Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 97

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.541 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Mayıs 2007       Mesaj #961
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çok Zaman Önceydi

Sponsorlu Bağlantılar
O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu. İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı. Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğer parcasına bugün, öteki parçasına da yarın. Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düsünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı. Farkında olmadan rezil etti bu gününü. Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı... Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı.
Ne yarın ne de dün!

DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
29 Mayıs 2007       Mesaj #962
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Bir varmış bir yokmuş her kesin biri birilerine güvendiği amma yalancılarında olduğu çok eski zamanlarda bir serçe varmış!..
Hikaye bu ya bizim serçenin ayağına günün birinde bir diken batmış. Serçe; bunu nasıl çıkarayım diye diyar diyar dolaşmış. O zamanlarda sac ekmek yapan bir aile görmüş ve onlardan yardım istemeye karar vermiş; 'Ev sahibi ev sahibi' evin yaşlı kadını cevap vermiş; 'buyrun serçe yavrum' demiş. serçe ; 'Aman efendim beni bu acıdan kurtar! ayağıma bir diken battı acısından duramiyorum'. Tamam demiş yaşlı bayan ve serçenin ayağına batmış büyük bir diken çıkarıp ekmek pişirdiği sacın altına atmış ve ekmeğini pişirmeye devam etmiş...
Sponsorlu Bağlantılar
Serçe; 'hani benim dikenim onu neden yaktın. Ya bana yedi ekmek verirsin ve ya bana dikenimi verirsin'. Yaşlı kadın; 'Aman serçe yavrum ben seni yaralı halden kurtardım sen bana teşekür edeceğine benden diken karşılığında bunca ekmek istiyorsun'. Serçe; 'anlamam bana ya dikenimi verirsin yada yedi ekmek' Yaşlı kadın bakar çaresi yok! tamam diyip ekmeği vermiş...
Yedi ekmek alan serçe yola koyulmuş, az biraz yol gittikten sonra bakmış bir çoban.. serçeninde karnı acıkmış; 'çoban kardeş gel yemek yiyelim bak bende kocaman yedi ekmek var ikimizede yeter ve artar' çoban; 'tamam' der zaten acıkmış. ikisi bir güzel karınlarını doyururmuşlar ama cin serçe bu kes çobana aynısını yapmış. 'Ya bana ekmeğimi verirsin ve ya yedi koç' uzatmayalım koçlarıda alıp yola koyulmuş. Bir düğüne rast gelmiş ve onlara da demiş ki; 'gelin bu yedi koçu keselim bütün davetlilere bir güzel ziyafet çakelim'. Koçlar kesilmiş, kazanlar dolusu yemekler pişirilmiş, davetliler tam bir ziyafet çekmişlet, ama serçe bu kez; 'ya bana yedi koçumu verirsiniz, ve ya gelini'. Aman sende olur mu hiç gelini biz sana nasıl veririz serçe diretmiş; 'kesinlikle ben koçlarıma karşı gelini istiyorum'. Hikaye bı ya gelinde verilmiş serçeye...
Serçe oradanda çıkmış yola epey bir yol gittikten sonra bir seyyar satıcı ile karşılaşmış. seyyar satıcı; 'hayırdır bu gelini nereye götürürsün sen bir serçesin ne yaparsın bu gelin'. Serçe; 'ben sana gelini verirsem sende karşılığında bana bir düdük verir misin?' diye sormuş. 'Hay hay tabiki veririm' Düdüğü alan serçe yüksekçe bit taşın üstüne çıkmış, düdüğü ağzına koymuş ve var gücü ile; 'Duuuuut Duuuuut' öttürerek uçup gitmiş...
Acaba biz insanlarda bu masal serçesi gibi hiç bir şeyimiz yokken hatta ayağımıza bir diken batmışken atıldığımız hayatta ne kadar adil davranıyoruz. Ve ne kadar zalim olsak da son nefesi bir duduk gibi çalarak terk etmiyormuyuz tüm kazançlarımızı

DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
30 Mayıs 2007       Mesaj #963
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği
iki katlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi
kokarlardı. Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi. Gölgeyi sever
menekşeler derdi. Oysa; öğretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez
yapığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı.
Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi...
- "Her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar?"
diye düşündü, durdu Hande...
Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden
farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar
güzeldi. Küçücük kafası o gün herkesden farklı olursan, bu hayatta değerli
olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğraş vermeye
başladı.
İlk, kimsenin yanına oturmak ği, "Hacer'in yanına oturmak istiyorum
öğretmenim." diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı.
Hacer bile şaşırmış, şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer, çok
dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi.
Hande ise; mühendis Kamil Beyin biricik kızı... Öğretmen, pek oturtmak
istemedi önce Hacer'in yanına Hande'yi...
Hande, ısrar ediyordu Hacer'in yanına oturmak istiyordu. Daha sonra
bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmem Hande'nin annesini çağırdı. Annesi
eve geldiklerinde Hande'ye sordu:
- "Neden yavrum Hacer'in yanına oturmak istiyorsun?"
Hande cevap verdi: "Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o
gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin. Oysa, her bitki güneşi
sever. Menekşeler farklı...
Belki de bu yüzden bu kadar güzeller... Hacer'in yanına kimse oturmak
istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum.Belki, Hacer de güzeldir,onu fark
etmek istiyorum." dedi.
Hande'nin annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4 .sınıf öğrencisi kızının
olgunluğuna hayran kalarak :
- "Peki kızım, kimin yanında istersen oturabilirsin." dedi.
Pazartesi, Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi,
hem Hacer... Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlar da soğumuştu
Hande'den. Nasıl Hacer gibi dağınık, bir şeyi iki kere anlatma ile anlayan
fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti?
Doktor Cemal bey'in kızı Esin idi en çok alınan...Anne babaları her hafta
sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı her Pazar... Nasıl
olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi? Çok gururu
kırılmıştı Esin'in... Hande ile konuşmuyordu.
Bir gün, Hande ve ailesi, Esinler'le dağ köylerinden birinde
gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler..
Hande, gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu.
İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı, arkadaşları ile arasının
bozulmasına sebeb olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi
iki kerede anlıyordu, yoksa aptal mıydı?
Sonra menekşeleri hatırladı. Hemen düşüncelerinden utandı. Hacer, farklı
diye yargılamamaları gerekiyordu. Hacer'in kimsenin bilmediği güzelliklerini
keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı.
Tam umduğu gibi olmuştu. Esin, somurtarak karşısında oturuyordu.
Hande ile konuşmuyordu. Hande, canını sıkkınlığından biraz dolaşmak
için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş
ve ayaz iyice artmıştı. Kar atıştırmaya başlamıştı. Hande kar'ı çok
seviyordu. Yürüdü, yürüdü... Köye gelmişti...
Bir evin önünde durdu. Evin penceresindeki saksıya gözü ilişti.
Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi...
Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi, eve doğru bir adım
attı, kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti. Bu Hacer idi.
Hande'ye gülümsüyordu... "Hoşgeldin Hande" dedi Hacer, biraz ürkek "Buyurmaz
mısın?"
Şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda, sıcacıktı. Odun
sobası her yeri ısıtmıştı. "menekşeler" diyebildi
sadece Hande, "bu soğukta???"
Hacer gülümsedi: "Onlar annem için, annem onları çok sever." Sonra yatakta
yatan kadını fark etti Hande.
- "Annen hasta mı?" dedi. Hacer: "Evet, 2 sene önce felç oldu, ona ben
bakıyorum. Bizim kimsemiz yok. Birtek ineğimiz var, onunla geçiniyoruz ama
tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek
vaktim olmuyor." dedi Hacer utanarak...
Bir de dedi: "Bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o
yüzden de çok yorgun okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum."
Hande'nin gözleri dolmuştu...
Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş
olmalıydı... Dışarıya koştu ve annesine sarıldı,ağlıyordu... Bir müddet
sonra "Anne, bu Hacer!" diye tanıştırdı sıra arkadaşını...
Hacerler'e gidip Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte.
Hande, annesine anlattı Hacer'in hayatını, ağlıyarak. "Bir şeyler yapalım
anne"dedi...
O hafta, annesi ve Hande, Hacerler'e gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine
taşıdılar... Hacer, artık Handeler'den okula gidip geliyordu.
Ne dağınıktı, ne de aptal... Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu...
Seneler geçti... Hacer ve Hande bir arkadaş değil, bir kızkardeşlerdi
artık...
Mor menekşeler Handey'e Hacer'i armağan etmişti... Hacer'e ise; hem
Hande'yi, hem hayatı...
Seneler sonra ikisi de evlendi... Hacer şimdi bir doktor...
Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi. Hastalarına vicdanı ile
birlikte şifa dağıtıyor...Hande ise; bir öğretmen...Çocuklara farklı olan
şeyleri sevmeyi de öğretiyor... Bir kızı var.
Adı: HACER MENEKŞE...
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #964
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi
ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü.

Kendi kendine:

İçinde hangi yiyecek var acaba ?” diye
düşündü.

Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu
anladığında yıkılmıştı

“Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!”
diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.

Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve
bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:

“Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil.
Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın” dedi.

Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla
domuzun yanına koştu ve,

“Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı
var!” diye adeta çırpındı.

Domuz anlayışla karşıladı ama,

“Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka
yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol”
dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,

“Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı
var!” dedi.

İnek ;

Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni
ilgilendirmiyor.” dedi.

Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü.
Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda
olduğunu
anladı.

O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik
farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden
bir
ses duyuldu.Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanınından
geliyordu.

Çiftçinin karısı, ne yakalandığını
görmek için
yatağından fırladı ve mutfağa koştu.

Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun
kısıldığını fark edememişti.

Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden
çiftçinin karısını ısırdı.

Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor,
zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının
ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde
kıvranıp duruyordu.

Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu
herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu.

Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine
geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler.

Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu
kesti.

Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli
ki çok zehirliydi.
Birkaç gün
sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.

Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et
sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı.

Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki
deliğinden izledi.

Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike
ile karşı karşıya ise tehlike bir gün hepimiz içindir unutmayalım
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #965
nünü - avatarı
Ziyaretçi
TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #966
nünü - avatarı
Ziyaretçi
YAŞAYARAK ÖGRENMEK!!!

Bir gün Napolyon düşman askerlerinden kaçarken, bir bakkal dükkânına girmiş. Bakkala hemen kendisini saklamasını emretmiş. Bakkal da Napolyonu müsait bir yere saklayıp, biraz sonra gelen düşmanları da :


'Az evvel biri koşarak şu tarafa kaçtı.'

diye savuştur­muş. Nihayet biraz sonra Napolyon'un muhafızları yetişmişler. Bakkal ömründe bir daha karşilaşamayacağı Napolyon'a sormuş:

'Efendim, af buyurun ama merak ettim, ölümle bu denli burun buruna gelmek nasıl bir duygu?'

Napolyon birden öfkelenmis.

'Sen kim oluyorsun da benimle böyle dalga geçercesine konuşabiliyorsun?'

diye bağırmış. Hemen askerlerine, Adamcağızı kurşuna dizmelerini emretmiş. Askerler bakkalın gözünü bağlayıp, karşisına dizilmişler. Mermiler namlulara sürülmüş, artık 'ateş' emri verilecek... Adamcağız içinden:

'Ah, ne yaptın sen? Şimdi ölüp gideceksin'

diye düşünürken,arkadan bir çift el uzanmış, gözündeki bağı açmış.Karşisında Napolyon varmış. Tek cümleyle cevaplamış Napolyon:

'İşte böyle bir duygu!'

"Yaşayarak ögrenmek, bedeli en yüksek ögrenme biçimidir..."
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #967
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng'i idam ettirdi, cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.

Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: "Şao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur. Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı..." Konfüçyüs "yaptığımın nedenlerini size anlatayım" dedi ve anlattı: "Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik; İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık; Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık; Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek; Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Şao-Çeng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #968
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar uzaklarda bir ülkede çok yakışıklı bir prens yaşarmış. Ancak
prens daha küçükken ülkedeki kötü kalpli cadının lanetine uğramış ve
üzerindeki bu lanet yüzünden her yıl sadece bir kelime konuşabiliyormuş.
Örneğin prens iki kelime söyleyeceği zaman bir yıl boyunca susuyor,böylece
ertesi yıl da iki kelime söyleme hakkı oluyormuş.

Bir gün bu yakışıklı ama talihsiz prens dere kenarında otururken, birde
bakmış karşıda küçük bir kulübe ve kulübenin bahçesinde muhteşem bir kız...
Saçları altından daha sarı, gözleri gökyüzünden daha mavi, dudakları
kirazdan daha kırmızıymış.

Prens bu güzelliği görünce aklı başından gitmiş, o anda vurulmuş kıza ve iki
yıl boyunca konuşmamaya karar vermiş. İki yıl sonunda kıza “çok
güzelsiniz” diyebilmek için... Ama iki yılın dolduğu gün prensin
içindeki bu ateş daha da büyümüş ve kıza “size aşık oldum” demek
için yanıp tutuşur olmuş. Böylece
“çok+güzelsiniz+size+aşık+oldum” toplam beş kelimeyi
söyleyebilmek için, geçen iki yılın ardından üç yıl daha konuşmamayı göze
almış. Ve beş yılın sonunda prens konuşmak için hazır olduğu sırada, birden
bu muhteşem güzel ve zarif kızla evlenmeyi, onu sarayının prensesi yapmayı
ne kadar istediğini fark etmiş. Böylece
“çok+güzelsiniz+size+aşık+oldum+benimle+evlenir misiniz?” toplam
yedi kelime söyleyebilmek için beş yılın ardından iki yıl daha sabretmeye
karar vermiş.

Ve prens bu platonik duygularla yedi koskoca yılı tamamladığı gün, artık
dünyanın en heyecanlı ve en mutlu erkeği olarak kızın yaşadığı kulübeye
koşmuş. Kız yine kulübenin bahçesinde oturuyormuş ve bir kitap okuyormuş.
Prens elindeki bir tek kırmızı gülü kıza uzatmış ve sormuş: “Çok
güzelsiniz, size aşık oldum. Benimle evlenir misiniz?”

Kız başını kaldırıp prense bakmış. Kulaklarını örten altın sarısı saçlarını
geriye atmış ve prense şöyle demiş:

“Efendim?...”


alıntı
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
31 Mayıs 2007       Mesaj #969
arwen - avatarı
Ziyaretçi
kalpten hediye


Uc kardes gurbete cikmislar para kazanmak icin.
Varmislar bir dort yola. En buyugu demis:

- Burada ayrilacagiz, uc yil sonra yine bu dort yolda birbirimizi bulacagiz ve kimin ne kazandigini gorecegiz.

- Bulunalim abi, demisler iki kucuk kardesler, elini opmusler ve helallasmislar.

En buyuk abileri inmis bir sehre, firinda ekmekci olmus ve uc yil icinde cuzdan dolu altin kazanmis.

Ortanca abiyi bir kopruye yakin meyhane acmis, ceplerini doldurana kadar sarap ve su satmis.

En kucukgu ise bir yasli adamla anlasmis, coban olmus.

Uc yil gectiginde, adam sayiyormus cobancinin kazandigi paralari, kusagindan cikarmis uc ceviz ve demis:

- Cok vefaliyim sana, cobanligin icin.
- Bu kadar para ediyor ya da uc ceviz.
- Paralari kalpsiz veriyorum, cunku onlar ates gibiler: Insan kolay yakabilir ellerini onlardan.
- Ama cevizleri kalpten veriyorum.

Genc delikanli dusunmus, dusunmus ve elini cevizlere dogru uzatmis.

- Cevizleri alacagim, cunku onlari kalpten veriyorsun.

Uc yil sonra uc kardesler dort yolda bulustiklarinda, buyuk abigi acmis cuzdanini, ortanca abigi ceplerinden bir torba cikartmis, en son olan kucuk kardesleri elini cebine sokmus uc ceviz cikartmis.

- Bu benim kazancim uc yil icin: Uc ceviz, ama onlar kalpten verildi.

- Bana yazsli bir coban verdi onlari, onun surusunu guttugum icin.

- Babam gibi endiseleniyordu benim icin.

Diger iki kardesi ona kizmislar.

- Hep goruyorduk aptal insanlari, hayir, senden daha aptal insan bu dunyada gormedik.

- Uc ceviz icin, uc yil calis!
- Don gerisi geriye de parani iste cobancidan, parani almadan baba evine sakin gelmeyi dusunme.

Genc delikanli uzuntuyle gerisi geriye donmus. Bir cesmeye varmis, egilmis iki yudum su icmeye, cunku acmis...

"Kirayim cevizleri" diye dusunmus.

Kirmis birinci cevizi. O an bir mucize olmus: Ceviz bir anda buyumus ve kabuktan koyunlar cikmaya baslamis. Butun suru cikmis cevizden. Genc delikanli toplamis surusunu ve baba evine dogru yol almis. Yuruyor, epeyce yuruyor ve dusunmus:

"Ikinci cevizi de kirayim - goreyim ne var onda!"
Ceviz kabugunu biraz araladiginda iki buyuk boynuzlu okuz cikmis. Genc delikanli okuzlerin zincirlerinden tutmus ve surunun ardindan cekmis. Koye girmeden once, ucuncu cevizi de kirmaya karar vermis: Kirmis.

Ondan bir genc kiz cikmis, kaleme yazilamayacak kadar guzellikte.

- Gotur beni, demis genc kiz, babanin evine.
- Ben dogmamis kizim, sadece senin olmak icin yaratilmisim.

Goturmus baba evine kizi. Abileri koyun surusunu, okuzleri ve genc kizi gorduklerinde dillerini yutmuslar.

Kalpten hediyenin ne demek oldugunu o zaman anlamislar
jöly - avatarı
jöly
Ziyaretçi
1 Haziran 2007       Mesaj #970
jöly - avatarı
Ziyaretçi
sevgi ağacı
Bir zamanlar, uçsuz bucaksız bir kum çölünün ortasında, yemyeşil yaprakları ile dibine gölge ve serinlik veren bir ağaç varmış. Çölün kavurucu ve acımasız sıcağı, kumları kızdırır ama bu ağacın yeşil yapraklarını kurutamazmış. Kızgın güneş ne yaparsa yapsın, yapraklar hep yeşil ve parlak olurmuş.

Güneşin sıcağından bunalıp kaçan tüm hayvanlar, bu ağacın gölgesinde dinlenir, esen rüzgarın tüylerini okşayışına kendilerini kaptırıp, uyuklarmışlar kaygısızca. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların gölgesinde güneşten korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde...

Çölün ortasında, kızgın kumlarla çevrili bu ağacın nasıl beslendiğini mi merak ediyorsunuz? Söyleyeyim: Sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu ağaç. Diğer ağaçlar gibi topraktaki suyu ve besinleri çölde bulamadığı için, sevgi ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan besini, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Sevgi Ağacı" derlermiş.

Gölgesinde barınan havyanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, ağacı sevindirirmiş. Bu uçsuz bucaksız çölde işe yaradığını anlayıp, daha çok sevgi ve mutluluk yaymak için yaşarmış.

Güneş bile, o kavurucu sıcağını tüm çöle yayan, suyu buharlaştıran, toprağı kurutan acımasız güneş bile, ona sevgi ile eğilir, ışınlarını ağacın üstüne yansıtmamaya çalışırmış. Ağaç, dibindeki hayvanların sevgisi çoğaldıkça büyür, büyüdükçe dallarını açar, yapraklarını kabartır, daha çok gölge yapmaya çalışırmış.

Rüzgar da onu pek severmiş. Çölde köşe bucak dolaşıp, kumları öfkeyle bir yerden ötekine savurup duran rüzgar bile, ağacın çevresine gelince yumuşar, gölgesinde uyuklayan hayvanları serinletmeye çalışırmış. Hafif hafif estikçe, ağaç da yapraklarını sallar, çöl sıcağını uzaklaştırırlarmış el birliğiyle...

Çöl ortasındaki Sevgi Ağacı, gölgesinde yaşayan hayvanların sevgi ve mutluluğu ile beslenip büyürken, gölgesindeki hayvanları da mutlulukla doyururmuş. Ağacın gölgesinde kedi ile fare kucak kucağa uyurken, köpekler kedilerin tüylerini yalarmış. Ağacın gölgesi büyüdükçe, altında daha çok hayvan barınır olmuş. Ağacın yaprakları büyüdükçe kalp biçimini alıyor, sevgi ile çarpıyormuş "pıt, pıt" diye...

Bir gün, tüm havyanlar Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluk içinde yaşayıp giderken, uzaktan bir tilkinin kumlar üzerinde sürünerek ağaca doğru geldiğini görmüşler. Hepsi birden el etmişler tilkiye, "Çabuk yürüsün, ağacın gölgesine sığınsın" diye. Tilki tam ağaca yaklaşacağı sırada, sıcak çöl güneşi onun tüm gücünü emivermiş. Zavallı tilki, bitkin bir durumda kumlar üzerinde serilip kalmış boylu boyunca...

Hemen üç küçük çöl faresi, kumların arasında yuvarlana yuvarlana, ölmek üzere olan tilkiye koşmuşlar. Kuyruğundan ve ayaklarından çekiştire çekiştire, ağacın gölgesine taşımışlar onu bin bir güçlükle...

Tilki kendinden geçmiş bir durumda, ağacın gölgesinde hareketsiz yatarken, tüm hayvanlar sevinç çığlıkları atmışlar: "Yaşasın tilkicik kurtuldu" diye. Hepsi de Sevgi Ağacı'nın gölgesinin tilkiyi iyi edeceğini, bitkin ve baygın yatan tilkinin bir süre sonra kendine geleceğini biliyorlarmış...

Sevgi Ağacı, çevresindeki havyanların düşündüklerini doğrularcasına, kalp biçimindeki yapraklarını eğmiş tilkinin üzerine. Dallarını ve yapraklarını sallamış, serinletmiş sıcaktan bitkin düşen tilkiyi. Sonra rüzgar yardıma gelmiş. En yumuşak okşayışı ile serin serin üflemiş tüylerini. Diğer hayvanlar sevinç gösterisini sürdürmüşler, "Ağaç daha çok beslensin, tilkiyi kurtarsın" diye. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmüşler, "Yapraklara renk gelsin, pıt pıt kalp gibi çarpsın" diye...

Sevgi ve mutluluk ilacını alan tilki, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Önce soluk almış derinden. Ciğerlerine sevgi ve mutluluğu çekmiş bir nefeste. Kanı ısınmış. Kuyruğunu sallamış mutlulukla. Ayaklarını oynatmış yavaşça. Kendine gelip gözlerini açınca, çevresinde oynaşan, mutluluk çığlıkları atan havyanlara bakmış gülümseyerek.

Sevgi Ağacı onu iyileştirip, eski gücüne yeniden kavuşunca, kendine gelmiş ve birden ayağa kalkmış. Şöyle bir gerindikten sonra silkinmiş. Tüylerine yapışmış çöl kumlarını temizlemiş daha güzel görünmek ve rahatlamak için. Kumlardan arındıktan, Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluğu kana kana içip, kendine geldikten sonra, tüm hayvanlara teşekkür etmiş, yardımlarını esirgemeyip, kendisini hayata döndürdükleri için...

Ama tilki bu rahat durur mu? Hayvanların arasında dolaştıkça sinsi sinsi, birinden aldığını diğerine, bire bin yalan katıp, aktarmaya başlamış. Hayvancıklar eskisi gibi birbirlerini sevgi ile okşayacaklarına, birbirlerine hırlamaya başlamışlar. Dişlerini gösterip, bir diğerini kovalamışlar düşmanca. Onların birbirlerine kızıp hırlamaları tilkiyi pek sevindirmiş. Sinsice gülmüş: "Yaşasın, aralarındaki dostluğu yıktım" diye.

Dosluk ve sevgi yıkılıp, hayvanlar birbirlerine düşünce, birlikteliklerinden doğan güçleri kalmayacak, tilki de bir yolunu bulup, tek tek tuzağa düşürüp yiyecekmiş havyanları. Kurgusunu sinsice uygularken düşünememiş Sevgi Ağacı'na zarar verdiğini. Havyanların birbirlerine olan sevgisi ve güveni azalınca, ağaç beslenemez olmuş. Önce yaprakları küçülmüş, mutluluk suyunu içemediği için. Sonra güneşin yakıcı ışınlarına engel olamamış. Küçülen yaprakların arasından sızan ışınlar, gölgesini azaltmış. Barış yok olmuş. Barışın yerini korku ve kuşku almış. Kuşlar dallar arasında kaçışıp durmuşlar, tilkinin tuzağından kurtulmak için. İçlerine bir korkudur girmiş. Korkan kuş ötebilir mi? Susmuşlar hepsi de...

Sevgi olmayınca güçsüz kalan ağacın dalları zayıflamış, yaprakları dökülmüş süzülerek. Rüzgar da yardım edemez olmuş ağaca. Sıcak kumlar üflemiş gölgesine. Tüm hayvanlar, kum fırtınalarından korunmak için kovuklara sinmişler, birbirlerinden uzak. Kaçışan, kovalanan hayvanlar varmış ağacın tükenmek üzere olan gölgesinde...

Bu duygusal yıkımı gören üç küçük fare bir kenara çekilip, aralarında bir plan yapmışlar, diğer hayvanlar görmeden, kimse ne yapmak istediklerini bilmeden, tilki duymadan. Bir gün tilki sıcakta uyuklarken miskin miskin, yanına yaklaşmışlar sessizce. Zayıflamış gölgeden sürükleyerek, kızgın çöl kumunun üzerine taşımışlar tilkiyi uyandırmadan. Sıcak çöl güneşi durur mu? Hemen atılmış tilkinin üzerine. Daha önce yarım kalan işini bitirmiş. Almış tilkinin tüm gücünü. Sıcak çöl güneşi tilkinin gücü ile doyarken, üç küçük fare, zayıflamış gölgenin altında duran diğer hayvanlara seslenmişler. Aralarındaki kavgaya son vermelerini, yoksa sevgi ağacının tümüyle güçsüz kalacağını, kendi sonlarının da tilkininkinden pek farklı olmayacağını anlatmışlar dilleri döndüğünce...

Önce hayvanlar homurdanmış ve farelerin sözlerine kulak asmak istememişler, ama her an gücü tükenen Sevgi Ağacı'nın acı dolu yakarışları ve ağlayarak dökülen yapraklarını görünce çaresiz boyun eğmişler söylenenlere. Birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Eskisi gibi barış, sevgi ve mutluluk içinde yaşamak istediklerini dile getirmişler ağlayarak. Utanç gözyaşları oluk oluk aktıkça, birbirlerine duydukları kini temizlemiş kalplerinden. Sonra, kıpır kıpır çarpıntılarla sevgi yeniden filizlenmiş. Çiçekler açmaya başlamış kalplerde. Gülmüşler olanlara, kurnaz tilkinin yaptıklarını düşünüp. Kuşlar da ötmeye başlamışlar mutluluğu müjdeleyerek. Aralarındaki sevgi yeniden yeşerince, Sevgi Ağacı da susadığı mutluluktan içmiş kana kana. Böylece Sevgi Ağacı yeniden canlanıp büyümeye başlamış. Hem de eskisinden daha güçlü ve daha görkemli olmuş...

Yaşamları eski günleri aratmayıp daha da iyi olunca tüm hayvanlar bir araya gelmişler. Bir tanecik Sevgi Ağacı'nı korumak istemişler. Onu her yere yaymak için kuşlar görevlendirilmiş. Kuşlar sevgi ağacının tohumlarını uçurup, her gittikleri yere dikeceklermiş. Böylece, Sevgi Ağacı bir yerde solup, yok olmaya yüz tutsa da, bir başka yerde büyümeye devam edebilecekmiş. Sevgi Ağacı'nı olası tehlikelerden uzak tutmak ve onu daha güvenle büyütmek için, görünmez yapmaya karar vermişler. Kuşlar, görünmeyen Sevgi Ağacı tohumlarını, dünyanın her yerine yaymışlar...

Zamanla her yerde Sevgi Ağaç'ları büyümüş, kocaman yaprakları, upuzun dallarıyla birbirlerini kucaklamışlar, "Tüm sevgiler ve mutluluklar birleşsin, birbirlerinin gücüne güç katsın" diye...

Dünya üzerinde bir yerlerde, kuyruğunu sallayan köpeğe sevgi ile yaklaşıp, onun tüylerini okşayan birisini görürseniz, bilin ki oralarda Sevgi Ağacı vardır. Dallarını eğmiş, kalp biçimdeki yapraklarıyla sevgi pınarından içiyordur.

Sevgi Ağacı'nı, el ele gezen, birbirlerini seven, kucaklayıp öpen insanların arasında da görebilirsiniz. Onların sevgisi ile beslenip, mutluluk gölgesi altında onları koruyordur.

Sevgi Ağacı'nı göremezseniz, hemen utanç gözyaşları ile kalbinizdeki kini ve kötülükleri yıkayın. Kalbinizde sevgi filizleri açılsın. İnsanları, hayvanları ve doğayı sevin. O zaman her yerde yemyeşil Sevgi Ağaç'larını görürsünüz. Sizi yakıcı güneşten, tilkinin sinsi kurnazlıklarından korumaya çalışır. Size sevgi ve mutluluğun gölgesini, serinliğini sunar. Onun gölgesinde, doğal sevginin mutluluğu ile yaşarsınız sonsuza değin.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat