaman lazim.
Dusunmek gerek. Ince eleyip sIk dokumak. Artisini eksisini tartmak.
Karar vermek zor ve bir o kadar onemli. Hayatimizi degistirecek bir olay bu.
Ha deyince de olmaz ki.
Riske atamayiz ya kendimizi.
Bu arada zaman da geciyor ama. N'apalim, dur deyince de durmaz ki.
Dusunmeye bile vaktimiz yok di mi?
Ogretilmis hayatlari yasamaktan ogrenmeye firsatimiz bile olmadi.
Aramaya, kesfetmeye, sorgulamaya, istemeye, elde etmek icin aci cekmeye, carpismaya ve hatta isteklerimiz ugruna bircok seyi feda etmeye...
Dans etmek icin ayaginin saglam olmasi gerek illa ki
Yazi yazmak icin kaleminin olmasi
Balik tutmak icin ag
Hayal kurmak icinse guclu bir hayalgucu!
Hayalleri gerceklestirmekse
Sadece senin elinde!
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #863
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Allah, Âdem için bir çocuk yaratmak istedi ve onu Akl-ı kül’de şekillendirdi. Oradan da düşünceyi arşa doğru üfledi ve “ol” dedi. Arşı ve Kürsi’yi geçen düşünce ilk gökte kendilerden sonra, on iki burcun arasında gezindi. Daha sonra düşünce toprak ile karıştı, su katılıp yoğruldu, rüzgâr ile kurutuldu ve ateş ile pişirildi. Bu hamurdan bir zerre dünya göğüne düşürüldü. O kadar hızlı indi ki; bir buluta tutunmasaydı, yere düşüp parçalanacaktı. Bulut sımsıkı tuttu ellerinden çünkü o, Allah’ın nefesi idi. Sonra Allah göğe buyurdu:

“Suyunu dök!”

Emrin ağırlığı ile gök, döktü incilerini. Allah’ın mucizesi olan yağmur ile yavaşça indi nefes toprağın üzerine. Toprak çok sevdi onu. Ne de olsa, o Allah’tandı. Yaratılanı sevmişti o, yaratandan ötürü. İncitmeden çekti içine ve anladı ki; bu Âdem’in çocuğuydu. Bir bitkiye seslendi: “Gel, al yükümü benden” diye ve hatırlattı.

“Bu Âdem’in çocuğudur.”

Bitki usulca uzattı köklerini, yavaşça aldı gövdesine, Allah’ın emanetini. Daha sonra otlamaya çıkan bir hayvan geldi yanına ve Allah’ın izni ile onu yedi.

Âdem’in canı et istedi ve mızrağını alıp ava çıktı. Az ötede emaneti taşıyan semiz hayvanı gördü. Mızrağı kaldırdı ve “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek fırlattı hayvana. Hayvan adeta taş kesilmiş, mızrağın vücuduna girmesini bekliyordu. Ve mızrak saplandı, hayvan yere yığıldı. Âdem sevinç ile yaklaştı hayvana. O bilmiyordu ama sadece bir yemek sandığı hayvanın içinde bir nesil yatıyordu. Bir hayvanın ölüsünden insanlık doğuyordu.

Adem ile Havva, hayvanı yediler. Emanet artık Âdem’in kanındaydı. Oradan saklanacağı yere geldi. İki su birbirine aktı ve karıştı. Emanet Havva’nın rahmine düştü. Milyonlarca küçük hayvancığın yarışında Allah’ın seçti göğüsledi ipi. Emanet kırk gün birbirine karışmış iki su, iki hücre olarak derlenip toplandı, sonra kan pıhtısı olup Havva’ya bağlandı. Sonra bir et parçası kadar oldu ve Allah bir melek gönderdi. Ona, “yaz!” dedi. Melek yazdı. Genleri belirleyen atomlar tek, tek dizildi. Doğumdan ölüme kadar olan her şey kaydedildi. Ve Allah emretti, o et paçasına ruh üflendi. O et, kemikleşti ve üzerine et giydirildi. Sonra şekil verenlerin en güzeli olan Allah, onu bambaşka bambaşka bir yaratılış ile tamamladı ve Allah “ol” dedi.
O da bir insan olarak dünyaya geldi. Ve sonra kardeşlerinin, çocuklarının ve tüm insanların doğumu böyle gerçekleşti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #864
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVİYORUM TANRIM !
İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
-"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
-"Hayır" dedim, yavaşça.
-"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
-"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
-"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
-"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
-"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
-"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
-"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
"ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
"Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
babası, gazete okuyormuş.
-"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
-"Peki, konuş oğlum"
-"Yani, çok önemli bir şey..."
Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
- "Neymiş o bakalım?"
-"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
"Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
- "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
-"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
-"Anlıyorum Tommy !"
-"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
-"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

Hem, şimdi başlamazsanız,
belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir..
BARIŞ - avatarı
BARIŞ
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #865
BARIŞ - avatarı
Ziyaretçi
Bir aşk hikayesi
Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya baslamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise hergün hastahane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Hergün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu... " Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kızda zaten başka birşey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık ? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi..

Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran...Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı.. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama...

Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kimbilir kiminle beraberdi... Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü.

Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kimbilir belkide sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı...

Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı... O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki birşeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlamış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Hergün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavasça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yılar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta..

Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavasça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. " Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin dahada artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden dahada hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Hergün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım...

Ve bir gün herşeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim... Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye..Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hemde her gece...

Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi...

Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü gözyaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülüde unutma olur mu ??... Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadarda Seveceğim... Sevgilin..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #866
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.

Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: 'Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim' Bu ise pek akli ermemiş ama merak iste. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. Nasihat " KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR" ve yoluna devam etmiş...

İlerde yine köse başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış. İkinci nasihat da: GÖNÜL KIMI SEVERSE GÜZEL ODUR" Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyor. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı satın almış. Son nasihatte:

"HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ". Parasız yoluna devam etmiş.

Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karsılaşmış.

Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki : Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı.

Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye" Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. "Kaderde ne var ise o çıkar" aşağı inmeye karar vermiş. Aslında bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor.

İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş.

Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "gönül kimi severse güzel odur"

demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar,kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.

Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış.

Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karisi genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir is aceleye gelmez". Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş.

Kaderiniz ve yolunuz açık olsun, hayat aceleye gelmez.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #867
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SERÇE VE GÖÇMEN KUŞUN HİKAYESİ

İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
Sadakatin adı ise; bir serçeye

Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber

Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.

Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...

Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
Ayrılmayacağız diye.

Ama kış gelmiş,
Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,

Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.

Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.

O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye benle beraber...

Başka bir bahara uçalım.
Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı

Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,
Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz

Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye

Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara...

Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış,
onun kanatları uzun uçuşlar için değil.

Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş

Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara

Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış

Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık.

Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.

Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye
birazdan okyanuslara varacağız

Serçe sevgisine uymuş ve
peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
Birazdan varmışlar okyanusa

Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları

Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi

Serçe artık dayanamıyormuş,
Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene

Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve devam etmiş........

Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...

Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...
Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
8 Mayıs 2007       Mesaj #868
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. Moses Mendelssohn, günün birinde Hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses,bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses'ı çok üzdü.Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi "Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses'ın yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanır mısınız buna?" Moses bir an bile duraksamadı: "Evet,ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı,onun evleneceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da,benim evleneceğim kız belirlenmiş ve bana 'Senin karın kambur olacak' demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı'dan. Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap' demişim." Moses' ın bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzaatıp, Moses' ın elini tuttu.Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu. Bu bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
8 Mayıs 2007       Mesaj #869
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin..

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir.
Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır.


Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o
kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki....

Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını
balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası.... Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asolan yürektir.Yürek sesi
ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;
yasadığın >>sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret
günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...


NAZIM HİKMET
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mayıs 2007       Mesaj #870
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ŞANSSIZ BİR ADAM


Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki,
doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız,
gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı.

Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan bir
teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi.

Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla
dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar,
böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı.

Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca
sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı:
"Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin
bıçağı gibi görünüyor, teknisyende sonunun böyle biticeğini söylüyordu.
Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı.

Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes
benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider.
Demek ki şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor,
ya da dünyanın benimle alıp veremediği var.

Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye
çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur.

Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı
tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak
çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan
bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında,
içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı.

Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı.
Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı.
Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir
adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi.
Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim.

Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım,
çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere
her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım
artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarın
tüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu
çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum.

Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder
hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi
olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor
diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve
tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş
boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi.

Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya
başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında.

O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de
yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için
dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı.

Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve
o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın
camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu.
Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas
bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum
ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim.

Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar
verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir
lehimci dükkanı açmayı tasarladım.

Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm
tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim.
Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri
ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç
lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım:
"Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden
fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı.

O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski
evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci
her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca
halk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının
su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon
ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler.

Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi
geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan
küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum
ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım.

Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı,
bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı
bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü.
İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı
göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım.

Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama
yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim.
İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan
boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri
beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum.

Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı
bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci
oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım .

Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük
söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne
geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba,
sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan
bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak
kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım.

İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk
bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha
taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım.

Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi,
birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at
kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor,
bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum.

Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile
bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız
çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı.

Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü
özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için
bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi
ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum.

İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında
haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve
kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak
için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum.

Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi
için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve
sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana
gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız
olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve
dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım.

Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi
onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle
dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek
mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak
tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı.

Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş.
Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni
dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu.
Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim.

Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak
istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı
katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte.
Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki,
şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım.

Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı
çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim.
Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık
taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım.
Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim.

Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini
gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku
aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...
Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum.
"Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat
ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım".

O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapman
neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol".
O zaman yanıtladım:
"Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter.
Gerisi beni ilgilendirmez".

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat