Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 27

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.280 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #261
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hayat
ben hayatim boyunca hata yapmamak icin ugrasirken en zayif animda en buyuk hatayi yaptim.sevginin insani zayif dusurdugune inanir ve sevgiyi kendime yakistiramazdim.o ise evet derken hayatimin en buyuk sevgisini ve en buyuk acisini yasayacagimi tahmin edemezdim ki...universiteyi bitirmis ve 4 yildan sonra tayinin cikmisti.artik hayatim istedigim gibi daha duzenli olacakti ama ordan uzaklasmadan onun seni kaybedemem sorusuna gitme sarhosluguyla hayir diyememistim.o an kaybedecek bir seyimde yoktu aslinda,olmazsa ayrilirdm.hayatimda ilk defa birinin kiz arkadasi olacaktim.hep kacmistim ama ona yok diyememistim bunun nedenini bile dusunmemistim o zamanlar,aradan bir yil gecti cok guzeldi evet artik seviyordum birini...onumla evlilikten bahsetmeye baslamistik ki;o anda aramizdaki ucurumu farkettik ikimiz...o ve ben ikimiz oldugumuz surece cok mutlu oluyorduk ama aileler araya girince mezhep farkliligi iyice kendini belli etmeye basladi.simdi aramizda uzun yollardan baska ailelerimizde var.ve biz birbirimizin sevgisini tuketiyoruz onlar icin.bu sevgi daha ne kadar surebilir kimbilir,ama onunla ayrilsak bile onu hep bana bakarken gulen gözlerle hatirlayacagim.biz basaramadik ama ne olur siziz gözleriniz sevdiginizin ellerini birakmasin.
Yazar: anlamsiz
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #262
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"HER AĞAÇ BİR ÖMÜRDÜR"
Mecidiye köy’ de, iç içe geçmiş binaların konuşlandığı mahallelerden birinin içindeydi bizim sokağımız. Daracık beton merdivenlerin iki yanına sıralanan irili ufaklı, çoğu eski ve bakımsız evlerden oluşurdu. Evlerin bazıları o kadar eskiydi ki, geçip giden yılların izlerini çok derinden taşırdı. Zamanın getirdiği aşınmanın olumsuz etkilerine, birde yoksulluğun getirdiği bakımsızlık eklenince evlerin hali içler acısı bir durum almıştı. Pek çoğunun yüzündeki sıvalar dökülmüş olduğundan, altında ki tuğlanın siyahlaşan rengi etrafa sırıtırdı. Daha iyi durumda olanların yüzünde ise, üst üste bilmem kaçıncı kere sürülmeye çalışılan boyalar alaca bulaca renk karmaşası yaratırdı.
Sponsorlu Bağlantılar

Çok katlı binaların arasına sıkışıp kalan, güneş görmeyen evlerin zemin katlarından yükselen rutubetin acı ve keskin kokusu, insanın genzini yakar, bu koku mutfak pencerelerinden buram buram sokağa süzülen yemeğin kokusuyla birbirine karışınca, çoğu zaman insanın içini kaldırırdı.
Sokağımızdaki birkaç evin bahçesinde dikili olan ağaçların dışında, yeşil alan neredeyse yok denecek kadar azdı. Doğaya düşman beton canavarının tüm hızıyla yeşili yok etmeye çalıştığı bir zamanda, henüz insanların yüreklerini taşlaştıramadığı bir sokakta, iç içe bir yaşamın tüm zorluğuna rağmen, içlerinde yaşayan insanlar gibi omuz omuza dayanmış evlerin arasına sıkışıp kalan evimizin bahçesindeydi benim dert ortağım dut ağacım.

Dedem, yıllar önce bahçe sınırlarını belirlemek için, eline geçirdiği tüm meyve fidanlarını gözüne kestirdiği her bir yere dikivermiş. Bunların içinde en cılız en bodur boylu olanı dut fidanıymış. Fidanı dedeme satan pazarcı, aldığın ağacın dutu çok güzel olur, inşallah tutar demiş.
Bizim fidan pek nazlı çıkmış, bir ara kurur gibi yapmış, dedem yaşamaz deyip, söküp yerine başka fidan dikmeye karar vermiş. Sonra birden ne olduysa olmuş yaşamaya karar vermiş.
Bir gayret dört kolla sarılmış tutunmuş toprağa, cılız gövdesinin üzerinde minicik yeşil bir yaprak belirivermiş. Sonra her sene biraz daha kalınlaşmış gövdesi, dalları her sene biraz daha uzamış, yaprakları irileşmiş mis kokulu bal tadında dutlar vermeye başlamış. O zamanlar daha küçücük birer çocuk olan annem, teyzem, dayım bu bahçede yetişen ağaçların tadına doyulmaz meyvelerinden yiyerek, gölgelerinde oyunlar oynayarak büyümüşler. Zaman geçip oyun oynama sırası bize geldiğinde bizler oynamaya başladık bu ağaçların altında.

Çok yaramaz çocuklardık biz çok... Bir yandan ben, bir yandan teyzemin ve dayımın çocukları, arkadaşımız olan kim varsa, oyun oynayacağız diye doluşurduk bahçeye. Önce portakalı soyar başucumuza koyar, bin bir yalan uydurur, sonra içimizde kıpırdanmaya başlayan kurtlara yenik düşer azmaya başlardık. Biraz itişir biraz didişir üst üste alt alta yerlerde yuvarlanırdık.

Bu arkadaşlarımdan biride Ayşegül’dü. O benim hem okul hem de oyun arkadaşımdı. Beline kadar inen bukle bukle sarı saçları, deniz mavisi gözleri, cılız denecek kadar zayıf bedeni ve bembeyaz bir teni vardı. Azıcık sinirlense yahut güneşte biraz fazla kalsa, yüzündeki çiller kendini daha çok belli ederdi. Anne ve babasının bir tanecik çocuğuydu, belki de bu yüzden her istediğine sahip olmuş, hep şımartılmıştı. İşine gelmeyen bir şey oldu mu, mızıkçılık yapar suratını asıp oturur ya da istediği şey olana kadar durmadan ağlardı.

Ayşegül’le aynı okula gidiyorduk ama sınıflarımız aynı değildi. Aynı sınıfta olmak aynı sırada oturmak istemiştik, olmamıştı. Ama bu bizim arkadaşlığımızı engelleyememişti.



Dersler bitip çıkış zili çaldığında, Ayşegül ile okulun ön bahçesinde bulunan Atatürk büstünün önünde buluşurduk. El ele tutuşup okulumuzun önünden geçen caddenin iki yanına yerleştirilen trafik lambasının ışığının yeşil yanmasını bekler, sonra yaya çizgilerinden bir adım bile çıkmadan caddenin karşı tarafına geçerdik. Kendi mahallemize geldiğimizde, soluğu doğruca bakkal Şakir amcanın dükkânında alırdık. Dükkânın önündeki basamaklara oturup vişneli meyve sularımızdan içer, içi kremalı bisküvilerden yerdik. Kalan paramızla birer emzik şeker alır evin yolun tutardık. Pembe çizgili minik defterlerimizden yapılacak ödevlere bakar, ne kadar zamanda biteceğini hesap eder, alel acele ödevlerimizi yapar, bahçede ağaçların altında evcilik oynayabilmek için kendimize zaman yaratmaya çalışırdık. Dersler bittiğindeyse elimizde bebekler, dut ağacının altında buluşur, oyun mekanımız için yer hazırlardık.

Oyun evimiz için kendi evlerimizden getirmeye çalıştığımız eski kilimler, el örgüsü paspaslar, minderler… Yemek için zamane meyveleri… Eğer şanslı günümüzdeysek annelerimizin misafir günlerinden arta kalan kekler, poğaçalar, börekler…
Çocuk mutfağımızın vazgeçilmezi pembe plastik çay takımları.
Ahh! Güzelim çocukluk zamanları.

En sevmediğim şeylerden biri oyunun en güzel yerinde annemin “Nehirr… Kızım gel”. Diye beni çağırmasıydı. Aman Allahım nasılda ifrit olurdum.
İstemeye istemeye cevap verirdim.
“Nee anne yaa”…
“Kızım gel bir dakika.”
“Ya anne ne var yaa oyun oynuyoruz biz yaa”.
Annem kaşları çatık vaziyette;
“Ben kaç defa söyledim sana! Ya diye konuşma benimle”... derdi.
“Ya tamam bi daha söylemicem yaa…”
Verdiğim cevaba daha çok sinirlenen annem bu sefer ses tonunu daha da sertleştirip,
“Nehirrr!... “Hadi kızım makine de çamaşır sıkıyorum çıkamam ben şimdi dışarı. Bir şişe süt, altı tane de yumurta alda gel” diyerek kesin emrini verirdi.

Oyun arkadaşım kaçıp gitmesin diye söz alır, ondan sonra yollanırdım bakkala.
Atkuyruğu saçımı oyana buyana sallayarak, hoplaya zıplaya merdivenleri iner, inerken de fırfırlı eteğimin kabaran görüntüsüne kendimi kaptırır, bir prenses olduğumu zannederdim.
Prenses olarak merdivenleri inmek pek bi keyifliydi ama elimdeki torbayla merdivenleri çıkmak, ölüm gibi gelirdi.

Yine böyle isteksizce gittiğim bir bakkal dönüşünde isyankar bir şekilde sormuştum dedeme. “Başka yer yokmuydu? Neden bu kadar tepeye yaptınız bu evi sanki”.Diye.
Dedem, “gel otur yanıma anlatayım” demişti. Dizinin yamacına sığındığım dedem, anlatmaya başlamıştı; “Bak torun, biz buralara ilk geldiğimizde aşağı cadde var ya. Hah işte oradan boklu dere geçerdi. Bizim evin buralar o zaman yeşil, ağaçlıklı güzelim tepelerdi. Arsayı bize satan adam tanıdık biriydi. Hemşehrim, gel sen benim sana göstereceğim yerden al arsanı, iki kuruş fazla ver, pişman olma demişti. Onun için bizde buradan aldık arsayı. O zamanları görmedin sen, göreydin böyle konuşmazdın zaten. Bir yağmur bir kar yağsa, dere taşar, etrafındaki evleri boklu sular basardı.

Vıcık vıcık çamur deryasına dönen yerde yürümeye kalksan yürüyemezdin, ayağındaki lastik pabucun birini kurtarsan diğer teki mutlaka çamurun içinde kalırdı. Yazın ise pis kokusundan sineğinden böceğinden durulmazdı.

Bakma şimdi buraların tıkım tıkım olduğuna, bizim ev en kıymetli evlerden biriydi. Aha şu bahçe kapısının önüne dikili verdin mi? Her yer ayağının altında kalırdı. Hele bir de manzaraya karşı oturup, bir bardak demli çayı aldın mı eline... Ohh... Gel keyfim gel. Ne günlerdi bee” demişti. Dedem.

Yüzüm avuçlarımın içinde, kaşlarımı kaldırıp, “hee anladım tamam ama, yinede keşke azıcık daha aşağı yerlere yapsaydınız evimizi bizde daha rahat oynayabilirdik hem de durmadan bakkala gitme derdinden kurtulurduk” demiştim dedeme.
Gülümseyerek, sigara tablasının içine düzgünce sıraladığı sigaralarından birini çekip dudaklarına götürmüş, diğer elinde tuttuğu kibrit kutusundan bir dal kibriti ateşleyerek sigarasını yakmış, bir nefes çekip geri bırakmıştı. Az önce anlattıkları, yıllar önce yaşananlar gibi bir sigara dumanının ardında kalakalmıştı.

Beni ne zaman bakkala gönderseler ve ne zaman benim oyunum bozulsa, Ayşegül’de oyunbozancılık yapar hemen eve kaçardı. Neymiş efendim annesi yalnız görünce eve çağırıyormuş.
“Ana kuzusu ne olacak!!"
Keyfim kaçar tünerdim dut ağacının tepesine, bir iki dut atıştırır sonra karşımda canlı kanlı biri otururmuş gibi Ayşegül’ ü şikayet ederdim sessizce beni dinleyen ağaca.
Canım ağaç güzel ağaç nelerimi dinlemedi ki!

Hiç unutmam yine bir gün oyun oynarken, Ayşegül, illa Sinan’ı da çağıralım diye tutturmuştu. “Sinan oynamaz bizimle” demiştim ama “ben onunla oynamanın yolunu biliyorum hadi gidip çağıralım” diye ısrar etmişti.
“İyi de ne oynayacağız?” diye sorduğumda,
“E tabi ki doktorculuk” demişti.
“Neden?” diye sorduğumdaysa
Geçen gün, Sinan’ın doktor olmak istediğini öğrendiğini söylemişti.

Sinan, merdivenli sokağımızın başında bahçesi tahta çitlerle çevrili, yeşile boyalı iki katlı evin ikinci katında, babaannesiyle birlikte otururdu. Bizden sadece bir yaş büyüktü. Ama boyu bizden oldukça uzundu. Esmere çalan teni, kömür karası saçları vardı. Saçlarını hep yan tarar, tepesinde asilik yapıp sürekli havalanan saç tellerini avucun içiyle bastırmaya çalışırdı. İnce yüzünde fındık kadar küçük burnu ve her daim pırıl pırıl bakan yaprak yeşili gözleri, o gözlerin ardındaysa gizlemeye çalıştığı tarifsiz bir hüznü vardı. Bu hüznün sebebi yıllar önce kaybettiği anne ve babasıydı.

Bir bayram sonrası gittikleri memleketlerinden dönerken, kendini bilmez bir kamyon, anne ve babasının içinde bulunduğu otomobile çarpıp kaçmış. Otomobil önce bariyerlere çarpmış sonrada takla atmış. Hurdaya dönen arabanın içinde sıkışıp kalmış annesiyle babası kurtaramamışlar.
İstanbul’ da okusun büyüsün diye babaannesi almış Sinan’ı. Kadıncağız tek oğlunun emanetine sahip çıkıp, torun kokusuyla gidermiş evlat hasretini. Üstüne titremiş Sinan’ın, gözünden sakınmış, bir dediğini iki etmemiş, yememiş yedirmiş giymemiş giydirmiş, bu yaşlara getirmiş.

Sinan, bizlere nazaran çok efendi çok ağırbaşlıydı, her hareketi ölçülüydü. Biraz fazlaca gülmeye kalksa anlayamadığımız bir şekilde susuverir sanki hep bir şeylerin altında ezilirdi. Ama yinede herkes onu çok severdi. Babaannesinin sözünden bir adım dışarı çıkmazdı.
Havanın güzel olduğu günler evlerinin ön cephesinde bulunan küçük balkona oturur, hiçbir ses’e kulak vermeden elindeki kitabı okur, babaannesinin getirdiği sütten içer bisküvilerden yerdi.

Ders çalışmak istemeyip avare gezindiğim zamanlarda annem kulağımdan tutup, Sinan’ı gösterir “şu çocuk kadar olamıyorsun, ya ağaç tepelerindesin yada aklın fikrin oyunda eşşoğlu” deyip kulaklarımı çekerdi.

İçinde çiçeklerin dikili olduğu yoğurt ve deterjan kaplarıyla dolu balkonun önünde dikilip, ikimiz birden Sinannn... diye bağırmaya başlamıştık. İkinci kez seslenmemize gerek kalmadan balkonda göründü Sinan.
Şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp,
“Efendim ne oldu?” dedi.
“Gelsene oyun oynayalım.”
“Matematik ödevim daha bitmedi”.
“Akşama yaparsın”.
“Bilmem ki!”
“Ya hadi gel. Bak doktorculuk oynayacağız”.

Dudaklarında beliren hafif bir tebessümle karşılık verip “İyi tamam geliyorum”. Dedi.
Ayşegül pis pis sırıtarak “ben sana demedim mi bak”. Diyerek böbürlendi. Allahın bilmişi.

Sinan elinde siyah bir çantayla indi aşağı.
“Nerde oynayacağız?” diye sordu.
“Bizim bahçeye gidelim, dut ağacının altında oynarız”. Dedim.
“Tamam”. Dedi.
Minderlerden, sedyemizi hazırladık. Sinan elindeki siyah çantasını açtı. İçinden oyuncak siteteskop, şırınga, iğne, pamuk, küçük bir şişenin içinde kolonya ve birde yara bandı çıktı.
Hepsini dizdik bahçe duvarının üzerine.

“Evet, kızlar hasta kim olacak?” dediğinde,
Ayşegül, “ben olacağım boğazım çok ağrıyor” diyerek balıklama atlamış böylece oyunumuz başlamıştı.
Ayşegül, kolunda kırmızı çantası, hayali muayenehanenin kapısını vurdu.
“Tık tık”
İçeriden Doktor Sinan’ın sesi duyuldu.
“Buyrun.”
“İyi günler doktor bey”.
“İyi günler”.
“Şikâyetiniz nedir?”
“Boğazım çok ağrıyor”.
“Tamam, oturun ben bir bakayım”.

Sinan gerçek bir doktor edası ile muayenesine başladı.
“Açın ağzınızı aaa deyin bakayım”.
“Aaaaaaa”

Ayşegül öyle bir aaaa dedi ki, ben bile gördüm buradan bademciklerini.

Sinan elini çenesine dayamış tek kaşı kalkık düşünceli bir hal ile,
“Hımmm... Evet boğazınız kızarmış, iltihap var” Dedi.
Ayşegül, korkmuş gibi görünerek,
“Eyvahhh ne olacak şimdi?” diye sordu.
Doktor Sinan hastasını telkin edercesine,
“Merak etmeyin bir iğne yapacağım birde reçete yazarım bir şeyiniz kalmaz”. Dedi.
Hastalık hastası Ayşegül sevindi.
“Yaşasınn”.

Sinan, şırıngasına iğnesini taktı. Pamuğa biraz kolonya döküp, Ayşegül’ ün koluna sürdü. Ve iğnesini yaptı. Pis numaracı, sanki gerçek iğne oluyor gibi “ahh ahh canım çok acıyor doktor bey” dedi durdu.
Doktor Sinan, son işlem olarak, pantolonun arka cebinden çıkardığı not defterine aspirin ve vitamin alınacak diye reçete yazdı.
Geçmiş olsun diyerek hastasını yolcu etti.

Bana dönüp, “Nehir sıra sende sen gel bakalım dedi”.
Tam, hayali muayenehanenin kapısını tıklatacakken, Ayşegül domuzu yine oyun bozancılık yaptı, ve;
“İyi ama benim bebeğim Nehirden daha hasta”. Dedi.
Doktor Sinan’ın cevabı gecikmedi.
“İyi ama, o oyuncak bebek Ayşegül”. “ben oyuncak bebek muayene etmem”dedi.
Mızmızlanan Ayşegül,
“Bana ne yaaa”. Baksana nasıl ateşi var” diye ısrar ediyordu.

Allahım içimden nasılda Ayşegül’ü dövmek geliyordu. Kendimi zor tutuyordum, somağını şişirmişti yine sarı domuz ağladı ağlayacaktı. Bıkmıştım ben bu kızdan.

Doktor Sinan yan gözle bana bakıp üzülmeyeyim diye göz kırpmış, ve Ayşegül’ e dönerek,
“Tamam tamam hadi getir ona da bakayım” demişti.

Onlar bebeği muayene ederken, bende evin bahçesindeki merdivenlere oturup Sıramı beklemeye başladım.Oturduğum yerde iki büklüm eğilip, ayağımdaki kırmızı terkliklerime baktım. Aaa birinin tokası düşmüş. Diğeri yan tarafından yırtılmaya başlamış. Annemden yeni terlik istemem gerek ama şimdilik Sinan yırtık terliklerimi fark etmese bari diye düşündüm.

Beklemekten sıkıldım ben,
“Ufff… Hadii daha bitmedi mi?” Sinan.
“Biraz sonra bitecek Nehir”



“Sinannn... Sinannnn...”
“Efendim babaanne. Gel oğlum yemek saati.
“Tamam, babaanne geliyorum”.
Sinan alel acele eşyalarını toplayıp çantasına koydu. Ben gidiyorum sonra yine oynarız. Dedi.
Ayşegül ve ben “güle güle diyerek” Doktor Sinan’ ı evine yolcu ettik.

Sinan gidince Ayşegül geldi oturdu yanıma.
“Bak, Sinan Bebeğime yara bandı yapıştırdı”. Dedi.
“Aman ne güzel, çocuğa birde oyuncak bebek muayene ettirdin” dedim.
“Bana ne ettiricem işte” dedi.

Annesi balkondan Ayşegül’e sesleniyordu. “Ayşegülll kızım gel bakkala git. İki ekmek al sonra sende gel, yemek yiyeceğiz”.

“Tamam, anne geliyorum”. Dedi.
“Hadi görüşürüz.” “Tamam hadi görüşürüz” dedim

Bebeğini yanımda unutup fırladı gitti. Bebek elimde gözüm bebeğin kolundaki yara bandındaydı. Domuz Ayşegül hep mızıkçılık yapıyor sonrada kasım kasım kasılıyordu. İki basamak üstte annemin örgüsü vardı.Ve şişleri gözüme takıldı. Kırmızı ip yumağının içine sokulmuş boş şişi usulca çekip aldım. Ve Ayşegül’ün bebeğinin açılıp kapanan o güzelim mavi gözünü çıkarıp fırlatıp attım. Biraz önceki bebekten eser yoktu. Bebek şimdi çok çirkin olmuştu.

Kendimi haklı göstermek için içimden, “sen misin durmadan mızıkçılık yapan al sana” Diye geçiriyordum ki,
Ayşegül, “Nehirr..” “Bebeğim oradamı?” diye çıka geldi.
Az sonra kızılca kıyametin kopacağını bile bile, bön bön Ayşegül’ün yüzüne bakıp, bir gözü artık olmayan bebeğini kendisine uzattım.
Bir bebeğe bir bana baktı. Ve yine bademcikleri gözüktü. “Anneeeee.... Nehir bebeğimin gözünü oymuş”. “Anneeee..”. Koşarak eve gitti. Yanmıştım, birazdan başıma kim bilir neler gelecekti. Kesin dövecekti annem beni.

Annesi, Ayşegül’ ün elinden tutmuş, gelip dayanmışlardı kapımıza, beni şikâyet etmişlerdi anneme. Annem sinirlenmiş, hiç durmadan bağırmaya başlamıştı. Bağırtıyı duyan mahallenin meraklı kadınları toplanmışlardı bahçeye, Ayşegül’ü susturmaya çalışmışlardı.“Ağlama kızım yenisini alırız, kazara olmuştur demişlerdi” ama nafile. Sarı domuz o kadar çok ağlıyordu ki, akan sümükleri burnunu çektikçe balon gibi şişip iniyordu.
Kaçacak başka yer yoktu, bende tünemiştim ağacın tepesine, korkudan gık sesim çıkmıyordu. Annem belinde mutfak önlüğü, elinde terlik dikilmişti ağacın altına.

“İn aşağı”.
“Ya anne valla istemeyerek oldu.”
“Nehirrr! bağırtma beni in diyorum aşağı”
Annemin yüzü o kadar kızarmıştı ki! ağzını her açtığında püskürttüğü ateş yüzümü yakıyordu.
Başıma gelecekleri biliyordum.
“Döveceksin biliyorum inmeyeceğim”.
“İn, yoksa ben çıkıp kıracağım kemiklerini”
“Ali kıran baş kesen misin sen”.
“İn aşağı bağırtma beni”.

Ağlıyordum bir yandan, korkudan çişim gelmişti bir yandan.” Ya annecim valla bak isteyerek yapmadım kazayla oldu” desem de, ı ıh annem ikna olmuyordu. İçimden “öl, geber emi” Ayşegül diye geçiriyordum.

Sabrı tükenen annem, elinde terliğiyle ağaca çıkmaya çalışmıştı. Bir yandan “Annecim ne olur gelme, valla bak bi daha yapmicam” diye bağırıyor, bir yandan da daha üst dallara çıkmaya çalışıyordum. Bir üst dala atladığımı sandığım an kendimi kütt.. diye yerde bulmuştum.
Birden neye uğradığı şaşırmıştım canım çok acıyordu.
O an ilk gördüğüm kişi annem di, yüzü bembeyaz olmuştu, “Nehirrr...” Diye bir çığlık atıp üzerime doğru eğildi. Dövecek sanırken annem beni göğsüne bastırdı. O kadar çok korkmuştu ki, korkudan elleri titriyordu. Telaşla yüzümü gözümü kontrol etmiş, “acıyan bir yerin var mı annecim” diye sormuştu?
Kollarımda bacaklarımda sıyrıklar vardı. Dizimde kanıyordu. En önemlisi alnım çok acıyordu.
Anne her yerim acıyo... başımda ağrıyo diyerek fırsat bu fırsat basmıştım çığlığı. Öyle böyle değil ama ne ağlamak ne ağlamak ... Feryadım sarı domuzu bile susturmaya yetmişti.
Komşu teyzelerden biri elinde bir bardak suyla çıka gelmiş, iç yavrum iç korkma bir şeycik olmaz demişti. Burnumu çeke çeke sudan bir yudum içmiş, geri kalanıyla da annem yüzümü yıkamıştı. Sonra da Ayşegül’e dönüp, gel kızım sende ağlama artık, bak siz kardeşsiniz, öpüşün barışın bakiim, ben sana yarın daha güzel bir bebek alırım demişti. Ufak tefek sıyrıklarla atlattığım kaza sonucu her şey tatlıya bağlanmıştı.

Hava kararmak üzereydi kim icat etmişti bu çarpım tablosunu. Yedilerle sekizleri sevmiyordum ben. Almıyordu kafam almıyordu işte. Annem de kafayı takmıştı bu uyuz çarpım tablosuna illa bu akşam ezberlenecekti, sözlü yapacak eğer bilemezsem ceza verecekti.
Oturduğumuz odanın tülünü aralayıp dışarı baktım, akşam telaşı çökmüştü sokağımızın üzerine, dayanamadım anneme görünmeden kapı aralığından sıyrıldığım gibi attım kendimi bahçeye. Tünedim yine ağacımın tepesine, huzur bulduğum ağacımın yüksek ve uzun kolları arasında her şey sanki olağandan farklı görünürdü gözüme, çocuklarını eve almaya çalışan annelerin mücadelesi görülmeye değerdi, işten yorgun argın gelen insanların kapı önlerindeki bir nefeslik sohbetleri, çocukların eli kolu dolu gelen babalarının boyunlarına atılmaları ne güzeldi.
Güzel olmayan tek şey, annemin yokluğumu fark edip, elinde terlik yine ağacın altına dikilmesiydi.
“Kızım sen daha geçen gün düşmedin mi o ağaçtan, yine ne işin var orada?”
“O çarpım tablosu ezberlenmediyse sorarım ben sana!”
“İn aşağıya Nehirr”
Of ya Off anlaşılan ne yapsam annem den kurtuluş olmayacaktı. Eli mahkum teslim olmak zorundaydım.
“Tamam, anne geliyorum yaa”.
Annem gözlerini döndürüp,“Ya deme demedim mi ben sana Nehir!”
“Hah bak babanda geliyor. Biraz da o uğraşsın bakalım senle”. Deyip içeri girmişti.
“Babaaa... Canım babam...” benim.

Hoplaya zıplaya babamın boynuna atılmış cebinden çıkardığı kırmızı ambalaj kağıdına sarılı gofreti bana uzatmıştı. Yemekten önce yeme, annen kızmasın kızım demişti. Evimize girdiğimizde mis gibi kokular karşılamıştı babamla bizi. Annemi bugünde çok kızdırmıştım. Canım annem, bana her sinirlendiğinde, “döveceğim Nehir seni” der ama bir kere bile dövmezdi. Bu akşamda bana sürpriz yapıp en sevdiğim yemekleri yapmıştı. Köfte patates ve yanına kakaolu puding.
Annem ve babam her yemekten sonra mutlaka karşılıklı Türk kahvesi içerlerdi. Çocukluk işte bayılırdım o kahvenin mis gibi kokusuna... O yüzden de her akşam bir kere şansımı denemek için sorardım anneme,
“Anne yemekten sonra bende kahve içeyim mi?” diye
Her akşam aynı şeyleri söylemekten dilinde tüy biten ama yinede bıkmadan cevap veren annem, “kızım çocuklar kahve içmez. Kakaolu süt yaparım ben sana” derdi.
Annem, bulaşıkları yıkayıp odaya girdiğinde elindeki tepsinin içinde iki kahve fincanı ve bir bardak kakaolu süt vardı. Önce babama kahvesini ikram etmiş, kendi kahvesini de oturacağı koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bırakıp, bana sütümü uzatmıştı.
Annem ve babam sakin sakin sohbet edip, kahvelerini içerken bende bir köşede matematik defterimdeki çarpım tablosunu ezber yapmaya başlamıştım.

Aradan birkaç dakika geçmişti ki! Anne ve babam seslerini yükselterek konuşmaya başlamışlardı. Birden ne olduğunu anlayamamıştım ama sesler daha fazla yükselince geçmiş konularla ilgili bir mesele olduğuna karar vermiştim. Annem çok sinirliydi, bana da sinirlenirdi ama bu sefer ki çok başka bir şeydi. Oturduğu yerde oturamıyor, odanın içinde fır dönüyor arada da işaret parmağını babama doğru uzatıp, “yine haksızsın, yeter canımı yaktığın aklını başına topla artık” diye bağırmaya başlıyordu.
Çok sinirlendiği yüzünden okunan babamsa, oturduğu koltukta huzursuzca bir oyana bir buyana dönüyor, “yeter! Bende senin dırdırından bıktım bunca senedir, sus biraz sus” diye karşılık veriyordu.
Korkmaya başlamıştım “Babacım ne oldu?” “Ne olur kavga etmeyin” dediysem de beni dinleyen yoktu. Bir ara babam bana dönüp;
“Kızım sen odana git, kapını da kapat bakayım”. Demişti.

Odama gitmek istemiyordum kapımı da kapatmak istemiyordum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. “Ya babam anneme vurursa?”Büyüklerin kavgaları bizim çocuk kavgalarımıza hiç benzemiyordu, korkuyordum ben büyüklerin kavgalarından anlamıyorlardı beni.
Annem ve babamın tartışmaları devam ederken aklıma dedem gelmişti. Dedem onlardan büyüktü ve belki ondan korkup tartışmaktan vazgeçerlerdi. Sokak kapısını açıp dedeme gidecekken dedem bizim kapının önünde belirivermişti. Korkudan sarılmıştım dedeme,
“ne olur dede gel de sustur annemle babamı” diye.
Dedem gayet sakin bir ses tonuyla beni rahatlatmak istermişçesine “Ne oluyor kızım içeride, sesleri yukarı kadar çıktı”. Demişti.
“Bilmiyorum dede” “artık birbirlerinden bıkmışlar galiba yeter yeter” diye bağırıyorlar” demiştim. Dedem, elinde tespihi “sen dur ben bir bakayım” diyerek aralık duran kapıdan içeri süzülmüştü.
İçeri girmek istemiyordum o yüzden ağacımın üzerine tüneyip, olanı biteni oradan seyretmek istemiştim. Dedem içeri girince sesler birden kesilmişti. Oturma odamızdaki pencerenin önünde bir oyana bir buyana hareket eden dedemin silueti cama yansıyordu. Anlaşılan dedem, annemi ve babamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra dedem sokak kapısında belirmişti. Yanında annem vardı. Sakinleşmiş görünüyordu, hatta biraz önce öfkeden deliye dönen annemden eser yok gibiydi.
Ağacın dallarında beni fark edince, “Annecim neden çıktın yine o ağacın tepesine?” diye sormuştu. “Çıkıcam işte bana ne korkuyorum ben sizden” demiştim. Korkudan ağladığım için sesim ağlamaklı çıkıyordu, bunu anlayan annem “Ağladın mı annecim sen?” diye sormuştu bu sefer.
Omuz silkip, akan burnumu üzerimdeki pembe hırkamın koluna silmiş,“Ağlayacağım işte bana ne. Siz beni sevmiyorsunuz, kavga ediyorsunuz korkuyorum ben sizden”. Demiştim.




“Korkma annecim gel bak barıştık biz, anne babalar böyle atışırlar bazen”. Demişti.
Annemin böyle sıcacık bir ses tonuyla bana yaklaşması beni daha çok etkilemişti. Ağaçtan indiğimde annemin boynuna sarılıp içimi çeke çeke daha fena ağlamaya başlamıştım.

Zaman tüm hızıyla akmaya, ben ve arkadaşlarım çocuk yaşımızın, üzerimize yüklediği tüm afacanlıkla, mutlulukla yaşamaya devam ediyor, ancak, geleceğin bir gün bize hüzünlerle dolu günleri de beraberinde getirebileceğini asla kestiremiyorduk. Aslında hüzün nedir? Biz onu bile bilmiyorduk.

Bir sabah, babam beni yataktan öperek severek kaldırmış, annem sabah kahvaltımı elleriyle yaptırmıştı. Kahvaltı bittikten sonraysa annem beni yanına çağırıp, “gel bakim benim güzel kızım”diyerek beni kucağına almış, sana bir sürprizimiz var artık yalnızım diye sıkılmana gerek kalmadı. Sana arkadaş olacak, bir kardeş geliyor” demişti.
İlk önce biraz afallamış, sonrada abla olacağım için çok sevinmiştim. İnşallah kardeşim kız olur anne diyerek annemin yanağına bir öpücük kondurmuştum.
Annem ve babam bu güzel haberi kutlamak için tüm aile fertlerini akşam yemeğine çağırmışlardı.
Akşam olduğunda, tüm aile toplanmış, masa güzelce hazırlanmış, annemin ve halamın bütün bir gün yaptıkları yemekler teker teker sofradaki yerini almıştı. Herkes çok mutlu neşe içindeydi. Yemekler yeniyor, sohbetler ediliyordu. Her şey çok güzeldi. Masadan ilk kalkan dedem olmuştu. Televizyonun önündeki tek kişilik koltuğa oturmuş, “bugünde içilmezse ne zaman içilir ******* satayım” demişti. Annem dedemin ne istediğini anlamış, tamam babacım sen merak etme diyerek mutfağa yollanmıştı. Dedemin hemen yanına küçük bir sehpa koymuş üzerine de bir çay bardağı rakı ile iki küçük tabak içinde beyaz peynir ve meyve getirmişti.

Dedem, ortamın tüm hengâmesinden kendini soyutlayarak akşam haberlerini izlemeye başlamıştı. Aradan çok geçmemişti ki, dedem birden ayağa kalkıp, eliyle kalbini tutmuştu. Ne olduğunu anlayamadan olduğu yere yığılıp kalmıştı. Bağırtılar, çığlıklar, koşuşturmalar... O geceden hatırımda kalanlar sadece bunlar. Ve dedem bir daha gelmemek üzere gitmişti. Ardında boynuna astığı siyah iş önlüğü, ayakkabı çekici, örsü, boyası, cilası, iğnesi ve ipliğine sürdüğü kocaman bir tomar bal mumu kalmıştı.
Peki, benim ayakkabılarımı kim tamir edecek, tartıştıkları zaman annemle babamı kim ayıracaktı. Dedem giderken neden bunları hiç düşünmemişti.

Aile ağacımızdan bir yaprak kopup gitmişti. Dedem kopan yaprakların sadece ilkiydi. Dedemin acısına dayanamayan babaannemde önce sarardı soldu, sonra oda kopan yapraklardan biri oldu.

Ailemizdeki yaprak dökümü sokağımızı da etkilemiş gibiydi. Her ne kadar kavga gürültü de etsek Ayşegül en iyi arkadaşımdı benim. Öğretmen olan babasının tayini çıkmış olduğu için Ayşegül ve ailesi Mersine gitmek zorunda kaldılar. Ayrılırken çok ağlamıştık bir birimize en sevdiğimiz bebeklerimizi hediye edip, sık sık mektup yazacağımıza söz vermiştik.

Ayşegül’ ün gidişiyle yalnız kaldığımı gören Sinan, derslerinden vakit buldukça gelip benimle oynamaya başlamıştı. Ne yazık ki, bir süre sonra, oturdukları evin rutubetinden ve soba pisliğinden bıkan babaannesi, evini kiraya verip, Sinan’ ı da alarak, başka bir muhitte kaloriferli bir daireye taşındı.
En yakın iki arkadaşım da gitmişti. Bende dut ağacının tepesinde oturup kitap okuyan, sakin sessiz etrafı seyreden bir kız olup çıkmıştım. Dedemin ve babaannemin ölümleri, en sevdiğim arkadaşlarımın teker teker gidişleri... Sanki yaşadığım üzüntüler olgulaştırmıştı beni.

Bir süre sonra babam da şartları daha uygun diyerek Anadolu yakasında bir iş kurdu. Peşinden bizde iş yerine yakın bir yer bulup bu yakaya taşındık. Üç katlı evimiz kiraya verildi ve bahçemiz ağaçlarımız yeni gelen insanlara emanet edildi.

Önceleri, alıştığımız yerden ayrılmak bana çok zor geldi. Sokağımızı, arkadaşlarımı, okulumu her şeyi, herkesi çok özledim. En çokta dut ağacımı. O benim için sadece bir ağaç değildi. O benim, sevinçlerimi, korkularımı bilen, yaramazlıklarıma şahit olan bana asla sırtını dönmeyip, güçlü kollarıyla beni saran sarmalayan birlikteyken kendimi özgür, güvende, bir o kadar da huzurlu hissettiğim tek kaleydi. Dostumdu. Arkadaşımdı.

Yıllar geçiyordu. Annem ve babam hemen hemen her ay hem evimizi kolaçan etmek, hem de kiraları toplamak için karşı yakaya geçiyorlardı. O zamanlar eski komşularımızla karşılaşıp sohbet eden annemden öğrendiğime göre; Sinan üniversitede doktorluğu kazanmış çocukluk hayalini gerçekleştirmeye adım adım yaklaşmıştı. Ayşegül’de hemşirelik okulunu kazanmış orada okumaya başlamıştı. Bende kocaman bir genç kız olmuş, okumaz bu kız diye düşünen aile fertlerimi utandırıp, benden beklenemeyecek bir işe imza atıp, edebiyat okumaya karar vermiştim. Öğretmen olmak, yetişen yeni neslin şekillenmesine bilinçlenmesine katkıda bulunmak istemiştim.
Her ne kadar uzun zamandır görüşemesek ve birbirimizden haber alamasak da çocukluk arkadaşlarımın ideallerine yakın meslek gruplarında kendilerine bir yer edinmiş olmaları beni çok mutlu etmişti.

Kiraları toplamaya giden annem bir gün üzüntü içinde eve gelmişti. “Allah kahretsin bu insanları, ne kadar sorumsuz ne kadar duyarsız insanlar bıktım artık bunlarla uğraşmaktan” demişti.
“Ne oldu anne hayırdır neden bu kadar sinirlendin?” dediğimde
“Ne hayır’ı kızım hayırlık bir şey mi kaldı.” Demişti.
“Annecim tamam sakin ol ve anlat bana her şeyi” dediğimde ise, sinirlerine hakim olmaya çalışıp anlatmaya başlamıştı;
“O alt kiracının afacan çocukları var ya, ellerine nerden geçirmişlerse, demir çubuklarla oyun oynayacağız diye bahçe duvarlarını resmen yontmuşlar, üst kattaki de, oğlu dut ağacından düşüp kolunu kırdı diye ağacın dallarını kesmiş, oda yetmemiş neredeyse başını gövdesinden ayırmış.” “Canım babam ne uğraştıydı o ağaçları yetiştirmek için. Bu günleri görseydi kesin inme inerdi adama.” Demişti.
Dedem’ e değil ama o an bana inme indi sanmış, olduğum yerde donup kalmıştım.
“Nasıl olur ya! Nasıl ağacımı keserler, nasıl çocukluğumu yok etmeye çalışırlardı”. Anneme sinirlenme diye telkinde bulunurken, kendim ağlaya ağlaya sabahı zor etmiştim.
Ertesi gün babamı da yanıma alıp, soluğu eski evimizde almıştım.

Gerçektende o güzelim bahçe mahvolmuştu, duvarların sıvaları kalıp kalıp yerlerde duruyordu. Güzelim ağaçlara çamaşır asacağız diye orasından burasından çivi çakılmış, renk renk kalın naylon sicimler gerilmişti.Gölgesinde oyunlar oynadığım, sevincimi kederimi paylaştığım o heybetli güzelim dut ağacımdan artık eser kalmamıştı. Annemin de dediği gibi başını gövdesinden ayırmışlardı. Kala kala sadece kurumaya yüz tutmuş ağacın gövdesi vardı. Göz yaşlarımı tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. O an içimden ağacıma uzanan bütün elleri kırmak, ona el uzatan bütün insanların kafalarını bedenlerinden ayırmak, kurusun diye zavallının bedenine çaktıkları kocaman inşaat çivilerini ruhsuz yüreklerine çakmak istemiştim.

Ağacım için günlerce gözyaşı döktüm. O benim arkadaşımdı. O benim dostumdu. O yitip giden ve bir daha asla gelemeyecek olan sevdiklerimin yadigarıydı.

Aslında her ağaç, yaşanmış günlerin anısına kök salarak, yaşanacak nice günlerin ışığına yaprak açan en doğru tanıktı. Belki, gölgesinde bir şehidin dinlendiği, belki yaşlı bir çiftin torunlarına anlattığı masalların kahramanı, belki genç bir kızın dudaklarına konan ilk öpücüğün şahidi, belki de kollarında küçük bir çocuğun sevinç çığlıkları attığı salıncağı idi. Her şeyden öte yemyeşil bir ömürdü ve bu ömrü kesip atmaya, yok etmeye hiç kimsenin hakkı yoktu.

Ağacım,
Sevincim, kederim,
Bil ki en iyi dostumdun sen benim.
Bir canım değil, bin canım olsa,
Sana feda ederdim.
Yazık ki!
Zamana karşı koyamayan ben gibi.
Seni de zamana esir ettim.
Kırdılar kolunu kanadını,
Yetişemedim kurtaramadım seni,
Dertlerimle beraber o kadar büyüdüm ki!
Gayrı olsan da kar etmez.
Artık sen bile saklayamazsın beni.




Nilgün SARIGÜL

C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #263
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
Papatyanın Hikayesi Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya..Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş Ak sakallı bahçıvana..Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormus.. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı,Kırmızı güllerden, Sarı lalelerden, Mor menekşelerden..Zambaklardan...Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını.. Bir gün, Aşkı öyle büyümüşki.. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu..Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş Ayaklarını görüyormuş..Bunada şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.. Zaman akıp gidiyormuş..Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.. Ve işte bir gün.. Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış..Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu, Ama bedeni kurtulmuş.. Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmus bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya..Ama işte bir sabah... Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüs.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş..Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış..Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış.. Ama gövden seni taşımıyor demisş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış..Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdigini.. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış..Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini..O her seye rağmen, papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel oldugunu söylememiş, Ama onu aslında hep sevmis.. Papatya anlamış artık..Sevgi, emek istermiş...Yere düstüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini..Teşekkür etmis ona içinden..Son yaprağıda kuruduğunda, Biliyormuş artık..
Gerçek sevginin,söylemeden, yaşamadan, ve asla kavuşmadan varolabileceğini...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #264
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
bir zavalli daha
Evet arkadaslar nerde kalmistik ha hatirladim dunyaya bir zavalli daha
geldi ,diyorduk.Kim bu zavalli diye hepiniz cok merak ediyorsunuz, degil mi?
söyleyeyim biz zavalli insanlar evet eveet biz zavalli insanlar nesli tukenen
pandalar degil iziz zavalli olan neden mi?
- Anlatayayim!
Söyleyin bana sizin,arkadaslarinizin veya ailenizin?
-Sizin yerinize ben anlatayim;kavgala,kavgalar sonucu ölen veya yaralanan
insanlara bakma dikkatinizini cekerim sadece bakmak hangimiz ustu basian icersinde olan bir adami arabamizin o tertemiz koltuklarina aliyoruz,ya da aliyorum.Icinize bir suphe dustu dimi?Hangimiz diye ?
ben söyleyeyim hic birimiz ne siz ne ben ! söyleyin bana bu durumda zavalli olan nesli tukenen pandalar mi yoksa biz insanlar mi?her gecen gun dunyaya bir zavalli bir kac zavalli daha doguyor bence dogmuyor öluyor
ama neyse ...
bu hikayenin sonu gelmez zaten siz hikayenin sonunu gayet iyi bilyorsunuz sadece ben ufak bir örnek verdim.

KuBRA ZORLU
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #265
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Boncuk Mor Menekşe

Soğuk ve yağmurlu bir günde sıcacık bir merhaban ile başladı her şey.

O buz gibi soğuk günde öyle ılık ılık indin ki yüreğime , sevgiye susamış gönül dallarıma can suyu oldun umut oldun.

Umudun rengi maviydi .. Aynı adımın anlamı gibi..

Dedin yüreğim yüreğine dokundu bu yüzden sevdik birbirimizi.. Bir mavi boncuk ve bir mor menekşe benden sana..! Seni çok seviyorum bunu asla unutma....!

Öyle sevdim ki seni, gönlümün sırça sarayına padişah yaptım. Bu da yetmedi korktum bırakırda bir gün gidersin diye , başladım ilmek ilmek düğüm, düğüm nakış gibi, gökyüzünün mavisini, gelin duvağının saf beyazlığını, Kırmızının ateşini, yeşilin kutsallığını ,pembenin masumiyetini ve ipeğin zarifliğini katarak yüreğime işlemeye seni. Sevdim seni, seninde beni sevmeni umut ederek...

Sen kendi dünyasında Aşk’a aşık, Aşkı tek bir şeyde değil her yerde her şeyde arayan deli bir adam. Ben Aşkı sen de bulduğunu sanan kör bir aşık.

Zaman oldu, gecenin perçemini seninle taradım. Günün yüzünü seninle yıkadım.
Zaman oldu , zamansız bahar tomurcukları açtı yüreğim.
Zaman oldu, uğruna siyah inciler döktü ki gözlerim.
Zaman oldu, senden kilometrelerce uzakta bile bir kalp atışı kadar yakın oldun..

Ve Bir zaman oldu .. Ben sen oldum ..Sen..Ben..ve birde sevdamız...

Bak sevdam, bu sabahta hazırladım kahvaltımızı.. Tavşan kanı çayını demledim. Ekmeklerini kızarttım. Sevdiğin reçelden de koydum...Belki fark etmezsin ama tutam tutam sevgi de ektim masamızın her bir köşesine...

Dışarısı yine soğuk... Yağmurda atıştırmaya başladı... Birazdan hızlanır... O zaman hiç gelmezsin belki... Zaten o kadar uzun zaman oldu ki sen gideli....

Ne olur artık gel.. Bak mor menekşende benimle... Avuçlarımda gittiğin günden beri biriktirdiğim umudum.. mavi boncuklarım..

Hadi sevdiğim, Hadi yüzümün gülen yanı...

Söyle hala gelmeyecek misin...?

Söyle hala sevmeyecek misin beni ...?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2007       Mesaj #266
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AgLAYAN AgAc


“ su bahcenin ortasinda yalniz bir agacim. Tum dostlarimi birer, ikiser yok ettiler. Eskiden ne guzel meyveler verirdim, hepsi gerilerde kaldi. simdi o gunleri geri getiremem ama tekrar meyve verebilmek kendimin oldugu kadar meyvelerimden faydalananlarin da yararina olacak ama bunu nasil yapacagimi bilmiyorum “ diyerek yine aglamaya basladi. “ Vurmayin ne olur, vurgularin verdigi acilardan degil aglayisim. Aci cektirmek, uzmek neden hep ön planda geliyor. Aglayani görup de gulebilmek nasil zevk verebiliyor. Iste bunu anlayamamak beni kahrediyor. “

Aglayan agac derlerdi adina kimi kizar bir tekme vurur, kimi merak eder nasil agliyor diye o da bir tekme…Canina yetmisti ama yapabilecegi bir sey yok gibi caresizlik icinde kivraniyordu. “ Nice yagmurlar, firtinalar, karlar gördum. Yikilmadan dimdik ayakta kalmayi basardim. Bir tekme atmalariyla bana bir sey olmaz ama ben uzulurken onlarin guldugunu görmek dayanamiyorum iste buna. Zamaninda onlara ne guzellikler sundum, ama onlar merak ettikleri icin, biri bu agaca vurunca agliyormus dedikleri icin, bu guzellikleri unuttular. “

“ Bu kadar uzuntunun arasinda dusuncelerine girmek istemezdim, beni affet, aglayan agac. Yapilan kötulukleri derin derin dusunmek ve bir cikar yol bulamamak seni devamli yipratmakta. Mutlu olman icin, iyi seyler dusunmen gerek. Böylelikle surekli aglamak yerine zaman zaman da olsa gulebilirsin. Örnegin, bana bak, ben kucucuk bir kusum ama senin dallarin arasinda yaptigim yuvamda yasiyorum. Bu da seni mutlu edebilir. Dedigin gibi ben de anlayamiyorum aglayani görup de gulebileni. Onlari yanlislariyla bas basa birakalim. Gunesi dallarin arasinda göremiyorsun ama seni isitiyor, isiklari sana enerji veriyor. Göremesen de var oldugunu biliyorsun ya bu da yeter. “

Kosarak gelen cocuklari görunce “ Iste “ dedi aglayan agac, “ yine geliyorlar aglatmaya ancak ben simdi senin dost sözlerinle daha da gucluyum. “ cocuklar birer, ikiser agaca tirmandilar. Köpek bakti bir sey yapamayacak, sinirleri gevsedi ve oradan uzaklasti. Iclerinden biri: “ Iyi ki, aglayan agaci da digerleri gibi kesmediler yoksa cok zor anlar yasayacaktik. Arkadaslar, gelin bir daha aglatmak icin bu agaca vurmamaya söz verelim “ dedi. Hep beraber söz verdiler ve gittiler. “ Ne o yine mi agliyorsun “ dedi minik kus. Bunun uzerine aglayan agac:

“ Birak belki son kez doya doya aglayayim, cunku artik mutluyum, gunesi de göruyorum minik kus, gunesi de. Sabir ile sonuna kadar direnme gucunu kendinde hissedince demek iyi seyleri görmek mumkun oluyormus. Artik aglamayacagim, minik kus. Eskiden oldugu gibi guzel meyveler sunacagim, dallarim guclenecek, daha cok yuva kurulabilecek uzerlerine. Hep birlikte mutlu gunler bizleri bekliyor “ dedi. Minik kus:

“ Söylediklerine katiliyorum. Ben hep yaninda olacagim. Aglamakli gunler bitti. Senin gunesi gördugun gibi, ben de aglayani görup de gulebilenlerin zaman icinde azalacagini görur gibi oluyorum, arkadasim “ dedi.

Yazan: Ayakkabi Tamircisi Metin Kartal
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
27 Şubat 2007       Mesaj #267
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
yasam nehırlerinin sularıyla besledı ruhunu bunca zaman.saf katıksız.. ne sevgı ne sefkat ne huzun ne mutluluk ne kın ne bahıslama... ıcı bos gıbı ama derınlıklerı dolu bır kuyu.bır tek huzun vardı ruhunda tukenmeyen acıyı sevıyodu onun ruhu hersın acı,can yakıcı tarafını bulmayııı.ruhu acı suyla beslenıyordu.herkes bır duyguyla dogar aslında zamanla ufak tefek baska duygularda gelır kımı ofke kımı nese kımı sevgı... ama bunların hıcbırı aıt deıldı onun bedenının ıcıne sıkısmıs huzun dolu bır ruhu vardı sadece.yırta bılse su beden denen seyı bı delık acsa en azından daha mı az yoksa daha mı cok huzunlu olurdu bılmıyordu.tamda bu duygular ıcındeyeken baska bı ruhbuldu yanı basında....ofkee .ofkeyle huzun huzunle ofke .bırı bırınden sonra olabılırdı.bırı dıerının ardından gelebılırdı nede olsa.bırbırını tamam layan ıkı ruh ozu bır noktada bır yerde bır saatte bulmuslardı bırbırlerını ve kopmayan bır butun olmustu ıkısı ... ama artık kırlenmıstı ıkısının ruhuda bırbırlerının parcalarıyla ...ruhları kusmak ıstemıslerdı ıcındekı kendılerıne aıt olmayan parcaları.ıste ozaman anlamıstı huzun saf ruhların yanında baska bır ruh olamıcanı saf dogup saf kalmaları gerektını.. tek bır duyguyla yasamanın daha guzel oldunu.....
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Şubat 2007       Mesaj #268
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Küçüklüğümüzden beri diretilen, dikte edilen ve hatta böyle bir hareketin güzel olduğunu söyleyen birçok kişi olmuştur.
Anne ve babamız, ardından öğretmenimiz, eğitmenlerimiz, ustamız ve hatta mürşidimiz dikte eder.
Tutumlu olun, israf etmeyin ama ne yazık ki bu sözleri nerde nasıl kullanacağımızı kimse söylemez. İşte bu saklama ve biriktirme olayını abartıp, sevdalarımızı da dondurucularda kumbaralarda saklarız.
Ve hayatımız boyunca bir fincan kahvenin kırk yıllık bir hatıra sahip olduğunu sanırız.
Oysa bir fincan kahve gerektiği zaman içilirse kırk yıl hatırı vardır. Diğer içilen kahveler ücrete ve ikrama tabidir.
Sevdiğini zamanında söylememek, ayrılık nedeni gösterememek daha da beteridir. Sır tutmayı bilemesekte sevgimizi gizlemekte epey usta sayılırız; hele har vurup harman savursak bile sevginin bitmeyeceğini düşünemeyiz.
Paketleyip derin dondurucuda sakladığımız aşkları, o an talan edercesine büyük bir israfla tüketmemiz, sevgimizi söylememiz, paylaşmamız ve herkese yüreğimizden bir parça vermemiz gerekir. 'Sevgi tüketilmedikçe bayatlar.'
Paylaştıkça azalmadığını anladığımız sevgi, belli bir süre sonra dondurucudan çıkarttığımızda bedenimizin dayanamayacağı ölçüde sıcak olduğu için işe de yaramaz.
Her yaşa ve her bedene göre farklıdır sevda ama söylemeyiz. Uğruna saatler, günler, geceler, işler eğer varsa da yoksa da hanlar hamamlar ve hayatlar feda edebiliriz ama seni seviyorum demeyiz. Oysa ki şımarık çocuklar kadar şımarık sevgililerde güzeldir.
Ve her daim sevgili kalabilenler...
Tut ki gözlerinin içine bütün sevecenliği, sevgisi ve hayranlığı ile bir kaç dakika bakılsın; beklenmedik bir zaman da yanağında sıcak bir buse konsun...
Ne paha biçilir buna?
Saklamaya değer mi?
Küçük bedenlere, yaralı yaşlı yüreklere, dondurucudan yeni çıkmış genç sevdalar yıkım etkisi yapar.
Sevgide tasarruf ve birikim olmaz
Mecnun gözüyle görebiliyorsan sen de yan layla için.
Yok eğer dağ delinecekse şirin uğruna, del gitsin.
Baktın ki olmayacak vur bitsin!
Buzlukta sevdalar, yaşanamayan aşkların deposu, yangın gönüllerin molası ve geri dönülemeyen bir yolun son kervan sarayıdır.
Buzlukta sevda, bir nefes ney, bir yudum bade, bir tutam hüzün...
Ve dayanamaz ve sevinemez hiçbir gönül eski sevdayı görmeye, hatırlamaya ve kalan yerden başlamaya. Çünkü zaman pişirdikçe bedeni, çınarlaşan bedenler...
Atasözümüz, söylenecek söz bırakmamış aslında; 'düğün senin evinde, gir oyna çık oyna'ya da 'ölü senin evinde, gir ağla çık ağla.'
Unutmayalım ki yaptıklarımızdansa, yapamadıklarımızdan fazla pişmanlık duyarız.
Sevdalı kalın...



tayfun karakaş
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2007       Mesaj #269
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uzun zaman önce bir
Uzun zaman önce bir balikçi köyünde güzeller güzeli bir kiz yasarmis.simsiyah saçlari kadife yaz gecelerini hatirlatirmis.Bütün köy uzaktan bakarmis güzelligine o hiç kimseyle konusmaz,her sabah deniz kiyisina iner öglene kadar orada kalir.Günesin dalgalarla yakamozlanisini seyredermis.Öglen yine sessiz evine dönermis.Bahçesinde güllerin en güzelleri papatyalarin en narinleri yatisir,yaseminlerin kokusu bütün köyü sararmis.Yapayalnizmis.Hikayesini bilirmis bütün köy ve tuttugu yasa saygi duyar onu hiç rahatsiz etmezmis. Günlerden bir gün yine uyanip hazirlanmis güzel kiz deniz kiyisina dogru yola koyulmus.Havada agir bir yagmur kokusu firtinanin habercisiymis.Bütün balikçilar barinaklara çekmisler teknelerini ve herkes aceleyle evine dönmüs.Kiz usulca oturmus kumsala.yemyesil gözleri çok uzaklara dalip gitmis.Iyice bulutlanmis gökyüzü ve denizde kursuni bir aydinlik arkasindan rüzgarda katilmis firtinanin dansina.Saçlari uçusmaya baslamis güzeller güzelinin,son kalanlarda evlerine girmisler bir sessizlik çökmüs ki köyün üstüne güzel kizin yasindan agir.Bir gök gürlemesi duyulmus ve bardaktan bosanircasina baslamis yagmur rüzgarsa vura vura kiyilari,denizle kavusmus.Köylü biliyormus bu firtinadan kaçamazsa kurtulamayacagini,o incecik narin bedenin,yillanmis yasina dayandigi gibi bu afete dayanamayacagini ama gidememis kimseler yanina.Ihanet gibi gelmis onu yolundan döndürmeye çalismak.Firtinanin sesi yavas yavas yitip gitmis,rüzgar birakmis kollarindaki denizi ve bulutlar gözyaslari gibi süzülüp gitmisler gökyüzünden.Günes yine yüzünü göstermis yeryüzüne,yillanmis sevgilisine kavusmanin mutluluguyla bir baska parlamis. Köylüler aceleyle kiyiya kosmuslar belki bir mucize olmustur,güzeller güzeli kurtulmustur diye.Ama beklenen mucize olmamis sahilde ne o güzel kiz nede ondan bir iz bulamamislar.Bu teslimiyetin sebebini biliyormus hepsi ama yine de aglamislar.Yillanmis bir acinin son agitiymis bu sessiz kaybolus.Giden sevgilinin ardindan kendini unutan güzeller güzelinin yillarca unutulmayacak hazin sonuymus. Sevdigime: Sevdigim seninle yasanan ve yasanacak bütün mutluluklar bu öyküde oldugu gibi sadakatle ve inaçla yasansin.Ve sensiz bir ömür yasanacaksa tanri beni de yanina alsin.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Şubat 2007       Mesaj #270
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BENİ KOYUP GİTME....


Düşlerin gerçeğe, gerçeklerinse düşe dönüştüğü bir yaşam özlüyorum.
Yaşamaktan bunalmıyorum, bunalımı yaşayıp, bunu kendime ait bir
yaşam biçimine dönüştürüyorum.

Sanırım bütün sorunum özlemekle ilgili. Keşke "yaşlanmaya başladım,
o yüzden geçmişi özlüyorum" diyebilseydim. Zerre kadar özlemiyorum
geçmişi. Geçmişe dair ne varsa silindi hafızamdan. Ben geleceği
özlüyorum. Belki de hiç yaşayamayacağım geleceğime dair özlemlerim.
Asıl sorunda burdan başlıyor zaten. Geleceğin olmayacağını
biliyorum. Olmayanı, olma ihtimali bulunmayanı özlüyorum. İşte bu
özlem koyuyor insana...

Beni koyup gitme
Ne olursun
Durduğun yerde dur..
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok
Düşersin, yorulursun
Beni koyup gitme
Ne olursun...

Duvarda gölgeler ve o görüntülerle çarpışmak yoruyor. İnsanlar
gerçek değil artık, mekanlar gerçek değil. Belki de o yüzden
sevmiyorum ana caddeleri, ışıltılı alışveriş merkezlerini, konforlu
mini sinama salonlarını. Flimlerin değeri düşüyor oralarda, filmler
hırpalanyor. Ruhumuz bütün "sakıncalı" kareleri sansürlüyor,
makaslıyor, yalnızlaştırıyor. Sansürlü, makaslı, yalnız bir yaşam bu
benim yaşadığım ve yalnızım işte yine...

Şaşırmıyorum aslında, böyle olacağını çok öncesinden biliyordum.
"Boş durmadım, savaştım. Savaştım ama yenildim. Yenildim ama
ezilmedim" diye kandırmayacağım kendimi. İşte itiraf ediyorum; ezile
ezile, hırpalana hırpalana yenildim. Yenildim işte ötesi yok..

Bir deniz kıyısında otur

Gemiler sensiz gitsin bırak

Herkes gibi yaşasana sen

İşine gücüne baksana

Evlenirsin çocuğun olur

Sonun kötüye varacak

Beni koyup koyup gitme

Ne olursun...

İşte bu yüzden korkuyorum ana caddelerden. Deniz kenarlarını
seviyorum, salaş meyhaneleri seviyorum. Issız ve bana ait olan
yerleri seviyorum. Televizyonu değil ama o televizyonun altındaki
dolapta bulunan anılarımı seviyorum. Her açtığımda o dolapta bulunan
anılarımın anlatacakları var bana çünkü. O salaş dediğim meyhanenin
de öyle, kayalara vuran dalgalarında ne çok anlatacağı şey var.
Bunlar dışında herşeyin sadece görüntüsü var oysa.

Elimi tutuyorlar ayağımı

Yetişemiyorum ardından
Hevesim olsa param olmuyor

Param olsa hevesim...

Yaptıklarini affettim

Seninle gelemiyeceğim yine de

Beni koyup koyup gitme

Ne olursun...

Bunun için ve sadece yalnızca kendimi korumak için kaçıyorum
herşeyden. Kaçarak yaşıyorum. İçime kapanmıyorum, düpedüz içime
kapaklanıyorum. Böylece korunuyorum hayattan. Bedenimse ruhumun
zırhı sadece...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat