Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 81

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.222 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #801
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yaşlı Kadın ve Meşe Ağacı

Sponsorlu Bağlantılar

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan?”Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:“Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum” dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek “Zahmet etmenize gerek yok...” dedi. “İki üç adımlık yolum kaldı.”Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: “Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı.” Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.“Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?”Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:“Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım” dedi. “Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz?” Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak “Bırakın ağacımı” diye bağırdı. “Dokunmayın benim ağacıma...” İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: “Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi” dedi. “Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.”Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı” adına takıldı.“Fakat ben sizi çağırmadım ki?” dedi. “Kim gönderdi sizi buraya?”Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim” dedi.
Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #802
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kar tanesi

Sponsorlu Bağlantılar


Küçük bir kar tanesiydim ben
Geldim ta nerelerden
Rüzgar savurdu beni
Buldum kendimi avucunun içinde
Üşümüştüm,yorulmuştum yolculuktan
Isındım sıcacık avuçlarında
Merhaba dedim yeni hayata
Gözlerin takıldı bana
Baktın bana merakla
Hoşuna gitmiştim galiba
Oynadım avuçların da
Alıştım ben sıcaklığına
Ben çok sevdim seni
Korudun sen beni
Sakladın ellerinle beni
Küçük bir kar tanesiydim ben
Sonum belli
Eriyecektim bir gün
Kış bitecekti
Gidecektim bir gün
Nerde nasıl kim bilir?
Ölecektim işte
Mezarım oldu avucun
Gömdün beni en derine
Örttün üstümü ellerinle
Eridim gözlerinin önünde
Hiç düşünmedim
Ben yaşayabilir miyim seninle?
Yok olurum senin sevginle
Fazlaydın sen bir kar tanesine
Gittin dayanamadın işte
Benim sevgim az gelirdi sana
Sen layıksın onun gibilere
Git istediğin yere
Öldürdün beni o büyük sevginle
Ben kimim sen kimsin
Hak edemedim ben seni
Affet sevmek ne bilemedim
Bir kar tanesinin elinden ancak bu kadarı geldi
Küçücük yüreğiyle olabildiğince çok sevdi
Neler sığdırdı 3 günlük kısa hayatına
Aşık oldu sana
Aşkından öldü sonra…
Her kar yağdığında beni hatırla
Aç avuçlarını
Bak bakalım bir tane daha düşecek mi
DÜŞMEZ!
Herkes bilir
Erir karlar avuçlarda
Biter hayat orada
Ben hesaplayamadım işte
Sevdim delice
Bakmadım yolun sonuna
Yürüdüm inadına
Öldüm aşkınla
Küçük kalbime göre çok sevdim seni
Elimden geldiğince işte
Gözüm kapalı geldim peşinden
Yürüyebildiğim kadar
Kalbim durana kadar…
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #803
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
::: AYAZDA BİR YÜREK :::
Bu sabah beni uyandırmadan işe gitti. Giyindiğini duydum, ama kalkmadım. Kalkmak istemedim. Bir ara yataga eğilip bir süre yüzümü seyretti. Soluğunu hissettim. Uyumadığımı farketti sanıyorum. Ama birşey demedi. Gözlerim kapalıydı, ama yüzüme umutsuz bir hüzünle baktigini hissettim. Günlerdir dogru dürüst birsey konusamıyoruz. Birbirimizden saklanarak yaşıyoruz sanki. Oysa bir yıl önce ne büyük bir hevesle başlamıştık birbirimizi sevmeye... 5 aydır bende kalıyor. Günlük hayatın o basit, o bayağı ayrıntıları sevgimizi acımasızca kemiriyor. Ama o bu konuyu açmaktan ısrarla kaçıyor. Ne zaman ilişkimizin nereye gittiğini konuşmak istesem, ya konuyu değiştiriyor, ya kaçamak cevaplar veriyor...
Kalktığımda mutfakta notunu gördüm: Sevgilim, öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım. Bu gece işyerinde nöbetçiyim. Beni merak etme. Sevgiyle, yazıyordu...
Notunu okuyunca gözlerim doldu. Bir bıçağın ucu kalbimde hafifçe gezindi sanki... Ona karşi hoyrat davrandığımı hissettim bir an. İlişkimizin sürmesi için asıl çırpınan oydu sanki. Bir de bana bu aralar çok ihtiyaci vardı. Başka bir eve taşınacak gücü yoktu. Asıinda ben de onu hayatımdan kolay kolay çıkaramazdım. Bir tek onunla huzur içinde uyuyabiliyordum. Bu sevginin en gerekli koşullarından biridir, bilirsiniz. Ama başka bir sevgiliyi, başka bir aşkı özlüyordum. Ve bu kentten uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordum. Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk... Bütün gün onu düşünüp içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Akşam oldu. Şehrin ışıkları yandı. Kalktım internetimin başına geçtim. Aslında yaptığım büyük bir hataydı. Bu ilişkiyi tamamen bitirebilirdim. Ama nedense kendime karşı koyamadım. Ve internette onun sayfasına girdim... Sayfasının ismi Ayazdaki Bir Yürek'ti. Fransız yönetmen Claude Saute'nin bu filmini birlikte gözyaşları içinde seyretmiştik... Filmin ismini günlerce sayıklayıp durmuştu. "Benim de yüreğim hep ayazdadır", diyordu. Sinema tutkunuydu. Para bulduğunda çekmeyi düşündüğü birsürü senaryosu vardı... Ama parası hiç olmuyordu. Zamanının daraldığını düşünüyor, yaptığı işlerin onu asıl yapmak istediklerinden uzaklaştırdığını farkettikçe hırçınlaşıyor, bu yüzden çalıştığı yerlerde fazla barınamıyordu...
Kendimi tiyatrocu Ümit olarak tanıttım ona... Dedim ya, yaptığım büyük bir hataydı diye...
- Sizi tanımak istiyorum.. Ben tiyatroyla uğraşıyorum. Adım Ümit. Arada sırada dublaj yaparım. Adını söyledikten sonra, onu aramama iten nedenin ne oldugunu sordu.
- Sitenizin ismi Ayazda Bir Yürek. Yanılmıyorsam bu bir filmin adı...
- Evet, Claude Saute'nin filmi. Çok etkilenmiştim. Siz seyrettiniz mi?..
- Seyrettim. Ben de çok etkilenmiştim. Sinemayla ilgilisiniz galiba.
İlgili ne demek. Sinema benim tek tutkumdur. Senaryo yazıyorum. En büyük idealim yazdığım senaryoları çekebilmek... Ama para meselesi işte...
- Şu an ne iş yapıyorsunuz?
- Reklamcılıkla ilgili bir dergide editörlük yapıyorum. Çok sıkılıyorum ve atılmam an meselesi... Sizin işler nasil?
- Pek iyi sayılmaz, hatta berbat diyebilirim. Tiyatro çevresini bilir misiniz, bilmem. Hep ahbap çavus iliskileri geçerlidir. Yoz, çürümüs bir dünya. İdealist, dürüst insanlara yer yoktur bu dünyada...
-Desenize sinema dünyasından pek bir farkı yok. Peki söyler misiniz, bizim gibi insanlara ne zaman şans tanınacak?
- İşimiz çok zor. Ya kurallara uyacağız, ya da köşemizde bekleyip hüzün biriktireceğiz...
- Hayır, ben köşemde oturup beklemek istemiyorum. Mutlaka birseyler yapmalıyım.
-Şu an neredesiniz?
-Lanet olası işyerimdeyim. Bitirilmesi gereken sayfalar var. Yarın dergi baskıya girecek. Ya siz, siz neredesiniz?
- Ben evimdeyim. Ve canım hiçbir şey yapmak istemiyor.
-Yalnız mısınız?
- Evet, yalnızım.
- Birlikte oldugunuz kimse yok mu?
-Neden sordunuz?
- Hiç işte, öylesine sordum.
- Hayatımda biri var. Ama şu an evde değil. Peki siz, sizin hayatınızda biri var mı?
- Evet, var...
- Ne iş yapıyor?
- Yazar. Oldukça da tanınmıs bir yazar. Bir yılı aşkındır beraberiz.
- Nerede yazıyor?
- Nerede yazdığını söylemesem. Onu bilmenizi istemiyorum. Kitapları da var. Peki, siz ne zamandır birliktesiniz?
- Ne tesadüf bizim de ilişkimiz bir yılı aşıtı. Ama yolunda gitmeyen şeyler var. Tıkandık. Galiba. Birbirimizden gizlenerek yaşıyoruz ne zamandır. Aynı evdeyiz, ama birbirimizden çok uzaktayız...
-Bizim ilişkimiz de pek farklı sayılmaz. Biz de tıkandık. Ne zamandır yoğunlaşamıyor bana. Varsa yoksa yazıları ve okurları. Bazen beni görmediğini bile düşünüyorum. İlişkimiz tıkandıkça kendini yaptiği işe daha çok veriyor ve benden daha çok uzaklaşıyor.
-Hayatında başka biri olabilir mi?
-Biri degil, birileri var. Flört etmeyi çok sever. Ama ilişkiler biraz derinleşmeye, ciddileşmeye başlamaya görsün, hemen bitirir. Bağlanmaktan çok korkar.
-Peki, nasıl katlanıyorsunuz bu duruma, çok zor olsa gerek. Ben olsam dayanamazdım. Ayrılmayı düşünmüyor musunuz?
- Çok düşündüm. Ama bu konuda biraz korkağım galiba. Bir de ona çok alıştım. Yalnızca onunla uyuyabiliyorum.
- Sizin de hayatınıza başkaları giriyor mu?
- Evet, giriyor. Ama hiçbiri onun yerini tutmuyor. Hay Allah, neler konuşuyorum sizinle ben böyle... Ben en yakın arkadaşlarımla bile bunları rahat konuşamıyorum...
- Ama bana rahatça anlatıyorsunuz...
-Bilmiyorum, belki sizi hiç tanımadığım için, bana bir yabancı olduğunuz için bu kadar rahatım sizinle... Hiç tanımadığı insanlara daha kolay anlatıyor insan kendisini...
Peki, siz birlikte olduğunuz insanla herşeyinizi konuşabiliyor musunuz?..
- Evet, desem yalan olur. Ben de sizin gibi hiç tanımadıklarıma daha rahat anlatıyorum kendimi...
-Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim...
-Ben de sizin sevgilinizin yerinde olmak istemezdim.
- Hayatımız ne kadar yorucu değil mi? Belirsizlikler beni çok yıpratıyor. Herşey net olsun isterdim. Hiç tanımadığım birine en gizli şeylerimi anlatmak bana acı veriyor. Kendimden utanıyorum. Ama yine de yapıyorum. Ne kadar yalnızım demek ki, ne kadar susamışım birine kendimi anlatmaya... Sabah işe gelirken onu uyurken seyrettim. Öyle masum görünüyordu ki... Neden hiç başladığı gibi sürmez ilişkiler...
- Aşk çok güzel birşeydir, ama kısa ömürlüdür.
-Kısa ömürlü olduğuna inanmıyorum. Aşkta hata aramayalım. Aslında bizler benciliz. Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, hemen tüketiyoruz. İlk günlerimizi öylesine çok özlüyorum ki. Soluk alamazdım bazen. Kış günü bütün pencereleri açardım. Yanımdayken bile özlerdim. Soluksuz kalıp öleceğim sanırdım hep. Nereye dokunsam ona dokunmus gibi olurdum. Nereye gitsem beni gördügünü hissederdim. Tanrım gibiydi o. Bedenime dokunurdum ve dokunduğum yer hazla titrerdi. Çünkü kendime dokunduğumda ona dokunmuş gibi olurdum. Ama son zamanlarda onu öptüğümde bir boşluğu öper gibiyim... Artık birbirimize tahammül etmek zorundayız. Para biriktiriyorum,ayrı bir eve çıkmak için. Bir süre daha onun evinde kalmaya ihtiyacim var.
- O bunları biliyor mu?
-Biliyor, ama bunları hiç konuşmuyoruz onunla. Gitmemi bekliyor sanırım.
Yalnızlığı ve yazılarıyla başbaşa kalmak istiyor ve uzaktaki bir sürü sevgilisiyle... Ayazda iki yüreğiz biz şimdi...
-Soluksuz kalırdım, dediniz ya, aklıma birşey geldi. Gazetelerden birinde yazmıştı. Küçük bir çocuk karpuz yerken, çekirdeklerinden birini soluk borusuna kaçırmış. Aradan günler geçmis. Çocuk gittikçe soluk almakta zorlanıyormuş. Tıkanmaları artınca doktora götürmüşler. Röntgen çekilmiş ve soluk borusunda karpuz çekirdeğinin kök yaptığı görülmüş... Soluğunu tıkayan buymuş. Hemen ameliyata sokmuşlar ve bu kökü söküp almışlar. Çocuk rahat soluk almaya başlamış. Ama birkaç gün sonra ölmüş!.. Aşktan sözedilince hep bu olay gelir aklıma. Aşıkken soluk almakta zorlanırız, ama aşk olmayınca, onu bizden aldıklarında ölürüz. Ve kimse niye öldügümüzü anlamaz...
- Çok kötü oldum. Bütün bedenim ürperdi. Bana ne yaptınız böyle. Herşeyi unutmaya çalışıyordum oysa. Bütün duygularım ayaklandı birden... Sizde anlayamadığım birşey var...
- Nasıl birşey?
- Sanki sizi çok eskiden beri taniyormuşum gibiyim... Biliyor musunuz, insanda uzun yola çıkmak duygusu uyandırıyorsunuz.
- Aşık olduğumu hissettiğim anlarda uzun bir yola çıkmayı çok isterim..
-En çok nereye mesela?..
- Trabzon'daki Uzungöl'e... Orada hem kendinizi sonsuzluk içinde hissedersiniz, hem de acı veren, ama şefkatli bir korunaklılık içindesinizdir... Tıpkı aşk gibi...
- İnanmayacaksaniz belki ama, ben de orasını düşünmüştüm. Ne tuhaf, internette kurulan dostluklara, yakınlıklara pek inanmaz, gülüp geçerdim. Ama şu an sizi görmeyi ve yüzyüze tanışmayı öyle çok istiyorum ki...
- Farkında mısınız, sabah oluyor?..
- Evet, vaktin nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Peki siz, siz benimle yüzyüze görüşmek istiyor musunuz?
- İstemiyorum, desem yalan olur.. Hatta ben sizinle hemen bugün Uzungöl'e yola çıkmak
istiyorum..
-Siz ciddi misiniz, yoksa benimle dalga mı geçiyorsunuz?
- Hayır, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ama siz bu yolculuğa hazır mısınız, sorun o...
- Hazırım... Ben biraz deliyimdir.Siz benim deli yanımı bilmiyorsunuz daha...
- Peki işiniz, asıl önemlisi sevgiliniz...
-İşimin canı cehenneme. Zaten bugün yarın çıkartacaklardı. Onlar atmadan ben ayrılırım şerefimle...
- Peki sevgiliniz?..
-Nasıldı o dizeler: Can çekişen aşkları vurmalı
Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli...
-Akif Kurtuluş'un dizeleri yanılmıyorsam..
-Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim...
-Nerede ve kaçta buluşuyoruz?
- Atatür Kültür Merkezi'nin önünde, saat 12.00'de... Peki sevgilinize ne diyeceksiniz?
- Onu arar, herşeyi söylerim, o işi bana bırakın. Hadi, şimdilik hoşçakalın...
Ve birkaç dakika sonra telefonum ardarda 2 kez çaldı. Açmadım tabii ki, telesekreter devreye girdi. Telesekreterin sesini iyice açtım. Konuşması tedirgindi. Beni incitmekten korktuğu belliydi: Canım, birbirimizi çok sevdik, ama ne zamandır sevgimiz bizi korumuyordu. Son günlerde ikimizde çok yalnızdık. Bitmesi ikimiz için de iyi olacak. Seni hep güzel anmak istiyorum. Uzun bir yola çıkıyorum. Beni merak etme ve bekleme. Belki bir gün seni ararım. Hiç beklemediğin bir anda... Seni incittiysem bağışla.
Evet, ben de en az onun kadar deliydim. Hemen bavulumu hazırlamaya koyuldum. Beni görünce ya mahvolacak ya da uzun yola çıkacaktık. Birlikte ne zamandır çıkmayı düşlediğimiz ama bir türlü çıkamadığımız o uzun yola..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #804
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Düşler özlemekten yoksundur


Bu şehir yokluğunun duvarlarıyken, ''Seviyorum''derken sızlayan içimdir. Onulmaz yaralar açarken gül saplı hançer, seni düşünmektir işim. Dikenler, tuz banılan yaranın acısıdır, geçmiş olmayan geçmişte. Sımsıkı sarar duvarlar, her geçen gün, seni hatırlatırken ben senim, duygularım sen. Anılar sarar benliğimi. Yaşanırken değersiz, ayrılınca vazgeçilmez. Birlikte paylaştığımız parasızlığın döner ekmeği geliyor aklıma. Midem, kapanmaz yarasıyla, seni değil düşüncesizliğimi hatırlar gibi sızlarken, omuzunda gül beslerdim göz yaşlarımda saklanmış, bülbüle hasret. Acı hissederken, karanfiller, senden yana, güne bakan misali dönüktü. Tarafını tutmuş asi lider tavrı vardı her yaprağın bükümünde.
Nasıl gülerdin pek hatırlamam, bildiğim ölçüyle açılan dudakların, coşkusuz görünürdü. Bir deha olduğunu düşünürken ben şarkı söylerdim '' Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün hatalarım.'' Korkularım da bu yüzdendi sanırım. Seni kaybetmekten korkardım. Sımsıkı sarmak isterken kollarımda seni, beni sarmanı isterdim tepinen göz bebeklerimde. Geceleri ateşler içinde sanrılar sarmış benliğim, ertesi günün kaprisi için yeterli neden olurdu. Ne çok kıskanırdım seni. Usul usul içimde birikenler, engelleyemediğim şiddet olarak yansırdı, ilişkimizin taraf tutmuş seyir defterine. Beni en çok sinirlendiren yanın, sevimsiz ukalalığın, kulaklarımda tatlı nağme şimdilerde. İçim burkuluyor, Üniversitenin bahçesinde, kum saatine uydurulmuş kaçamak saatimizde, saz çalan gençlere eşlik ettiğin son rahat görüşmemizi hatırladıkça. Ne çok istiyordum '' Seni seviyorum'' diye haykırmayı. Ama her seferinde ''Beni seviyor musun?'' çıktı dudaklarımdan. '' İki kalbin biri daima soğuktur'' sözündeki sıcak tarafa düşürülmüş, rolünü iyi oynayan oyuncu gibiydim.
Seni düşünürken yeleleri salınan atlar gelir aklıma. Eyer vurulamayan, gem takılamayan azgın ve asi atlar. Çayırlar hoyratça ezilirken nalların altında, tozlu yollara özlem duyar diye düşünürdüm. Çocukluğunun öykülerini anlatırken, sen daima kocaman gelirdin gözümün önüne. ''Sahi sen hiç çocuk olmuş muydun?'' dediğimde sana, sen bilyelerini anlatmakla başlamak yerine, ineklerin arkasında nasıl koştuğunu anlatırdın. Doğrusunu söylemek gerekirse canlılara ait anatomi bilginde fena sayılmazdı bence. ''Kaplumbağaların kıskanç olduğunu biliyor musun?'' diye sorduğun gün ben senin anlattıklarının devamını dinlememiştim. Düşündüğüm yalnızca kaplumbağaların kıskanç olanının bana göre şanslı olduğuydu. Ne de olsa yüzlerce yıl birlikte olabiliyorlardı. Üstelik, birbirlerinden çok uzaklaşamazlardı. Altı üstü bir görünüm uzaklıktalardı. Özlemlerini giderecekleri o uzun kavuşma yolu hep görme alanının içinde, birbirlerine koşamasalar da birbirlerine yakınlaşırken o uzun yol aslında an bile değildir.
Bugünün aşkları acımasız gelirdi kimi zaman sana. ''Kavuşma hayalleri kuramaz sevgililer. Sabah akşam birbirlerine ulaşabileceklerini bilerek nasıl hayal kurabilirler ki?'' diye sorardın. Bir yerde mi okumuştun ya da duymuştun şu an tam hatırlayamıyorum bir güzel masal gibi gelmişti bana. Yine aynı, hisleri okunmayan mimiklerinle anlatmaya başlamıştın '' Bir aşık varmış bir zamanlar. Adı, hikayenin yanında önemsiz ayrıntı, bu yüzden söylemiyorum. Bir köyde yaşar, düğünlerde saz çalıp geçimini sağlarmış. Bir kızı severmiş. Kız onu sever miymiş bilmiyorum, ama aşık belli ki bu yüzden saz çalar, ezgiler dizermiş. Sazını tıngırdatırken, teller değil yürekmiş titreyen. Mızrap dertli dertli gezinirken yürek üstünde, dil, seher vakti gül seyreden bülbül şakımalarına dönüşürmüş. ''Her gülün bir har'ı her har'ın bir bülbülü var'' güftesini aşığın daha önce duyduğunu hiç sanmıyorum.
''Aşığı, klasik son bekliyor sanırım'' dediğimde. '' Haklısın ama son, başlangıç oluyor. Dinle bak hikayeyi;" "Aşık bu. Sözcükler, türkü oluyor ağzından çıkarken. Ne söylese, yavuklusu geliyor aklına, bir güzel bezeniyor ezgiler. Düğünün birinde, yavuklusunun gözlerinin içine bakarak, çalıp söylüyor. Ne dediğini bilmiyorum ama, heybetli görüntüsü altındaki minicik duygusal yürek, şimdi tek başına sızlamıyordu. Kızın babası o gün karar verdi, Emine'yi evlendirmeye. İsteyenleri de vardı zaten. Ufak olduğuna aldırmadı ''aldığımda anası da ufaktı'' deyip Hacı Hasan'ların oğluna verdi. Bizim aşık terk etmiş köyü, diyar diyar gezip saz çalmış, Emine'yi söylemiş türkülerinde. Çok özlediğinde Emine'yi, köye geri gelmiş, ama Emine'yi görememiş. Günlerce sabırla görmek için beklemiş, görememiş. Sonunda kararını vermiş, ilçeye gidip, Emine'yi mahkemeye vermiş. Mahkeme günü, Hakim sormuş ne oldu diye. Aşık, Emine'ye bakmış. Hakim sormuş, Emine'ye bakmış. Ortada suç olmadığı için, mahkeme düşmüş. Mahkeme masrafları aşığa ödetilmiş. O günden sonra, ne zaman Emine'yi görmek istese, Emine'yi mahkemeye vermiş. Kazandığı tüm parayı mahkeme masrafı olarak harcamış.''
Böyle hikayeleri nereden bulurdun doğrusu anlayamazdım. Senin, köye ait yanın bazen beni korkuturdu. Anlattığın, beni ürküten olaylar, sana ne kadar sıradan gelirdi. Ölüm, sanki bakkaldan ekmek almak gibi gelirdi anlattıklarında. Kollektif iradeden söz ettiğinde, sanki suçlara ortak olmayı meşru kılar gibiydi sözlerin. Köye her gittiğin günün sabahına kadar dua ederdim senin için. '' Allahım onu yalnız bırakma, ona yardım et'' diye yalvarırdım. Silahların gölgesinde bir yaşam senin için dayanılabilir miydi acaba? Yoksa sen gerçekten köydeki kimlikte biri miydin?
Siyasi adanmışlığın simgelerden başka bir anlamı olmadığını anlattığın gün, verdiğin örnekler beni şaşkınlığa düşürmüştü. Günlük yaşamda gerçek olan ama nedense benim göremediğim bu simgecilik, siyasi yapının sığ yapısını da gözler önüne seriyordu. Liderlerin bu simgeciliği güncel tutmak için ürettikleri ya da kabullendikleri parmak işaretleri ise bu yapıyı tescil eder gibiydi.
''Birisi çıkıyor ben vatanseverim diyor, adı diyelim ki, X oluyor. Bir başkası diyor ki hayır efendim ben milliyetçiyim. Bunu söyleyenler ise, Y kimliğine sahip oluyor. Bu örnekleri çoğaltmak, tabii ki mümkün. Peki ama, ya politik adanmışlığın değer yargıları, onlar kabul görüyor mu? Çoğunlukla hayır. Bu değer yargılarına aykırı tutumlar ise aynı tarafta olmanın verdiği hoşgörü içinde kayboluyor. Bu durumdan ise mutlak olarak karşı tarafta yer alanlar zarar görüyor. Bu durumun suçlusu kim? Kuşkusuz, taraftar sayısını arttırmaya çalışan erk sahipleri. Çatışma, bunların bitmek bilmeyen ihtiraslarından kaynaklanıyor. Etik değerlerimizi, adanmışlıklarımıza endeksliyoruz. Sonra bakıyoruz ki, zararı bize dokunmuş. Her büyük olay ya da gösteride üzülenler olduğu kadar sevinenler de bulunuyor. Bak gösterilere ve sonuçlarına kim seviniyor.? Sevinen erk sahipleri oluyor. Kim üzülüyor.? Üzülen, erk sahiplerinin oynadıkları satranç tahtasındaki piyonlar oluyor. İşte karşı olduğum bu; inisiyatif kullanma hakkından yoksun kalmış, piyon olma duygusu. Hadi getir gözünün önüne, okuduğun, gördüğün ya da izlediğin olaylar ve sonrasını.''
Sen bunları söylerken gözlerinin, olayların, kurum ve kişilerin üzerlerindeki göstermelik zırhları soyan bir yeteneğinin olduğunu düşünürdüm. Neden böylesin sen.? Senin, anlayamadığım mantık yapın, beni mutsuz etmekteydi.
Nasıl başlamıştı.? Ne hissetmiştim, bunu hiç bir zaman anlamadın. Adın sıkça geçiyordu arkadaş toplantılarında. Fakültenin siyasi yelpazede yer alan, ya da almayan, tüm siyasi düşünceleri arasında, köprü gibiydin. ''Anlamak, dinlemek, barışın ad konmamış andıdır'' dediğini duyardım. Örgütlenme, köyden mi başlamalı, yoksa şehirde mi tartışmalarının yapıldığı, sigara dumanında, isle kaplanmış duvarlar arasında, amacın, diğer insanların da çözümleri olduğunu, onlara anlatma savaşıydı. Böyle duyardım. Sağcıların gözünde solcu, solcuların gözünde sağcı olduğun söylenir dururdu. Kimi zaman seni, paralı eğitime hayır mitinglerinde görürken, kimi zaman milliyetçi mitinglerde, en ön sıralarda yer aldığını, bu yüzden polis olduğun anlatılırdı. Hiç bir ağaç dikme şölenini kaçırmadığın, ayakkabılarının değişik zamanlarda, üstünde biriken çamurlardan anlaşılabilirdi. Anarşist gruplar, her türden egemenliği reddederken, sen birden bire egemen olurmuşun. Hatta bu yüzden, seni, aralarında istemedikleri bile olmuş.
İşte bu sıralarda, parkın birinde, birbirine bitiştirilerek birleştirilmiş masaların başında, ateşli tartışmalar yaparken tanımıştım seni. Bana baktığında fırtınalar koparan bakışlarını, hiç bir zaman anlayabildiğini sanmıyorum. Erdem üzerine söylemlerin ağır dili altında ezilirken ben, aslında hiçbirşey anlayamıyordum. Oysa sen benim anlamadıklarımı düşünüp söylüyordun. Kelimelerin yanyana gelişindeki o muhteşemlik, yalnız benim için, iyi bestelenmiş şarkı gibiydi. Parkta dolaşıp, çay satan seyyar çaycı çocuk için söylediklerin, bugün bile kafamın içinde, aşırılığımın balyozu gibi inip kalkmakta. ''Biz nutuklar atarken burada, pratiğin acımasız yaşam biçimi, bu çocuğu bizden farklı kılıyor. Ne geçmişinde, ne de geleceğinde, bu çocuk, bizim konuştuklarımızı anlamayacak. Aramızdaki tek fark ise, bizim, aile anlamında doğuştan gelen şansımız olmalıdır. Göreceli nitelik üstünlükleri, bizim yanımızda onu, paraya ihtiyacı olan ailesinin gözünde ise, onu üstün kılmaktadır.'' Bu söylediklerini de daha öncekiler gibi anlamamıştım.
Sonraki günlerde, senin katıldığın söyleşilerin aksatmaz devamlısı olmuştum. Benim farkıma vardığın gün, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Sen, bana bakıp ''ıslanınca ne kadar güzelsin'' demiştin. Belki de yaşamının en yalın cümlesiydi bu. Seni seviyorum diye haykırmak isteyen bu yürek, herzamanki suskunluğuyla, yalnızca gülümsemekle yetinmişti. Sokakların su akan yollarında, karşıya geçerken elini uzatmıştın bana. ''Hadi tut elimi'' dediğinde kayıtsız şartsız teslimiyetin, ilk günü gibi gelmişti bana. Elimle uzanan elini tuttuğumda, havada uçuyorum sanmıştım. Ayaklarım yerden kesilirken, ağır çekimli film sahneleri gibi, durağan bir zaman dilimindeydim. Durağan zaman bittiğinde, senin kollarında sığınmış bir çocuk olduğumu fark ettim. Yağmur gök yarılmışçasına akarken, anlattıklarını anlıyorum gibi gelmişti bana. Bir siluet olarak geçiyordu, gözümün önünden anlattıkların. Yaşanmış ve yaşanacak ne varsa hepsi bitmiş gibiydi. ''Zaman bir aşığın gözünde kimi zaman yıl, kimi zaman andır'' dediğin o gün, senin olmak istemiştim. Oysa sen, bana karşı çıkmıştın; "insanlar, özgür iradeleri, inisiyatif kullanma hakkından yoksun bırakılmış kararlarda, mutlu olamazlar'' demiştin. İçimden lanetler okurken, sana ne kadar çok kızdığımı gösterememiştim.
Beni, en çok, hasta olduğun zamanlar sevdiğini düşünürdüm. Yalnız o zaman, yanında ben olurdum ve sen, bana bakarak, sevmenin ne kadar önemli olduğunu anlatan ruh haline girerdin. En çok ölmenden korkardım. Aslında korkum, sensiz ne yapacağımı hiç düşünememiş olmamdan başka bir şey değildi. Sensiz ben ne yapardım.? ''Seni seviyorum, eğer kadın tarafından söylenmişse, beni sev, beni koru, benim yerime de düşün, omuzun en sıkıntılı anlarında bana yastık, tuttuğum elin, gençlik içinde yaşadığım yaşlılıkta, bana destek olsun anlamına gelir çoğu zaman'' dediğinde seninle birlikte, bu tür edilgen kişiliklere atıp tutmuştum, ama ben, o zaman aynı edilgenlik batağında çırpınıp duruyordum. Bunu sana söyleyemezdim. Bilirdim ki bunu söylediğimde, ya da sen, bunun farkına vardığında vazgeçilmezim, benden kaçardın. Böyle bir edilgenlik sana göre değildi.
'' İkili duygusallıklarda biz diyebilmek, ancak ben diyebilen insanların, eşit katılımlı kararlarıyla mümkündür. Biz kavramı anlam olarak da bunu gerektirir. Biz, birden fazla ben anlamına gelir. Eğer bu şartlar yerine getirilmemişse, etken 'ben'e endekslenmiş, asalak, tarafların biri birlerini kandırmasından başka anlamı olmayan 'biz' kavramı ortaya çıkar.'' Bunları söylerken, yeni yeni anlamaya başladığım bir kurnazlıkla, beni yönlendirmeye çalışıyordun. Rahatsız oluyordun benim halimden. Yaşamında belki de ilk kez, birini kırma korkusuyla, söylediklerini, dolaylı olarak anlatmayı tercih ediyordun.
Her davranışıma dikkat etmenin ötesinde, çıldırtan özenle, senin düşüncelerine uygun davranmaya çalışıyordum. Seni memnun edebiliyor muydum bilmiyorum ama, değişik toplantılarda yararlı olmaya çalışıyordum. Sen, bazen bunları olumlu buluyor, bazense, anlayamadığım o garip mantık yapınla, bana karşı çıkıyordun. Ne düşündüğünü gerçekten anlayabilseydim, sanırım hiç mutsuz olmayacaktım. Davranışlarım sana benzemeye başlarken ben, özgünlükten gittikçe uzaklaşıyordum. Sensiz bir yaşam artık, mutlak olarak, düşünülemez hale gelmişti.
Seher vakti, çığlıklarla uyanırdım. Sanki yokluğun, beni uykudan bir seher vakti uyandıracak gibiydi. Bir zil çalacak ve sen olmayacaktın gelen. Acı haber, nezaketen bile gönlümü almadan, konuşabilir miyim diye sormadan, senin yokluğunu haykıracaktı yüzüme acımasızca.
'' Bugün araba aldım, hadi pikniğe gidelim'' dediğin gün kulaklarıma inanamamıştım. Hasta olduğun gün dışında, ilk kez benimle yalnız kalmak istiyordun. Yalnız ikimizin olacağına, hala inanamıyordum. Hemen hazırlanmam gerektiğini biliyordum. '' Bayanlar dışarı çıkmadan, kimse beni dışarı çıkaramaz'' dediğin günden bu yana, senden bile hızlı hazırlanmaya başlamıştım. Yola çıktığımızda "mutluluğun sınırı nedir?" acaba diye düşünmeye başlamıştım. Kolay mı, sen ve ben, birlikte kocaman bir günü paylaşacaktık. Piknik yeri senin istediğin gibi bir yer olduğundan, kimsenin kuşkusu olamazdı sanırım. Şu anda su getirmeye gittin. Marul salatası yapmayı düşünüyorsun. Yiyeceğe ne gerek vardı sanki. Sen yanımdayken, yiyeceğe ne gerek var sanki. Bana gitar çalsan, ben ise, karşında her zaman heyecandan kısılan sesimle 'Ala gözlü yar, şirin sözlü yar' diye başlayan ve seni anlatan şarkılar söylesem. Seni seviyorum erişilmezim benim.
'' Telsizle haber verin, yolları boşaltsınlar. İkiside çok kötü yaralanmış." Ambulans, son hızla yolları aşarken, Doktor, kızın yazdığı defteri okuyup bitirmişti. Kaza yerine gelişinden sonraki olayları hatırlıyordu. Telsizle haber verdiklerinde, uykusuz geçen kaçıncı günü olduğunu hatırlamadığı zamanın içinde, gözleri kapanmak üzereydi. "Yine hangi trafik hatasını işlediler Allah bilir" diye düşünmeden kendini alamamıştı. Ambulansın şoförü, yolları hızla kat ederken mesleği seçme kararının doğru olup olmadığını düşünüyordu. Geldikleri kaza yerinde karşılaştığı olay, daha önce görmediği kadar kötüydü. Araba uçuruma yuvarlandıktan sonra, içindekiler fırlamışlar gibiydi. Ancak ortada olağanüstü bir durum yoktu. Yol virajlı değildi. Kalabalık da değildi. Nasıl olmuştu kaza, doğrusu anlayamamıştı. Uçurumun derinliklerine indiklerinde, her tarafları kırılmış iki genç baygın halde yatıyorlardı. Doktor, inen sedyelere yerleştirdikleri iki kişiyi, yukarı çıkarmaya çalışırken, küçük bir ajanda yerde duruyordu. Alıp cebine koyduğu bu ajanda, ambulansın içinde okuduğu ajanda idi. Hastalar için dua ediyor ve lanet okuyordu Tıp Fakültesini kazandığı güne. "Acaba aracı kim kullanıyordu?" Bu soru, günlerce kaza üzerinde düşünmesine neden olmuştu. Hastalar, yoğun bakımdan bir türlü çıkamıyordu. Ümidi her geçen gün azalırken, O, yalnız dua edebiliyordu. Çaresizlik içinde kıvrandığı bir gün, her gün ziyarete gelip bekleyen arkadaşlarıyla konuşmaya karar verdi. Gözleri kanlanmış, yorgunluğu her halinden okunan, bedeninde azimli bekleyişin izleri görülen birine yaklaştı. "Merhaba" dedi usulca. "Merhaba" Beyaz gömleğinden doktor olduğunu anladığı kişiye, umutla bakarak " yaşayacaklar mı?" diye sordu. "Bilmiyorum. Ama elimizden geleni yapıyoruz. Kazanın nasıl olduğunu biliyor musun?" kim olduklarını sormamıştı bile, çünkü herkesten iyi tanıyordu onları. İzinsiz okuduğu defter, her ikisini de çok iyi tanımasına neden olmuştu. " Ilgın, benden arabayı istedi. Ceren'i pikniğe götüreceğini ve dönüş yolunda arabayı onun kullanmasını isteyip, Ceren araba kullanırken evlenme teklif edeceğini söyledi. Arabayı ona verdiğim için kendimi bağışlamıyorum. Tüm olanların suçlusu olarak kendimi görüyorum." O an, Doktorun kafasında şimşekler çaktı. Ölesiye aşık olan zavallı kızcağız, evlenme teklifini duyunca, zaten aklı başında olmayan ruh haliyle, hiç ummadığı bir durumla karşılaşmanın verdiği heyecanla, yoldan çıkmış olmalıydı. Yoğun bakım odasından iki sedye çıkıyordu. Yüzleri kapatılmış iki beden, sessiz sedasız sedyenin üzerinde yatıyordu. Gözlerini ayıramadığı sedyeler yanından geçerken, son gayretle ayağa kalktı, yüzlerini açtı.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #805
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Ö L Ü M S Ü Z K I R M I Z I G Ü L L E R
Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da Kocasının sevgili Rose idi...Her Sevgililer Gününde kapısının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmışıtı.Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte. Her yıl güllere iliştirdigi karta ayni cümleleri yazardı : "Seni bu sene, geçen senekinden daha çok seviyorum." Birden, bunların son gülleri oldugunu düsündü. Önceden ısmarlamış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi.Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi.Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine, gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce gülleri ve fotografı seyretti. Sessizce... Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayanlız ve hüzün dolu bir yıl...Sonra bir sabah kapı çalındı. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi kıpkırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Saşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı.Onu bu kadar üzmeye kimin ne hakkı vardi? Biliyorum dedi, çiçekçi. Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlayıp, parasını da ödemişti. Hep öyle yapardı zaten. Hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı. Kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istedigi kart. Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapadı . Parmakları titreyerek zarfı açtı. "Merhaba sevgilim" diye başlıyordu kart. "Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen,kalan ben olsaydim neler çekerdim, kim bilir ? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılamayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin. Dostum, sevgilim, benim. Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.Her zaman da sevecegim. Ama yaşamalısın. Devam etmelişin. Lütfen mutluluğu yeniden yakalamaya çalıp. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim. Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdigim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak."
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Mayıs 2006       Mesaj #806
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yenilmişliğim



Yazıyorum
Hayallerimi
Sezgilerimi
Hislerimi yazıyorum...
Yalan mı?
Yanlış mı ?
Yoksa...
Ayıp mı?
Öylesine
Yazıyorum işte...

Geçmişimin şarkısını mırıldanmakta dudaklarım. Soğuk, tekdüze ve yalnız bir nisan akşamında toprak ve otun yağmursu kokusunun karıştığı havayla doldurmaktayım içimi. “Toprak ne güzel kokuyor,” dedim kendi kendime, sonra başka bir söz, davetsizce geldi aklıma, “toprağı ölülere vereceksin.” Söyleyeni bilmiyorum, ama aklımda kaldığına göre ilk duyduğumda hoşuma giden bir söz olsa gerek. Belki de, o günkü ruh halimdir bu sözü aklıma kazıyan. Veya her şeyin anlamını kaybettiği, yaşamın pili bitmiş bir saat gibi bir ileri bir geri yaptığı, çalışıyor görünüp de akrebin hiç oynamadığı anlardan ‘bir an’ olsa gerekti. Çok bilindik bir atasözü gibi aklımda kalması ürküttü beni. Şimdi düşünüyorum da, kesinlikle yanlış bir söz, hiçbir doğruluğu olmayan, baştan sona yanlış ve saçma... Kızıyorum beni kendi üzerinde bu kadar düşündüren bu söze.
Ayağımda düz taban keten ayakkabı, üzerimde keten pantolon, savruk savruk yürüyordum baharın körpe yeşilliğinden, sevinç çığlığı atan kuşlarından bile habersiz, sessizce. İçimdeki bütün şarkılar susmuş; dudaklarım kurumuş susuzluktan, sade Afrika menekşeleri gibiydim. Karanlık iyice bastırmış; yapayalnız yürüyordum bu beton kentin arka sokaklarındaki yamalı asfalt yollarında. Yürüyordum, kalabalık ve yapayalnız. O kadar hafiftim ki, uçuyordum sanki. Gözlük camlarım buğulu buğulu... Geceleri uykum kaçıyordu. Birbirine dolanan, iplik yumağı olmuş sorunların karşısında çok bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalışan bir ilkokul öğrencisi gibi şaşkın, çaresiz ve sıkıntılıydım. Uykular, odamın duvarlarına gizlenip benden kaçıyordu. Bir kader merhabasıyla uyanıyordum, sersem gecelerin sabahına. Kapkara dünyama küçük de olsa yaktığın ışık, beni ölüme iki kala uyandırmayı başarmıştı.
Neydi sahi? Yüzüme fırlatılmış bir bardak soğuk suyla yaz sıcağında kendime gelmenin rehavetini üzerimde taşıyordum. Korkak, ürkek ama safça. Bir kadının yapması gerekenler arasında kendimi kaybederek bir başımalığımı yaşıyordum.
O kadar yol vardı, önü açık, engelsiz... Ama ben ne kadar kapatmıştım önümü acımasızca kendime? Oysa, merhamet yüklü, sürekli vicdanı sızlayan ben, kendime neden o kadar acımasız davranmıştım? Anlamış değilim hala. Güven duygusunu yitirmiştim sosyal sınırlar içinde. Yapayalnızlığıma şaşkın, bakakalmıştım ve sadece, kendimi anlatan klavyemin tuşlarından bilinmez bir umuda dokunuyordum.
O bahar akşamlarından kalan, “Ben gamlı hazan, sense bahar...” şarkıları arasında kendimizi yok saydık. Yorulmuştum. Onca ihanet, onca pişmanlık, gel-gitli fikirler arasında kaybolan ben, kendimi nasıl bulabilirdim ki? Neden kendimi unutmuş, ortaya atmıştım değersizce? Olanlar oldu, geçti. Asıl suçlu, Ben’im, diye yazmaya cesaret istiyorum şimdilerde. Fedakarlıklar, acımalar, vicdan azapları, acabalar, amalar arasında nasıl da kaybolmuştum? Oysa, gülen bir yüzün uzattığı bir dost eli hep vardı yanı başımda. Kendimi yok sayarak unutmuştum çoğu şeyi. Ben yalnızım, diye kafa tutmuştum ve ne ağıtlarla, figanlarla kaçırmıştım onca güzellikleri. Pişmanlık duymamakla kendime gelmenin mutluluğunu geçte olsa yaşıyorum şimdilerde. Yalnız, ama umudumla sarmalayıp başımı yastığa uzanıyorum rahatça.
İçimde gittikçe genişleyen dünyada etrafım sığ insanlarla sarılmıştı. Dünya ne kadar genişmiş meğer? Kendimle buluşup, ağırlığımla adım adım ilerlediğimde, senle karşılaştım bu yaşam basamaklarında. Yağmura hasret topraklar gibi karşılamıştım seni, utangaç, mahcup. Elindeki yükü taşımak istiyorum, diye nasıl da sahip çıkmıştın yalnızlığıma. Bu güne dek taşıdığım ağır yüklerin ucundan hiç kimseler tutmamıştı oysa. Akıllı olduğumu söylediler, çıkarları uğruna hep. Kimselere de taşıtmak istemedim ben bu yükü. Savaşmak mıydı taşımak yoksa taşıyabilmek miydi yaşam? Bilmiyorum.
O geniş hayal dünyana kurduğun salıncaklara oturtmuştun beni. Kandırılmıştım hani. Belki de kandırılmak istiyordum. Kah New York sokaklarında kah Bağdat caddelerinde el ele yürürdün benimle. Tek kişilik kayığınla, sürüklemiştin beni o güzel hayal alemine. Hayallerinle, hayallerimi çekmiştin derinlerine. Ne çok gülerdim yalnızlığımda yaşadıklarıma, yaşattıklarına. Kapına dayandığımda, açılmayan kapına, tüm öfkemi anahtar deliğine kusardım. Kapılar. Kapılar... O tahta, süngülü kapılardan daralırcasına bakıyorum dünyaya, ama ufuk çizgisinden.
Umutla koşmuştun kucağıma. Yoksa çok mu aramıştın da sokulmuştum kanatlarının altına, kumrular gibi? Saçının tellerine gizlenen bir kuşun tüyüyle yakalamıştın beni yüreğimden. Buz gibi bir havada ılık bir rüzgar gibi, ruhumu kuşatmıştın sanki. Sevdim seni bir kere, diye yürüyordum adım adım kucağına. Açmıştın kanatlarını, gel gel dercesine; bense aksayarak koşan, yürümeyi öğrenen çocuklar gibi koşuyordum, sana doğru. Sana uzanmak güzeldi.
Neler mi yaşadık? Uzun kış gecelerinde uzun sohbetlerle atıştık, avuç dolusu gülümsemelerle çıtırdayan sobanın karşısında. Uzanırdım şöyle, uzunca geçmişten geleceğe. Rahatça kurulurdum hayallerinin otağına. Karşımda bakar dururdun, hareketsiz zihninde yaşardın güzelliklerinle. Baharlarda papatyalar, gelincikler yağdırırdın saçlarıma. Öyle sevda tutkunu iki yalnızdık ki senle... Yapayalnız. Çokluklar içinde yüreğimize sığınan iki arkadaştık; güven dolu geleceğe doğru temiz iki dosttuk biz senle. Ruhumu taşıran dalgalarınla sarmalardın beni; bakışlarınla, bütün benliğimi çiçeklerle süslerdin. Ruhumun o dalgalı, rengarenk çiçeklerin bahçesinde dolaşman zenginleştirmişti beni. Hala saklı duruyorum bir yerlerde ben, tıpkı yıllar önceki gibi.
İçimize dar gelen bir sevgiydi yaşadığımız. Sen kapı önünde beklerdin işten çıkış saatimde. Akşam üzerileri kuduran deniz dalgaları gibi ulaşırdın üzerime, bakışlarınla. Bense hemencecik sana varayım diye ayaklarımı karşı kaldırıma taşırdım. Bir bakış ısıtırdı yüreğimizi, ruhumuza dolanır dururdu sevdanın esrikliği. Yağmurlu havalarda rüzgarlarla taşınırdı yüreğime sevgin.
Özlemeyi, hasreti öğrettin bana. “Ayrılıklarda sevdaya dahil,” diyen Atilla İlhan’ı kaç kez okuttun. Doğa ve sevgi insanı şair yaparmış. Şiirlerimle dünyanın yalnızlığı arasında ilk bağlantılarımı yaptım. Bilinmeyen öteki dünyaya merakım arttı gün be gün. Anladım ki, ürkek ve çekingen olan ben, yalnızdım bütün aşıklar gibi. Ürkeklik ve çekingenliğimin kapısı yalnızlığımı, şiirlerimle açmıştım sana. O acılarla dolu, umutsuz şiirlerim, duyup hissettiklerimin bildirisiydi oysa, duyabilene, hissedene. Çocukluk günlerimde duyumsayıp tanıdığım suskun, yaralı, eğri büğrü yazgım seninle kucaklaşacaktı. Anladım ki, şair barışla, acılara doğarmış ve işte ben de boşlukta asılı duran hayatımı, şiirlerime aktarmaya başladım usulca.
Şiirlere sarılmıştım yokluğunda; şarkılara kol kanat germiştim, senden kelime diye. Öylesine bir sevdaydı bizimki. Farklı, aykırı, güzel ve zorlu. Bir temmuz ateşiyle iyice alevlendi. Yok oldu sandım her şey. Araya giren zaman, ayrılık rüzgarı daha da bağladı sanki bizi. Acılarla yoğruldu bu sevda; inadına, dikenlere direndi durdu. Nasıl da sevmiştik... Ama ayrılık dedik, sonunda ayrıldık. İstemedik, ama mecburi koparıp kendimizi fırlattık bir tarafa. Yalnızlık yüzümü yıkasın diye kalakaldım güzel bir okyanusta yüzer gibi. Ayrılık boğamadı bizi. Aksine, birbirimize nasıl da bağlı olduğumuzu anlatmıştı bize. Hep yüzünün perdelerine bakardım, ışık sızmaz gecelerde daha bir bağlandığım sana ve acılara boyandığım gecelerde hüzünle sarıldığım sana. O hüzün bizi tutardı. Hiç içime sinmezdi sensiz yaşadığım güzellikler. İsterdim en güzeli birlikte yaşayabilmeyi. “Keşke,” derdim, “keşke yanımda olsa...” Olmadı, olamadı. Çabalamak boşunaydı. Gittin ve unutmadın. Unutamadın, belli halinden. Sevgini okuyorum yaz gününün ikindi güneşinde. Çocuklar gibi zıp zıp yalınayak bir sevgi soytarısısın, hilekar, düzenbaz ama sevimli. Çocuksun halen, hem de çok çocuk. “Bile bile yalan söylüyorum ve bir demet uzatıyorum sana,” diyorsun hep haince…
İçinde her şey var, ama ne istersem. Hüzün de, sevgi de, vefa da. Ortaya çıkarma hakkı bana ait, istediğim gibi, zorlamadan. Özgür, sen gibisini görmedim. Bu kadar farklı, bu kadar aykırı sevgi görmedim, anlamadım da. Anladım anlamasına ama... Onu korumak için üzerine titredin durdun hep. Beni sana yaklaştıranı iyi bildin, güzel oynadın rolünü. Belli etmedin, ama besbelli sevgin açık ve hoşlukla devam etmekte tanıklarıyla.
Kimselerin bilmediği, anlamadığı, yalnız, yalınayak dünyamda yitirdiğim sana ulaşmak için koşardım boşuna. Beklerdim boynu bükük. Balkonumda, seni sokakta karşımda bulacağım anları beklerdim. İstemezdim anlamanı. Düşünürdüm ki, anlaşılınca sevgiler ölür gider. Nihayetinde de öyle olmadı mı, Özgür? Anlattıkça sevgim küçüldü, bitti. Her bitişte yeniden yeşertecek baharla. Kaç bahar geçmedi mi üzerinden? Kaç mevsim? Dikenler içinde açan bir gelincik gibi salınacağım bir gün yanı başında. Sana baharlarla geldim, elimde bir demet papatya, gelincik, dağ menekşesi...
Fısıldayan sesin çınlamakta kulaklarımda.
Nasıl mıyım? Dokunsan kopacak yapraklarım, biliyorum göz bebeklerimden. Ve ellerinde kırmızı ve siyaha çalan tozlar kalacak. İstiyorum ki, kimse dokunmasın ve kalayım bu halimle, böyle yaşamalıyım, yakıştığı gibi, hüzün boyalı rengimle. Dikenler içinde ve kızıl bir gelincik gibi kısa sürede ama doğallığımla. Olduğum gibi hani. Anladığın gibi, anlaşıldığım gibi. Çabam yok öyle, ispata hacet de yok. Ortada olmalı sevgi de, acı da, hüzün de.
Umudumu umulmadık kadere yazdım diye düşünüyorum. Kış geceleri çetin bastıracak. Donlar üstünde ayağım kayacak, ama umudum yine baharlardaki gibi içimde doğacak, kızıl gelinciklerle süslenecek. Bense o paltonun altında saklı, kış gecelerinde sana umutla sokulup ısıtacağım seni, gerçeğe inat. Desteleyip yolladığın hayallerimle düşüp kalkacağım, daha da sevdaya batmak için. Sana saklanıp seni kucaklayacağım. Şemsiyemin altında yürürken, dostça kulağıma fısıldamaya çalıştığın, öğrettiğin küçük yalanlara inanacağım. Sahi, inandığımı mı sandın o beyaz yalanlarına?
Beni ikna etmek için, saçmaladığımı söylerdin ikide bir. Akıllı olduğumu söylerdin. Bu düzmeceler nedense hep kandırmaca gibi gelirdi bana. Ne inanmak isterdim, ne de inanmamak. İşine geldiği gibi söylerdin sanki. Bir kadını kandırmanın kolay yolları değil miydi bu süslü laflar? Ama bu süslemeler yakışmış bana, diye düşünmüyor da değilim hani. Sevmişim çaresiz, yüreğime inmiş sevda tanecikleri çökmüş iyicene. Seni arıyorum. Yoksun. Başka kimseyle görüşmüyorum. Senin istediğin gibi olsun.
Beni çileden çıkartan ağır sözlerin. Onlarla gücünü gösterirdin, bilirdim. Yanlış mı düşünüyorum? Sanmam. Beni kızdırmayı severdin. Hani bir de o aidiyet duygusu vardı ya... Sonra bekler dururdun sıkıntılı. Bir an ayrılacağımızı düşünür, sonra kaybedip bulmanın mutluluğuyla coşardı o fukara yüreğin. Fukara yüreğim fukara yüreğine sığınmıştı, yağan sonbahar yağmurlarıyla. Karlı ayazlı kışların sıcak çorbasıyla karışmıştık birbirimize. Tertemiz dünyamızda kucak kucağa sevmiştik birbirimizi, kirlenmişliklerin inadına.
Hadi oradan, deme şimdi. İçimde kocaman bir sen anlatıyor doğrularını. Çocuklar bile doğruyu yalanı anlamaz mı? Kanmam artık o senaryolara. Kendimi kandıramam. Sen belki kandıracağını düşünüyorsun, ama zor, çok zor. İnsanın ayağı kaç defa takılır aynı acıya? Bak, şimdi el sallıyorsun camın ardından. Yağmurda kırbaçlıyor camı yorgun bir seyis gibi. Güzel müzikler gelmekte kulağıma. Seni anlatıyorlar. Güzellikler doğuyor yaşamıma, gönül pınarlarıma. Yılbaşı çamları gibi dikenlerimle, susuzluğuma dayanabiliyorum; hasretine, özlemine, ne güzel. İstemediğin şeyleri unuttum, anlamadım. Hayır, deyişlerini anlatıyor biçilmiş bütün çimler. Yuvalarına sığınmış kuşlar, sonbahar yağmurlarıyla yan yana nasıl yürüdüğümüzü düşünmekte bizden habersiz. Her seste nasıl sevindiğimizi yaşamak bağlamakta beni yaşama. Yaşam sende gizlenmiş; bende toplanmış tüm gizemler, korkular, ürkek ve çekingen durmakta yanı başımda. İnsanlar güzele dokunmadıkça, kimselere dokunmak istemiyorum. Gönülden, ruhtan ulaşmak isteğim sadece. Uzaktan uzağa sevgi, hasret, güzel diye zorladın da öğrendim. Biblolar da güzel, değil mi? Ama ya kırılırlarsa diye nasıl dikkat ederiz değil mi? Peki neden birbirimize o kadar acımasız davrandık. Güzel olan buydu sanırım. ‘Seni uzaktan sevmek’ şarkısı gibi, uzak olan güzel mi yoksa? Doğru, diyorum, bırak uzakta kalsın. Duygular, sevgiler, hasretler öyle uzakta kalsın ki değerlensin. Yıllanmış, el değmemiş mahzenlerdeki soğuk şaraplar gibi olsun dostluklar da, acılar da, sevgiler de. Her şey uzakta, ama olduğu gibi kalsın camın ardında. Gün görmemiş sevdalara, kadınlara inat yaşasın dursun dünya.
Çilelerle, umutlarımı harman yaptım ağustos sıcaklarında. Öyle savurdum ki dünyanın dört bucağında kucaklandılar. Karşımda, gözlerimdeki sevgiyi oymaya çalışan bir işçi gibiydin hep. Belki de en ağır işçi, hani gecesini gündüzüne katan. Güldürmeyi seven, düşündürmeyi ve bu uğurda savaşan sen. Bir telefon sesi kadar yakın ve uzak olan bir sevdaydı aramızdaki. Entrikaların, çocukların saklambaç oyunları gibi hilesiz ve saftı. Anlardım ne yapmak istediğini. Sıkıntılarımı benden alıp, bendeki boşluğa seni doldurmak için çabalar dururdun. Şüphelendirmeyi nasıl da severdin!.. Yapmamalıydın, ama başka oyun da bilmezdin. Safça, aptalca, manyakça sevmiştik aslında. Doğru mu? Ama katıksız bir sevgiydi aramızdaki. Senle oynadığımız telefon oyunlarını severdim. Arardın belki ben yokken, aramadın saklanırdım. Bir kovalamacaydı hatlarla aramızdaki. Bir sesime ne kadar çok zaman yatırmıştın, Elif diye, Birsen diye, Tülin diye arardın. O kadar sevdiğin bayan isimlerinin kadını olabilmek güzeldi sanırım. Zafer, diye arardın, Çelik, diye arardın. Güçlü kelimelerle yer etmiştin belleğimde. Aferin sana, derdim hep. Aferin. Ben derinden sevdim seni. Öğrencim gibi, arkadaşım gibi, dostum gibi. İstediğin gibi sevdim işte. “Sen miydin arayan?” dediğimde, “Ben değildim,” diyen inkarlarını sever, gülerdim, kızardım, ama önemin büyüktü. İnkarlara yatırdığın o yüklü sevdanın borcunu nasıl ödeyebilirim ki? İmkansız. Aklınca oyun oynardın, ama bilirdim çocukça, safça oyunlarını. Saflık tutkunu iki yapışık ikizdik, yalnızlık budalası. Ne senaryolar çizerdin öyle. Kendin inanmazdın çılgınca yaptıklarına. Çılgınlık tutkunu bir dev olabilmekti umudun. Oldun da. Sert kış gecelerinde ılık bir sesle araman güzeldi. Fabrikada, kuyrukta yemek beklerken, karşılıksız araman hoştu. O günlerde yapayalnız, yalınayak bir sevginin peşindeydik biz. Anlamsızdı belki, ama anlamı zamanla anlaşıldı ve artık ortada işte. Ayrılsak da beraberlik güzeldi. Nasıl yürürdüm yanında... Elimden tutmanı isterdim, bir o kadar da uzak yürümeni. Nasılsa işte, öyle garip çelişik bir aykırılığın tuzağıydı bizi çeken. Tanrının yazdığı, ama bizim silemediğimiz bir yazgıydı bu, ne kadar silmek istesek de silemediğimiz. Zıt renklerin buluşmasının güzelliğiydi yaşadıklarımız Ve yaşıyoruz, yaşayacağız. Öyle diyor sezgilerim. İstemesek de, istesek de böyle olacak gibi. Tutkuydu bu. Gizemdi. Yasaklara isyandı. Belki de baş kaldırmaktı yanlışlara. Bir inattı. İnadına sevgiydi, kafa tutan onca günahlara, tabulara, yasaklara. Onurlu, efsanevi bir tutkuyu yaşamak, kaç kişiye nasip olduysa olmuştu ve işte bize de!.. Şanslı mıydık? Ya da şansı biz mi yaratmıştık, anlamadım.
Parklarda tedirgin, çarpışan insanlar gibi yürür durduk farklı yollardan. Ellerimizde umut çiçekleri; gözlerimizde korku, sevinç karışımı alaca ışıklarla koştuk durduk batan akşam güneşlerine. Güneşler doğdu, ama biz uyanamadık bu acılardan, üzüntülerden ve sevgilerden. Karmakarışık rüyalarla dolu dizgin kederlerle uyandık isteksizce, günlere soyunduk. Gün oldu o oyuncağa sarıldık, gün oldu şu salıncakta sallandık durduk, vakit doldururcasına bu körfezde. Ama sevdanın hüzünlü kollarıyla sarıldık yaşama, sarmalandık; koparıldık ama yeniden filizlendik daha gür ve koyu yeşil. Yemyeşil bir dünyanın içine sarı sarmaşıklar gibi dolandık durduk.
Mezardaki anamı ziyaretimin arkasından sana koştuğum günler süzülmekte yanaklarımdan. Bir bayramın arifesinde sana koşup da açtığımız o yer sofrası, zeytin ekmek tadı bitti artık. Sahi kiminle bölüşmektesin lokmalarını? Kime ukalalık yapmaktasın? Sanmam gülebildiğini eğlendiğini. Avuçlarındaki geçmişten anılar ayakta tutmakta seni. Hepsi bu değil mi? Onlar geçmişe gömüldü, gitti erken gelen kış geceleri gibi. Gönülden sarılman yok artık kimselere, adım gibi biliyorum. Öyle sevdin ki beni, yerime birilerin koyman imkansızdan da öte, bilmekteyim. Adımı, sanımı unutman, bir kadını mezara koyman zor, tahmin edebilirim. Bana aşık olduğun ilk günlerin gecelerinde, balkonumun altından derbederler gibi geçtiğin, kendini kaybetmiş gibi yürüdüğün o kavurucu yaz gecesinin gibisin gözlerimde. Neydi o halin?.. Çölde kaybolmuş Mecnun gibi görmüştüm seni. Uykularım savrulmuştu yıldızlara. Unutmak kolay mı? Zor, değil mi? İyisiyle kötüsüyle, sevdanın en güzeli ile yıkanmış geceleri unutabilmek en zoru sanırım. Öyle sevmiştin ki, beni de yakaladın zorla ve imkansızca sürükledin ardından sürüm sürüm. Kim seni bu kadar sevdi? Yoktur, sanmam. Kim seni karşılıksız sevdi, beklentisiz, ve koşulsuz? Cevaplasana?! Zor, değil mi?
Kuşkuların arttı insanlara karşı. Neden mi? Pis bir dünya sarmaladı yeryüzünü. Kirlendi her şey. Sevgiler de kirlendi, umutlar da.... Ben? Oldukça değiştim ama safça sevmekteyim yine de. Seni seviyorum. Güzel olan da bu işte, onca pisliğin içinde. Harran’da kavrulmuş bir kadın gibi ben, Asya’da gün görmüş ihtiyar bir aşık gibi sen, yorulup durduk sert esen karayellere karşı. Anadolu’dan yanık bir ezgiyle uyandık hep. Telli turnam selam götür, diye uyandık. Kara yazmalı mavi baskılı sevdaya, mor kırmızı pullar işleyip mor dağların karlı tepelerine rüzgarlara saldık yüklü acılarımızı, sevgilerimizi. Gurbete ağladık. Dayandık onca yüklü acılara. Bir gün güleceğiz umuduyla sarıldık yaşama sımsıkı, birlikte…
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #807
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gitarcının Aşkıgitar
Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı...posta kutusu boştu gene. Yoo, hayır. Beyaz birşeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi.Elektrik faturası gelmişti...hem de herzamankinden "hoş" bir miktarda...Başka birşey olmadığını bildiği halde, gene kutunun içine bakti...Bo$...Dışarısı, ne soğuk ne de sıcak...kapalı bir havaydı.Yağmur yağmaması için dua etti...şemsiye evde kalmıştı ne de olsa...Karşıya geçmek için trafik lambalarının yanında durdu...önünden son sürat geçen araba, bütün çamuru sıçrattı...en sevdiği siyah pardesüsü de batmıştı...karşıya geçti.Karnı açtı...Her pazar sabahı uğradığı cafe'ye gitti..."tadilat nedeniyle kapalıyız" yazısını okurken, gülümsedi...aklına mezar taşına yazılabilecek bir şey geldi "Tadilat nedeniyle oldu...açlıktan"...neyse dedi kendi kendine" o kadar da aç değildim"...sonra bi yerlerde yerim diye düşünerek yürümeye başladı. Derken yanından geçen bir grup çocuk, ona sertçe çarptı. Yere yığıldı.Karşısında, evin balkonunda oturan bir grup genç kız, gülüyorlardı...ona gülüyorlardı...Ayağa kalkarken, cebindeki bozuklukların düştüğünü farketti. Herbiri ayrı bir yöne yuvarlanıyor...çatlaklardan, deliklerden düşüp kayboluyordu.Parası da gitmişti.Bi gitarı, bi de canı vardı...Yemek yiyecek,eve gidecek parası kalmamıştı...yorgundu. Mektup yazmayan, arayıp sormayan, çok sevdiği o kızla bir zamanlar gittikleri parkı hatırladı...orada küçük çocuklar bileklik, kolye gibi hediyelik eşya satarlar...müzisyenler maharetlerini gösterir, para kazanır,kızlara hava atarlardı...Parktaki o eski nese kalmamıştı.Yolun kenarına geçti. Elindeki gitar çantasını yere koydu. Gitarını çıkarıp, o "en" hüzünlü besteyi çaldı...sonra, o kıza bestelediği parçayı...ve bir başkasını...ve bir başkasını...çaldı...çaldı. Kulağına gelen takırtı sesleriyle kafasını kaldırdı. Gitar çantasına para dolmaya başlamıştı. Sonra, neşeli bir parça çaldı...para geldikçe,şarkılar daha bir hareketli, daha bir neşeli oluyordu...Güneş batmaya başladı... İleride zabıtalar göründü...daha fazla kalamazdı orada.Gitarı çantaya koydu ve kalktı...eve gidecek, yemek yiyecek parası vardı... belki kirayı hala veremeyecekti, bu ay...ama, hiç değilse düşürdüğünü karşılıyordu bu miktar...
Derken yağmur başladı...Eve daha çok var, diye geçirdi içinden. Ne zordu hayat!Yağmur altında yürümeyi severdi...ama yalnızken değil.Yalnızken,daha bi ağır yağıyordu sanki yağmur...Daha bir soğuk... Eve vardığında, kuşu öterek karşılamadı onu...sessizlik dolu ev, o an ürpertti...kafesin yanına gittiğinde, minik kuşu kafesin tabanında yatıyordu hiç kıpırdamadan...öylece..."ölüm" dedi..."sürprizleri seviyor" Islak giysilerini çıkardı...kuş gibi o da ölecekti, bu sefil hayatta.
Gitar çantasını açtı, kalan bozuklukları almak için. Arada beyaz bir kağıt gördü...Açar açmaz, yazı tanıdık geldi...o beyaz ellerin yazdığı notu okurken, önce heyecanlandı, sonra üzüldü...Notta: Demek hala bizim parçamızı çalıyorsun...ve yine çok hüzünlü bir şekilde. Beraber aldığımız kuşları hatırlıyor musun? Bendeki bu sabah öldü...ayrılığa dayanamadı herhalde...ama, biz insaniz, dayanabiliriz degilmi? Yarın gidiyorum bu şehirden...kendine iyi bak...hoşçakal! Anladı o an, işlediği hatayı...ne kadar da bencil olmuştu bugüne kadar. O bu şehirdeydi...ve hiç aramamıştı...o arar diye. Şimdi aynı şehirde bile olmayacaklardı. Gün batışını aynı anda izleyemeyecek, aynı ortamda aynı havayı solumayacaklardı...ama, o da affetmezdi ki...yoksa eder miydi?Dal rüzgarı affeder, ama kırılmıştır bir kere, diye geçirdi içinden...Kapı çaldı...ne de çok istedi o an için, kapıdakinin o olmasını...Bu nedenle açmadı kapıyı...o umudu taşımak istedi hep içinde...sonra uykuya daldı...uyanmamak üzere...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #808
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yuvadan Uçmamak Üzere


Silinecek çok şey var aslında hangisinden başlasam bilmiyorum beni terk eden sevgilim yoksa bana yamuk yapan patronum mu yada her seferinde yanlış sipariş getiren marketteki çocuğumu aslında hataları kendimde aramak istiyorum açık ve net konuşulmayan laflar çoğu zaman yanlış anlaşılmaları akabinde getiriyor tıpkı ekmek yerine etimek getirmesi gibi o gün çocuğu kırdım karım ise sevdiğim pantolonumu ütülemiş ama ben nadiren giydiğimi giyecektim tabi bir azarda ona patrona bir şey diyemiyorsun tabi kovulma esnası var ondan sonra aslında evin bas patronuna işe gelmeden kızdım ya o evi terk ederse yok ben onsuz yapamam patates kızartması nasıl ketçap ve mayonezsiz olmaz bir evde karı kocasız olmaz ben evde ketçap sam sende mayonez sevgilim yada mayonezim senden özür diliyorum ve dönmeni istiyorum bir daha yuvadan uçmamak üzere...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #809
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yaşanmış gerçek aşk hikayesi

Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biribirine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler biribirilerini. Aşkları, gökle- yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun-aşkı gibi temizmiş.

Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hisesini hayatın pınarından.. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Taa.. topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve tanrı heykelleri gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış…

Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış…

Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biribirine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terkedip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar.

Zehranın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler...

Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar.

Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini… Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş… Kuşların inceden soluyuşu, ağacların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi… Renk renk, desen desen çicekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yurek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler.

Genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara… Dağ, taş dillenirmiş sesinde… Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin karanlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe cangülleri saçılırmış dağa, taşa…

Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Herşeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar.

Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır.

İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biribirine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere....

Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından… Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara Zehra kızın, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış… Tarifsiz bir acı çökmüş her yana…

İşte o gün bu gündür her bahar biribirine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri… Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir. Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler...

Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide...

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #810
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yolculuk


Uzun geliyor çoğu zaman ama yinede gidiliyor bilinmeyen yerlere ve dönülüyor beklenenlere.Seni neyin beklediğini bilmiyorsun götüreceklerin sinirli bir sen birde yüreğindekiler ve elinde kalanlar hayatin sana verdikleri senin hayattan aldıkların hepsi bu kadar işte.Geriye dönüp baktığında hatırında kalan tek güzellik sahip olduğun dostluklar .Zor değil mi?Başarmak gerek yaşamın anlamı bunda saklı çünkü gerisi boş,gün gelip bunu anlayacaksın dost çünkü başka çaren yok çünkü hayatin sana vereceği ve senin alman tek gerçek bu.Dinle kendi sesini ve başkalarına dinlet duyacakları gün için sabret,sabret ki onlarda sana ses versinler.Önce inan kendine,şunu bil ki sen kendini sevdiğin vakit seni sevecektir senin sevdiklerin hatta sevmediklerin,öğreneceksin arkadaş ve seveceksin,sevileceksin.Zaman yetmeyecek birde bakmışsın çoğalmışsın arkadaş binlerce sen daha doğmuş hayata.Şaşıracaksın ve sevineceksin.Zor değilmiş göreceksin anlatacaksın.Hayatin renklerini bulacaksın yüreğinde bir ışık demeti gibi sunacaksın yüreğini başka yüreklere.O zaman o yüreğin sana ait olmadığını sadece emanet edildiğini anlayacaksın.Evet dost bu yürek sana emanet onu öylesine sevgiyle doldur ki öylesine büyüsün ki yüreğin bir yürek bin yürek olsun.Yorulmadın değil mi bu yolculuktan?Sakin yorulma çünkü seni bekleyen başka yolar var.Korkma,korkutmasın seni ne uzunluğu nede engelleri sen hazırsın artık engellere çünkü sen artık” sen” sin sen artık “herkes”sin.Yolculuğun bitmeyecek ne kadar karmaşık olsa da ne kadar çetrefilli olsa da ve ne kadar bilinmezliklerle dolu olsa da gideceksin.Kafandaki soru işaretlerinin cevabini bulmaya gideceksin,keşfedeceksin yeni cevapları ve yeni soru işaretlerini.Ama dikkat et dost yolun kenarından yani uçurumun kenarından gitme.Ola ki düşecek oldun tutunacağın bir dalın olsun elinde seni o uçurumun kenarından çekebilsin.Hayatin sürprizleri seni bekliyor yolculuğun uğurlu olsun dost…

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar