Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 96

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.567 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Mayıs 2007       Mesaj #951
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Biraz su..
Yeni evli bir çift vardi. Evliliklerinin daha ilk aylarinda, bu isin hiç de
Sponsorlu Bağlantılar
hayal ettikleri gibi olmadigini anlayivermislerdi. Aslinda birbirlerini sevmiyor degillerdi. Son zamanlarda o kadar sik olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüslerdi. Ama simdilerde,
küçük bir söz, ufak bir hadise aralarinda orta çapli bir kavganin çikmasina
yetiyordu. Bir aksam oturup, iliskilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her
ikisi de, bosanmayi istememekle beraber, islerin böyle gitmeyeceginin
farkindaydilar. Erkek, "Aklima bir fikir geldi" dedi. "Bahçeye bir agaç dikelim
ve eger bu agaç üç ay içinde kurursa bosanalim. Kurumaz da büyürse bunu bir daha
aklimizdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayri ayri odalarda kalalim." Bu ilginç fikir haniminin da hosuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidani aldilar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karsilastilar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardi...

€c€m - avatarı
€c€m
Ziyaretçi
26 Mayıs 2007       Mesaj #952
€c€m - avatarı
Ziyaretçi
dagarcik10118

Sponsorlu Bağlantılar
dagarcik10118 kalp dagarcik10118 kalpGenç adam elinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi...
Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince
ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde
her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı.
Kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızısı güller... Sanki dalından yeni koparılmış
gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor,
aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller...
Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler.
Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi,
"Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi.
Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi deli gibi atmaya başlamıştı.
Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse
kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu.
Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden
hiç bir şey kaybetmemişti.. Onları hiç bir şey ayıramazdı...
Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...
Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı,
1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca
önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu.
Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu.
Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...
Gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti. Denizin sonu
yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu.
Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü.
Kendi aralarında söyleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış,
sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari
onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok
biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları
nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları.
Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?

İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.
Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu...
Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel
dansediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam.
Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok...
Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak
için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak,
denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp
hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı?
O zaman neden gelmemişti yine??...

Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı.
Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki...
O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam.
Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını
kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar
ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba
diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu dedi.
7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu.
Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu.
Gözlerinden bir damla daha yaş güllerin üzerine damladı...

Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı...
Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu...
Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin
ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı...
dagarcik10118 kalp dagarcik10118 kalp
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Mayıs 2007       Mesaj #953
arwen - avatarı
Ziyaretçi



Ne Gerİ DÖnen Aynidir, Ne Gerİ DÖnÜlen!!!


Şiddetli bir kapı çarpması duyuldu. Yüreği yerinden oynadı kadının, titredi, ama tepkisizliğini korudu. Adam, kaçarcasına indi merdivenlerden. O an, öfkenin özgürlüğünü, sinir uçlarının titrediğini, adımlarının çıkardığı sesi, ve yüreğinin pres altındaki değişimini hissediyordu. Dışarıda, alaca bir aydınlık, tene keskin bir kılıç ucuyla dokunan soğuk, birde şekilden şekle giren bulutlar vardı. Her şey olması gerektiği gibiydi evinin dışında.

YILLANMIŞ EVLİLİĞE USULCA DOKUNDUĞUNDA SUSKUNLUK ...

“N’oludu böyle?” dedi, kendisiyle konuşur gibiydi. Birden bire gelen afetti. Doluya yakalanmış, camdan şemsiyesi kısa sürede tuzla buz olmuştu. Denge uçurumlardan aşağıya bırakmıştı kendini. Kristallerin yer çekimine yenik düşerek yerle kavuşması gibi duygular ve hisler saçılmıştı ortalıklara. Neye uğradığının farkına henüz varamamış, bilmediği onlarca duyguyu ev sahipliği yaparak bakakalmıştı. “Noldu böyle?” diyordu, şaşkınlık ve öfke yalnız bırakmıyordu. Avuçlarını yüzüne bastırıyordu. “n’oldu böyle? Lanet olası °°°°net hangi cehennemdeydin? Allah kahretsin! Allah kahretsin!” ne yapacağını, ne düşüneceğini bilmez haldeydi. Sanki hiç tanımadığı bir boyuta geçmişte, o boyutun yeniliğini alışamamış, ama eski boyutta da kalmak istemezmiş gibi yabanıl duyguların içindeydi.

GERÇEK DUYGULAR TEMELDEN SARSILMAYA GÖRSÜN BİRKEZ, GERİ DÖNÜLDÜĞÜNDE NE GERİ DÖNEN AYNIDIR, NEDE GERİ DÖNDÜĞÜ YER...

“Biz mutluyduk! Biz mutluyduk!...” kısa cümleler ağzında nakarata dönüşüyor, bıkana kadar tekrarlıyordu. “Bizi herkes gıpta ederdi! Ve uyumumuzu örnek alırlardı!.. kızgınlıklarımız bile ufaktı... N’oldu böyle?”

Çoğu zaman, gereksiz tartışmaların saçmalığını bildiğinden, haklı olsa da özür dilerdi. Hala öfkesi geçmez ise, affetmesi için yalvarırdı.... boş yere sorun çıksın istemiyordu; yada çıkan sorun gereksiz yere sürsün. Tek isteği vardı eşinden, uyum! İyiydi... bu güne değin iyi idare etmişlerdi... “n’oldu böyle? bize n’oldu böyle?” derken, kendine inandırması gereken bir gerçek varmışta, bunu anlamakta güçlük çekiyormuş gibi vurgulu kullanıyordu ses tonunu. Sanki bu olanlar gerçek değildi, sanki onlar yaşamamışlardı; bir rüyaydı, yada başka bir hayatın karmaşasını dıştan izler gibiydi.

“Bir iş, bir ev, çocuklar!.. Üç harika evlat... Her şey güzeldi!.... daha ne? ... Ne ister insan?... Varsın çoğu zaman sokulmasın yanıma, varsın iki muhabbet etmesin... Sudan bahanelerle dengemi bozsun, sen akıllı bir adamdın, gelmezdin bu oyunlara.”dedi kırgın ve kendi kendine kızan bir insanın sesiyle; üşüyordu. Hava ayaz mıydı, yoksa buz dağına çarpan yüreğinin çaresiz donduruculuğu muydu pek önemi yoktu şu an. “Birbirimizin dilinden hiç anlamayıp anlarmış gibi görünseydik de bunları yaşamasaydık.... kötü bir eş, iyi bir anne!... iyi bir anne o!... neyim var benim?! Bu başkaldırı niye?!” diyordu, içinde başkaldıran suçluluk ve cesaret savaş mağdurlarıydı. Bir an durakladı....... ruhunun derinliklerinden yükselen fısıltıyı dinledi. “Artık kaçacak bir yerin, sığınacak bir yalanın yok! İnanmıyorsan paramparça ortalığa saçılan gerçeklere bak!” Bu ses nasılda susturmuştu nakaratlarını. “Kendinle yüzleşme gerçeğini anlayamadın henüz!” dedi o ses. Sahip olduğu her şeyi hoşnutlukla saymıştı da, eşinin varlığını farklı bir ikirciklenmeyle dile getirmişti. Bugüne değin derinlerde gizlediği kırgın ve küskün ruhu, onu anarken sevgiyi esir almıştı. Tükenmiş bir sevda türküsü çığırtkanlığı yapmaya hiç hali yoktu.

KORKULAR, GERÇEKLERİ HEP EN ÖTELERE İTER DE, YALANCI BİR OYUN BAHÇESİ KURDURTUR BİZLERE.

“Sevda ölür mü? Yada sevda sandığımız duygu sanmaktan öte gidemediği için mi olduğu yerde kalır, yada bizimki gibi bozguna uğrar.....yiter gider hiçlikte?” bugüne değin bunca soruyu kendine sormakta nasıl korktuğunu, gerçeklerden nasıl kaçtığını anladı ilk kez. Gerçekler göz ardı edilip ötelenince, olmayanı varmış gibi yaşamak, bu sonu ertelemişti muhtemel. “Şimdi n’olacak?” diyordu sesindeki kaygıyla. “Korkak adamım ben! Korkak adamın tekiyim.”

Bazen hiç umulmadık anlarda kapılar acar ruhumuz. “Hadi gir!”der bize. Ruh gözüyle
dengesizliklerimizi, sezgilerimizi görmemizi ister. Ama bizler akıllı olduğunu inanan bir yığın akılsız insan, tenezzül bile etmeyiz önümüze açılan kapıları. “Gerek yok!” deriz, çarparak kapatırız.. Çünkü kendimizden bile gizlediğimiz gerçekler hep korkutur, türlü sorunlara gebedir ve biz bu gerçeklerin sevimsizliğini yaşamaktansa, doğru sandığımız yalanların dinlendiriciliğini yeğleriz. Ta ki, kendimize yalan söyleyecek takatimiz kalmadığını keşfedene dek.

YETER ARTIK! DEMEK KOLAY OLSAYDI EĞER...

Neler düşlemişti sevda yangını yüreğinde. Sevda sandığı hayalin kucağında, uçmayı başaramamış bir kuş yavrusu gibi çırpınıp durmuştu. Yalan duygular gerçek olsun, gerçek yaşanılası bir dünya sunsun diye... Ama hisler karşılıklı değilse, arkasına bakmadan kaçıyordu sevda “Ve ben, bakmaktan doyamayacağım gözlerine en parlak yıldıza bakar gibi bakıp, yorgun bedenimle dizlerinde uyuyacağım. Senin kucağında senin rüyanı göreceğim, ta sonsuza kadar.. Aşkın gecelerime dolunay gibi doğduğunda.” Cümleleri düşse bile satırlara, satırlara dokunan sevdalı bir yürek yoksa, önemini yitiriyordu. Bunun farkına vardıkça, kor üstüne dökülmüş su gibi sönüyordu sevdası.

Hepsi hayaldi, istenirse gerçekleşme ihtimali en yüksek hayallerdendi. Hayallerinin gerçek dışı olması ve bunlarla yüzleşmek kırıp dağıtmıştı onu.

Parkın ölgün ışıkları altında, gecenin sessizliğinde, içini titreten esintinin umursamazlığıyla dertleşiyordu; yapayalnızdı. Hep yalnızdı. İlk kez doğruları itiraf edebiliyordu kendine. Yorgun adımlarla her akşam eve yöneldiğinde sevgi kırıntıları arıyordu ruhunu doyuracak. Bir yudum su arıyordu tohumun boy vermesini sağlayacak. Sert bir kaya gibi bakıyordu gözler. İrkiliyordu; anlamsızlığa ve sevgisizliğe yok etmek adına didiniyor, çabalıyor, parçalanıyordu. Her görmezden gelip elini ona uzattığında havada asılı kalan parmaklarının takatsizliği... ah rengini yitiren hayaller, yeter artık terk etmeyin beni!.. Ruhunun bitap düşmesi, bakışların umursanmaması, duyguların, hislerin, sevilerin bir daha çıkmamacasına gömülmesi... bu gerçeği kendine itiraf etmesi yıllarını almıştı.
Dağların doruklarında öbeklenen bulutlar, ayın bıraktığı çiğ bir aydınlıkla dans ediyordu. Hayvan figürleri, çiçeklere, akarsulara, sonra beyazlar içinde bir geline dönüşüvermişti. Yeniden başlama arzusu işte tam o an düşmüştü içine. O gelinin yerine kime koyabileceğini düşündü....düşündü.... sevda yiteli çok olmuştu ruhunda. Ne geçmişten, nede şimdiden bir siluet insana dönüşerek gülümsedi karşısında. Bomboş bir yürek, kıraç bir duygunun solduruculuğunu yüklemişti ona. Bunca geçen zaman, nasıl olurda yalnızlığını kendi kendine itiraf ettirmez, bunu anlamaya çalışıyordu. Yeniden başlama duygusu güçlendikçe güçleniyor, düşler düşleri, hayaller gerçekleri kovalıyordu. Hep yaşattığı veya yaşatmak için didindiği sevdayı istiyordu... Güzel bakışlı bir kadın, yumuşak sözleriyle ruhuna sevgi dağları örsün istiyordu. İçindeki çocuk okşanılmayı, okşamayı istiyordu. Üşüme nöbetleri geçiriyor, bir anda aklına düşen sevdanın ateşiyle ruhu ısınıyordu.”Gerçek bir sevda... bunu istiyorum ben... Gerçekten bir kadın istiyorum hayatımda. İlk kez başka bir kadını düşlüyorum ve ilk kez hayalini kurduğum yaşamı istiyorum. Yıllardan sonra ilk kez... Bir sevda ..... Allah’ım n’olur! Yardımına ihtiyacım var... yüreğimin üşümesinden kurtar beni!.”diyordu. “Sevda aranılmaz ki, o kendiliğinden bakar yüze sevdanın gözleriyle....”

BAZEN YOĞUN BİR SİSE TESLİM OLUR DUYGULAR, AMA SİS DE KALKAR, GECE DE BİTER, GÜN DOĞAR YÜZÜMÜZE

Gözlerini kapadı. Ruhunu hayal dünyasına hibe etmişti şu an. Buna ihtiyacı vardı. Gerçeklerin acıtıcılığıyla başka türlü yüzleşemezdi.
“Senden nefret ediyorum bunu bil! Benim için hiçbir anlam ifade etmiyorsun! İstediğin her şeyi yapabilirsin! Defol git! Öğrencilerinle uğraş, rahat bırak beni!” cümleleri hala kulaklarında çınlıyordu. Paltosuna sıkıca sarıldı ve usulca gecenin ayazlı kollarına bıraktı kendini.
“Baba!..........Babacımm!”
“Efendim kızım!”
“Bizi sevmiyor musun? Hala bizi sevmiyor musun?”
“O da nerden çıktı?”
“Sen söylüyorsun?”
“Olur mu öyle şey kızım!.. Hiçbir zaman sizi sevmediğimi söylemedim, bunu biliyorsun.”
“Ama sevmiyorsun.”
“İyide buna nasıl karar verdin?.. O gelinlikte ne sırtındaki? Elini tuttuğun çocuk kim? Arkanızda duran adam?... N’oluyor böyle?” Kızının gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, nihayet babasıyla konuşabilme gücüne erişerek karşısına geçip sorular sormaya başlayabilmişti.
“Bizi yok ediyorsun baba!”
“Prensesim, seni ne çok sevdiğimi bilmezmiş gibi konuşursun. Olur mu öyle şey!”
Yerinden kalktı. Nedenini anlamasa bile kızının sesindeki mutsuzluğu ve gözlerinden süzülen yaşları silmek istiyordu. O bir adım attığında kızı on adım uzaklaşıyordu. İkinci adımdan sonra kızına doğru adım atmaktan vazgeçti; akıllı adamdı. Hemen iki adım geri attı. Kızını yakınlaştırdı.
“Bizi yok ediyorsun baba!” dedi kız yine.
“Sizi yok etmektense ölürüm daha iyi kızım. Bunu hepiniz bilirsiniz. Nasıl inanırsın böyle şeylere? Ben sizin incinmenize bile dayanamazken.”
“Ama geçmişini silmek üzeresin! Bizi yok etmek üzeresin! Bak bu torunun, buda kocam.”
Sıçrayarak kalktı uyuyup kaldığı banketten. Soğuk iliklerine işlemişti. Şimdi ruh üşümesi büsbütün artmıştı. O kısacık anda sızıp kalmasına kendide şaşırdı. “Hiçbir şeye akıl sır erecek gibi değil. Yardımına ihtiyacım var Allah’ım.”

Tepelerin doruklarında şekilsiz duran bulutlara baktı, birde göz kırpıp duran yıldızlara..... zaman kavramı yitmişti....uykuda yitirdiği zaman ne kadardı farkında değildi. Şehrin gürültüsü azalmış, yüksek binaların camlarından yansıyan ışıklar sönmüş, gökte parlayan ay yeryüzünü gümüşi bir tülle örterek, bütün şehri rüyanın kollarına çekmişti.

Yüzünü avuçlarının içine aldı; öylece kaldı bir süreliğine. Aklında rüyadaki kızının yüzü vardı. Kan çanağına dönmüş gözleri, elinden sıkıca tuttuğu oğlan çocuğu ve yüzünü net olarak hatırlayamadığı genç bir adam.Usulca kalktı yerinden, ayaklarının onu nereye sürükleyeceğini bilmiyordu. Kendini, ara sokaklarda, Tanrının unuttuğu insanların yaşadığı karanlık ve dar sokaklarda buldu. Eli ayağı donmak üzereydi. Çiğ aydınlık, binaların gölgelerini dokunamasa da soğuk esinti kağıt parçalarını, naylon poşetleri gizemli şekillere sokup savurarak başından aşağıya bırakıveriyordu.

Keşke bir tek sigarası olsaydı; yada bir içki masasında hiçbir şeyi anımsamadan yuvarlasaydı rakı bardaklarını. Hiç kültürü yoktu ki bu konularda. “Acizlik bu olsa gerek” diye geçirdi içinden. Bu şekil güçsüzlüğü ilk yaşıyordu, bu şekil yenilmişliği. Bir otel odasında onlarca insanın uyuduğu ve yüzlerce rüyalara ev sahipliği yapan yatağa uzansa.... ama dört duvar arasını istemiyordu şu an. ayakları sürüklüyor, o da itirazsız peşine düşüyordu.... Şu kısacık zamanda ne çok su akmıştı köprülerinin altından. Ne çok düş kırılıp parçalanmış, ne çok sevi terk etmişti.

Kızının siluetine tutunup kalmıştı.... Ve silmek istediği geçmişteki bağımlılığını düşündü. Üç buruk yüz, üç canından can koparan sevgi ve boynuna sıkıca dolanan sıcacık kollar.Bundan böyle yabancılıkları su yüzüne çıkan iki küskün insanın yaşam rollerini üstleneceklerdi. Adımlarının sürüklediği noktada durdu, başını yüksek binaların pencerelerine dikti, ortalardaki bir evin camından perdelerin koruyuculuğunu aşan ölgün bir ışık sızıyordu geceye.


Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
27 Mayıs 2007       Mesaj #954
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Bir gülün hikayesi

Onlarla yıllar önce tanıştım. Bir bar veya diskotek yada gece kulübü, yani yemekten sonra dans edip, eğlenmeye, müzik dinlemeye gidilebilen bir yerde. Ben masalardan birinde, tek başıma vazonun içinde duruyordum. Canım sıkılıyordu aslında. Özel olarak bu iş için, evleri, barları, restoranları ve işyerlerini süslemek, insanlar tarafından sevdiklerine hediye edilmek üzere yetiştiriliyordum. Benim kaderimde de buraya satılmada vardı, sevdiklerimden ayrılmış, bu vazoya yerleştirilmiştim. Can sıkıntısı içinde akibetimi bekliyordum daha ne kadar yasayacağımı bilmeden. Kimse benimle ilgilenmiyordu. O gelene kadar... Çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları, düzgün vücudu, sade elbisesi ve benim kadar kırmızı dudakları kadar yıldız gibi parlıyordu. Kapıdan içeri girer girmez gözüm takıldı. Onun elinde, saçında veya yakasında olmak isteğiyle dolup taştım birden. Boş masama otursunlar diye dua ettim. Yanında birileri vardı, etrafa bakıyorlardı. Bende bakındım ve kalbim çarpmaya başladı, benden başka boş masa yoktu, demek ki bana geleceklerdi. Yanılmamıştım. Oturur oturmaz beni fark etti. Tanrım ne güzel bir kırmızı gül diyerek önce beni seyretti, sonra yapraklarıma yumuşak elleriyle dokundu, daha sonra burnuna götürdü beni. Ben onun dokunuşları ve kokusuyla ürperirken oda benim kokuma bayılmıştı. Eline alıp, uzunca bir süre tuttu beni. Arada bir kokladı, kokumu içine çekti. Erkeklerden ikisi benim güzelle ilgileniyordu. Aralarında gizli bir rekabet vardı. İkisi de arkadaştılar, daha doğrusu iş ilişkileri vardı ama güzel kadın yüzünden birbirlerinden nefret ediyorlardı. Bir ara adamlardan esmer olanı dansa kaldırdı kadını. Beni yerime bırakıp eşlik etti adama. Uzaktan izledim onları, konuşmalarını duymuyordum ama anladığım kadarıyla tam anlamıyla asılıyordu. Benimkide gülümsüyor, arada bir başını eğiyor, bir şeyler söylüyor, çoğu zamanda bakışlarını adamdan kaçırıyordu. Sıkıldığını anlamıştım. Tam oturmuşlardı ki, sarışın olani kaldırdı dansa. Onu da kırmadı. Aşağı yukarı ayni şeyler cereyan etti. Ama bu adam daha kibardı ve sanırım ondan daha cok hoşlanmıştı. Derken... Derken o çıkageldi. Hiç beklemediğim, ummadığım bir anda masaya geldi. Diğerlerinin arkadaşıymış kadınla ilk kez tanışıyorlardı. Küçük bir merasimden sonra kadının yanına oturdu. Ben yine onun ellerindeydim... Birden kadının kulağına eğilip, "kırmızının sana çok yakıştığını biliyor musun?" dedi. Sesi çok ateşliydi. Doğrusunu isterseniz, ben bile etkilenmiştim. Gözlerini kaldırıp ona gülümsediği an bakışlarının son derece çarpıcı olduğunu gördüm. Benim ki daha etkilenmişti. İkimizde dikkatlice incelemeye başladık adamı. Kendini beğenmis bir havasi vardı. Yakışıklıydı Allah için, Şık ve iyi giyimli, ağzı laf yapan biriydi. Sık sık kulağına bir şeyler söylüyor, oda çapkına gülümsüyordu. Meğer oda benim gibi kapıdan içeri girdiği andan itibaren güzel kadını izlemiş. Birkaç dakika sonra iş isten geçmişti. Tahmin ettiğim şey gerçekleşti. Yukarılarda dolaşan Eros, ikisini görür görmez oklarını kalplerine sapladı. O andan itibaren yalnızca ikisi vardı orada. Birlikte dans ettiler, sarıldılar, konuştular... Bende mutluydum ama birazdan onların gideceğini düşünmek acı veriyordu. Daha goncaydım, en azından bir haftalık ömrüm vardı, ama bundan sonraki günlerimi burada, bu karanlık yerde geçirmek istemiyordum. Beni alırmıydı giderken? Yanında götürürmüydü? Ben bu duygularla doluyken kalkmakta olduklarını fark ettim. Tanrım gidiyordu! Gidiyorlardı. Adam geldikten sonra benimle hiç ilgilenmemişti. Beni unutmuştu. Ayağa kalktı, çantasını aldı, ceketini omuzlarına attı ve yavaş yavaş uzaklaştı masadan. Beni bırakarak... Kahrolmuştum. Bütün ümitlerim sona ermişti. Ona son bir kez veda etmek üzereyken, genc adamın masaya döndüğünü gördüm. Bir şey unutmuştu herhalde. Geldi bana uzandı. Yoksa... Beni aldı, önce kokladı, kokumu onun yaptığı gibi içine çekti ve onun yanına gitti... Gözlerinin içine bakarak "bütün bir gece çok hoş bir ikiliydiniz, onu yalnız mı bırakacaksın" diyerek beni uzattı. Daha önce biraz kıskanmıştım, ama o anda çok sevdim bu adamı. Sarılıp öpmek geldi içimden. O gece ve sonrası onlarla birlikte aşkı, mutluluğu, tutkuyu, ihtirasi yasadım. Çok büyük bir aşka tanık oldum. Ama korkuyordum. Hislerim bu aşkın uzun sürmeyeceğini söylüyordu. Evet çok seviyorlardı birbirlerini ama başka dünyaların insanıydılar... Her şeyleri farklıydı. Bu ilişki onları tüketecekti... Beni bir hafta boyunca vazoda baktı. Her gün suyumu değiştirdi, uzun yaşamam için vitaminlerle besledi beni. Her sabah yataktan kalkınca okşadı, sevdi, kokladı. Her akşam eve geldiğinde benimle ilgilendi. Yapraklarımın dökülmekte oldugunu fark edince kurumamamı, yapraklarımın dökülmemesini sagladı. ömrümü uzattı. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala yaşıyordum. Hala onunla beraberim. Onun yatağının başucundayım. Ben onunlayım ama buluşmamızı sağlayan bizimle değil artık. Korktuğum başıma geldi. Bir yıl sürdü ilişkileri. Aşk dolu geceler yerini kavgalara bırakti. Hic istememe ragmen birbirlerini kirmalarina sahit oldum. Onunla birlikte bende ağladım. Her kavga, daha tutkulu bir barışmayla sonuçlanıyordu. Ama sonra bir gün gitti ve bir daha hiç aramadı... Ama o günden sonra her gün bir arkadaşım geldi evimize. Her gün kırmızı bir gül getirdi çiçekciler. Kimden geldiğine dair hiçbir not olmadı güllerin üzerinde. Ama oda bende kimin gönderdiğini biliyorduk. Aradan yıllar geçti, başkaları geldi gitti eve. Ama o hiç gelmedi. Gülü hep geldi. O da güllerin hiçbirini atmaya kıyamadı. Hepsini yaprakları dökülmeye başladıktan sonra kuruttu, yaprakları ufaladı, banyoda, odalarda sakladı. Saklamaya devam ediyor... Bu güzel kokulu evde ben öldüm bir gün ve... benimle birlikte o güzel kadın da öldü.
Ama ev hala onun kokusuyla doluydu
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
27 Mayıs 2007       Mesaj #955
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
En Güzel Çiçek

Bir gün kitap okumak için parka gitmiş, yaşlı bir söğüt ağacının uzun, dağınık dallarının yanındaki boş banka oturmuştum. Hayatımdan bezmiş bir halde, dünyanın alay edercesine, üst üste silleler vurmasına içerlemiş, homurdanıyordum.
Tüm bunlar günümü mahvetmeye yetmezmiş gibi, oyun oynamaktan bitap düşmüş küçük bir çocuk nefes nefese çıkageldi. Yanıbaşımda, kafası aşağı eğik bir şekilde durdu ve büyük bir heyecanla bana "Bak ne buldum!" diyerek elindekileri gösterdi.
Elinde bir çiçek vardı ve çiçek acınacak durumdaydı. Çiçeğin bütün yaprakları yırtılmıştı. Sanırım çiçek ya yeterli yağmur görmemiş ya da pek ışık alamamıştı. Çocuğun ölü çiçeği alıp gitmesi için sahte bir gülücük attım ve kafamı başka yöne çevirdim. Ancak çocuk dönüp gideceğine yanıma oturdu. Çiçeği burnunun üstüne getirerek, şaşırmış bir şekilde "Bu kesinlikle çok hoş kokuyor ve ayrıca da çok güzel. İşte bu yüzden onu kopardım; al, bu senin için." diyerek çiçeği bana doğru uzattı.
Getirdiği bu çiçek yabani bir ottan başka bir şey değildi, renkli göze hoş gelen bir şey de değildi ama biliyordum ki onu almazsam çocuk gitmeyecekti.
Ben de çiçeğe doğru uzandım ve "Bu tam ihtiyacım olan şeydi." diyerek cevap verdim.
Ama çocuk avcumun içine koyacağı yerde, öylece havaya doğru tutuyordu çiçeği. İşte o zaman çocuğun gözlerinin görmediğini anladım: çocuk kördü.
En güzel çiçeği seçtiği için ona teşekkür ederken sesim titriyor, gözlerimden yaşlar boşalıyordu. "Bir şey değil" dedi gülümseyerek ve sonra koşarak oyununa geri döndü, bende bıraktığı etkiden habersizce.
Orada otura kaldım ve bu küçük çocuğun yaşlı söğüt ağacının yanında oturan ve kendi kendine acıyan bu yaşlı kadını nasıl gördüğünü merakla düşünmeye başladım. Benim sıkıntılı olduğumu nasıl bilmişti? Çiçeği neden bana getirmişti? Bir ihtimal, kalp gözü ona doğruyu göstermişti.
Sonunda kör bir çocuğun gözlerinden problemin dünya ile ilgili olmadığını anlamıştım: problem bendeydi. Oysa ki gerçek kör bendim ve tüm zamanımı bir kör olarak geçirmiştim. İşte o gün etrafımdaki güzellikleri görmeye ve benim olan her anın tadına varmaya ahdettim. Ve sonra solmuş çiçeği burnuma yaklaştırarak o güzel kokuyu koklamaya başladım. O sırada küçük çocuk elinde başka bir otla, parkta oturan başka bir yaşlı adamın hayatını değiştirmeye gidiyordu..

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Mayıs 2007       Mesaj #956
arwen - avatarı
Ziyaretçi
o eski aşkım



lisede bi kız vardı adı bahar ilk sevdigim kız. ama karşılıksız. kızı her gördügümde elim ayagım titriyordu kekeme oluyor kalp atışlarım hızlanıyordu kızın gözleri hala aklımdan gitmiyor. neyse. kaç kere niyetlendim kıza gidip söylemeye. ama yapamadım baktım yüz yüze söyliyemicem en iyisi telefonda söylemek dedim. biraz dedektiflik yapık kızın baba adını ve nerde oturdugunu ögrendim . telefon rehberinden buldum ama telefonda dahi kızın sesini duyunca heyecanlanıyordum. ve malesef okul bitti baharı artık göremeyecektim. unutmaya çalıştım unutur gibi oldumda. ama kendimi kandırdıgımı askere gidince anladım.askerde insan kendini çok yanlız hissediyo. aksilik kızın telefonu hala aklımdaydı. içimden bir ses baharı arayıp çook çook geçte olsa onu sevdigimi söylemem gerektigini söylüyordu. dayanacak güçüm kalmamıştı ve aradım bahar çıktı telefona. ve ona butün olanları anlattım. ve bana dediki. keşke bunları zamanında söyleseydin artık çok geç ben nişanlıyım bu yaz evlenicem deyince ben yıkıldım. ama biyandanda rahatladım. çünkü artık içim içimi kemirmiyodu. şimdi bahar kadar sevecegim bir kız çıkmadı karşıma. bunu genel bölümde anlattım ama burayada koymak istedim
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
28 Mayıs 2007       Mesaj #957
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi Köprüsü

Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yasayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı.
Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi :
- - "Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim", dedi. "Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm." Büyük kardeşin aklına o an bir "iş" geldi.
- - "Evet, sana göre bir işim var" dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti. "Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var." İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu :
- - "Benden ne yapmamı istiyorsunuz?" dedi. Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı :
- - "Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir", dedi. "Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım." Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi. "Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum" , dedi. "Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın". İş arayan usta, başını salladı:
- - "Sanırım durumu anladım, efendim", dedi. "Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım.
Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu. Akşam güneş batarken o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama, derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla "usta işi" denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu.
Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyordu :
- - "Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin", dedi ağabeyine. "Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel..."
Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü.
- - "Gitme, dur, bekle'" diye seslendi ona. "Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde..." Usta gülümsedi :
- - "Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek", dedi ve ekledi : "Yapmam gereken daha çok köprü var..."
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
28 Mayıs 2007       Mesaj #958
nünü - avatarı
Ziyaretçi
1

Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar
deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık
hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle
gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.
Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir
leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan
havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)
Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıtla yaktım,
jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül
edip savurdum.

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

2

Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan
kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü.
Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi
yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu
sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu
zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim
sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama
durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri,
peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar,
soruyorlar, soruyorlar...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

3

İki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek
istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?
Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla,
dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir
duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı
yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu.
Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

4

Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar
deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki
bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış.
Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne
beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının,
vebalının bir rengi vardır. İrinin bir rengi... Ölünün bile bir
rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin
rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

5

Killi, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.
Soyumun neye benzediğini unuttum. 'İnsana benziyorlardı'
diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun
halkasında insanlık...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

6

Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek
sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir
yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki
çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.
Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla
çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu
damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. İnce bir kan şeridi
sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...

Adımdan gayrısını bilmiyorum.

7

Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür
sakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımı
değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya
dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba
kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum
dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün
vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir
su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir
kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi
artık. Küstü, öldürdü kendini su...
Su çürüdü...

Adımdan gayrısını bilmliyorum
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Mayıs 2007       Mesaj #959
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVEN ADAMLA PAPATYA

Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek
bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki
çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre.
Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara.
Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek
bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan
bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya.
Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan
ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.
Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan
sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii
bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış,
rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş
oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş.
Papatyanın zarar görmesinden öylesine
korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza
dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki...
Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu
hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu
insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam,
gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan
doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı
ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden
koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu
yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş.
Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş,
koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş,
direnmiş. Seven adam anlayamamış
bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya.
Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş...
Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki,
soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi
adam bunu görsede anlayamıyormuş,
papatya soldukça üzerine daha çok titriyor,
iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış
öğrenen adam, en sonunda dayanamamış
ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş.
Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama
ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen
direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu
direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki,
o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük
kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona
öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş.
Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam.
Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa
bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak
para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de
hemen fayda etmezmiş papatyaya.
Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması
gerektiğini görmüş gözündeki perdeler
kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş,
rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama
çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de
üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu
bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik
ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece,
yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı
olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin,
papatyasının yanında olacakmış. Seven adam,
papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu
sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta,
çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için
değerli olan tek şey varmış, o da çayırda
tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri
olmayan güzellikteki o tek papatya.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
28 Mayıs 2007       Mesaj #960
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendiside pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.

Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.

Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti.

Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı.

Kese altın doluydu.Bir de kralın notu vardı içinde.

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

"Her engel, yaşam koşullarınızı iyileştirebilecek bir fırsattır

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat