Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 41

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 589.617 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #401
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EN GÜZEL ÇİÇEK HANGİSİDİR?

Sponsorlu Bağlantılar
Sizce en güzel çiçek hangisidir; gül mü, karanfil mi, papatya mı, manolya, lale ya da akasya, menekşe mi?
Şarkılarda, şiirlerde en çok gül geçer. Sevgili güle benzetilir. Belki de dikenli oluşundandır bu...Ne olursa olsun, gülü seven dikenine katlanır, gülün kokusuyla kendinden geçer, kanatlanır, sanki canına can eklenir. Özel günlerde daha çok gül beklenir. Gülün de kırmızısı istenir. Karanfil de güzel bir çiçektir. Yanık bir kokusu vardır. Ahmet Haşim’in dediği gibi, “Yârin dudağından getirilmiş/ Bir katre alevdir bu karanfil.”
Lale de bir devre adını vermiş bir çiçektir. Kıpkırmızı olanı aşk ateşiyle yanan aşığa benzetilir. Politik bir simgedir aynı zamanda. Papatya bir kır çiçeğidir: “Papatya gibisin beyaz ve ince/ Bir hoş oluyorum seni görünce” denilir bir tangoda.
Zeki Müren’in manolyası vardır: “Koklamaya kıyamam/ Benim güzel manolyam...”
Akasya baygın kokusuyla koklayanları mesteder: “Yârimle biz biz bize/Otururduk diz dize/ Sevişirdik göz göze/ Akasyalar açarken” diye şarkı söyletir. Menekşe gökkuşağını andıran renkleriyle gönül tellerimizi titretir. Sümbülün morluğu ve boynu bükük duruşu ozanlarımıza yas tutanları anımsatmıştır. Zambağın çeşitli renkleri vardır ama daha çok beyazı olanı yeğ tutulmuş, masumiyet simgesi sayılmıştır. Orkide, krizantem gibi çiçekler daha çok sosyetik çevrelerde görülür, hediye edilir.
Görüldüğü gibi, her çiçeğin kendine özgü bir özelliği, değişik bir güzelliği vardır. Herkes kendi zevkine, kişiliğine göre bir çiçeği sever, onu diğer çiçeklerden daha güzel sayar, üstün tutar. Zevkler ve renkler münakaşa edilemez, niye bunu seviyorsun diye sorulamaz.
Ama bana soracak olursanız, en iyi, en güzel çiçek dürüstlük çiçeğidir. Ne o, böyle bir çiçek adı duymadınız mı? Eğer öyleyse aşağıdaki öykücüğü okuyun da bir düşünün.
Bir Çin prensi tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu. Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı.
Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi, çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti.
Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi. En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evlerine geri döndü.
Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi. Altı ay dolmuştu ama saksı hâlâ bomboştu. Prens sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel çiçekli saksılarla gelmişlerdi...
Sonunda beklenen an geldi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu. Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara tepki gösterdiler, itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı:
“Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve çiçek açmaları olanaksızdı.”
****
Nasıl, haklı değil miyim?
Hepimiz böyle çiçekler yetiştirelim ve çiçeklerimizi hiç soldurmayalım.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #402
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye10071 hikaye10071 kelebek hikaye10071 isim

Sponsorlu Bağlantılar
Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı:
Hız limitinin 50 mil olduğu yerde 73 mil ile gidiyordu
ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından
durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi?

Jack arabasını sağa çekti,"İnşallah şu anda yanımızdan
daha hızlı bir araba geçer." diye düşünüyordu.
Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.
Bob? Bu Polis Kiliseden Bob değil mi?
Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum
bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir Polis,
arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu.
Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

- "Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz
çok ilginç".

- "Merhaba Jack" Bob gülümsemiyordu.

- "Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken
yakaladın".

- ''Evet öyle" Bob umursamaz görünüyordu.

- "Son günler eve hep çok geç geldim.
Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi.
Ayrıca Diana bana bu akşam; patates ve biftek
yiyeceğimizi söyledi.
Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

- "Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik
kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum." diye cevapladı Bob.

- "Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi.
Taktik değiştirmek gerekli" diye düşündü Jack.
"Beni kaç ile giderken yakaladın?"

- "Yetmiş. Lütfen arabana girer misin?" dedi Bob.

- "Ah Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda
takometreye baktım. Sadece 65 mil ile gidiyordum."

- "Lütfen Jack, arabana gir" diye üsteledi Bob.

Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı
çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu.

- "Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı
istemiyor ki" diye düşündü Jack. Ne olursa olsun,
bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa,
birkaç pazar kiliseye gitmeyecekti Jack.

Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini
5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdi ve gitti.

- "Ceza değil bu" diye kendi kendine söylendi Jack.
Bir anda sevinmişti. Kağıtta şunlar yazıyordu:
hikaye10071 kelebek
"Sevgili Jack, benim bir kızım vardı.
Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından
öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı.
3 yıl hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden
çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar
koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip,
öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor.
Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kere de başardığımı
zannettim. Belki başarmışımdır, ama hâlâ kızımı düşünüyorum.
Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, bir tek oğlum kaldı..."
hikaye10071 kelebek
Jack, 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı.
Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti.
Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı.
Bob'u şimdi daha iyi anlayabiliyordu.


Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #403
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
“Nerden çıktın karşıma böyle Sitare
Efsaneler dökülüyor gülüşlerinde
Kirpiklerin yüreğime batıyor
Telaşlı bir kalabalığın ortasında
Ayaküstü konuşuyoruz
Nedimin nigehban nergisleri gibi
Üstümüzde bütün nazarlar
Çok utanıyorum Sitare
Dün oturup hesap ettim
Sen doğduğun zaman
Ben bir askeri mektepte talebeymişim

Sen bilmezsin Sitare
Burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tespih
Geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
Her akşam dokuzda yat borusu çalardı
Yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
Bir derin uykuya atardım kendimi
Siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
Bende onu alır anamın düşlerine kaçardım

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Seninle konuşurken Sitare
Aklıma yıldızlar dökülüyor
Bir çaresiz Zühre oluyorsun Babil caddelerinde
Ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan
Binlerce meşalenin ışığı kımıldıyor saçlarında
Gökyüzü salkım salkım
Zigguratlar tıklım tıklım
Dönüp dolaşıp dudaklarına takılıyor aklım
Ah benim bu akıldan sıyrılmış aklım
Kimi gün boşlukta konacak yer bulamayan
Kimi gün inatçı yosunlar gibi kepez diplerine yapışan aklım

Gözlerine baktığım zaman Sitare
Bütün çöllere ay doğuyor
Yoldaş ediyorum kendime İmrül Kays’ı Antere’yi A’şa’yı
En kuytu vahaları dolaşıyorum
Hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitare
Çadırla su arasında bir cılga var
O cılgada narin ayak izlerin var
Durgun suya düşüp kalmış gözlerin var

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Bazan sapsarı bir benizle geliyorsun
Yorgun çizgileri alnında uykusuzluğun
Biliyorum içinde bir sızı var
Bıçak ağzı gibi bir sızı var
Bu sızıdır işte seni verimsiz kılan
Züheyr’in Suad’ı gibi keremsiz kılan
Kuzeyden güneye
Güneyden kuzeye
Heyy! Gidip geliyorum bu çöllerde
Kureyş’in heybetli ve inatçı develeri
Hiç aldırmadan benim esmer sevdama
Geviş getiriyorlar ufka bakarak
Ben kaçıp Yesrib’e sığınıyorum
Yesrib bahane, bir kitaba sığınıyorum
Dağda, ovada, badiyede okuduğum hep elif
Elif diyorum Sitare, sineme elif çekiyorum
“Ah minel aşk-ı ve halatihi..”
Çok eski bir gerçektir bu biliyorum

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz
Ve ikimizde ıslanıyoruz
Ben ne yağmurlar gördüm Sitare
Ben kaç kez iliklerime kadar ıslandım
Bilmiyorum sen kaç yaşındaydın
Ben göğü hep bir kurşun gibi ağır
O şehirde sırılsıklam gezerdim
Bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan
Tapınaklar insanları safra gibi atardı
Sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı
Bir gün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
Gidip bir Uygur çadırında göğü dinledim
Kara bulutlar kükrerken bir Kaşkar sabahında
Oturup Aprunçur Tigin ile seni konuştuk
Bakışlarımı sunuyorum, tereddütsüz alıyorsun
Gizli bir tebessümle çağırıyorum, geliyorsun
Kaşı karam, gözü karam, saçı karam
Umay gibi yumuşak huylum
Nerden çıktın karşıma böyle
Sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime
Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare
Adam akıllı yorulmuşum
Ellerin böyle olmamalıydı
Ellerine acıyorum
Ve kim bilir kaç zamandan beridir kalbimi öğütlüyorum
Durup durup ıssız yerlerde
“güçlü ol ey kalbim, güçlü ol
Daha çok işimiz var” diyorum

Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
Gözlerin mi daha sıcak gülüyor
Yoksa dudakların mı anlayamıyorum

Dilaver Cebeci
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #404
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇOBANIN AŞKI

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..."
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #405
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KARGA İLE GÜL

SERKAN İŞBİLİR
Zamanın birinde bir karga varmış...Bu karga herkes çalışırken yan yatar gökyüzünde pervasızca uçarmış..Yine bir gün bu karga pervasızca uçarken semada yerde çok güzel bir Gül görmüş...Karganın beyni bulanmış gözleri kararmış ve o günden sonra yemeden içmeden kesilir olmuş.Sizin anlayacağınız hikaye buya bizim bed sesli karga güle aşık olmuş...
Her gün karga gülün yanına gidip ona o bed ve kötü sesiyle şarkılar söyler,iltifatlar eder , ağlar ,yakarır yanıp tutuşurmuş.gel zaman git zaman bu olay ormanların kralı aslanın kulağına gitmiş.Aslan önce inanmamış tabi ama sonra mecbur kalmış oda inanmaya.Bu olaya hiddetlene aslan yardımcılarına hemen haber vermiş.' Gidin ! O kargayı bana bulun !' demiş.Sonunda kargayı bulmuşlar ve aslanın huzuruna çıkartmışlar.Aslan önce bir süzmüş kargayı sonra : " Sen misin güle aşık olan o densiz? hıh sen kargasın gül senin neyine ? sen nasıl olurda benim ormanımın kanunlarını bozarsın?Güle ancak bülbül aşık olur.Sen neyine güveniyorsun?? Hem ben duydum gül seninle hep dalga geçiyormuş ,ne zaman yanına gitsen dikenlerini batırıyormuş sana " demiş.
Karga önce mahcubane hali ile boynu bükmüş yüzü kızarmış ve bir an cesaretini toplayım söz istemiş aslan dan.oda bakmışki karga ciddi izin vermiş son kez konuşmasına.Karga başlamış :" Hürmetli kralım siz dersiniz ki sen ucube bir kargasın güle aşık olmak neyine ? Doğrudur , ama şunu unutmayınız ki benim de bir kalbim, benimde bir canım vardır.Benim kimseye zqararım olmamış ki ben sadece sevmişim hemde hiç bir karşılık beklemeden sevmişim ne yapayım suç mu? Ha bide dersiniz ki "gül seninle hep dalga geçiyor sana hep dikenini batırıyor" doğrudur batırır ama bana batırır.Bakın heybetli kralım bunla ilgili size bir hikaye anlatayım :
" Zamanın birinde leyla ile mecnun varmış o dönemin kralı sizden yüce olamsın sarayını bahçesine bir yapıt yaptırmak istemiş.bu inşaatdada bizim mecnun çalışıyormuş.Öğlen servisi olmuş işçiler yemek almak için sıraya dizilmişler ve yemeğide Leyla dağıtıyormuş.Sıra Mecnuna gelince leyla kepçeyle mecnunun kafasına vurmuş.Mecnun sıraya tekrar girmiş , Leyla tekrar vurmuş kepçeyle mecnunun kafasına derken bu olay 3_4 sefer süre gelmiş.En sonun da mecnun un arkadaşı demiş ki " Yav Mecnın sen ne kadar yüzsüzleştin böyle,kız sana hem yemek vermiyor hemde bu kadar kişinin arasında kafana kepçeyle vuruyor sen yinede sıraya tekrar giriyorsun " demiş.Mecnun da o arkadaşına bakıp " Bak kardeş burada en az 80 kişiyiz ama leyla bu kadar kişin çinden birtek benim kafama vuruyor.demekki bunda da var bir hayır" demiş. Kargada hikayesini bitirdikten sonra krala bakmış ve :"Yaa kralım işte böyle ,bakın bu ormanda binlerce bülbül var bu gül onlara diken batırmıyor ama birtek bana karga olduğum halde birtek bana dikenini batırıyor. Demekki bundada bir hayır var kralım"demiş.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2007       Mesaj #406
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mavi çağırdı...


Camların buğusuna damlalar düştü,
dışarıda kış' tan kalma son yağmur tanecikleri...!
Kuşlar şimdilik uykuda... Güneş enerjisini depoluyor...

Kırık bir cam arkasından görüyorum aydınlığı, burnuma gelen ıslak toprak kokusu, hava oldukça sıcakmış aslında,
bulunduğum kapkaranlık... Rutubetli yer, zaman zaman is kokan viranenin camını araladım... Derin bir huzur vurdu yüzüme!

Yağmurla yıkanıyordu toprak, saflığı ve güzelliği kokusuna mı vurdu ne?
Az zaman sonra bulutlar ağlamayı kesti, yağmur durdu! Ağaçlardan düşen damlacıklar kesildi,
kuşlar birer birer konuşmaya başladılar... Dışarıda ki havaya hayran, coşuyordu kuşlar...

Sonbahar- kış bitkileri pırıl pırıl oynamaya başladılar sonra! Dans edip etrafa mis kokulu parfümlerini saldılar.
Havada uçuşan bir iki kuş tüyü önüme düştü bir anda, elimi uzattım yakalamak için, tutamadım, uçtu!...

Peşine takıldım sonra, bahçenin merdivenlerinden indiğimde bir ormanda buldum kendimi!
Üzerimdeki ağaç yaprakları ve kocaman sarmaşıklar yüzünden gökyüzündeki seni...O eşsiz maviyi...
Göremiyordum artık!

Yürümeye başladım, nereye gittiğimi bilmeden ıssız ormanın derinliklerine doğru ilerliyordum!...
Aslına bakarsanız ürkütücüydü ağaçlar, korkunç ve uğultulu. Üzerime sarkmış kolları, rüzgarla olan konuşmaları vardı sanki!...

Yürüyordum!....Küçük, eflatun bir çiçek gördüm sonra, karanlık ormanda minik bir ışık! Yaklaştım, elimi uzattım.
Yapraklarına dokunduğum anda canlanıp, "mavi'yi bul " dedi!.. Bir anda çarptı yüreğim, ağaçlar üzerime çöktü...

Rüzgar, bu sefer konuşuyordu!.. Emindim... Ürkütücü çığlıklar atıyordu göremediğim masum kuşlar!..
Korkuyordum, adımlarım büyüdü... Koşuyordum!.. Dakikalarca koştuktan sonra bir dal parçasına takılıp düştüm!
Bir şey tutuyordu beni, kalkamıyordum!.. Çok ürkmüştüm!.. O eflatun, küçük çiçeğin " mavi'yi bul" sözünü düşünüyordum bir yandan da... Sonra gücümü toplayıp bir anda ayağa kaktım... Yine koşmaya başladım!
Ürkmüştüm!..

Sonra kendimi yemyeşil bir vadide pınarın başında buldum! Tertemiz akıyordu dur durak bilmeksizin... Baktım önce, susamıştım... Bir yudum içtim, oradaydım... Masmavi gökyüzü ve sonu görünmeyen bir düzlük! Yemyeşil bir sonsuzluk! Artık seni görebiliyordum, o sendin! Gökyüzü!....

Yine yağmur başladı, toprak kokusu yayıldı, kırık bir cam, soğuk ve rutubetli oda!
Ben miydim yoksa hayal mi? Veya sonsuz mavi mi?

HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
16 Mart 2007       Mesaj #407
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
Yaşlı Kadın İle Meşe Ağacı

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırküçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan?”Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:“Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum” dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek “Zahmet etmenize gerek yok...” dedi. “Iki üç adımlık yolum kaldı.”Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: “Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı.” Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.“Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?”Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:“Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım” dedi. “Nişanlım, parmağıma nişanı ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz?” Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak “Bırakın ağacımı” diye bağırdı. “Dokunmayın benim ağacıma...” Işçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadınısaygıyla selamladı: “Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi” dedi. “Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.”Yaşlı kadı tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı” adına takıldı.“Fakat ben sizi çağırmadım ki?” dedi. “Kim gönderdi sizi buraya?”Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim” dedi.
Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Mart 2007       Mesaj #408
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
aranılagelmiş ................
yağmur yağıyordu'.

kumsalı olmayan bir denizin hemen kıyısında, fazla yüksek olmayan kayalıkların üzerindeki kırkiki iğne yapraklı çam ağacının denize en yakın orta büyüklükteki üç tanesinin oluşturduğu doğal çardağın tam ortasında yatıyordu.
ılık bir rüzgar esiyor ve sanki binlerce karınca üzerinde dolaşıyormuş gibi, hoş bir gıdıklanma duyusu hissediyordu. henüz uyanmamıştı ama gözlerindeki karanlık yavaş yavaş aydınlığa dönüyordu. üzerinde ne bir çatı, ne bir yorgan, ne de yanında bir kadın vardı. aydınlanma, peşinden yoğun dalga ve köpük seslerini getiriyor ve bu seslerde ege'de nasılsa kalmış birkaç balığın amansız takipçisi martıların bağırtılarıyla karışıp uyanma seslerini tamamlıyordu.
her sabah böyle uyanıyordu ve yine gördüğünü bildiği rüyayı anımsamıyordu .anımsıyor ama çizemiyordu..
uzandığı yerden doğrulduğunda, çam yeşilini, onlarca yıldır üst üste dökülerek yerde kalınca bir tabaka oluşturmuş iğne yaprakların siyaha kaçan kahverengisini, kum ve kaya grisini, ufukta fulü bir çizgiyle birleşmiş deniz ile göğün mavisini, köpük beyazını ve tıpkı martılar gibi kalan birkaç balığın peşinde bata çıka koşturan, küçük, boyası dökülmüş balıkçı motorlarını görüyordu.
en çok o, ufuk çizgisinde yalnız açık havalarda görebildiği, karaltıya takılıyordu. bulutlu ve rüzgarlı havalarda görüntü ve ses izleri değişiyor, siyah bulutların hareketiyle denizin rengi siyah ile mavi arasında gidip geliyordu. bu renk değişimi ufkun da hareket etmesine, neden oluyordu. böyle zamanlarda karaltının, gördüğünü bildiği ancak anımsayamadığı; düş olup olmadığını yada ondan bir ayrıntı olabileceği, uzunca bir süre düşünmek zorunda kalıyordu.
akşamları güneşle yatıp, sabahları güneşle kalkıyordu.. eskiden özgürlüğün önündeki en büyük engelin zaman olduğunu düşünür ve saatlerden nefret ederdi. ancak her zamanda saat kullanmak zorunda kalmıştı. zamanı bilinçli kullanmayı bırakalı uzunca bir süre olmuştu ve böyle kalmasını istiyordu.
yattığı yer, yumuşak bir zemindi ve vücudunun şeklini almıştı. yağmur yağdığında hiç su birikintisi oluşmuyor, çam yapraklarının arasından süzülen su hemen toprağa ulaşıyordu. tam o zamanlarda, yatağını inanılmaz bir koku kaplıyor ve çoktan unuttuğu bir çok güzel duygu ile donanıyordu. bazen kurumuş bir iğne yaprağın batmasıyla hafif bir acı hissediyor, bunun dışında herhangi bir yerinde, hiç bir ağrı ya da sızı oluşmuyordu.inanılmaz bir direnç kazanmıştı'.ve bunu seviyordu'.
duvarlarına bir şey asamıyordu, temizlemek toplamak zorunda değildi, her tarafı pencereydi ve kilitlenecek bir kapısı yoktu. ısıtamıyordu, rüzgarı durduramıyordu, kimse ile paylaşamıyordu, sahiplenmesini gerektiren hiçbir şey yoktu ve en çok da bu, ona göreydi.sadece kullanıyordu, orası onun odasıydı ve odasını çok seviyordu.
yatağı kendi ile bağlantısını koruyabildiği ender yerlerdendi. gözlenebilecek çok fazla şey yoktu, yada onlara alışmıştı...her bir imgenin bir karşılığı vardı..'yeni' kavramı yok olmaya başlamıştı belleğinden. sorgulamalarını yalnız burada yapabiliyordu.bu rahatsız ediciydi ama çok denemesine karşın..kendini başka bir yerde asla dinleyemiyordu'bir farklılık vardı çözemediği'..ifade edemiyordu kendisini'.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

o,bir kentliydi.ankara'nın en eski semtlerinden ismetpaşa'da doğmuştu. çocukluğu, o küçücük semte sığışmış onlarca amele kahvesindeki inşaat işçilerine simit, poğaça satarak geçmiş; babasıyla aynı işi yapmaktan inanılmaz onur duymuştu.
tavası boşaldığında, eve annesine gider hasılatı bırakır, sonra da gençlerin toplandığı, bir tarafı yeni yapılmış betonarme apartman, diğer tarafı üç katlı eski ankara evlerinden bozma, derme çatma amele odalarından oluşan dar sokağa gelir ve bakkalın önündeki beton çıkıntıya otururdu.
mahallenin gençleri akşamları burada toplanır, sohbet eder ve bakkala emanet ettikleri ipin bir ucunu yeni apartmanlardan birinin altındaki dükkanın kepenk demirlerine, diğer ucunu da amele odası simsarlarının en vicdansızı 'çilli sait'in bahçesindeki, kayısı ağacının dışarıya uzanan dalına bağlarlardı. bu, hep, çilli sait ile gençler arasında kavga nedeni olurdu. ancak, ip her zaman gerilir ve maç yapılırdı.sait'in söylenmekten, bağırıp çağırmaktan başka hiç şansı olmuyordu'.
sokağa gerilen ip voleybol maçının heyecanı ve çekişmesi yanında , ara sıra geçen arabaların şoförlerine 'başını eğ' esprisini yapmak içindi. maç biter, mağlup takımın kolalarıyla güncel sohbetler devam ederdi.
ortaokulu henüz bitirmişti. yaz tatiliydi ve liseye kayıt olmayı bekliyordu. bakkalın önünde kitap alışverişleri olurdu. voleybol maçı için takım oluştururken eksik kaldığında onu da oynatıyorlardı; ancak hiç kitap vermemişlerdi. yeteri kadar büyük olmadığından mı yoksa karşılığında verecek bir kitabı bulunmadığı için mi.. ona kimse kitap vermiyordu, bunu bir türlü çözemiyordu. okumak istiyordu, ama bakkalın önünde ona verilecek bir kitapla başlamalıydı. garip bir tılsımı vardı, orasının. her şeyi orada yaşamak, onlardan biri olmak istiyordu.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

gördüğüne inandığı düşün, küçücük bir bölümünü anımsasa, o karaltıya ilişkin olup olmadığını çözecekti. bunu çözmesinin neden önemli olduğunu da bir türlü anlayamıyordu. ama her zaman aynı şey oluyor ve saatlerce kilitleniyordu. yalnız kapalı havalarda ufuk çizgisini kaybediyor ve göremiyordu onu. Böyle durumlarda da düşünecek bir şey bulamıyor, içini dayanılmaz bir sıkıntı kaplıyordu.
pek acıkmıyordu. köye gitmeyip acıktığı zamanlarda ise böğürtlen ve çeşitli yabani meyveler yiyordu. önceleri çekinmişti, doğayı tanımıyordu. neyin iyi neyin kötü olduğunu anlamak için sınamak zorundaydı. yaşamak istiyordu, ne olursa olsun yaşamalıydı. o yüzden ilklerde hep çok küçük ısırdı ve uzunca süre bekledi. sonra her şeyi bir bir tanıdı ve kullanmayı öğrendi.
içme suyunu yattığı yerin hemen yakınındaki dereden sağlıyordu. çok ince bir dereydi ve denize oldukça yüksekten döküldüğü için tuzlu suyla karışmıyordu. köyün hemen arkasındaki dağlardan kaynayıp kısa bir yol kat ederek denize ulaşıyor ve yalnız denizin dingin olduğu zamanlarda duyulan, inanılmaz güzel bir melodiyle deniz tarafından kucaklanıyordu.
tuvalet burada hiç problem değildi, birikinti oluşmaması için her defasında değişik yerleri kullanıyordu. temizliğine hala dikkat ettiğinden tam derenin döküldüğü yerdeki bölgeleri tercih ediyordu.
zaman zaman rüzgarın getirdiği gazete parçalarını yakalıyor ve son sözcüğüne kadar okuyordu. güncel olandan tamamen kopmuştu. takip edebildiği hiçbir şey kalmamıştı. bunu isteyip istemediğinden de emin değildi. Güncel olanın anlamı konusunda derin bir sessizlik vardı içinde'.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

bir gün simit ve poğaçaları sattıktan sonra, hasılatın küçük bir bölümünü, çorabının içine koydu. annesine poğaçalardan sekiz tanesinin yere düştüğünü ve çamur olduğunu, onları atmak zorunda kaldığını söyledi. ilk kez böyle bir şey oluyordu, kimse ona bir şey sormadı. sonraki hafta tabladaki mallardan bir kısmını zabıta kaptı. bu da ilk kez oluyordu ve gene kimse bir şey sormamıştı. bir daha böyle bir şey olmadı, ama yaşamı boyunca bu yalanların ezikliğini hep hissetti. artık bir kitap alacak kadar parası vardı.
ertesi gün eve her zamankinden daha geç geldi. ulus'a gitmiş, kitapçıları dolaşmıştı. yüzlerce çeşit kitap vardı ve çok ciddi bir sorun oluşmuştu. ne tür bir kitap alması gerektiğini bilmiyordu. hınzırca düşündü ve kararını verdi. hemen bakkalın önüne gidip, değiş tokuş yapılan kitapların ismini okumaya çalışacak, alacağı kitap konusundaki kararını öyle verecekti.
o gün hiç kitap değişimi olmadı. bitirilemeyen bir voleybol maçı yapıldı ve insanlar apar topar bir yerlere gittiler. parayı eve götürmek istemiyordu. gündüz çorabında tutuyor, akşam kızılay aşevinin bahçesindeki dut ağacının altında bulunan, tahtadan yapılmış oturağın dengede durması için ayaklarından birine konan mermer parçasının altına koyuyordu. üçüncü gün olmuştu, nihayet bir kitap el değiştirdi. kitabın ismini görebilmek için çok uğraştı, ancak başaramadı. ip gerilirken kitabı tutmak isteyecek oldu, ancak eksik vardı, onu da takımlardan birine aldılar.
kızılay aşevi, uzunyoldan sağa dönen ilk sokaktaydı. taş duvarlar arasında küçük bir kulübeydi ve bahçesinin tam ortasında kocaman bir dut ağacı vardı. dut mevsimi çocukların eğlencesi olan bu ağaç, diğer zamanlarda yaşlıların gölgesinde dinlendikleri bir sığınaktı. her gün öğle vakti kamyonetlerle çelik karavanalar içerisinde yemekler gelir ve zaten sıraya geçmiş, uzunca süredir bekleyen insanlara dağıtılırdı.
oradan hiç yemek yememişti; ama o coşkuyu da hep yaşamak istemişti.
aşevine gitti, parayı her zamanki yerine koydu. eve geldiğinde, annesi ve babası yatmaya hazırlanıyordu. o da yattı. içinde bir sıkıntı vardı. yatağında dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu. bir süre sonra daldı. zor bir gece geçirmişti.
o zamanlar rüyalarını anımsayabiliyordu, tablasına poğaçaları doldurdu ve yola koyuldu. aşevine geldiğinde, gördüklerine inanamadı. dut ağacı kesilmiş, oturak kaldırılmıştı. mermer parçası da paralar da yoktu. kapıya bir tabela asılmıştı 'ptt deposu'. kendine gelmesi biraz zaman aldı. toparlandı ve yürümeye başladı, yeniden deneyecekti. sonra rüyasını anımsadı. yüzüne minik, yarım bir tebessüm düştü. fırına gelmişti. poğaçaların yanına simitleri dizdi ve amele kahvelerinin yolunu tuttu.
paraları annesine verir vermez, bakkalın önüne koştu. her zamankinden daha kalabalıktı. çok çekişmeli bir maç oldu. tam yedi sürücüye arabasının içinde başını eğdirdiler. kolalar alındı. sohbet başladı. o gün farklı bir şey vardı, değişik bir coşku. biraz sonra nedeni anlaşıldı. mahalleye yeni takılmaya başlayanlardan biri sazını getirmişti ve sohbetin ardından başladı çalmaya. mahallenin yenisi çalıyor, herkes hep bir ağızdan söylüyordu. Sait pis pis bakıyordu görünmemeye çalışarak. söylenen türküleri daha önce hiç duymamıştı. sözleri irkiyordu'
türküler bittiğinde, zayıf, uzun boylu ve gözlüklü olanı, onu yanına çağırdı. yukarda tepede oturuyordu. nadir olarak gelirdi, haftada birkaç kez, ama sohbetlerde en çok o dinlenirdi. elinde küçük bir kitap vardı, uzattı. kalbi duracak gibi atıyordu, hemen kitabı aldı ve rüyasını anımsadı. bu sefer yüzünde tam bir gülümseme oluştu ve yoğun bir sıcaklık hisseti. en çok da artık yalan söylemek zorunda kalmayacağı için sevinçli idi.
o gece gene uyuyamadı.
ilk kitabını o gece okudu ve bitirdi. içinde bir şeyler kıpırdamıştı. çok iyi anımsıyordu, son yaprağı kapattığında inanılmaz bir şekilde ürpermiş ve uzunca bir süre titremişti. artık öğrenmesi gereken çok şey olduğunu biliyordu ve çok daha fazla okuyacaktı.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

daha önce, yani ilk geldiği dönemde bütün çevreyi dolaşmıştı. insanların en az uğradığı yer burasıydı. zaman zaman birkaç avcı ve köyün çocukları uğruyor, ama fazla kalmıyorlardı. yakındaki derenin, denize dökülmeden hemen önceki kayalık bölgesinde de küçük bir in vardı. içerisine rahatça girebiliyordu. manzarası pek iyi değildi; ama derenin sesi rahatça uyumasını sağlayabilirdi. soğuk ve yağışlı havalarda burayı kullanabileceğini düşündü. kararını vermişti, kışları ve yağışlı havaları burada geçirecekti.
inin hemen ağzındaki güneş gören bölümlerde yosunlanma oluyordu. bu da birkaç kez düşmesine neden olmuştu.
önceleri geceleri çok korkmuştu, sonraları alıştı. derenin sesi, özellikle geceleri yükselen hayvanların sesleri artık onu dinlendiren sesler haline gelmişti.
hayvanlardan edinebildiği dostları yoktu ancak, böcekler ve sineklerle arası son derece iyiydi. bir tane örümcek vardı ki, onu gördüğünde hep korkuyordu. kahverengi, sarı ve siyah renklerden oluşuyordu. biraz irice, tüylü ve altı bacaklıydı. her gün birkaç kez görüyor; ancak hep aynı örümcek olup olmadığını ayırd edemiyordu. onu öldürmeyi çok düşündü, beceremedi.
bir gün uyandığında onu elinin üzerinde buldu. güneşleniyordu. hiç rahatsız etmedi.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

okullar açılmış, liseye başlamıştı. okul başladığında babası simit poğaça satmasına izin vermiyordu, zaten inşaat işçileri de kışın ismetpaşa'dan ayrılıp köylerine giderlerdi. kimse kalmazdı ismet paşa'da. babası içmediği sürece çok iyi bir insandı, ama içtiğinde nefret ederdi ondan. içince önce annesini döver, sonra pişman olup hüngür hüngür ağlar ve sabah binlerce defa özür dilerdi. en çok kızdığı şey buydu. ertesi gün pişman olacağını bile bile hep aynı şeyi yapmak, ona çok ters gelirdi. yaşadığı ortamda bütün babalar çok içer ve karılarını döverdi. ancak kaç tanesinin sabah pişman olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyordu,. yapabileceği hiçbir şey yoktu. kitapları biraz da bu yüzden sevdi, insan haklarından, eşitlikten bahsediyorlardı. annesini belki böyle kurtaracaktı.
evleri bakkalın bulunduğu sokağın, yeni apartmanlarının başladığı yerin hemen başındaydı. ker***ten yapılmıştı ve küçük bir bahçesi vardı. özenerek yapılmıştı, ancak inşaat işçileri ismetpaşa'ya yerleştikten sonra semtin rengi değişmiş, eski sakinler evlerini oldukça ucuza satarak başka yerlere taşınmışlardı. babası, büyük kente umutlarını taşırken yanında getirdiği paranın üzerine biraz borçlanarak burayı almış, ancak hiçbir zaman tamir edecek parayı bulamamıştı.
annesi ev kadınıydı. simitler fırından alınırdı; ama poğaçalar annesinin imalatıydı. hep ilk sömürdüğü insanın annesi olduğunu düşündü, ancak bu sömürünün adını hiç koyamadı. hiç okumamıştı annesi, sadece poğaça yapmaktan gelen bir gücü vardı. o gücü kullanmayı hiç öğrenemedi.
yaşamdan tüm beklentilerini onun üzerine kurmuştu; oğlu okuyacaktı, kendi yaşadıklarını babasının yaşadıklarını hiç bir zaman yaşamayacaktı. bazen poğaça hamuru yoğururken izlerdi onu, istediği her şey okunurdu yüzünden.hepsi hüznün arkasına sığınmıştı'..acıtan bir hüznün'..
ankara'ya geldiğinden beri, yaşadıkları, o dar sokaktan başka hiçbir yer görmemişti. gençlerden az önce toplanırlardı kadınlar bakkalın önünde, attıkları kahkahalar, evlerinde hiçbir zaman yaşayamadıklarını ve geceye doğru yaşayacaklarını anımsatırdı ona. bu neşeyi de hiçbir zaman anlayamadı. belki ancak böyle dayanabiliyorlardı yaşadıklarına. sokak sohbetleri alınsaydı ellerinde, ne yaparlardı diye düşündü çoğu zaman. yanıtı yoktu.
bir de küçüklüğünden beri, sokaktan geçerken nara atan bıçkınlar vardı, hep gece geçerlerdi. gündüz onları gören olmazdı, adları yoktu lakapları vardı. saygı görürlerdi mahalleliden, bakmazlardı kimsenin karısına, kızına. sadece nara atarlardı. sadece köşedeki, işkembeci şikayetçiydi onlardan, paraları olmazdı hiç, deftere yazdırırlardı hep, ama bir gün mutlaka ödenirdi çorba paraları. bakkalın önündeki güncel sohbetler değişip dönüştükçe naralar azaldı ve bir süre sonra tamamen yok oldu, artık evlerinde içiyorlardı, hırçınlaşmışlardı, karılarını çocuklarını dövüyorlardı. değişime ilk tanıklığıydı bu ve arkası gelecekti, biliyordu bunu.
ilk acıyı, başka bir semtte dolaşırken ayağı kayıp düşen, düşerken de kafasını yerde duran bir silaha çarpıp, patlamasına neden olarak ölen, sokak müdavimlerinden biriyle yaşamıştı. çok etkilenmişti, o ilk kitap verendi. ilk eylemine katıldı. sonradan adının korsan miting olduğunu öğrendiği bu eylem, uzunyolun dışkapı tarafından başlayıp, başkent hamamının önünden, kahvelerin yoğun olarak bulunduğu küçük alana kadar devam etti. küçük meydanda sloganlar atıldıktan sonra and içildi ve insanlar büyük bir hızla dağıldı. oracıkta kalakalmıştı. ürperiyor ve titriyordu.
Sonraları, tam hamamın önünden geçerken hep aynı şekilde ürperip titrediğini anımsadı. bir anlam verememişti; ama çok yoğun olarak hissetmişti bu duyguyu.
o dönemde, en çok düşündüğü şeylerden biri, ilk kitabı verenin oralarda ne yaptığı idi. sonraları yanıtı buldu, artık o da ankara'nın bir çok semtini biliyordu.
kurtarılmış bölgeler vardı o zaman ve o, kurtarılmış bölgelerden birinde yaşıyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

tam dokuz aydır aynaya bakmamıştı. el yordamıyla saçının ve sakalının durumunu anlayabiliyordu, yalnız tuzlu suyla yıkanıyor sonra, derenin denize döküldüğü yerdeki küçücük şelalenin altına girip durulanıyordu. sabun kullanmadığından, vücudundaki bütün tüyler katılaşmıştı.
değişik bir şeyler görmek istediğinde, denize yaklaşık on dakika mesafedeki köye gidiyor ve akşama kadar orada kalıyordu. köylü en azından oradaki hikayesini bildiğinden, ondan rahatsız olmuyordu. ancak kahvede ve evlerde sıkça konusu geçiyordu. onun üzerine herkes farklı bir şeyler üretmişti, kimisi kaçak, kimisi aşık, kimisi de deli olduğunu düşünüyordu.
köye gittiği zamanlarda, aynı zamanda köy odası olarak kullanılan kahve, okul, bakkal ve birkaç evin bulunduğu meydanda, bakkalın hemen köşesindeki taşa oturuyordu. bu davranış ona çok tanıdık geliyordu.
bakkala girip çıkanların verdiği birkaç parça ekmek, okul çocuklarının azıklarından onun için ayırdıkları parçalar ve kahvecinin, gidebildiği her sabah verdiği bir bardak çayın dışında onunla ilgilenen kimse yoktu.
Köyde bir köşesi vardı ve köşede bir kayası'''''

xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
okul, kurtarılmış başka bir bölgedeydi. artık büyüdüğünü hissediyordu. değişik şeyler yapmalıydı, kendini aşmalıydı. sürekli okuyordu, bakması, görmesi, dinlemesi, konuşması, hatta yürüyüşü bile değişmişti.
mahalleye sadece akşamları gider olmuştu. okulun olduğu bölgede bulunan küçük bir çarşıdaki çay ocağına takılıyordu. sohbetler artık güncele müdahale şekline dönüşmüştü. sürekli bir aktivite içindeydi afiş asıyor, duvarlara yazı yazıyor, bildiri dağıtıyor, mitinglere katılıyordu. kendini çok fazla geliştirmişti, her konuda konuşabiliyor ve kendini dinletiyordu.
evdeki ilişkiler de artık eskisi gibi değildi, yanıtlara çok yakındı ve müdahale ediyordu. böyle gitmemeliydi, değişim evde de yaşanmalıydı. baba yazları şarap, kışları ispirto içerdi. sağlığı çok bozulmuştu. ancak bu, evdeki nüfus artışını engellemiyordu ve yeni bir kardeş gelmişti. içkili bir akşamdı, anne yine dayak yerken ilk kez babasının elini tuttu, yapmaması gerektiğini söyledi. bu eylem babadan yenen dayakla noktalandı. burnu kanıyordu, ilk kez kanın tadını aldı. dışarı çıktı. yumruklarını sıktı ve o sıska gecekondunun ahşap merdiven direğine bir yumruk attı. sağ eli parmaklarının başladığı yerden kanıyor ve kemikleri gözüküyordu.
değişim çok köklü olmalıydı.
kahvehanelerden birisi dernek haline gelmişti, sokağın müdavimleri artık oraya takılıyorlardı. daha yaşlı insanlar gelip gitmeye başlamıştı. sohbetler mahalle, kent ve ülke sorunlarını çözmeye yönelmişti. derneğe üniversite öğrencileri de geliyor ve ortamı son derece güzelleştiriyorlardı. çok şey öğrendi üniversitelilerden. ancak sokağa ip gerilmiyordu artık ve özlüyordu 'başını eğ' esprisini, kadınların ağlama gibi kahkahaları duyulmuyordu, artık bakkal kola satamıyor, işkembeci şikayet edebileceği kimse bulamıyordu. mahalleye ciddiyet gelmişti.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

bazen sabahları uyandığında, yatağının köye bakan tarafındaki çam ağacının altında yeni pişirilmiş ekmek bulurdu. kimin bıraktığını hiç görmedi, ancak o ekmeği hep büyük bir zevkle yedi.
sabahları köye gittiğinde, daha yaklaşırken o ekmeklerin kokusunu alıyor ve çocukluğundaki simitçi fırınlarını anımsıyordu. yüzünde tıpkı eskiden olduğu gibi küçük bir gülümseme oluşuyor ve bakkalın köşesindeki taşa gelip oturuyordu. oraya gitmesinin nedeni, insanlardan kopmamak mı yoksa insanlara yaşadığını, var olduğunu anımsatmak mı olduğunu bir türlü ayıramıyordu.
artık köye her zamankinden çok gider olmuştu. köylüler ona daha çok alışmış ve görmedikleri zaman merak eder olmuşlardı. kimse ona takılmadan geçmiyordu.
en hafif tanımlamayla, köyün delisi olmuştu artık.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

ismet paşa'nın da bir delisi vardı. adı yoktu. herkes 'paşa' diye çağırırdı onu. paşa'nın bıçağı vardı, racon keserdi ya da kesmesine izin verilirdi, eğlence zamanı. güzel giyinirdi paşa, inşaat işçilerinin söküklerini diken sokak terzilerinde her zaman ona göre bir şeyler bulunurdu. kahvelerin topluca bulunduğu uzunyolda panayır berberi yaşlı bir amca vardı, paşayı tıraş ederdi geldikçe, saçı sakalı. kahveye geldiğinde baş köşeye oturtulur ve hemen çayı getirilirdi. pazar günleri sıhhi banyo tamamen dolardı, paşa tam o zaman damlar, içeri hamamın eğlencesi olurdu. kimse para istemezdi, isteyemezdi; bıçağı vardı.
bir gün dernek başkanı kahvede paşayla eğlenenleri iyice paylamış ve paşayı da onurlu davranmaya davet etmişti. onur da neymişti ki, paşa bu işten hiç bir şey anlamamıştı. o günden sonra paşayla kimse eğlenmedi, racon kesmesini istemedi. en önemlisi, kimse bıçağından korkmadı.
dernekle birlikte insan görüntüleri ve davranış örüntüleri iyice değişmişti. onlarca yeni yüz dolaşıyordu sokaklarda, insanlar sanki biraz ürkek ve korkaktı. sokaklarda sürekli polisler dolaşıyor, kahvelerin herhangi birinde kavga çıktığında, aniden, nereden çıktığı belli olmayan sivil polisler beliriyor ve insanlara çok sert davranıyorlardı.
kahvelerin kapanma saatleri, insanların yatma saatleri hep değişmişti.
mahallenin etrafını çeviren bulvarlara yakın yerlerde apartmanlar vardı, bunların üst katlarında çeşitli cemiyet dernekleri ve kulüpler açılmaya başlamıştı. büyük arabalı, iyi giyimli insanlar sürekli buralara girip çıkıyor, açık camlarından sanki içerde yangın varmış gibi, yoğun bir sigara dumanı çıkıyordu. geceleri geç saatlerde bağrış çağırışlar olur, silah sesleri gelir, ancak polis onlara kahvelerdeki insanlara davrandığı gibi davranmazdı.
ara sokaklarda sıkça rastlanan, kadın çoluk çocuk hep beraber yapılan kavgalara hemen hemen hiç rastlanmıyordu artık. kimse evinin önünü süpürmüyor, çamaşırını camdan cama gerilmiş iplere asmıyordu.
dernekte yapılan sohbetler çeşitli riskler nedeniyle yapılamıyor, bunun yerine oldukça azalmış insan sayısıyla, mahallenin üst kısımlarında, araçların giremediği, ancak iki insanın geçebileceği genişlikteki sokaklara oturmak suretiyle, artık adı eğitim çalışmaları olan sohbetler, nöbetçi koymak suretiyle gerçekleşiyordu. insanlar eskiden olduğu gibi hemen kararlar alıp uygulayamıyorlardı. artık farklı düşünenler vardı ve gruplar oluşmuş ya da oluşturulmuştu.
paşa yeni durumdan hiç hoşnut değildi. kimse onunla eğlenemiyordu, onu mahalleye bağlayan sıcaklık kalmamıştı. bir sabah çay içmeye gelmedi. mahallenin paşası artık yoktu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

çok büyük bir köy değildi. bölgedeki topraklar çok verimliydi ve seracılık yaygındı. verimli topraklar yüksek yaşam standartları üretmişti ve bölgede çok fazla köyün kurulmasına neden olmuştu. köyler arasındaki sosyal ilişkiler kız alıp vermek ve hasat panayırı ile sınırlıydı. ekonomik ilişkiler aynı türden üretim yapan onüç köyün ortak kurduğu kooperatif aracılığı ile sürdürülüyordu. bakkalın köşesinde oturduğu taştan, köyün tüm ekonomik ve sosyal hayatını gözleyebiliyordu, bundan da korkunç tat alıyordu.
düğünler genelde hasattan sonra yapılıyor ve çok keyifli geçiyordu. bu tür etkinlikler en çok onun işine yarıyordu. ona yer açmıyorlardı ama masalardakilerden payına bir şeyler düşüyordu. artık sadece böyle zamanlarda müzik dinleyebiliyordu. kulakları farklı sesler duyuyor, midesi farklı yemekler görüyordu. buradaki eğlencenin temelinde o alıştığı, bildiği tarzda davul zurna yoktu. klarnet ve darbuka ile yapılan müzik bütün düzlüğü kaplayıp, efelerin rakıyla karışık coşkusunu tabanca ve tüfek sesleriyle karıştırıp onun anılarına sarkıyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

ilişkilerin daralması onu mahalleden uzaklaştırmıştı. okul yakınlarındaki küçük çarşının, giriş katının en dibindeki çay ocağında yaşananlar, çok daha ona göreydi. en azından oradaki herkes kendi kuşağındandı. okuldaki sorunlar ve onların çözümlerine yönelik üretimler, ona ülkeyi kurtarmaktan daha yakın geliyordu.
okulda öğretmen ve idareciler tarafından alınan kararlar gene onlar tarafından uygulanıyor, bu da öğrencilerin yaşamlarını kolaylaştırmak yerine daha da zorlaştırıyordu. Bir şeyler yapmak gerekiyordu; yaptılar.
polisle ilk tanışmasıydı, çok acı çekti. onbir gün boyunca, yaklaşık bir metrekare, hiç ışığı olmayan, tabanı beton ve o güne kadar orada kalan herkesin bir şeyler bıraktığı sözcükler, sloganlar ve dörtlüklerle dolu duvarlarla; üzerinde bir karışa bir karış, yalnız dışarıdan açılabilen bir penceresi olan bir kapı. hepsi bir başka acı, hepsi bir başka umut, ama ortak olan bir şey vardı ki, ondan çok etkilendi.
şöyle yazmıştı misafirlerden biri;

'kimi zaman umut
silah olur
çözüm ise
ölüm'
direnmekti genelde yazılan, bir sonraki misafire ne yapması gerektiğini söylemekti mesajlar. onların, öncekilerin ne yaptığını merak etti hep. yaşananlar aynıydı, duyabildiği nefesler rakı kokuyordu, kalorifer borusuna asılan halı önce ıslatılıp, sonra dövülürken ev sahipleri, çaresizlikten olsa gerek, orada doğum yapmış bir kedinin yavrularını büyük bir şefkatle seviyorlardı. evin reisi küçük süt tabağını boş görmüş, birilerine bağırıp duruyordu. Hayvan severliğin en güzel örneklerindendi duydukları. reisin davranışından çok etkilemişti. onu, kutlamak istedi. ancak kolları kalorifer borusunun sıcağından yanıyordu, ellerinin nerede olduğunu anımsamıyordu ve onu göremiyordu. vücudunun bu kadar ağır olabileceğini hiç düşünmemişti ya da bir gün onu taşımak zorunda kalacağını. keşke biraz zayıf olsaydı. bir süre sonra ışık oraları aydınlatmaya başladı, bağırmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. diğerlerinin ne yapmış olabileceğini düşündü ve hücrenin duvarına ne yazacağını.
hiç yenilgi yoktu duvarlarda''''.
onaltı yaşındaydı, polisle tanışmıştı, parmak izi alınmış, resmi çekilmişti. adliyeyi görmüş, hakimi, savcıyı, avukatı tanımıştı. bitkindi ve yaşadıkları çok ağır geliyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

oraya ilk gittiğinde, kumsalı olmayan denizin kayalık bölgelerindeki sualtı mağaralarına dalmaya gelen balıkadamlar için düzenlenmiş pansiyona yerleşmişti. asıl işleri tarım olan bakkal ve kahveciyi saymazsak, çiftçiliğin dışında para kazanılan tek farklı alan, bu pansiyondu. sahibi emekli bir ilkokul öğretmeniydi. emekli olmadan önceki son üç yılını burada geçirmiş ve emekli parasıyla da pansiyonun olduğu binayı alarak buraya yerleşmişti. balıkadamların dışında ilk müşterisi oydu. ondan hoşlanmıştı ve en iyi odasını verdi. uzunca bir süre, içine deniz kokusu sinmiş o odada kaldı ve sürekli okudu. gelirken getirdiği kitaplar bittiğinde de yazmaya başlamıştı. sık sık önceki yazmalarını anımsıyor; ancak, lise ikinci sınıfın sonrasında neler yazdığını bir türlü çözemiyordu.
köylüler ona kuşkuyla bakıyor ve pek fazla yaklaşmıyordu. altmışlı yıllarda yaşanmış, şu anda efsaneleşmeye başlamış öyküler vardı kafalarında. sorular soruyor ve anlamaya çalışıyorlardı. neydi, kimdi, neden buralardaydı... sonra cevapları buluyorlar ve inanıyorlardı.
aradığı her şey burada vardı. aslında bir beklentisi de yoktu. ama ona öyle geliyordu. pansiyoncudan başka kimseyle ilişki kuramamıştı. insanlarla arasında bir şey vardı ve bunu çözemiyordu. pansiyoncuyla zaman zaman güncel sohbetler yapıyor; ancak, bu sohbetler çoğu kez sadece pansiyoncunun anlatılarıyla geçiyordu.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

döndüğünde, evden inanılmaz baskı görmeye başlamıştı. annesi sürekli ağlıyor, babası da sürekli bağırıyordu. hayat şartları giderek güçleşiyordu. ülkenin ekonomik durumu son derece bozuktu ve bu evlere fazlasıyla yansıyordu. yaşananlar olmuştu, yapabilecek bir şey yoktu. bundan sonra yaşanacakların önüne geçebilmek ve eve katkıda bulunabilmek için yeniden tablasını simit ve poğaçayla doldurup akşamları kahveleri dolaşmaya başladı.
ismetpaşa bambaşka bir kimliğe bürünmüş, aynı türden ancak farklı düşünen gruplar tarafından paylaşılmıştı. eskilerden pek kimse kalmamıştı. yerleşik olanlar bile ankara'nın farklı semtlerini tanımak için sürekli turistik amaçlı olduğu söylenen, gezilere çıkıyorlar ve uzun süre mahalleye uğramıyorlardı.
gündüz okula gidiyor, akşamları simit poğaça satıyordu. okuldaki arkadaşlarıyla daha az görüşür olmuştu. onları özlemişti, küçük çarşıdaki çay ocağına çok az gidebiliyordu.
dersleri oldukça iyiydi. hem bu yüzden hem de edindiği yeni kimlik nedeniyle arkadaşları arasında aranır olmuştu. şubat tatili, güzel karne nedeni ile oldukça iyi geçti. sürekli mahalledeydi ve arkadaşlarıyla uzun uzun birlikte oluyordu. karne evle ilişkilerine yeni bir boyut getirmiş ve normalleştirmişti.
bir gün dernekten, arkadaşlarıyla birlikte başka bir semte gitmeleri istendi. hiç düşünmeden yola koyuldular. bir fabrikada grev vardı ve işçilerin korunması gerekiyordu. o günden sonra dokuz gün boyunca fabrikaya gittiler ve işçileri korudular. orada yaşadıkları çok farklıydı, işçilerle sohbet ediyorlardı ve yeni birçok şey öğreniyordu. öğlenleri simit yiyip ayran içiyor, halay çekip marşlar söylüyorlardı. o hiç tanımadığı, duymadığı türkülerin hepsini öğrenmişti. önceleri duyduğunda irkiliyordu, şimdilerde söylerken irkilmeye başlamıştı.
dokuzuncu gün öğleyin tam simitlerini yemeye başlamışlardaki polis etrafı çevirdi ve hepsini gözaltına aldı. durum oldukça ciddiydi, bir önceki gün fabrikanın müdürü öldüresiye dövülmüştü. hiç ilgisi yoktu ama, o da suçlanıyordu. kimseye bir şey anlatamadı, ancak artık deneyimliydi. başına gelecek her şeyi biliyordu. sadece ilk geldiğinde kaldığı hücrede kalmak istiyordu. yine de kimseye bir şey söyleyemedi.
bildik şeylerin yaşandığı onüçüncü gün müdürü dövenler yakalanmıştı ve mahkemeye çıkmadan salıverildiler. okullar açılalı bir hafta olmuştu. önce okula gitmeye karar verdi, ayakları onu çay ocağına götürdü. herkes oradaydı ve onu konuşuyorlardı. çok sıcak bir karşılama oldu, çaylar söylendi ve uzun uzun yaşananlar konuşuldu.
hava kararıyordu, ayrıldılar. okul ile ismetpaşa arasında tehlikeli yerler olduğu için yolu uzatarak yürümeye başladı. evde yaşanacakların sıkıntısı sarmıştı; annesine, özellikle de babasına ne söyleyeceğini düşünüyordu. problem büyüktü ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. eve gitmek istemiyordu. durdu ve yeniden yolunu değiştirdi.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

odasındaki masasında oturmuş yazarken kapı çalındı. gelen pansiyoncuydu ve jandarmanın onu istediğini söylüyordu. içi ürperdi. neden bilmiyordu, ama jandarma sözcük ve obje olarak ona kötü şeyler yaşatıyordu. çıktı. bir astsubay ve yedi er pansiyonun önünde bekliyordu. çok naziklerdi, kimlik sordular, astsubay uzun uzun kimliğini inceledikten sonra, kendileri ile gelmesini istedi.
gittikleri karakol, büyük olasılıkla rumlardan kalma iki katlı, taş bir binaydı ve ağır bir tütün kokusu vardı''''.rutubeti bastıran'..girişteki geniş holdeki, tahtadan yapılmış, ziraat bankası bankına oturtuldu ''.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

her zaman, uzun yol'un dışkapı tarafından girip; mahalleyi boydan boya kat ederek eve ulaşırdı. ismet paşa'.. bendderesi, hıdılırlık tepe, dışkapı, ulus arasında büyükçe bir adaydı ve yolu uzatmak adına son derece riskli olan dışkapı-ulus arasındaki bulvara saptı. Yıba çarşısını geçtikten sonra roma hamamları'nın karşısındaki dar ve karanlık yoldan mahalleye girdi. Ortalık çok sessizdi'.irkildi'hiç böyle olmamıştı daha önce..silkindi ve kendine gelmeye çalıştı'adımlarını hızlandırarak, hemen bakkalın önüne çıktı'..hiç kimse yoktu. hemen tepeye koştu. o hep toplandıkları yere geldiğinde'herkes oradaydı ve derin bir sessizlik vardı'.sigaralar sıkça, uzun uzun çekiliyordu've yüzler dumandan seçilmiyordu'..yavaşça geçip bir kenara çöktü'..anlam veremiyordu'soramıyordu'.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

alt kattan çığlık sesleri geliyordu'..çok derin ve acılı'

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

dernek başkanı öldürülmüştü''.koşarak, elinde oldukça büyük bir paketle daha önce hiç görmediği biri geldi.ortalık hareketlendi'.paket açıldı ve içerisinden meşaleler çıktı'..büyük bir hızla dağıtım yapıldı meşaleler yakıldı ve sloganlar atılarak yürüyüş başladı'.tepeden kahveler bölgesine inildi''dolmuş yolu trafiğe kapatıldı ve and içildi'. güneşi zapt etmeyi hiç anlayamamıştı'

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

hiç kimse umursamıyordu''oysa o kadar yakındı ki ses'..ne olduğunu anlamaya çalıştı uzunca bir süre''sanki herkes sağırdı''..hiç tepki yoktu''..

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

hareket uzunyol'dan dışkapı'ya yöneldi''.sokaklar bomboştu''

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

hızlıca düşünmeye başladı'..bankın yanındaki küçük sehpada''içinde kırmızı bir balık olan ve kırmızı suyla dolu bir fanus vardı''çevresine bakındı'yavaşça itiverdi'.büyük bir gürültüyle kırılan fanustan kırmızı su yayıldı holün tabanına''
kimse dönüp bakmadı''''''..

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

eline, içinde kırmızı boya olan bir teneke ve bir fırça tutuşturdular aceleyle'.sokak iki taraflı olarak, yazılarla donatılıyordu'..insan seliyle birlikte'''.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

ansızın, rüyasını anımsadı''''' daha önce hiç görmediği bir köyün delisiydi''.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

hamamın köşesine gelmişlerdi'''..yağmur başlamıştı'.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

yağmur yağıyordu ve ıslanmıştı''.bir patlama sesi duydu'...

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

bir patlama sesi duydu''''''asvalt, dışkapı yönünde gökyüzüyle birleşerek bir karaltı oluşturuyordu''.ıslandı yanağı'''

Aralık/2006 ege altun
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Mart 2007       Mesaj #409
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
.........../Mektup

Gittin,

Daha birkaç saat önce varlığınla alevlenen içim boyun eğmiş, donuk ve
hasretinle dolu. Belki de bir kum saatine ayarlı zamanı yaşamaya başladık
bilmeden.

Aşklar arasında şaşkın kalmış kalbini aldın ve gittin.
İzin ver lütfen izin ver.. Biraz daha hayallerinle ve düşlerinle kalayım.
İzin ver lütfen izin ver.. Biraz daha hayallerimde ve düşlerimde yaşatayım
seni
Düşünüyorum da buluştuğumuz düşler sokağı, anlatıyordu bize de farkında
değildik.
Hayallerini yak evi ısıt, diye girerdik kapısından içeriye..
Asla hayallerimizdeki bizi yakmayalım derdik.
İzin verelim düşler sokağı düşlerimizle ısınsın.
Karar vermiştik hani
Zamanı geldiğinde bir güvertede yakıp, küllerini denize atacaktık..
Denize atacaktık ki..
Seni her seyirde
Ben her denize daldığımda..
Bizi hatırlayacak..
Bizi hissedecek..
Sevdamıza..
Acılarımıza..
Anlarımız dalacaktık farklı diyarlarda..
Ne oldu bu kararımıza ..
Gittin.
Hatırlar mısın
Kimi zaman susardık karşılıklı o an sanki hep yanındaydım.
O an sanki ellerin ellerimde gözlerim gözlerindeydi.
Öyle ki o anlarda konuşmak ellerini bırakmak gibi gelirdi bana.
Susmak kaçmak değildi.
O anlarda bedenlerimizi, ruhlarımızı hiçbir tereddüt duymadan beklentisiz
birbirimize bağışladığımız anlardı.
Biz olduğum anlar sevgiyi hissettiğimiz anlardı, gerçek ötesi düş
anlarımızdı...
Birbirimizi yollarca şehirlerce düşlerce uzaktan istedik, sevdik.
Birbirimizi kelimelerce istedik sevdik.
Birbirimizi hayatlarımızı bilerek umutsuzca, beklentisiz hayallerimizce
istedik, sevdik..
Dün gece hava soğuk, yağmurlu ve bana inat ilerledi.
Gece mi beni tüketti ben mi geceyi.
Zaman acımasız, zaman seni de alıp çekip gitti.
Sahildeki kum tanecikleri misali
Acı içimde git gide çoğalıyor
Gidişin yok edemeyecek..
İçim acıyor
Öyle bir kum fırtınası koptu ki içimde, göz yaşlarım da fayda etmiyor
Gittin.
Seni sevmek direnmekti
Seni sevmek kendimi seninle keşfetmekti.
Seni sevmek bende seni keşfetmekti..
Seni sevmek notaları yazılmamış bir müzik nağmesiydi..
Seni sevmek bensiz geçen hayatına uzaktan bakmaktı.
Ve anladım ki
Çaresizliğim
Vazgeçilmezim
Seni sevmek, seni ait olduğun gökyüzünde özgür bırakmaktı.
Gittin….
Benim için acıyor
Gittin..
Elveda .



filiz gündüz
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Mart 2007       Mesaj #410
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hiçbir ölümlü Yüzümdeki perdeyi kaldiramadi"
Bir Misir tanrisina ait olan bu söz O'nu çok güzel tanimliyordu. Ne
eksik ne fazla ...
Iyi sayilabilecek bir sairdi. Içinde yasadigi toplumla paylastigi degerler yok denecek kadar azdi. Dis görünüsü iç dünyasindaki aykiriligi
fark ettirmeyecek kadar dogaldi. Içten bir tepkisi vardi yasanan degerlere
karsi. Ama o,bu aykiriligini anlamsiz ve tepkisel davranislarla göstermezdi.
"Insan konusmayi ögrenince susuyor" derdi. Bu yüzden günlerce
konusmayabilirdi. Ama konustugu zaman da karsisindaki insanin deger
yargilarini alt-üst ederdi,hiç çekinmeden.
Insanlarla hiçbir seyi paylasmamaya, onlardan hiçbir sey almamaya
yeminliydi. Insanlarin onu sevmesi de nefret etmesi de birdi onun
için. Paylasmak ona göre büyük bir zulümdü zaten. Insanlar kendilerine ait
olmayan bir seyi sahipleniyor,sonra da güya insanlari sevdikleri için
paylasiyorlardi. Halbuki paylastiklari sey hiç de onlarin degildi. O,bu iliskiyi eve giren bir hirsizin evi,ev sahibiyle paylasma lütfuna benzetiyordu.
Bu aykiri düsüncelerinden dolayi yirmi yasinda terk ettigi ailesini
hiç aramamisti on bes yildir. Annesine biraktigi not çok kisaydi: Asiyim, hepsi bu kadar.
Evlenmeyi bir an bile aklindan geçirmemisti. Ona göre evlilik sahiplenme duygusunun bir insanla tatmin edilisiydi.
O hiçbir seye sahip olmadigi gibi hiçbir seyin de onu sahiplenmesini istemiyordu.
Peki,bunca yildir neyi ariyordu?Gerçegi,yalnizca gerçegi. Yillar önce okudugu bir kitapta su yaziliydi: "Gerçek aramakla bulunmaz ama her arayana verilir.
Her seye ragmen onu ümitlendirmisti bu söz. Zaten hayatin çok
sirrini anlamisti bu çileli yillar boyunca. Sevgi varolusun biricik
sirriydi. O günde sonra bir baska bakiyordu hayata. O günün anisina su sözleri yazmisti


Günlügüne: "Karanliklar senin göz kapaklarinin çektigi perdedir aydinligin üzerine. Aydinliksa gözbebeklerinin isiltisidir,perdelerden kolayca geçen."
Atom sevgiyle duruyordu ona göre. Atoma nefreti sokup atom bombasi yapmamislar miydi zaten?Bu yüzden en nefret ettigi sey nefretti. Kendisini sevginin mayasindan yaratilmis hissediyordu. Yapragin yere düsmesi topraga olan sevgisindendi. Filizlerin boy vermesi göge olan özlemlerindendi. O küçük tohum,tabiatin gök ve yer denilen iki koluna sariliyordu böylece...
Bir yandan köklerini topragin derinliklerine saliyor,bir yandan da
göge yükseliyordu tohum.
Ya yazmak...Yasmak da sevgiydi. Mürekkebin gerçege duydugu sevdaydi onu yazmaya iten sey. Kalem kutsaldi onun için. Bu yüzden hiç kimse bunalmis ruhunu kagida dökmek için kullanmamaliydi kalemini.
Kalemi ilk kullanan da Tanri degil miydi?
Tanri ilk asikti. Insanlari sevgisinden yaratmisti. Her seyi sevgi üzerine kurmustu ama hiç kimse anlamamisti O'nu. Bu yüzden "Aski anlasilmayan ilk asik Tanridir." derdi. Insanlar dogar dogmaz göbek baglarini kopardiklari gibi gerçekle olan baglarini da kopariyorlardi sanki.
O, bu ümitsiz durumdan su sözlerle siyriliyordu: "Güzellerin güzel
yüzünde güzelligi yaratan,elbette o güzellige asik olanlari da yaratir."
***

Genç kiz nihayet uyanmisti. Tüm gece boyunca uyumustu. Gözlerini
ovusturdu. Elbiselerini düzeltti. Saskindi.
--Nerdeyim ben?Siz kimsiniz?
--Demek dün gece neler oldugunu hatirlamiyorsun?
--Çok içtigimi hatirliyorum o kadar.
--Evet,kapiyi sana açtigimda çok sarhostun gerçekten. Kapiyi açar açmaz bana
ilk söyledigin söz suydu: "Ben Tanrinin hediyesiyim"
Genç kiz bu söz karsisinda utancini gizleyemiyordu. Bir seyler
söylemek istiyor ama nereden baslayacagini da bilemiyordu. Saskinligini biraz olsun gizlemek için:
--Peki ya sonra ?Dedi.
--Isin dogrusu ben Tanridan böyle bir hediye beklemiyordum. Sasirdim bir
an. Gerçegi arayan birisine senin gibi bir serabin gösterilmesi dogal gelmedi bana. Ben bunlari düsünürken sen de su an yattigin yerde sizip kaldin zaten.
--Dün geceden beri yerde mi yatiyordum?Diye sordu saskinlikla.
--Evet,düsüp sizdigin yerden kaldirmadim. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrinin seni almasini bekledim. Ama,görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrinin hediyesisin böyle? Ferda sitem dolu bir utangaçlikla:
--Lütfen benimle alay etmeyin. dedi.
--Alay etmiyorum .Sadece seni anlamaya çalisiyorum. Istersen önce sana bir kahve yapayim da kendine gel.
Kemal kahveleri getirdiginde Ferda biraz olsun kendine gelmisti. Üzerindeki yabanciligi atmaya dogal olmaya çalisiyordu.
--Benim adim Ferda iki sokak ileride sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaslarla yasadigim bir çilginlikti o kadar. Çok utaniyorum.
--Ben de Kemal. Bu evde tek basima yasiyorum.(Bir an duraksadi Kemal) Senin hakkinda ne düsündügümü merak ediyorsun degil mi?
--Biraz öyle...
--Hiç...Hiçbir sey düsünmedim.
--Neden?
--Özel olarak hiçbir insan üzerinde düsünmem pek.
--Gecenin yarisinda kapini çalip,evinde yatan bir kiz hakkinda bile mi?
--Evet.
--Çok garip bir insansin.
--Söylesene maskeli bir baloda insanlarin gerçek yüzlerini tanimak müm
kün müdür sence? --Tabii ki degil.
--Iste su yoplumda gördügün birçok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yasiyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksizdir bence. Hem de zamana, kisilere ve olaylara göre her an degisen maskelerin kullanildigi bir balo... Bu yüzden pek anlamli gelmiyor bana insanlar üzerinde düsünmek.
--Kendini soyutluyorsun insanlardan.
--Öyle de denilebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düsmanidir bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir sey almamayi yegliyorum. Buna ragmen her seyimi vermeye de hazirim onlara.
--Insanlarin sevgisini de ret eder misin örnegin?
--En basta onu. Bu günün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.
--Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...
--Bunda yaniliyorsun. Insan sanildiginin aksine sevilerek degil severek yasar. Insan sevilmek ihtiyacinda olan zayif bir varlik degildir. Kisacasi sorun sadece sevilmek degil sevmektir.
--Sevdigin halde sevilmiyorsan?
--Sevilmek senin sorunun degil onun sorunu. Bence sevmek bir insani kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginlestirir, sevilmek degil. Bunu, evreni kapsayacak sekilde de düsünebilirsin.
--Nasil yani?
--Evrensel anlamda sevmek kainati kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir.
Ferda'nin kafasi karismisti. Hiç bu kadar derinlemesine düsünmemisti sevgi üzerine. Bunu fark eden Kemal:
--Bunlari bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düsünürsen umarim anlayabilirsin. Sunu unutma ki insanlik bu gün ikinci tas devrini yasiyor. Birinci tas devrinde insanlar yumusacikti. Sevgi
sayesinde her sey yumusacikti. Sadece evleri ve aletleri tastandi. Simdi ise her seyimiz yumusacik, yüreklerimiz tas gibi. Hatta tastan da kati. Çünkü öyle taslar vardir, üzerlerinde otlar yetisir ve öyleleri de vardir ki...
Kemal'in gözleri nemlendi bunlari söylerken. Yillarin acilarini, ihanetlerini, burukluklarini kelimelere döküyordu aslinda. Aglamakli bir hale dönüsüyordu sesi kesik kesik...
Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat seridi geçti Ferda'nin gözleri önünden. Eger Kemal'in anlattiklari dogruysa sevgi hiç olmamisti hayatinda.
On sekiz yasinda olmasina ragmen sayisini kendisinin bile unuttugu kadar çok sevgilisi olmustu. Ama hiçbir zaman sevgiyi bu kadar yogun hissetmemis ve yasamamisti.
Bir an gözleri duvarda çerçevede olan misralara takildi
Donuk sevgiler çagindayiz
Sicak sevgiler cehennemde yaniyor
Sevgi...
Yasanmayacak kadar güzel,
Fark edilmeyecek kadar sade
Duyulmayacak kadar dogaldir
Kemal duvarda aglayan bir çocuk portresi gösterdi Ferda'ya
--Biliyor musun bir çocuga verilecek en degerli besin sefkattir ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu iste su insanlari görürsün karsinda... Sefkat ve cesaret kurbanlari... Kimileri asiri sefkatin yaninda cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kirilirlar. Dünya çok acimasizdir böylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yogunlasirlar ki bazen siddetli bir arzuyla birilerine dogru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti ögrenememistir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayi bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yikiliverirler. Dünyayi titretecek cesareti taniyan bu insanlar kalplerine dokunacak bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan:
Dag düstü üstümüze
Yikilmadik ama
Insan degdi tenimize
Acisi yakti bizi...
Cesaret onlari o kadar sertlestirmistir ki sevdikleri insani kollari ile kalpleri arasinda neredeyse öldürür.
Kemal sustu birden Ferda bir seylerin oldugunu hissetmisti. Çözmek istiyordu Kemal'i
--Niye sustun?
--Bana ne sefkati ögrettiler ne de cesareti.
--Ama tüm bunlari biliyorsun sen.
--Nasil oldugunu merak ediyorsun degil mi,anlatayim.
Bir an durdu sonra:
--Insanlarin nefretlerinden sevgiyi,ihanetlerinden sadakati, korkakliklarindan cesareti ögrendim.
--Insanlar bu kadar acimasiz mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?
--Birak sevgilerin gülmeleri bile dogal degil onlarin. Seni senin için degil
kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki,hayran olmamak elde degil biliyor musun?Sevgi ve ihaneti o kadar
sanatsal bir uyarlamayla sahneye koyarlar ki,son sahnede ölecegini bile bile seyredersin oyunu .Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarindan sevgi sözcükleri yükselir. Yapacagin tek sey gözlerini kapatip sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin saganak yagmuru altinda ölümünü beklemedir. Anliyor musun?
--Sen sevilmekten korkuyorsun.
--Belki...
--Neden?
--Neden mi?Ben her insani kalbime misafir edebilirim,sevebilirim yani.
Kalbimden eminim çünkü. Sevdigim insani rahatsiz edebilecek hiçbir sey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsilasacagim. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bu tuzaklardan haberdar mi?
--Fikirlerimi alt üst ettin. Her sey karisti Sevmek sevilmek,nefret,sevgi.
Hatta su ana kadar gerçekten yasayip yasamadigimi düsünüyorum.
--Aslinda sana anlattigim her seyi kendinde bulabilirsin.
--Nasil?
--Kendini taniyarak...Yalniz kaldigin anlarda...
--Yalnizliktan kaçmisimdir hep...
--Yalnizliktan kaçmak kendinden kaçmaktir. Bir düsünsene dogarken de
yalnizsin,ölürken de. O halde yasarken de yalnizliktan kaçmak anlamsiz degil mi ?
--Yalnizlikta insan ne bulabilir ki sikinti ve bosluktan baska?
--Kendini gerçekten taniyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç
uzayin oldugunu fark edebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra basina
geçip agit yakiyoruz...Benligindeki zenginligi fark etseydin dünyada ikinci
bir insan aramazdin biliyor musun?
--Anlamadim!
--Dünyada bir tek kisi vardir aslinda o bir kisi içinde de bes milyar insan.
--Benligim bu kadar kalabalik mi?
--Evet. Benligin tüm varligin merkezidir. Tüm acilar ve sevinçler yüreginde
gizlidir senin. Ölenleri yüregine gömdügün gibi dogacak çocugun kalbi de
senin içinde atar. Hem aciyi hem sevinci yasarsin iç içe,yan yana...Hatta o
kadar aci çekersin ki aci,aci olmaktan çikar...
--Sözlerin çok karisik.
--Belki haklisin bu konuda. Bazi insanlar basli basina paradokstur.
Düsünceleri de öyle. Insanlar paradokssal düsünmeye alisik degiller. Bu
yüzden anlasilmiyoruz.
Zaman bir hayli ilerlemisti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dagilmisti ki hiç bir sey söylemeden çikti evden. Bütün gece boyunca Kemal in sözleriyle
ugrasti Ferda. Bazen onu anladigini düsünüyor,bazen saçmaladigina karar
veriyordu. Her seye ragmen hayranlik duyuyordu ona. Ama,kimsenin
anlamayacagindan emindi. Günler geçiyor,yüreginde Kemal e ,karsi konulmaz bir sevgi tasidigini hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi.
Aylar geçmis ama bir türlü ona gitmeye karar verememisti. Çekiniyordu. Insanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kizi ciddiye alir miydi?
"Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölü degildir hiçbir zaman"
Evet,bu söz de onun degil miydi?Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona
sevdigini söylemeliydi.
Ferda Kemal in evine gittiginde büyük bir saskinlik geçirdi. Evde kimse yoktu,tasinmisti...Evin bekçisi yaklasti Ferda ya:
--Kizim adinizi ögrenebilir miyim?
--Adim Ferda. Kemal bey tasindi mi?
--Evet kizim,tasindi. Ve kimseye söylemedi nereye gittigini,bana bile. Bir
mektup birakti sana gelirse verirsin,dedi.
Ferda mektubu aldi. Tereddütlü adimlarla evine
gitti. Yikilmisti. Derin bir bosluk hissetti yüreginde. Birden ümitle doldu
yüregi. Belki de onu yanina çagiriyordu. Sabirsizlikla mektubu açti.
"Ey sevgili!
Seni sevip sevmedigimi söylemeyecegim. Ama sevgiyi ögretebildim
sana sanirim(ne kadar ögretilebiliyorsa).Dilerim kalbine kalbimden verdigim sey yüreginde yeserip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksin, ne de ben sende. Sen beni kendinde,ben seni kendimde bulmus olacagim. O zaman hiç ayrilmayacagiz. Sakin sevgimle seni tuzaga düsürdügümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdegi hem meyvesidir. Bir agaç,meyvesiyle seni kendisine çekiyorsa bu bir aldatma sayilmaz. Unutma ki agaç meyvesine çagirir, kendisine degil.
Ey sevgili!
Sen bir siginak ariyorsun ama ben durulmaz bir firtinayim. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen
olmayacak bir barisi ariyorsun,bense tüm kötülüklerle savasmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yildizlara siginmak istiyorsun bense kendimi yeryüzüne karsi sorumlu
tutuyorum. Sen aydinliga kaçmak istiyorsun ben karanliklari aydinlatmak
istiyorum. Sen bir agacin gölgesine siginip yasamak istiyorsun bense ülkemi
ariyorum;yollari aydinlik,insanlari huzurlu ve ümit dolu bir ülke. Sen bende
kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun bense haykiriyorum.
Sakin unutma!
Kalbim paylasilamayacak kadar senindir. Seninle bile.
(Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?)

Lütfen kendini ara,beni arama...


çirkin ördek

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat